Jump to content

Liderlik Tablosu

Popüler İçerikler

29-03-2007 tarihinde, tüm alanlarda en yüksek itibara sahip içerik gösteriliyor

  1. ENERJİ SİSTEMİMİZ NEDEN BOZULUR Bizler doğal varlıklarız. Doğada yaşamak üzere programlanıp yaratıldık. Doğamıza uygun olmayan yaşam tarzı en önemli sebeptir. *sentetik giysiler, eşyalar *elektro manyetik araçlar *topraktan uzak olmak *hava kirliliği *hormonlu ve genetiği değişmiş yiyecekler *çok durgun veya çok hareketli yaşam *ani şok ve üzüntüler *çevresel faktörler (yaşam alanımızın konumu ve çevremizdekiler) *olumsuz duygu ve düşünceler ***STRES!!!! ENERJİMİZİ NELER KORUR VE GÜÇLENDİRİR *Doğal yaşam *olumlu duygu ve düşünceyi yaşam modeli yapmak *kristaller ve mineral taşlar *renk terapileri *çevre ve mekan düzenlemesi *sağlıklı beslenme ve spor Alıntıdır...
    2 puan
  2. Friedrich Wilhelm Nietzsche Nietzsche - Niçe 15 Ekim 1844'te Leipzig'e yakın Roecken kasabasında dünyaya geldi. İlkokulu bitirdikten sonra, Fichte'nin, Schelling'in yetişmiş olduğu ünlü Pforta kolejine verildi. Disiplinli öğrenim yıllarında Nietzsche, Yunanca ve Latinceyi iyi derecede öğrendi. 1864'te Bonn Üniversitesi'ne girdi. Klasik diller öğrencisi olarak öyle başarılıydı ki, daha mezun olmadan Basel'de kendisine filoloji profesörlüğü önerildi. Nietzsche, bu öneriyi kabul etti. Sağlığı hiçbir zaman iyi olmayan filozof birkaç kez hastalık izni aldıktan sonra, 1879'da istifaya mecbur kaldı. Sonra İsviçre tedavi merkezlerinde yaşadı. 1888'de akıl sağlığı bozuldu ve 1900 yılında ölene değin düzelmedi. Sonrasız Döngü Tasarımı Suut Kemal Yetkin'in yorumuyla... > Üstinsan Tasarımı > Bu güç dolu yaşama nasıl varmalı? Bu soruyu cevaplandırmak için, Nietzsche'nin ahlak görüşü üzerinde durmak gerekir. Filozof, bütün ahlak sistemlerini gözden geçirdikten sonra, birbirine karşıt iki ahlak örneği görüyor. Efendi ahlakı (Herren moral) ve Köle ahlakı (Heerden moral). Bu iki örneğe Avrupa uygarlığının başlangıcında rastlanır. Savasçı bir ulus, barışçı bir ulusa saldırır ve onu boyunduruğu altına alır. Güçlü bir insan gördüklerine değer biçmeyi düşünmez. Yalnızca kendine yarayanı iyi, zarar vereni kötü bulur. Başka bir deyişle, doğal eğilimlerimizin özgürce gelişmesine, genişlemesine yardım eden her şey iyidir, engel olan kötüdür. Zaten bir yaşamın iyi olup olmadığı hakkında bir yargıda bulunmak için başvurulacak ölçü de budur. Bu bakımdan, yaşamı kısırlaştıran, daraltan her şeye hayır, onu daha yoğunlastıran, daha güzelleştiren her şeye evet demek gerekir. Güçlü insan, zaferlerin insani, kendisine eşit olanları iyi, kendisine boyun eğenleri kötü sayar. Efendi ahlakı, güçlüler ahlaki zayıfları, korkakları insandan saymaz. Bu ahlak serttir, insafsızdır. Kölelerin ahlaki bambaşkadır. Üstünlerin varlıklarını dolduran gurur, sevinç ve yaşam coşkunluğuna karşılık, yenilgiye uğrayanların, kölelerin içlerinde kötümserlik duygusundan ve üstünlere karşı mayalanan nefretten başka bir şey yoktur. Geleceğin insanı, geleneksel ahlaktan kendisini kurtaran insandır. Böylece, bugüne kadar sayılan ve uyulan bütün ahlak kuralları; bir yıkma coşkunluğu içinde yok olacak, iyi ve kötü arasındakı ayrım da ortadan kalkacaktır. İyi ne? Kötü ne? Bunlar mutlak anlamı olmayan terimlerdir; efendilerle köleler arasında çok ayrıksı bir değer almaktadır. Kendi kendine var olan değişmez bir değer yoktur. Sert olalım, kıyıcı olalım, ama yalniz başkalarına değil; kendimize de böyle davranalım. Çünkü sorun, insanlığın geleceğidir. Bu felsefe, sistemli bir tüm olmaktan uzaktır. Bunu herkesten iyi kendisi bilmektedir. Nitekim: "yazdıklarıma her zaman bütün hayatımı ve kişiliğimi koydum, sırf düşünce sorunlarının ne olacağını bilmem" derken; o andaki tutkusunun kendisine yol gösterdiğini ve esin verdiğini söylemek istemiştir. Bu yüzden düşüncelerinde çelişkiler görenlere karşı Nietzsche'nin cevabı kesindir: "En bilge insan, çelişkilerle en zengin olan kimsedir." >> Üstinsan ve Sonrasız Döngü Tasarımlari Arasındaki Tutar(sız)lık George Simmel ilk kez 1907'de yayımlanan çalışması "Schopenhauer ve Nietzsche" adlı kitabında, "üstinsanın görevinin sonsuzluğu"nun, sonrasız döngü düşüncesinde önkoşul olarak varsayılan "kozmik dönemlerin sonluluğuyla bağdaştırılamayacağı"nı öne sürer. Simmel, bunu şöyle ortaya koyar: "İnsanlık, her döneminde, yalnızca sürekli olarak yinelenebilecek sınırlı sayıda evrim biçimleriyle donatılabilir; oysa üstinsan ideali, geleceğe doğru yönelen düz bir evrim çizgisi talep eder." Başka bir deyişle, ebedi dönüş öğretisi döngüsel veya çevrimsel bir zaman görüşünü önvarsayarken, üstinsan ideali doğrusal bir zaman anlayışı gerektiriyor gibidir. Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün bu iki temel öğretisinin birbiriyle bağdaşmadığı görüşü, üstinsan ve sonrasız döngünün "mantıksal bağdaşmazlık paradigması" olduğunu öne süren Erich Heller tarafından, yakın bir tarihte güçlü bir şekilde dile getirilmiştir. Üstinsan öğretisi bizi, yeni ve özgün bir şeyi yaratmaya teşvik etmek için tasarlanmışken; sonrasız döngü öğretisi, daha önce var olmamış hiçbir şeyin var olamayacağını öğretirken, Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt'te, kitaba adını veren kahramanın ağzından "bugüne kadar asla bir üstinsan olmamıştır" der. Heller'e göre, Zerdüşt, tüm dürüstlüğüyle, "asla bir üstinsanın var olmayacağını" ilan etmek zorundadır. Heller şöyle der: "Yaşamdan bu görkemli kopuş beklentisi, daha doğrusu yeni bir gelişme olanağı, en baştan hüsrana uğramış görünüyor; ve umutsuzca yinelenen bir erke kümeleri döngüsüne ebediyen yakalanmış olan dünya da, en kasvetli ebediyete mahkum edilmiş bir halde bulunuyor." Belki de, Nietzsche'nin yeni bir insanlık görüşünü temsil etmesi açısından üstinsan idealinin tutarlığını sorgulayan en güçlü eleştiri, Maudemarie Clark'in yakın tarihli bir çalışmasında bulunabilir. Clark, üstinsan idealinin Nietzsche/Zerdüşt'ün kendi intikam ihtiyacını dışavurduğunu öne sürer. Ama ne var ki, sonrasız döngü düşüncesi, üstinsan idealinin anlamını aşındırır. Nihai biçimde dönüş düşüncesi Zerdüşt'e, kendisinin en fazla hor gördüğü ve küçümseme hissettiği insan tipinin, yani küçük insanın bile tekrar tekrar döneceği dersini verir. Bu nedenle Clark, ebedi dönüşün, üstinsanın yaratılması ve küçük insanın alt edilmesi olanağıyla bağdaştırılamayacağının açık olduğunu öne sürer. Laurence Lampert, üstinsan öğretisini Nietzsche'nin düşüncesinin merkezine yerleştiren her yorumun yanlış olduğuna, çünkü öğretiye, Zerdüşt'ün alt etmeyi istediği, zamanın eskatalojik ifası nosyonunu dayattığına inanır. Lampert, Nietzsche'nin Zerdüşt'ünün İranlı peygamber Zerdüşt'ün insanlığa miras bıraktığı şeyi; yani, fani var oluşun "ezeli ve ebedi yok oluşunun veya ezeli ve ebedi mutluluğunun karar baglanacağı, gelecekteki bir Kıyamet Günü'nün ezici ağırlığı altında" yaşanmasını ve sürdürülmesini maddesel olarak zorunlu kılan, kehanete dayalı bir dini alaşağı ettigini öne sürer. Aforizmalar * Hiç kimse bir şeyden -kitaplar da giriyor giriyor bunun içine- bildiğinden çoğunu çıkarıp alamaz. * Ümit, kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır. * Hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir. * En kaba söz, en kaba mektup bile şu smaktan daha bir iyi yüreklice, daha bir dürüstçedir. * ... başarıya varamayan bir şeyi, başarıya varmadığı için bir kat daha saygın tutmak ... * Bir şey bizi öldürmezse, mutlaka daha güçlü kılar. * Avda. - Birisi hoş hakikatleri ele geçirmek için avdadır, öbürü - hoş olmayanları. Ama birinci de avdan çok avlanmaktan hoşlanıyor.(Alıntı) Bir ara sonrasız dönüş tasarımıyla ilgilenmiştim.Ama nietzsche ile ilk tanışmam nietzsche ağladığında kitabıyla oldu tavsiye ederim herkese;))
    1 puan
  3. Pozitif Yaşam İçin Psişik Korunma Derleyen: Duygu Güner Değişim çağının en sancılı dönemini yaşadığımız şu son yıllarda ihtiyacımız olan önemli konulardan bir tanesi de pozitif yaşamak, olaylar karşısında pozitif kalabilmek. Bu dönemin en belirgin özelliklerinden biri olan dejenarasyon alanlarındaki artışın bizleri etkilememesi mümkün değil. Özellikle böylesi yoğun bir dönemde pozitif kalabilmek için hepimizin kendine göre birtakım yöntemleri vardır mutlaka. Çok küçük yaşlardan beri hepimiz fizik bedenin sağlığını korumak için neler yapılması gerektiği hakkındaki bilgilerle yetiştirildik. Annelerimiz, büyüklerimiz daha küçücük yaşlardan itibaren bizlere �Fazla terleme üşütürsün, abur cubur şeyler yeme mideni bozarsın, sıkı giyin üşürsün.� gibi tembihlerde bulunmuşlardır. Bizler bunların hepsini uygulamasak da en azından mevsime uygun giyinmeye, midemizi çok fazla yormamaya, ozon tabakasındaki delik nedeniyle güneş ışınlarının direkt etkisine maruz kalmamaya çalışarak fizik bedenimizin sağlığını tamamen olmasa da kısmen korumaya çalışıyoruz. GÖRÜNENİN ARDINDAKİ Ancak bizler çok iyi biliyoruz ki, insan yalnızca fizik bedenden ibaret değildir. Görünenin, yani fizik olanın ardında çok daha aşkın, çok daha yüce, o fizik bedeni ayakta tutan ruhsal bir varlık var. Bu ruhsal varlık fizik bedenle irtibat haline geçebilmek için, tesirini, titreşimlerini fizik bedene ulaştırabilmek için çok daha süptil, aracı beden dediğimiz bazı bedenleri kullanmaktadır. Bu aracı bedenlerden fizik bedene en yakın olanı ise astral bedenlerimizdir. Astral bedenin özellikleri arasında yoğurulabilirliğinin ve istenen şekle sokulabilirliğinin olması düşüncelerimizin, hareketlerimizin bu beden üzerinde ne denli etkili olduğunu bize açıkça göstermektedir. Astral alemin maddesine astral madde denilir. Evrenin her noktasında astral maddenin varlığından söz edebiliriz. Belirli bir şekli yoktur, üzerine tatbik edilen kuvvetlere karşı çok hassastır. Bu nedenle spiritüel ve fiziki alanlarda meydana gelen düşünce faaliyetleri sonucu, üzerlerinde bırakılan şekilleri ayna gibi yansıtır. Kısacası, astral alemin maddeleri, düşünce ile şekillenebilen niteliktedir ve aynı zamanda insan düşüncesinin etkisine çok kolay cevap veren bir özelliğe de sahiptir. Düşüncenin şiddeti arttıkça, meydana gelen şeklin de astraldeki yaşama süresi artar. Bu bilgi ile astralde oluşan hiçbir şeyin yok olmadığı bilgisini birleştirecek olursak; pozitif düşünmenin, pozitif yaşamanın önemi bir kez daha karşımıza çıkmış olur. İşte İsa peygamberin söylemiş olduğu �Düşüncelerinizden dahi sorumlusunuz.� sözünün anlamı da burada yatmaktadır. İNSAN TESİRLER MANZUMESİDİR Sadıklar Planı Tebliğleri�nde �İnsan bir tesirler manzumesidir.� yani tesirler bütünüdür, denmektedir. Yine Sadıklar Planı Tebliğleri�ndeki tanımıyla tesir, fiilleşmiş bir bilgi akımıdır. Yani her tesir bir ya da birden fazla bilgi taşır. Bizler gerçekleştirdiğimiz her türlü fiillerimizle, her türlü düşüncelerimizle çeşitli tesir ağları içerisine girer çıkarız. İçinde bulunduğumuz çevre ile sürekli bir tesir alışverişi içindeyizdir. Bu tesir alışverişini iki türlü değerlendirmemiz mümkündür: Bunlardan birincisi fizik anlamdaki tesir alışverişleridir. Yani duyularımızla ilgili olan; konuşmalarımızla, davranışlarımızla, mimiklerimizle karşımızdaki kişilere ilettiğimiz ve karşımızdaki kişilerden etkilendiğimiz bir tesir söz konusudur. Bu, görünen (fizik) anlamdaki bir tesir alışverişidir. Bir de görünmeyen, fizik ötesi, psişik alanlardaki tesir alışverişi söz konusudur. Örneğin, bazı insanların yanında kendimizi çok iyi, rahat, hafiflemiş hissederiz. Bu durum o kişiye karşı olan hislerimizle ilgili bir durum değil, o kişinin genel olarak pozitif enerji, pozitif tesir yaymasıyla ilgili bir durumdur. Pozitif tesirlerden faydalanma ihtiyacı içinde olan, titreşim frekansları birbirlerine uyan insanlar sürekli bu kişilerle birlikte olmak isterler ve bu kişilerin etrafı genelde hep kalabalıktır. Ancak pozitif tesirlerden daha çok negatif tesirler içinde bulunan, negatiften beslenen bir kişi bu toplulukların içine girdiği zaman kendisini rahatsız hisseder, oraya ait olmadığını hemen anlar ve bir an önce oradan ayrılmanın yollarını arar. Benzer benzeri çeker kanunu gereği bu kişi kendi tesir alanına benzerlik gösteren alanları arar. Şimdi burada gözle görünen bir şey yok. Ancak psişik anlamda, görünmeyen alanlarda bir tesir alışverişi söz konusu. İster görünen, ister görünmeyen alanlarda olsun her türlü tesirin auralarımız üzerinde meydana getirdiği değişiklikler söz konusudur. Auralarımız sürekli olarak diğer enerji alanlarıyla karşılaşmakta ve başka bir alanla karşılaştığında bir taşın suya düşmesine benzer biçimde girişimler olmakta ve bu etkiler bize ulaşmaktadır. Bu titreşim aura aracılığıyla fiziksel sinir sistemine geçer. Beyin bu duyguyu sinir sistemi aracılığıyla algılar ve tecrübeyi yorumlar. Örneğin, bizi korkutan kızgın bir köpekle karşılaştığımızda bu durum açıkça meydana çıkar. Enerji alanımız kızgın köpeğin enerji alanıyla karşılaşmış ve karşılaştıkları yerde o titreşim veya sürtünme oluşmuştur. Bu titreşim enerji alanımız boyunca gezinir, sinir sisteminden omurgaya geçer ve sonunda omurgamızdaki tüyler diken diken olur. Ardından beynimiz bu tecrübeyi korku olarak yorumlar. Aura görünüşte her şeyiyle fiziki bir tezahürdür. Fakat bu fiziki tezahürün ortaya çıkışı, gelişimi ve gösterdiği özellikler fizik yasalara bağlı değildir. Aura daha ziyade, psikolojik, zihinsel durumlarla yani bizlerin içinde bulunduğu haletlerle, diğer bir ifadeyle tesir alışverişleriyle çok alakalı değişimler göstermektedir. Demek ki, auranın değişmesine sebep olan etkiler, fiziki olmaktan çok ruhi yani psişik etkilerdir. Öyleyse psişik yönden uygulayacağımız korunma yöntemleriyle zaman içinde auralarımızın da değişmesine zemin hazırlayabiliriz. Psişik etkilerin aurayı değiştirme gücünün çok fazla olduğunu unutmamalıyız. DÜŞÜNCE VE DÜŞÜNCENİN KONTROLÜ Olaylar karşısında pozitif kalmak, pozitif yaşamak dediğimiz zaman davranışlarımız, fiillerimiz kadar, hatta belki daha da fazlasıyla önemsememiz gereken konu düşüncelerimiz ve düşünce dünyamızın kontrolü konusudur. Bir düşüncenin oluşumunu şöyle ifade edebiliriz: Ruh varlığı, ruhsal planda çeşitli fikirler, imajlar oluşturur. Psişik ya da mantal beden ise ruh varlığına düşünceyi kullanması için gerekli elemanları sağlar. Yani ruh varlığının oluşturduğu düşünce ilk önce mantal planda etkisini gösterir. Oradan da astral bedene veya plana yansır. Demek ki, düşünce, insan şuurunun konsantrasyonu sureti ile çeşitli şiddetlerde fikir ve imaj yayınında bulunmasıdır. Diğer bir ifade ile düşünce, şuurun enerjetik faaliyetlerinden biridir. Bir enerjinin alfabetik olarak sıralanışıdır. Her düşünce astral bedenin maddesini etkileyen bir dizi titreşim meydana getirir. Düşüncelerin meydana getirdiği bu titreşimler, durugörü medyomları tarafından çeşitli renkler ve formlar şeklinde algılanabilir. Bu renkler ve formlar ise düşüncenin içerdiği titreşimlerin niteliklerine göre bir şekle bürünmektedirler. Yani her düşünce astral aleme özgü süptil nitelikli madde üzerinde şekillenmeler meydana getirmektedir. Negatif düşünceleri üreten insanların oluşturdukları düşünce formları, onu üreten kişinin çevresinde dolanıp durmakta ve o kişinin pasif bir hale düşeceği anı kollamaktadır. Bir kere oluşmuş bulunan bu düşünce şekilleri o insanın tüm zihinsel faaliyetini yönetmekte ve astral bedeni de ancak aynı özelliğe sahip vibrasyonlara karşı duyarlı bulunmaktadır. Hepimiz zaman zaman �Bugün kendimi kötü hissediyorum, içimde bir sıkıntı var.� türünden basınçlarla karşılaşırız. Görünüşte, ben neden böyle hissediyorum? diyerek bu halleri dış kaynaklı gibi algılasak da aslında, bu durum kendimize ait düşünce şekillerinin eseridir. Ya da kendimizi bu tip düşünce formlarının etkisine açık tutmamızdan yani psişik bakımdan zayıf olmamızdan, korunamamamızdan kaynaklanmaktadır. Böylesi özelliklere sahip düşüncenin pozitif bir hayatı yaşamaktaki önemi bu özelliklerle birlikte oldukça açık bir şekilde kendini ortaya koymuş oluyor. Psişik korunma için yapabileceğimiz en önemli pratiklerden bir tanesi kendimizde pozitif düşüncenin yer bulmasını sağlamaktır. Bu noktada hemen kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor. Beni pozitif düşünmekten, pozitif davranmaktan alıkoyan nedir? İşte kendimize bu soruyu sorduğumuz andan itibaren ortaya çıkacak olan saptamalar bizi kendini bilme konusundaki çalışmalara götürecektir. Bu noktada kendimize karşı olan samimiyetimiz çalışmanın verimli sonuçlar doğurması açısından oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Psişik korunma çalışması aslında bir enerji çalışmasıdır. Düşünce ise enerjiyi takip eder. Düşüncenin tarifini yaparken enerjinin alfabetik olarak sıralanışı demiştik. Yani önce enerji var, düşünce onu takip ediyor. Biz içinde bulunduğumuz dönemde ne tür enerjilerle hemhal isek, düşüncelerimiz de bu enerjilere paralel bir yapı içinde bulunur. Yanlış yöne kanalize edilmiş, statik hale gelmiş, negatif alanlara kaymış olan enerjilerin, düşüncelerin içinde bulundukları durumlardan çıkartılıp, hareket eden, pozitif enerjiler haline dönüştürülmesi bu çalışmaların içinde yer almaktadır. Bu konu �Psişik Korunma� (Dr. William Bloom, Ege Meta Yayınları) kitabında detaylarıyla anlatılmaktadır. Hareket etmeyen, durağan bir enerjinin pozitif olmasından söz edemeyiz. Nasıl ki, bir göl suyunun berrak, tertemiz olması mümkün değil ise, durgun bir enerjinin de sağlıklı bir enerji olması söz konusu değildir. Bizler birbirlerimizden enerji alıp verdiğimiz gibi, ruhsal tesirlerden de sürekli olarak beslenmekteyiz. Yani sürekli bir akış var. İşte bu akışın da sağlıklı ve verimli olabilmesi için, yeni tesirlerle dolabilmek için var olanın boşaltılması gerekmektedir. Bunu nasıl gerçekleştireceğiz? Aldığımızı vererek, bilgimizi paylaşarak, kendi üzerimizde çalışmalar yaparak kısacası hayatı yaşayarak. Bir elimiz yer yüzündeyken bir elimizin daima gökyüzünde olması gerekiyor. Yukarıdan aldığımız tesirleri, enerjileri hayata uygulamalıyız. İnsanlar ve eşya hakkındaki düşünce şekillerimiz ve hemen verdiğimiz kararlar çok önemlidir. Bunlar hakkında bütün düşüncelerimizi, bütün duygularımızı, kısaca kendimizi çok iyi bir şekilde denetlememiz gerekir. Beynin içinde oluşan olumsuz kavga ve düşünceler engellenmelidir. Bunun için de insan, her an kendi halini bilmeli ve hatırlamalıdır. Bu hiç de kolay bir iş değildir. Çünki bizler duygu insanıyız ve davranışlarımızın birçoğu duygusal nitelik taşımaktadır. Bu durumdan kurtulmaya çalışmak ise ayrı ve ciddi bir çalışmayı gerektirir. Duygu insanı olarak kalındığında sevginin nefrete dönüşmesi gibi, pozitifin negatife, negatifin pozitife bir çalkantı halinde, kutuplar arasında gidiş gelişler tarzında hareket etmesi çok doğaldır. GEREKSİZ ENERJİ TÜKETİMİNİN NEDENLERİ �Acaba bizlere enerji sarf ettiren faaliyetler nelerdir? Neleri yaptığımız ya da yapmadığımız zaman enerji sarf etmiş oluyoruz?� diye bir soru aklımıza gelebilir. Bu konuda hemen ilk akla gelenleri şu şekilde sıralamak mümkün: tamamen gereksiz ve zararlı olan duyguların faaliyeti, tedirginlik, acelecilik ve bütün bir dizi otomatik hareketler. Bu tür faaliyetlere çok büyük enerji harcadığımızı söyleyebiliriz. Örneğin, ne kontrol edebildiğimiz ne de durdurabildiğimiz, çok büyük miktarda enerji çeken, deminden beri üzerinde durmaya çalıştığımız düşüncelerin sürekli akışı vardır. Burada akla gelenin ne olduğu önemli değil, önemli olan yıkıcı, olumsuz düşüncelerin yerine pozitif olanlarını koyabilmektir. Bazı çalışmalarla bunu yapabilmek mümkündür. İlk başlarda zor gelebilir, fakat zamanla çok faydalı sonuçlar verir. Unutmayalım ki, cazibe kanunu gereği pozitif düşünce pozitifi, negatif düşünce negatifi çeker. İkinci olarak, organizmamıza ait kasların tamamen gereksiz olan sürekli gerilimi söz konusudur. Kaslar, biz hiçbir şey yapmıyorken bile gerilim halindedir. Küçük ve önemsiz bir işi yapmaya başlar başlamaz en güç, en ağır bir iş için gerekli olan bütün bir kas sistemi derhal harekete geçer. Yerden bir iğneyi alırken, bu hareket için kendi ağırlığımızdaki bir kişiyi yerden kaldırmada harcanacak enerjiyi harcarız. Kısa bir mektup yazarken kalın bir kitabı yazmaya yetecek kadar kas enerjisi kullanırız. Hiçbir şey yapmıyorken bile her zaman sürekli kas enerjisi harcarız. Yürürken omuz ve kol kaslarımız gereksiz olarak gergindir; otururken bacak, boyun, sırt ve mide kaslarımız yine gereksiz şekilde gergindir. Kol, bacak, yüz ve bütün vücut kaslarımız gergin olduğu halde uyuruz ve doğal olarak da dinlenmeden kalkarız. Ayrıca herhangi bir konu hakkında kendimizle ya da başka bir kişiyle yaptığımız sürekli konuşma alışkanlığı, gündüz rüyasına dalma alışkanlıkları, sürekli halet ve duygu değişiklikleri, insanın kendisini öyle olmadığı halde düşünmek, hissetmek ya da söylemek zorunda hissettiği durumlar aynı şekilde bizlere enerji sarf ettiren faaliyetlerdir. Çevremizde ya da diğer insanların çevresinde oluşan, aslında hiç ilgimiz bulunmayan olaylara karşı duyulan sürekli merak da enerji sarfına neden olur. Gülmek ve esnemek de enerjilerle direkt ilgili faaliyetlerdir. Dikkat edersek yorulduğumuz zaman esneriz. Esnemek bize enerji kazandırır. Fakat gülmek için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Gülmek, esnemenin tersine bize enerji sarf ettirir. Esnerken içimize doğru enerji pompalarız, gülerken de dışımıza doğru. Yani içteki enerjiyi harcarız. Tabii bu ifadelerden sonra hiç gülmememiz gerektiği anlaşılmamalıdır. Ya da gülmeyen insanların her zaman enerji depoladıklarını söyleyemeyiz. Bazı negatif duygularından dolayı gülmeyen insanlar da vardır. Ayrıca içimizdeki enerjiyi gerektiği gibi, gerekli yerlerde kullanamazsak bu durum içimizde bir gerilime, negatifliğe yol açar, işte böyle durumlarda gülme ile bu enerjinin boşaltılması olumlu sonuçlar doğurur. Yani her zaman olduğu gibi bu faaliyetlerimizi de farkında olarak yerli yerinde kullanmakta fayda vardır. Kendi üzerimizde yapacağımız çalışmalarla bize enerji tükettiren faaliyetlerden kurtulmak zaman içinde mümkün olabilmektedir. Ancak bu arada pozitif enerji alabildiğimiz mekanları, kişileri tesbit ederek oralara gitmemiz ve o mekanların bu enerjilerinden faydalanmamız da çok önemlidir. Zaten böyle bir tecrübe yaşamışsak sık sık oraya gitmek isteriz. Tabii sürekli olarak bir başka mekanın, bir başka kişinin enerjisinden bir anlamda �çalarak� yaşamak mümkün değildir. O kişilere de zarar vermiş oluruz. Bu nedenle bizlerin de zaman içinde enerji üretir bir hale gelmemiz ve bu şekilde karşılıklı enerji alış verişlerinde bulunmamız önemlidir. İşte gerçek dostluklar bu şekilde kurulmaktadır. Ya da sürekli olarak bizim enerjimizden faydalanmaya çalışan bir arkadaşımız olabilir; böyle durumlarda da psişik korunma yöntemleriyle enerjimizin hepsini o kişiye kaptırmamalıyız. PSİŞİK KORUNMA NELERİ İÇERİR? Şu ifadeler hemen hepimizin sık sık kullandığı ifadeler arasında yer almaktadır: �Beni tüketen bir arkadaşım var. Onu ne zaman görsem hiç enerjim kalmıyor.� �Şu kişiler bizdeydi ve onlar gittikten sonra evde bıraktıkları havayı hiç beğenmedik.� �Benden nefret eden bir kişi var ve düşüncelerini sürekli kafamın içinde hissediyorum.� �Yoğun saatlerde otobüse binmek enerjimi tüketiyor.� Bunlar hemen hepimizin ortak sorunları arasında yer almaktadır. Bu durum enerji ve ortamlara karşı olan duyarlılığımızdan kaynaklanır. Değişik ölçülerde olmakla beraber hepimiz etkileşim içinde olduğumuz insanların, eşyaların ve fiziksel ortamların atmosferine karşı duyarlıyızdır. Kendimizi iyi hissettiğimiz belirli mekanları severken, kötü hissettiğimiz mekanlardan, ortamlardan kaçınırız. En az derecede hassas bir kişi bile kalabalık bir ortama girdiğinde etrafındaki insanların dost veya düşman olduğunu hemen hisseder. İşte psişik korunma yöntemlerini uygulayarak görünmeyen bu tesirlerden kurtulup, daha şuurlu ve yaratıcı şekilde yaşama fırsatı bulabiliriz. �Psişik korunma dediğimiz zaman ne anlamalıyız? Bu korunma neleri içermektedir?� şeklinde birçok soru aklımıza gelebilir. Bunları şu başlıklar altında bunları özetlememiz mümkün olabilir. * rahatsız edici ve gözümüzü korkutucu durumlarda kendi ruhsal mekanımızı koruma * enerjileri ve tavırları bizi etkileyen insanlara ve güçlü kişiliklere karşı kendimizi koruma * dışsal müdahalelere karşı kendi enerji alanımızı koruma * evimizi ve iş yerimizi temizleme * eve gelen konuklardan ya da hoş olmayan bir durumdan sonra ortamı düzeltme * daha sonra bir cisme veya mekana yükleyebileceğimiz iyi niyetli ve sevgi dolu bir titreşimi oluşturma * enerjetik bakımdan yararlı olan genel bir tavır ve yaşam biçimi meydana getirme. . . Görebildiğimiz ve dokunabildiğimiz madde formunda mevcut olan her şeyin aynı zamanda göremediğimiz daha süptil enerjisi vardır. Bu enerji alanları ortamların belirli niteliklerini bünyelerinde taşıma ve yayma özelliğini gösterirler. Bu ortamlar barıştan öfkeye, sevinçten üzüntüye, endişeden güvene değin çok değişkendirler. Bu farklı ortamlar yalnızca katı formlarda bulunmaz; aynı zamanda psişik atmosferde de dolaşarak, farklı mekanlara ve farklı kişilere yönelirler. Çoğumuz yakın bir arkadaşımızın bir üzüntüsünü, sıkıntısını hissederiz. Aynı şekilde karşımızdaki insanın bizi düşünmekte olduğunu da sezebiliriz. Bunun tam tersi düşman birisinin hiddet dolu düşüncelerini de algılamamız mümkün olmaktadır. Tüm bunlar enerjinin asla yok olmadığının farklı bir yönden kanıtlarını oluşturmaktadır. Örneğin, öfke ya da sevinç hissettiğimizde bu duygumuza bir enerji yükleriz ve bu enerji de devam eder. Bu enerji öfke gibi negatif tarzda bir enerji ise, bazen vücudumuzda kalıp midede bir gerilime neden olabilir ya da beden dışından havaya atılabilir. Sevgi, şevkat tarzında pozitif bir enerji ise bunu da çok net bir şekilde hissetmemiz mümkündür. İster negatif, ister pozitif ne şekilde olursa olsun o enerji herhangi bir formda varlığını devam ettirir. PRATİK KORUNMA YÖNTEMLERİ Pratik açıdan psişik korunmada ilk adım uykumuzu almak, dinlenmek ve gevşemektir. Fiziksel sinir sistemimiz zayıfsa psişik bakımdan da zayıfız demektir. Yani fiziksel sağlığımız ve psişik sağlığımız birbirleriye bağlantılıdırlar. Ortamlara ve enerjilere olan duyarlılığımız sinir sistemimizden geçer. Eğer sinir sistemimiz fiziksel olarak tükenmişse, enerji alanımızda, normalde hiçbir gerginlik ve güçlük yaratamayan değişiklikler bizi kolaylıkla bunaltır. Öyleyse, psişik korunmada ilk tutulacak yol sağlıklı olmaktır. Uyumak, kendimize uygun gelen fiziksel egzersizleri yapmak, dengeli ve yeterli beslenmek, alkol, sigara kullanmamak, zamanı iyi değerlendirmek psişik korunma için ilk atılacak adımlar arasında sayılabilir. Pratik uygulama olarak psişik korunmanın en bilinen şekli etrafımızda koruyucu bir baloncuk meydana getirmektir. Bir baloncuğun içinde olduğumuzu hissedip hoşa gitmeyen hiçbir titreşimin bu baloncuğun içine giremediğine şahit olabiliriz. Unutmamak gerekir ki, her psişik çalışmada olduğu gibi bu çalışmaları yaparken de gevşemek, nefes egzersizleri yapmak gerekmektedir. Psişik korunmada temel konulardan bir tanesi �temizlik� konusudur. Bir yerin fiziksel bakımdan tamamen temizlenmesi oradaki ortamı uzaklaştıracak titreşimleri gerektirir. Titreşim; süpürmek, silkelemek, bezle silmek suretiyle yer ve duvarların bünyesine doğrudan doğruya ulaşılarak doğal biçimde meydana getirilir. Fiziksel temizlik yaparken, havanın dolanması ve uzaklaştırılan atmosferin daha geniş dünyaya atılması için pencereleri açık tutmakta fayda vardır. Odayı iyice havalandırmak orada bulunan halet ve hisleri temizlemek için sıkça kullanılan bir yöntemdir. Ortamların, eşyaların temizliğinde sesten de yararlanılabilir. Kilisedeki orgların yüksek sesli bas notaları bir yeri titreşimle temizlemenin güzel bir örneğidir. Diğer yönden bazı kokuların da temizleme için mükemmel bir etkinliği vardır. Nane, lavanta ve çam gibi bazı kokular temizlemede kullanılabilir. Bu tür kokular yapışmış ortamları yerlerinden uzaklaştıran canlı ve keskin titreşimlere sahiptir. Psişik korunma için uygulanabilecek pratik yöntemler elbette ki bu kadarla sınırlı değil. Daha geniş bilgi edinmek için Psişik Korunma (Dr. William Bloom, Ege Meta Yayınları) adlı eserden yararlanabilirsiniz. EN ÖNEMLİSİ KENDİNİ BİLME ÇALIŞMASI Pozitif bir yaşam için yapabileceklerimiz elbette ki bu kadarla sınırlı değil. Daha yapabileceğimiz pek çok şey vardır. Bu pratik çalışmaların yanı sıra daha doğrusu hepsinden önce ciddi bir şekilde üzerinde durmamız gereken konu, kendini tanıma çalışmasıdır. En önemli psişik korunma da bu şekilde zaten kendiliğinden sağlanmış olur. Kendini tanıma çalışmasına ciddi bir şekilde başlayabilmek için her şeyden önce kişinin kendinden memnun olmaması gerekir. Kendimize tarafsız olarak yaklaşırsak, pozitif ve negatif yönlerimizi, huylarımızı ortaya çıkartıp anlama yolunda çaba gösterirsek bunun sonucunda kendini tanıma çalışmasına başlayabiliriz. İçinde bulunduğumuz zaman, özellikle insanın kendi kendisini anlaması, tanıması, bilmesi ve kendisiyle mücadele etmesi zamanıdır. Bizlere birtakım yayınlar, bilgiler tabii ki yardımcı olabilir, ancak sonuçta iş yine kendimize kalıyor. İnsanın kendi kendisini idrak etmesi gerekiyor. �Evet, benim şöyle şöyle kusurlarım var, pek sağlıklı düşünceler içinde değilim, galiba biraz fazla duygusalım, ama değişebilirim.� gibi kendi kendisine zayıf yönlerini itiraf etmesi gerekiyor. Gerçekten de zaman, o zaman. Zaten yöntemler eski zamanlardan beri genel hatlarıyla aynı. Hep aynı şeyler anlatılmak istenmiş insanoğluna. Çağlar önce Yunandaki Delf mabedinin girişinde de �Kendini bil.� yazılıymış; bugün de aynı şeylerden söz ediyoruz. Değişen pek bir şey yok yani. Tek yapmamız gereken �Yahu ne oluyor?� deyip etrafımıza ve kendimize şöyle bir alıcı gözle bakmak. Bozulan ekolojik dengeler, depremler, seller, fırtınalar, insanlığın içinde bulunduğu teşevvüş, ilişkilerimizdeki yozlaşmalar, savaşlar... saymakla bitmiyor. Bunlar kimin eseri? İnsanlığın yani bizlerin eseri. Öyleyse benim de kolları sıvayıp bu durumu biraz olsun düzeltebilmek için, çorbada tuzum olsun misali işe koyulmam lazım. İşe nereden başlayacağım? Kendimi tanımaktan, kendimi bilmekten. Çünki insanlığın bugünkü durumuna gelmesinde en büyük pay kendini tanımaması, yalnızca bedenden ibaret olduğunu zannederek ruhsal yanına hiç değer vermemesinden, her şeyi tek yönlü ele almasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle de hayatı pek ciddiye almadan, maddi değerleri ön plana çıkararak, yalnızca maddi ihtiyaçlarını gidermenin yollarını aramaktadır. Kapalı ve anlık bir şuur içerisinde düşe kalka oradan oraya koşup duruyoruz kısacası. YAŞAMAK CİDDI BİR OLAYDIR Oysa bir enkarnasyonun meydana gelebilmesi için ne tür yasaların, nasıl bir işleyişle bu hazırlıkları yaptıklarını dar şuurumuzla idrak edebilmemiz çok zor. Enkarne olmak hiç kolay bir iş değildir. Yani varlık her istediği zaman enkarne olamaz. Bu nedenle hayatı hafife almamak lazım. Yaşamak çok ciddi bir olaydır. Vazifelerin en büyüğüdür. Hayatın ciddi bir şekilde yaşanması, değerlendirilmesi gerekir. Her şeye mümkün olduğu kadar açık bir zihinle, çok dikkat ederek yaklaşmak gerekir. Örgü örmesini bilenler bilirler, biraz karışık motifli bir örgü örüyorsak her ilmeği düşünerek atarız. Şimdi iki tane düz örmem lazım, şimdi üçünü birden almam gerek gibi her ilmekte farkında olarak hareket ederiz. Örgü bittiğinde ise, şöyle bir elimize aldığımızda gayet güzel desenleri olan, hoş bir eserle karşılaşırız. Hayat da böyledir. Yaşarken ne olduğunu pek anlamayız, ancak geriye dönüp baktığımızda kendi eserimizle karşılaşırız. Bu ya çok güzel motiflerden oluşmuş bir model ya da karmakarışık bir örgüdür. Ama ne yaşadıysak sonuç da odur. Ya sevgilerle, anlayışlarla doludur ya da kuşkularla, huzursuzluklarla, endişelerle. Seçim bize ait. Yararlanılan Kaynaklar: Yaşamın Amacı: Kendini Bilmek, Ergün Arıkdal Psişik Korunma, Dr. William Bloom Metapsişik Terimler Sözlüğü, Ergün Arıkdal Sadıklar Planı Tebliğleri Ruh ve Madde Dergisi Ciltleri İnsanın Gerçeği Kendini Bilmek, P. D. Ouspensky
    1 puan
  4. * Narsisistik savunmalar: İnkar (denial): Gerçekliğin acı veren yönünün bilinçten uzaklaştırılması. Represyon (bastırma) dürtü türevlerini ve duygulanımları bilinçten uzaklaştırken, inkar dış gerçekliğin görülmesine engel olur. Çarpıtma (ditortion): Ruhsal ihtiyaçlara göre dış gerçeklik yeni bir şekil alır. Sanrısal büyüklük duygularının sürdürülmesini sağlamak için hallüsinasyon gibi algı değişimleri ve megalomanik (büyüklük) sanrılar da çarpıtma kapsamında değerlendirilebilirler. İlkel idealizasyon: Dış nesneler bütünüyle iyi veya bütünüyle kötü olarak görülürler. Sıklıkla bütünüyle iyi nesne aynı zamanda omnipotent (herşeye kadir), ideal olarak, en kötü nesnenin kötü yanları tamamen kötü olarak büyültülür. Yansıtma (projeksiyon): İç dürtüler ve onların türevleri sanki dışarıdan geliyormuş gibi yansıtılır. Psikotik düzeyde yansıtmada dış gerçeklik hakkında (genellikle kötülük görme (perseküsyon) sanrıları şeklini alabilir. Yansıtılan dürtüler kaynağını idden veya süperegodan alsa da yansıtma süreci içinde şekil değiştirirler. Yansıtmalı özdeşim: Kendiliğin istenmeyen tarafları diğer bir insana yansıtılır ve kişi kendisini karşısındakiyle aynı görür. Kendisine benzer duyguları karşısındakinin de yaşamasına neden olacak baskılı bir yanı vardır. Bölünme (splitting): Dış nesneler hep iyi-hep kötü olarak bölünürken dış nesne hakkındaki düşünceler ve duygular hızla bir uçdan diğer uca değişebilir. Kişinin kendisi hakkındaki düşünceleri ve kendini algılayışıdaki hızlı değişimler de bu sürece eşlik edebilir. * İlkel savunmalar: Dışa vurma (acting out): Bilinç dışı bir dürtü veya isteğe eşlik eden duygulanımı bilinç düzeyinde yaşamamak için, o dürtü veya isteği eyleme dökme. Bloklama: Düşüncenin geçici bir süre için durdurulması. Represyona benzer. Farkı bloklamada gerilimin oluşmasıdır. Hipokondriazis: Yas, yalnızlık veya başkalarına karşı saldırgan duyguların ağrı, somatik hastalıklar ve nevrasteni olarak kendine yöneltilmesi. Hipokondriazis sayesinde sorumluluktan kaçılır, suçluluk duygularından uzaklaşılır ve dürtülere karşı konulur. İdentifikasyon (özdeşim): Egonun gelişiminde önemli rolü olan identifikasyon bazı durumlarda savunma mekanizması olarak kullanılabilir. Sevilen bir objenin identifikasyonu o nesnenin gerçek veya hayali kaybı veya o nesneden ayrılma sonucu gelişecek bunaltı veya acıya karşı bir savunma mekanizmasıdır. İçeatım (introjection): Nesnenin bazı özelliklerinin içe alımıdır. Bir savunma mekanizması olarak kullanıldığında özne ve nesne arasındaki ayrımı engelleyebilir. Sevilen bir nesne içe atılarak onun kaybı veya ayrılığının getireceği acıdan kaçılır. Korkulan nesnenin içe atımıyla nesnenin agresif özellikleri kontrol altına alınmasına çalışılır. Pasif agresif davranış: Diğerlerine yönelmiş agresyon kendisini pasiflik, mazoşizm olarak gösterir. Başarısızlık, ağırdan alma, kendisinden çok başkalarını etkileyen rahatsızlıklar şeklinde kendini gösterir. Yansıtma (projeksiyon): Kendi duygu ve isteklerini eşlik edilen kabuledilemez duygular nedeniyle başlarına atfetme ve kendisinde değilmiş, dışarıdan kendisine yöneltilmiş gibi algılanması. Regresyon (gerileme): İçinde bulunduğu gelişim dönemindeki gerilim veya çelişkiden kurtulmak için bir aşağı gelişim dönemine dönme. Bir miktar regresyonun rahatlama, uyku için gerekli olması nedeniyle normalde de görülür. Yaratıcılığın önemli bir unsuru olduğu düşünülmektedir. Somatizasyon: Psişik dürtülerin vücuda yöneltilmesi ve bunaltıya psişik değil somatik (vücuda ait) yakınmalarla cevap verilmesi. * Nevrotik savunmalar: Kontrol etme: Anksiyeteyi azaltmak ve iç çatışmaları çözmek için çevredeki olayları veya nesneleri aşırı bir biçimde kontrol etme ve düzenleme çabası. Yer değiştirme (displacement): Bir dürtü veya duygunun ait olduğu nesne veya düşünceden başka bir nesne veya düşünceye döndürülmesi. Döndürüldüğü yerde dürtü veya duygu daha az bunaltı oluşturur. Disosiyasyon (çözülme): Duygularla başedebilmek için kişisel kimlik duygusunun değişmesi. Kimlik, hafıza veya bilincin normal olarak gerçekleştirdiği bir araya getirme işlevlerindeki bozukluk veya değişiklik. Bunaltı yaratıcı durumdan uzaklaşma amacıyla bilinç durumunun değiştirilmesi. Dışa atma (eksternalizasyon): Yansıtmadan daha genel bir mekanizmadır. Kişinin kendi dürtüleri, duygudurumu, davranışları, düşünce biçimi ve kişiliğini dış dünyada ve dışardaki nesnelerde görme eğilimidir. İnhibisyon: Dürtüler, süperego veya çevresel güçlerle çatışmasını azaltmak üzere bilinçli bir biçimde ego fonksiyonlarının sınırlandırılması. Entellektüalizasyon (düşünselleştirme): Duygulardan uzaklaşabilmek amacıyla entellektüel süreçlerin aşırı kullanımı. Dikkat dış gerçekliklere yoğunlaştırılarak iç duyguların ifadesinden kaçılır. İzolasyon: Birlikte olan duygulanımın bastırılarak bir düşüncenin bölünmesidir. Sosyal izolasyon nesnelerle ilişkinin olmamasıdır. Usa vurma (rasyonalizasyon): Başka türlü kabul edilemez olan tavır, davranış ve inançların mantıklı açıklamalar getirilerek sunulmasıdır. Reaksiyon formasyon (karşıt tepki kurma): Kabul edilemez bir dürtü tam tersine çevrilir. Ego gelişiminin erken devrelerinden itibaren sık kullanılırsa bir karakter özelliğine dönüşür. Bastırma (represyon): Düşünce veya duygunun kişinin kendi isteğiyle olmadan bilinçten uzaklaştırılmasıdır. Birincil bastırmada düşünce veya duygular hiç bir zaman bilinç düzeyinde yaşanmamıştır. İkincil bastırmada ise bir zamanlar bilinçli olarak yaşanmış düşünce ve duygular bilinçaltına itilirler. * Olgun savunmalar: Diğerkamlık (altruism): Yapıcı ve ılımlı bir karşıt tepki kurma durumudur. Kişinin diğer insanların çıkar ve iyiliğini kendisininkilere tercih etmesidir. Antisipasyon: Gelecekteki muhtemel tehlikeli ve sıkıntılı durumların oluşturacağı duygulanımların önceden gerçekçi bir şekilde beklenilmesi ve hazırlanılması. Asceticism: Yaşantıların zevkli yanları dışlanır. Bazı zevklerin ahlaki açıdan değerlendirilmesi yapılır. Hümor (nükte): Katlanılması zor bir durumun, katlanılmasını kolaylaştıracak bir biçimde ele alınmasını, duygularını ve düşüncelerini açıklayabilmesini sağlar. Duygulanımdan uzaklaştıran bir çeşit yer değiştirmedir. Sublimasyon (yüceleştirme): Gerçekleştirilemeyen istek ve dürtülerin toplumsal olarak da kabul edilebilecek bir biçimde yönlendirilmesidir. Supresyon: Bilinçli veya yarıbilinçli bir biçimde bilinç düzeyindeki bir dürtü veya çatışmanın ertelelenmesidir. Rahatsızlığın farkına varılır fakat azaltılmaya çalışılır.
    1 puan
  5. İnsanlar yerküre ile çeşitli şekillerde bağlantı kurabilirler; temas ederek, yemek yiyerek, doğayla ya da suyla yakınlaşarak, hayvanlara dokunarak ve sağlıklı cinsel ilişki kurarak. Ben bu işlemi, bedenin içine girmek; şimdiki zamana ve yerküreye bağlanmak (topraklanmak) olarak tanımlıyorum. Bu aslında çoğumuzun günlük hayatta doğal olarak yaptığı bir işlemdir. Açlıktan başımızın döndüğü bir anda mükemmel bir yemek yiyip kendinizi tatmin olmuş hissettinizse, kendinizi toprakladınız demektir. Çok yoğun bir çalışmadan sonra, sevdiğiniz, güvendiğiniz birinin sırtınıza yaptığı masajla gevşediyseniz işte topraklandınız. Sizi şimdiki zamana geri getiren; rahatlayıp mutlu olmanızı sağlayan her şey topraklamadır. Topraklanmamış insanlar odaklanmada zorluk çekerler, huzursuz ve stresli olurlar, çevrelerindeki her şeyi kontrol etmeye çalışırlar. Doğal olarak topraklanmış kişiler ise, sade ve dengeli insanlardır, bedenlerinde evlerindeymiş gibi huzur içinde yaşarlar. Topraklama, bedeni sakinleştirdiği; içinde yaşanılacak sıcak ve huzurlu bir yer yarattığı için insanı dengeler. Başkalarını kontrol etmeye çalışmak gereksizleşir çünkü topraklama bedene kendisini kontrol etme yolunu verir; beden, enerjiyi ve duyguları serbest bırakmayı, kendisini an be an arındırmayı öğrenir. Deneyin ve görün.� Aura ve Çakra Kullanma Kılavuzu , 2004, sf:20,21. Tavırları Topraklamak ... Bir başkasının enerjisini topraklamak da ne demek? Hepimiz, aslında ruhsal gelişime katkısı olmadığı halde bize ait olmayan iletileri, davranışları ve ideolojileri düzenli olarak içimizde besleyip büyütürüz. İşte bunlar içimizde bir başkasının enerjisinin olması deneyiminin örnekleridir.�Ağzın doluylen konuşma!�, �Mükemmel olmazsan kimse seni sevmez!� gibi bilgileri kapsayabilir. Bu fikirler ve mesajlar, ailemiz aracılığıyla(bazı durumlarda tetiklenen üzüntü ve acılar aracılığıyla) ya da cinsiyetimiz için belirlenmiş kalıplar aracılığıyla (�İyi kızlar asla� veya �Erkek adam asla�) ya da çağdaşlarımız aracılığıyla (en iyi arkadaşımızdan medyaya kadar herhangi bir malumat aracısı tarafından) bize verilmiş olabilir. Enerjiyi topraklama ve arındırma işleminin amaçlarından birisi de hayattaki duruşumuzun ve tavırlarımızın hangisinin özgün hangisinin suni olduğunu bulmaktır. Bu fikir, her ne olursa olsun, rahatsızlık veriyorsa ya da bugünkü yaşantınızı iyileştirmeiyorsa o zaman tarafsız bir bakış açısıyla değerlendirilmeli ve topraklanmalıdır. Eğer mesaj, fikir ya da tavır size aitse o zaman toprakladığınız ve arındırdığınız zaman enerjisi size geri dönecektir. Eğer mesaj bir başkasına aitse o zaman sizin etkinizden temizlendikten sonra sahibine dönecektir. ... Topraklandığınız zaman çevrenizde hissettiğiniz sessiz güç size dolu hayatınızın sonucunun değil esasının kendiniz olduğunuzu hatırlatacaktır. Dövüş sporlarının öğrencileri topraklanma kordonunu çi enerjisinin bir formu olarak kabul ederler. Dövüş sporlarının çoğunda öğrenciler sıçramaktan ve tekme atmaktan önce, ilk olarak en doğru şekilde durmayı ve kendilerini dengelemeyi öğrenirler. Dengede durabilmek için öğrencilere çi enerjisini leğen kemiklerinden aşağıya doğru hizalayarak bedenlerini yerçekimin merkezine almaları öğretilir. Döğüş sporlarının çoğunda savaşçı duruşu saldırgan veya meydan okuyucu değil gözlemleyicidir;gücü ve güçsüzlüğü gözlemler.� Aura ve Çakra Kullanma Kılavuzu , 2004, sf.24;27 Mesajları Topraklamak ... Önce kolay bir mesajı seçin, mesela hemen her ailede geçerli bir anne baba kuralı veya sizin cinsiyetinizin nasıl davranması gerektiğine dair televizyonda yayınlanıp duran bir kural olabilir. ... (Topraklayın) Şu anda bu mesajın �öteli insan�, �öteki zaman� kimliğini dışarıya topraklamış olduğunuz için mesaja şimdiki zamandan, kendi şartlarınızla iyice bakabilirsiniz. Belki de bu kez mesaj size daha derin bir anlamı olduğunu hissettirecektir. Eğer öyle hissederseniz mesajı yeniden kabullenmekten (hem de artık temizlenmişken) ve şimdiki hayata katmaktan çekinmeyin. ... Patron sizsiniz. Size bir anlam ifade eden mesajları saklayın ama onları öncelikle �geçmiş zaman� ve �başka insan� enerjilerinden arındırın. ... Mesajların sadece enerjiye eklediğimiz ses ve fikirler olduğunu bilin. Onlar Tanrı�nın koyduğu kurallar değildir. Aklımızda ve yüreğimizde bu mesajlara hayat veren sadece bizim onlara odaklanmış dikkatimizdir. Mesajları hiçliğe gönderebilecek tek şey de bizim bilinçli kararımızdır. Her gün birlikte yaşadığınız mesajları topraklayın. Eğer mesajlar çok saçma ise geri dönmelerine izin vermeyin. Başkaları ne yaparsa yapsın, ne derse desin dünyada nasıl tepki vereceğinizi seçmenin sadece sizin kararınız oluğunu unutmayın. Birey olmak başkalarının gereksinimlerinden, isteklerinden ve kurallarından bağımsız olarak varlığımızın anlamını çözmemizin ömür boyu sürecek çabasıdır. Birey olmanın ilk etabı kim olduğunuzu değil kim olmadığınızı öğrenmektir. Size ait olmayan mesajlardan ve tavırlardan arındığınızda özgün manevi benliğinizin canlanacağı sessiz bir yer yaratmanın ilk adımını atmış olursunuz. Sizi huzursuz eden düşünceler, duygular ve tavırlardan kurtulduğunuzda topraklama, kimliğinizin ortaya çıkmasını mümkün kılacaktır. İç ve dış dünyanızı kontrol edebileceğinizi bilmekle gerçek dünyaya çok daha fazla uyum sağlarsınız. Çevrenizdeki dünyayı kotrol etmek için enerji harcamayacaksınız çünkü enerjiniz her dakika açık ve özgün olmanıza odaklanmış olacak. Topraklama sizi dünyaya çapalayacak ve size sürekli bir destek sağlayacaktır. Topraklama, odaklanmayı şu anda, burada, sadece sizin için ve sadece sizin üzerinize yönelttiği için kimliğinizi bulmanıza yardımcı olacaktır. Topraklama ruhunuzun bedeninizde rahat ve güvende olmasını sağlayacaktır. Bu gerçekleştiğinde daima �şimdide� olacaksınız.� Aura ve Çakra Kullanma Kılavuzu , 2004, sf.27;29 Acıyı Topraklamak Topraklanmanın hemen her durum için çok yararlı olduğunu kısa zamanda anlayacaksınız. Bir ağrınız ya da acınız olduğu zaman bu alışptırmayı deneyin.... Duygusal veya fiziksel olan o acının sadece bir sinyal olduğunu unutmayın. O kendinden korkulması, kaçınılması ya da teslim alınması gereken bir varlık değildir. Acı bir şeyin yanlış gittiğinin sinyalidir. Eğer acı duymazsanız o zaman çevrenizdeki tehlikelerin ya da bedeninizdeki hastalıkların farkına varmazsınız. Acı olmazsa sizin için gerçek tehlike arz eden durumlara körlemesine düşersiniz. Acı sizi tehlike ve hastalıklara karşı dolambaşlı yollardan değil aniden uyarır. Acı oyun oynamaz, siz de oynamayın. Acıyı sever gibi görünmek ya da onunla pazarlık etmek ve acıyı ne kadar harika olduğunu düşünerek mucizevi bir şekilde kaybolacağını hayal etmek doğru değildir. Bedeninizi saygıyla dinlemeli, acı çekmeye karşı duyduğunuz duygusal bağı incelemeli ve iyileşme dikkatinizi (ya da doktorunuzun dikkatini) acının olduğu bölgeye yoğunlaştırmalısınız. Topraklama acı ile iletişime geçmenin en iyi yoludur çünkü bu yöntem bedeninize evde ve farkında olduğunuzu; mesajları alarak değerlendirdiğinizi söyler. Enerji çalışmalarına devam ettikçe bedeninizin şimdiki zamana ve kendinize odaklanmanız için ne kadar çok ağrı ve acı mesajı yolladığını görerek şaşıracaksınız. Topraklama yaptığınızda, tıpkı bir mucize gibi(!) yok oluvermesinden bu tür bir acıyı rahatlıkla tanıyabilirsiniz. ... Temel Topraklama Kuralı ...Başka insanları topraklamak doğru değildir. Unutmayın, topraklama iyileştirmedir ve izni olmadan birini iyileştirmek kötü bir manevi etiket anlamına gelir.... ...Başka insanların manevi gelişiminden sorumlu olduğunuz yanılgısına kapılmayın. Bu bir işe yaramaz...� Aura ve Çakra Kullanma Kılavuzu , Karla McLaren, Kuraldışı Yyaıncılık, 2004, sf.30;32.
    1 puan
  6. Müzik bölümünde bulunmasının güzel olacağını düşünüyorum.. Bathory, İsveçli black metal grubu. 1984 yılında İsveçte Quorthon takma isimli Tomas Forsberg tarafından tarafından kurulmuştur. İsmini birçoklarının tahmin edeceği üzere Venom'un Countess Bathory adlı şarkısından almamıştır. Nitekim kendisi Venom fanı değildir. Black metalin bugünkü halini alması Venom kadar Bathory'ninde emekleri sayesinde olmuştur. Venomun tarzının ilk örneği olmasında sözleri ve imajlarının katkısı vardır. Müzikal anlamda ise Venom ve Celtic Frost thrash metale daha yakındırlar müzikal anlamda en büyük katkıyı Bathory yapmıştır. Bathory hiçbir zaman konser vermemiştir. Bünyesinde birçok black / thrash grubunu barındıran Blackmark Productions'un patronu Quorthon'un babasıdır. Nitekim tüm Bathory albümleri Blackmark Productions etiketiyle piyasaya sürülmüştür. Bathory black metalin ortaya çıkmasında pay sahibi olduğu kadar aynı zamanda "Blood Fire Death" albümüyle viking metalin de öncü gruplarından olduğu bilinmektedir. Grubun frontmanı Quorthon'un 2000 yılında Lake Of Tears vokalisti ile birlikte Silverwing adlı gothic/doom grubunda bir demo çalışması olmuştur. Bathory arkasında 3 tribute albümü, 200 küsür cover(tribute'ler dahil) 2 film sountracki ve 16 albüm bırakmıştır. Grubun frontmanı Quorthon 7 Haziran 2004 tarihinde İsveç'te geçirdiği kalp krizinden dolayı vefat etmiştir. Diskografi 1984 - Bathory 1985 - The Return... 1987 - Under The Sign Of The Black Mark 1989 - Blood Fire Death 1990 - Hammerheart 1991 - Twilight Of The Gods 1992 - Jubelium Vol.1 (Derleme) 1993 - Jubelium Vol.2 (Derleme) 1994 - Requiem 1995 - Octagon 1996 - Blood On Ice 1998 - Jubelium Vol.3 (Derleme) 2000 - Katalog (Derleme) 2001 - Destroyer Of The Worlds 2002 - Norland 1 2003 - Norland 2 2006 - In Memory of Quorthon (Derleme)
    1 puan
  7. Ulusal bir direnişten sahneler ve çok etkileyici bir marş..
    1 puan
  8. Aşk büyük evrensel kuvvetlerden biri;aracılığı ,uğruna ve içinde tezahür ettiği nesnelerden bağımsız olarak kendiliğinden var,ve hareketi daima özgür.Bir tezahür imkanı bulduğu her yerde,bir alırlığın olduğu her yerde,ona açılan her şeyde ortaya çıkar.Kişisel veya bireysel bir şey olduğunu düşünerek aşk dediğiniz,sadece bu evrensel kuvveti alma ve dışavurma kapasitesi.Ama bu kuvvetin evrensel oluşu onun bilinçsiz olduğu anlamına gelmez;tam aksine,aşk fevkalade bilinçli bir güç.Yeryüzünde Bilinçli olarak tezahürünün ve realizasyonun peşinde;aletlerini bilinçli olarak seçer,bir tepki verebilenleri titreşimlerine bilinçli olarak uyandırır,ebedi hedefini onlarda bilinçli olarak gerçekleştirmeye çalışır ve alet kabiliyetsiz çıkınca onu bırakır ve başkalarına doğru döner.İnsanlar aniden aşık olduklarını sanır;aşklarının doğuşunu,gelişmesini ve yok oluşunu görür,veya hareketinin uzamasına özellikle daha iyi adapte olanlarda bir nebze daha uzun sürdüğünü görürler,ancak her halükarda,aldıkları şahsi,tamamen kendilerine ait bir deneyim hissi bir illüzyon:bu sadece evrensel aşkın sonsuz okyanusunun bir dalgası. Aşk evrensel ve ebedidir;daima tezahür eder ve özünde daima aynıdır;tanrısal bir kuvvettir,çünkü ifade edilişinde gördüğümüz çarpıtmalar aletlerden kaynaklanır.Aşk sadece insanlarda tezahür etmez,aşk her yerde.Hareketi burada,bitkilerde,belki de taşların içinde;varlığını hayvanlarda fark etmek kolay.Bu büyük tanrısal gücün bütün tahrifatı kısıtlı aletlerinin karanlığından,cehaletinden ve egoizminden ileri geliyor.Ebedi kuvvet olan aşkın gözdikeği,arzusu,sahipliğe susamışlığı,kişisel bağlılığı yoktur;aşk,saf hareketinde,benliğin Tanrısal’la birleşme arayışıdır,başka hiçbirşeyi katiyen dikkate almayan mutlak bir arayıştır. Tanrısal aşk kendini verir ve bir şey istemez.İnsanların aşkı ne hale getirdiğinden söz etmemek daha iyi;onu çirkin ve iğrenç bir şey haline travesti ettiler!Oysa,insanlarda bile aşkın ilk teması kendisiyle birlikte en saf özünün bir yansımasını getirir;bir an için kendilerini unutmaya kadir olurlar;bir an için aşkın tanrısal dokunuşu güzel ve asil olan her şeyi uyandırır ve yüceltir.Ama saf olmayan isteklerle dolu insanın doğası,verilenin karşılığında bir şey isteyerek,çıkar gözetmeyen bir ihsan olması gerekenin kaçakcılığını yaparak,aşağı arzuların tatminini bağıra çağıra isteyerek,tanrısal olanı çarpıtıp kirleterek hızla yeniden üstünlüksağlar Tanrısal aşkı ortaya koyabilmek için onu alabilmek gerekir.Çünkü yalnızca onun temelhareketine açık olanlar onu dışavurabilir.İçlerindeki açılış ne kadar engin ve berraksa tanrısal aşkı ilk saflığında o kadar çok dışavurabilirler;aksine aşk içlerindeki aşağı insansal duygulara karıştıkça çarpıtma büyür. Özünde ve hakikatinde aşka açık olmayan insan Tanrısal’a yanaşamaz Tanrısal’ı irfan yoluyla arayanlar bile,öyle bir noktaya gelirler ki daha ileri gitmek isterlerse eğer,ayn zamandaaşka girmek ve her ikisini birmiş gibi hissetmek zorundalar;tanrısal birleşmenin ışığı irfan,ve bu irfanın ruhu aşk.Varlığın gelişmesinde,irfanla aşkın birbiriyle karşılaştığı ve artık birinin diğerinden ayırt edilemediği bir an gelir.İkisinin arasında yapılan ayrım,bölme,aklın bir yaratımı:bir üst düzleme yükseldiğiniz anda buayrım,bu bölme yok olur. Bir kez bu saf,engin ve gerçek tanrısal aşkla temas kurdunuz mu,onu çok kısa bir süre için ve en küçük şekliyle olsa bile hissettiyseniz.insanın arzusu onu ne iğrenç bir şey haline soktuğunun farkına varırsınız;insanın doğasında aşağılık,kaba,egoist,şiddet dolu,zayıf ve duygusal olmasa bile yüzeysel,istekle dolu,kırılgan oldu,en adi hislere büründü;ve bu bayağılılğa,bu kabalığa,ya da sırf kendiyle ilgilenen bu zayıflığa aşk dendi! Yazan:ANNE Sohbetler isimli kitaptan
    1 puan
  9. Türkiye'de ilk spiritizm deneyi,Bergama da yapıldı.1896 yılıında yapılan bu deneyi gerçekleştiren kişinin adı,Zorluhanzade Avnullah Kazimi Beydir.Avnullah Beyin yaptığı spiritizm celsesinin temelinde Allan Kardec'in spiritualizm deneyleri yatıyordu.Avnullah Bey,inancını edindiği bilgi ile birleştirdi ve istediği sonuçları aldı. Bu olay,Türkiye'deki spiritualizm çalışmalarının temelini oluşturuyordu ve ilk deneysel olaydı.Sonraki araştırmacılar ve deneyciler,bu noktadan yola çıktılar ve ozamanlar yayımlanmış İspiritizma Tecrübeleri-Ahretle Nasıl Konuşulur adlı kitapta Ragıp Rıfkı adlı yazar Türk ruhçuluğunun temellerini atıyor ve şu kuralları belirliyordu: "1)Ruh ölümsüzdür. 2)Ölüm,bir dünyadan diğerine geçiş amacıdır. 3)Öte dünyaya geçen insanların ruhları,daima çevremizde bulunurlar. 4)bu ruhlariher fırsatta bizimle ilişkiye geçmek isterler. 5)Amaçları bizi kötülüklerden korumak ve doğru yola yöneltmektir. 6)geçmişte kalan gizli şeyleri söylerler ama geleceğe ve öte aleme. 7)ruhlar herşeyi görürler,yakınlarını kontrol ederler. 8)en büyük ruh(ruhu azam)denen bir makamın izni olmadan birşey yapamazlar ve ilişki kuramazlar." Ragıp Rıfkı'nın yazdığı bu kurallar ,Cardec 'in spiritualizmı ile,Dr.Bedri Ruhselman'ın Neo-Spiritualizm'i arasında bir köprü oldu. Tabii,arada daha birçok araştırmacı vardı.Avnullah Bey, Ragıp Rıfkı ve diğerleri ,Türkiye'de Doğu-Batı sentezinden çıkan yeni bir kavramı doğurdular. Ama nedense 1896-1960 arasında,kitlileleri etkileyebilen,merak ve ilgi uyandıran bu konu,daha sonraki yıllarda ,çağdaşlaşamadığı için, belli odakların içinde mahkum kalacaktı. Fakat, kesin bir gerçek var ki,olay,Bergama'da başlamıştı.
    1 puan
  10. KABALA’DA SİMYA-SEMBOLLER-RİTÜELLERİN ÖNEMİ Zohar/ Aydınlık Kitabı, Sefer Yetzirah/Oluşum Kitabı birlikte tüm Kabalistik öğretinin, meditasyon ve ritüelinin temelini oluştur. Kutsal Kitaplar üzerinde yorumları nedeniyle Batı Mistisizm öğrencileri yani Batı Teozofisi ve Ezoterik çalışmaları için de Kabala derin bir bilgelik hazinesidir. Bu gerçek ayrıca tüm ezoterik öğrenciler hatta astrolojiyi iyi öğrenmek isteyenler için de önemlidir; zira batı, Kabala'nın kardeşleri Simya ,ritüeller ve semboller hakkındaki bilgilerinin çoğunu bu dönemde Arap İspanya'dan aldı. Ezoterik semboller, simya ve ritüel hakkında genel bilgiler olmadan bu tip öğretileri araştırmak hatta astrolojiye vakıfım demek pek yeterli olmaz çünkü kadim bir bilgeliğin uzantısı olan astrolojiyi derin manada çözmek ve evren yasaları ile olan bağlantılarını tespit etmek için daha önceki çağları etkisi altına almış temel inisiyatik öğretileri ve sembolleri bilmek gerekir. Astroloji işleyişi gereği bir yönü ile kozmoloji ile ilgilenirken diğer uygulama yönü ile de, “ruhtaki düğümleri çözmeyi” hedefler. Hermetizm ve Neo platonizm’den Kabala’ya uzanan bağ ve felsefenin desteği gerçekten önemlidir. Bazı öyle arşetipik semboller vardır ki, bu öğretileri hatta Jung’ un arşetiplerini ve onların ne anlama geldiğini bilmezseniz sığ sularda kalır, derinleşemezsiniz. Bu üç ekol ile birlikte "Fama Fraternitatis", "Confessio Fraternitatis", ve "Christian Rosenkreuz'ün Kimyasal Evliliği" gibi araştırmalarla, Gül Haç öğretilerinde belirtilen Hermetik felsefe ve uygulamaların temeli olmuş oldu. Birçok mistisizm öğrencisi için bu okullara gitmek, eski bilgi ve bilgelik adaylarının yaptığı Mısır mabetlerine yolculuk etmek kadar güç ve tehlikeliydi. Raymond Lull, Villanova'lı Arnold ve kitapçılıktan katedral yapımcılığına dönüşen ünlü Fransız mistik, simyager ve Gül Haç’ın bilinir ismi Nicolas Flamel, Kabala'nın bir parçası olduğu Hermetik bilimlerin inisiyasyonlarını İspanya'da aldılar ve bilgilerini Avrupa'ya getirdiler. Bazı Yahudi ve Hermetik okulların iddia ettiği ilk Adem'e/Adam Kadmon’a verilen saf ve değişmez Kabalistik düşünce ve tekniğin günümüze dek aktarılıp var olduğu düşüncesi, adeta kutsal bir tür efsane ve mit özelliği taşır. Sadece, Okült bilimlerle ve ezoterik öğretiyle ilgilenenlerin anlayabileceği bir mit ya da efsanedir bu. Hatta bazı alimler Kabala için; ‘Doğada her şey değişim ve uyuma tabiidir, Kabala da bu değişen ve gelişen şeylerden biridir.’ derler. Bu değişimin çok iyi bir örneği erken Yahudi metinlerin engizisyon tarafından yok edilme tehdidini yaşadığı dönemlerde, varlıklarını korumaya ve onlardan pratik yarar sağlamaya çalışan mistikler tarafından Kabalistik fikirlerin Hıristiyanlaştırılmasıdır. Bundan dolayı 15. asırda bir tür Hıristiyan Kabalası gelişmiştir. Amaç, Kabala ile Hıristiyan doktrinleri birbirlerine uyumlu şekle getirmekti. Bu şekilde Kabalistik ağacın üst üçlemi Hıristiyan teslis doktrini ile eşleştirilir ki tüm öğretilerin aynı kaynaktan çıktığını bilip, hisseden bir inisiye ya da ezoterik için bu hiç de anlaşılması zor bir bilgi değildir. "Hıristiyanlaşmış Kabala"nın iki önemli kaynağı İspanya'da Katolik mezhebine alınan Yahudilerin veya dönme, "conversio" (bazen gizli veya örtülü / "Kripto Yahudilerde" denilir) yazıları ve Floransa'da Medici ailesinin hamiliğini yaptığı Platonik Akademi idi. Floransa okullarının, Kabala öğretisinin yayılmasına, İspanya'daki Yahudi araştırmacılardan daha fazla etkisi olmuştur. Floransa okulu Hıristiyan, Yeni Platoncu, Pitagorcu ve Orfik görüşlerinin nihai ve inkar edilmez kanıtının Kabala'da birleştiğini, bu anlamda da Kabalanın ezoterik ve teozofik araştırmacılar için önemli olduğunu düşündüler. Her ne kadar bu tip ruhsal öğretilerin tümümün, evrensel anlamda inisiyatik bir zincirin, ilk insandan bu yana yayılan halkaları olması gerçeği temel gerçekse de araştırmacıların ve o dönem o bilgileri izleyenlerin ya da ihtiyaç sahiplerinin bu tanımlamaları da yadırgayıcı değildir. Ayrıca, Kabala'da uzun süre kayıp Katolik sırların ve olası olarak da esas Hıristiyan dininin yeniden keşfedildiğine de inanıyorlardı. Hıristiyan Kabalistik okulun esas kurucusu Giovanni Pico della Mirandola (1463-94) idi. Bu genç dahi, Kabalistik etütlerine 1486 yıllında 23 yaşında başladı, Katolik mezhebini alarak dinini değiştiren Samuel ben Nissim tarafından çok sayıda Kabalistik eserin Latince'ye tercüme edilmesine neden oldu. Kayıp ya da daha doğrusu bilinmeyen bir Yahudi ezoterik doktrini olarak Kabala, Hıristiyan entelektüel dünyasının tartışma konusu olmaya günümüzde de devam ediyor. Bu dönem zarfında, yeni ortaya çıkan Hıristiyan Kabalistik geleneğin en etkin ezoterik-mistik Kabalistik eseri Nettesheim'li Cornelius Agrippa'nın dört ciltlik "Okült Felsefe" ("De Occulta Philosophia" - 1531) kitabıydı. Pratik Kabala üzerinde bu dizi eser, günün biliminin okült ve majikal edebiyatının ansiklopedisiydi. Hıristiyan dünya Kabala'nın teozofi, maji ve numeroloji bağlantıları hakkındaki bilgisini bu eserlerden almıştı. Tüm bu alimler arasında en etkili, anımsanan ve İbrani kaynaklara en yakın olan Guillaume Postel (1510-1581) idi. Postel bir Fransız mistikti ve İbranice'leri daha basılmadan önce Zohar ve Sefer Yetzirah eserlerini Latince'ye tercüme etti. Onun tercümeleri kendi Kabala'ya uyarlanmış teosofik felsefesinin notlarını da içeriyordu. Yayınladıkları eserler arasında memorah'ın mistik sembolizmi üzerine bir Latince yorum (1548) ve daha sonra İbrani bir baskısını içeriyordu. 16. asır boyunca Hıristiyan Kabala Avrupa'nın Yahudi topluluğu üzerinde nüfus sağlamak yerine kendi teozofik gelişme üzerinde odaklanmıştı. 17. asırda Jacob Boehme ve Knorr von Rosenroth'un yazılarıyla, Hıristiyan Kabala İbrani kaynaklardan uzun süren belirgin bir mesafe açmaya başladı. Bir yandan, Rosenroth'un "Kabbalah Denudata" (1677-84) eseri "Zohar"ın önemli kısmını Hıristiyan okuyuculara sunarken, Adam Kadmon ve "prototip İsa" ile ilişkisi üzerine yazısı Zohar'ı birçok bakımdan sanki arka plana itmekteydi. "Denudata"nın sonuna konulan Hollandalı Teozofik düşünür Franciscus Mercurius van Helmont'un yazdığı "Adumbratio Kabbalae Christinae" makalesi bu tezi oldukça yoğun bir şekilde ortaya koymuş. Kabala’nın tarih içindeki gelişiminden çok kısa adeta özet şeklinde söz ettikten sonra daha felsefi ve ezoterik yönlerini de aktarmaya başlayabiliriz. alıntıdır..
    1 puan
  11. Nevrotik kaygılar güçlü bir şekilde beyinle ilişkili. Ancak endişelenmenize gerek yok. Çünkü araştırmacılar korku ve kaygıları silmenin yollarını bulmak üzere http://www.mcaturk.com/resim/guncelruh/resim_062.jpgGünümüzde, en azından gelişmiş ülkelerde, korku uyandıran doğal olaylarla çok nadir karşılaşıyoruz. Yılanlar ya da timsahlar, günlük hayatımızda bizi korkutmaktan ya da endişelendirmekten çok uzak. Ancak çağdaş dünyada yeni tehlikelerle karşı karşıyayız: Otoyollar, terörizm, kapkaççılar, deprem, iş hayatında ya da sosyal çevrelerde başarısız olma tedirginliği... Bu tehditler kısa süreli korkuyu tetiklemiyor, ama çağdaş yaşam anksiyeteleri, her geçen gün insanoğlunu güçsüzleştiriyor. Max Planck Enstitüsü Davranış Psikolojisi Bölümü antropologlarından Irenaus Eibl-Eibesfeldt "İnsan tüm varlıklar içinde en korkak olanıdır" diyor. "Çünkü, doğanın yaratıklarına karşı koymuş olmasının yanında, entellektüel temele dayalı varoluş korkusuyla da yüzleşmek zorunda kalmıştır..." Daha fazla zihinsel uğraş, her şeye rağmen yükümüzü hafifletebilir.Beynin korku ve kaygıları nasıl algıladığı, sürekli hale getirdiği, hafızaya aldığını anlamaya ilişkin araştırmalar; korkuyu engellemek ya da onun üstesinden gelmek konusunda ipuçları barındırıyor. Savaş ya da kaç Çok ilginçtir ki, korkunun üstesinden gelmek, kaygıyı uzaklaştırmaktan daha kolay olabiliyor. Bize bir köpek saldırdığında, beynimiz alarm veriyor, kalbimiz daha hızlı atmaya başlıyor. Ya mücadele ediyor (savaşıyoruz) ya da kaçıyoruz. Ne kadar ürkütücü olursa olsun, yaşanılan korku sonlandığında, vücut ve beyin etkinliği normale dönüyor. Anksiyete ya da kaygı çok daha sinsi ve zamanla çok daha zararlı hale gelebiliyor. Hatta pek çok kişi hayalet öyküleri okuyarak, gerilim filmleri izleyerek ya da adrenalini yükselten sporlar yaparak korkuyla oynamayı seviyor. Kaygılar ise oyunun keyfini kaçırabiliyor, kişinin yaratıcılığını, kendi kendine karar verme yeteneğini engelleyebiliyor ve daha ileri aşamalarda sağlığını mahvedebiliyor. Anksiyete rahatsızlıkları, zihinsel sorunlar arasında en yaygın olanı. Amerikalı ve Avrupalıların yüzde 10'u bu sorunla karşı karşıya. En bilineni fobiler: Örümcek, yılan, yükseklik ya da kapalı alanda kalma korkusu gibi... Bir diğer yaygın olanı ise korku takıntısı. Bu kişiler kendilerini neyin kaygılandırdığını ifade ediyorlar, ancak nedenini açıklayamıyorlar. Son araştırmalar, anksiyete rahatsızlıkları ve genel huzursuzlukların genetik kökene sahip olduğunu işaret ediyor. Çevresel faktörlerin baskın etkisi de tartışılmaz. Birbirlerinden ayrı yaşamış olsalar da, tekyumurta ikizleri, çiftyumurta ikizlerine oranla korkuyu daha çok paylaşıyor. Tabii ki, korkuyla ilgili tek bir gen yok. Sinirlerdeki ileticiler ve alıcılar arasındaki etkileşime katılan çok sayıda gen var. Organizmanın iç ritminden sorumlu olan ve biyolojik saati yönlendiren genler de işin içine karışıyor. Korkunun genlerle ilişkisini araştıran bilim insanları, korkak ve korkusuz sıçanlar üretme konusunda başarılı oldular. Sıçanlar, kendilerine yönelebilecek bir tehdide karşı normalde açık alanlarda çok fazla durmazlar. Ancak, denek sıçanlar üzerinde yapılan genetik oynamalar sonucunda, açık alanda kalma süreleri belirgin şekilde artırıldı. Beyindeki işbirliği Anksiyete ve korkunun nöro-biyolojik temelleri nispeten tanımlandı. Beyinde, anksiyetenin oluşmasından sorumlu tek ve belirli bir bölge yok. Korku sırasında beynin pek çok bölgesinde işbirliği saptanıyor. Görüntüleme deneyleri, sadece panik atak sırasında değil, aynı zamanda günlük kaygılar ve huzursuzluklarda da, temporal lobda, beynin sağ ve sol bölümlerinde aşırı kan akışı artışı yaşandığını gösterdi. Araştırmacılar, gönüllülerin loblarını elektrikle uyardıklarında, denekler anksiyete duygusuna kapıldıklarını ifade ettiler. Beynin üst düzey işlevselliğinden sorumlu bölge olan prefrontal korteksin iç kısımları da etkin hale geliyordu. Prefrontal korteksin zarar görmesi, sadece kişinin duygularını etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda diğer insanların duygularını tanımlama kabiliyetinin yitirilmesine de yol açıyor. Prefrontal korteks doğumla birlikte oluşmuyor. Olgunlaşması için 7-12 ay geçmesi gerekiyor. Belki de bu nedenle bebekler, yabancılardan ürkmeye tam da bu dönemde başlıyor. 6 aylık bir bebek, bu tür bir anksiyete yaşayabilecek yeteneğe sahip değil. Orta beyin bölümlerinden hipotalamus da önemli ve günümüzde psikiyatrik ilaçların hedefi. Hormon sistemini kontrol ediyor ve sempatik sinir sistemini etkiliyor. Bunların ikisi de, vücudun tehditlere verdiği tepkinin kaynağını oluşturuyor. Ancak aynı sistem ağı, vücudun tepkisiz kalmasına da yol açabiliyor. Korkudan donup kalmak deyimi buradan geliyor. Bu tür bir koruma refleksi insanı tehlikelerden koruyabiliyor. Tarih öncesi çağlara gidecek olursak, vahşi hayvanlardan korkup tepki veremeyen ve bu şekilde hayatta kalmayı öğrenen ilkel insanlar buna örnek verilebilir. Korku ve anksiyete sırasında beynin en etkin bölgesi, temporal lobun hemen altındaki amigdal. Araştırmacılar bu bölgeyi elektrikle uyardıklarında, kortizol hormonu düzeyinde artış tespit ettiler. Bu, korkunun en fiziksel işaretlerinden biri. Amigdal, genellikle uykuda, özellikle rüya sırasında etkinleşiyor. Kâbus ve sıkıntılı rüyaların sebebi olarak amigdal gösteriliyor. Bu bölge zarar gördüğünde, anksiyete duygusu azalıyor, ama idrakle ilgili işlevler aynı kalıyor. Yine ilginç bir bilgi: Amigdali hasarlı doğan kişiler, diğer insanların yüzündeki korkuyu tanımlayamıyor. Beynin korku haritası Organizmanın korku parkuru http://www.mcaturk.com/resim/guncelruh/resim_063k.jpg http://www.mcaturk.com/resim/guncelruh/resim_064k.jpg Korku hafızası Bebekler, kendilerine ürkütücü yüzlerden oluşan resimler gösterildiğinde korku tepkisi vermiyorlar. Ancak gençlik çağında, bu tür kötü niyetli yüzlerin genellikle kötü sözler ya da davranışları temsil ettiğini biliyorlar. Korkuya ilişkin hafızanın bilinçsiz şekilde çalıştığı gerçeği, ilk kez Edouard Claparede tarafından 1900 'lü yıllarda tanımlandı. O dönemde Cenova Üniversitesi'nde psikologdu. Beyin yaralanması sonucu yeni bilgileri hafızasında tutamayan bir kadını tedavi ediyordu. Her görüşmede kendini yeniden tanıtmak zorundaydı. Claparede, bir görüşmeye elinde raptiyeyle geldi ve onunla el sıkıştı. Hastası, bir sonraki ziyaretinde el sıkışmak istemediğini belirtti. Ancak bunu mantıklı bir sebeple açıklayamıyordu. Claparede, bilinçsiz hafızanın hastasını uyardığı sonucuna vardı. Bilim insanları son yıllarda, korkuyla bağlantılı durumların hafızaya nasıl kaydolduğuna ilişkin araştırmalar yürütüyorlar. Bunlardan biri de sıçanlar üzerinde yaptıkları deney. Sıçanlara önce bir ses, sonra da elektrik şoku verdiler. Daha sonra, sıçanların sadece ses duyduklarında bile korkuya kapıldıklarını tespit ettiler. Bu araştırmanın sonuçlarına göre amigdalin çekirdeği (nükleus), korku hafızasının depolanmasında kilit nokta olabilir. Beyinde, bilinçli hafızanın en önemli merkezlerinden biri olan hippokampus, standart koşullandırmada hiçbir role sahip değil. Sadece uyaranla ilgili olduğunda etkisini gösteriyor. Deneylerde, doğal sese özel bir ışık eşlik ettiğinde ve daha sonra ışık tek başına verildiğinde, hippokampusta bir tepki şekilleniyordu. Bu veriler, Claparede'in fikrini destekliyor: "Bilinçli hafıza ve duygusal hafıza" iki ayrı sistemdir. 1890'da psikolog William James şöyle bir çıkarımda bulunmuştu: "Duygusal açıdan çok etkileyici bir izlenim, beyin dokusunda yara izi bırakabilir..." İşte bilim insanları, artık sinirsel yara izlerinin nasıl çoğaldığını ve anksiyete hastalıklarına yol açtığını anlamaya başladılar. Birincil amaçları, bu izler daha oluşmadan önleyecek tedavi ilaçları geliştirmek. Korkuyu öğrenmek ve silmek Korku hissini silmek bile mümkün olabilir. Uzmanlar, sinirlerin uzun dönemli tesirlerinin duygusal hafızada önemli role sahip olduğunda hemfikirler. Sinirler arasındaki bağlantıların doğasına müdahale ederek korkuyu engelleyebileceklerini gördüler. Böylece nedensiz korkuları önleyebilmek için ilaçlar üretilebilir. Sinirler korkuyu öğreniyor. Daha sonra sentez yoluyla belirli proteinleri oluşturuyor ve bu işlem, koşullandırma deneyi sona erse de sürüyor. Bilim insanları, amigdalin bölümlerinden bazal çekirdekteki ilişkili proteinlerin sentezlenmesini önlediklerinde, laboratuvar hayvanlarının iki hafta önce öğrendikleri korku tepkilerini silebildiklerini saptadılar. Aynı zamanda, korku hafızası yeniden etkinleştirildikten kısa süre sonra hatırlanan korkuların da önlenebileceğine ilişkin fırsatlar yakaladılar. Bulgular, daha sonraki aşamalarda travmatik anıların ilaçlarla silinebilmesine kapı aralayabilir. İnsanı zayıf düşüren korkuların silinebilmesi, hâlâ geleceğe yönelik bir umut ışığı. Bugün araştırmacılar basit olarak, uyarana verilen koşullu tepkileri durdurmaya çalışıyorlar. Klasik psikoloji deneyleri, sıçanların bir sesle birlikte verilen elektik şokuna koşullandıktan sonra, sadece sese korku tepkisi verdiğini kanıtladı. Ancak, elektrik şoku verilmeden tekrarlanan ses deneyinde, bir süre sonra öğrenilen korku tepkisinin kaybolduğu da gözlemlendi. Araştırmacılar tepkinin unutulmadığını, ancak serebral korteksin denetiminde sinir sistemi tarafından bastırıldığını tespit ettiler. Bastırma sırasında neler gerçekleşiyor? Korku tepkisi koşullandırıldığında, sinirler kendilerini gruplara ayırarak uyum içinde hareket ediyorlar. Bu gruplaşma bastırılmadan sonra da sürüyor, ancak tepki doğmuyor. Çünkü kendilerini harekete geçirecek itici güç üretilmiyor. Bu, tepki kontrol altına alınmış olsa da, grupların yeni bir itici güçle tekrar aktif hale gelebileceği anlamını taşıyor; Fobilerin sürekli artması gibi... İlaç mı diyalog mu? Hatırlanan korkuları bastırabilecek kimyasal bileşikler bulmak çok zor. Bu arada araştırmacılar, anksiyeteyi artırdığı görülen kimyasal mesajcıları yani nöromedyatörleri (nörotransmitter) engelleyecek ilaçlar geliştirmeye uğraşıyorlar. Psikiyatrik ilaçların ulaştığı başarı, GABA (gama aminobütrik asit- nöromedyatör tutucu) azlığının anksiyete hastalıklarını artırdığını işaret ediyor. Bu bilgiden hareketle, günlük kaygıları, nedeni açıklanamayan korkuları engellemeye yönelik çok sayıda ilaç üzerinde araştırmalar sürüyor. Bir kısım ilaçlar günümüzde tedavi amaçlı kullanılıyor. Psikoterapi, anksiyete hastalıklarını tedavi etmek konusunda ilaçların alternatifi. Doktorlar çok sayıda yöntem geliştirmiş durumda. Ancak bunlardan hangilerinin başarıya ulaştığı tartışma konusu. Örneğin psikanalizciler, anksiyetenin kaynağı olarak tanımladıkları, hastanın bilinçdışı çatışmalarını çözmeye çalışıyorlar. Kognitif terapistler, hastanın mevcut uyaranlara karşı tutumunu değiştirmeyi hedefleyerek, kaygı ve huzursuzlukları kontrol altına alma yöntemini benimsiyorlar. Davranışçılar, bilinçdışı hafızanın önemine kuşkuyla yaklaşıyor ve belirtileri tedavi ederek fobileri önlemeyi deniyorlar. Bazı davranışçılar, kaygıyı tetikleyen uyarıcıya hastanın duyarlılığını derece derece artırarak, ona alışmasını sağlıyorlar. Diğerleri, teşhir terapisi kullanarak, hastasını doğrudan ve şoka yol açacak şekilde uyaranla yüz yüze getiriyor. Her iki terapi de, ters koşullandırmayla anksiyetenin aşılmasını amaçlıyor. Yöntemleri ne olursa olsun, terapistler ve ilaç üreticileri, korku ve kaygıları dindirmek konusunda zor bir görevle yüz yüzeler. Çünkü beyinde meydana gelen bağlantılar tam olarak çözülmüş değil. Korkular ve diğer duygular bizi kolayca yenilgiye uğratabilirken, bu tür duyguları gönüllü olarak baskı altına almak neredeyse imkânsız. İşte bu nedenle terapiler çok uzun sürüyor ve başarı sağlama konusunda kimse garanti veremiyor. İnsanoğlu kendine korku yaratma konusunda çok başarılı. New York Üniversitesi nörobiyologlarından Joseph E. LeDoux, beynin en güçlü ve etkili işlevlerinden birinin, tehlikeli uyarılara ait hatıraları çabucak biçimlendirip, uzun süre saklayıp, gelecekte benzer uyarılar söz konusu olduğunda bunlardan yararlanma kabiliyeti olduğunu söylüyor. Bu lüksün pahalı olduğunu da ekliyor: "İhtiyacımızdan daha fazla korkuya sahibiz..." Gerçekten de öyle, korkuları tanımlama yetimiz çok gelişmiş. Onları kontrol edebilme yeteneğimiz ise çok zayıf. LeDoux'ya göre yanlış, işte bu ters orantılı özelliğimizle harekete geçen, olağanüstü etkili korkuya koşullanma sistemimizde yatıyor. KAYNAK : Focus Popüler Bilim ve Kültür Dergisi Mart 2004
    1 puan
  12. Kaderimizin efendisi miyiz ABDli Fred Alan Wolf, 72 yasında bir kuantum fiziği profesörü. Bu konuda 11 kitap yazdı "Taking the Quantum Leap" adlı kitabı ABD Ulusal Kitap Ödülünü aldı. Yarı belgesel yarı kurmaca film "What The Bleep Do We Know"a esin kaynağı oldu. Kuantum fiziği gibi karmaşık bir konuyu basite indirgeyerek uzman olmayan kişilere bile anlatabildiği için ona Dr. Kuantum diyorlar. . Ölünce zihnimiz nereye gider . Tanrı nedir . Hayalet gerçek midir Wolf, dünyanın çeşitli yerlerinde konferanslar veriyor, Dr. Kuantum adlı çizgi roman benzeri bir cep kitabı hazırlıyor, bir TV kanalında program yapıyor. Yapı Kredi Özel Bankacılığının davetlisi olarak ıstanbula gelen Wolfa beynimizi kemiren hayati soruları sorduk. Neden size Doktor Kuantum diyorlar? - Çünkü kuantum fiziği gibi karmaşık bir konuyu uzman olmayan kişilere bile anlatabiliyorum. Basite indirgeyebiliyorum. Kuantum fiziğine niye ihtiyaç duyuldu? - Dünyayla daha çok ilgilenmeye başladığımızda onu incelemek için yeni araçlara ihtiyaç duyarız.. Örneğin teleskop yıldızları incelemek için vardır. Kuantum fiziği, beş duyumuzla tespit edemediklerimizi anlamamızı sağlar. Atomları yakından incelediğimizde bildiğimiz fizik kurallarına aykırı bazı davranışları olduğunu fark ettik. Normalde görmediğimiz olayları anlamak için yeni kurallar koymak zorunda kaldık. Fizik, garip ve komik bir oyundur aslında. Kuantum fiziği tüm bu kuralların en derinine iner. Kuantum fiziği profesörü olmak hayatın anlamını herkesten iyi bilmenizi sağlıyor mu? - Evet, senden daha çok şey biliyorum ama bunun sebebi kuantum değil. Senden yaşlıyım da ondan! Kuantum fiziği kişide böyle bir aydınlanma yaratmıyor ne yazık ki. biz yoksak gerçekte yoktur.. Neden Dünya denen bu gezegendeyiz ve ne yapmamız gerekiyor? - Bu soruya sizin adınıza cevap veremem. Dünyadaki yerinizi merak ediyorsanız kuantum fiziği size bunu anlatabilir: Dünyadaki hiçbir olay diğerinden bağımsız değil. Dünyadaki varlığınızın da bir sebebi var. Tesadüfen dünyaya gelmediniz. Kaderimizin efendisi biz miyiz, yani kontrol bizde mi? - Hem evet, hem hayır. Bazı şeyleri kontrol edebiliriz ama her şeyi değil. Kendimizle ilgili bir şey yaparken aslında dünyanın bütününü etkilediğimizi unutmamalıyız. Dolayısıyla bizim için iyi olan, bütün için iyi değildir ve o zaman gerçekleşmez. Kuantum fiziğine göre zaman doğrusal bir biçimde mi hareket eder yoksa geçmiş, bugün ve gelecek aynı anda mı yaşanır? - Zamanın nasıl hareket ettiğini kelimelerle anlatmak imkansız çünkü dil düşünceyi sınırlar, koşullar. Her şey aynı anda olmaktadır dediğim zaman kafanız karışıyor. Bunu ancak size birkaç fotoğraf göstererek anlatabilirim. Gerçek nedir? Gördüklerimiz mi, düşündüklerimiz mi? - Gördüğümüz kişisel deneyimdir. Gerçek denen kavram, biz deneyimlediğimiz için vardır. Onu, görerek, koklayarak, duyarak ya da hissederek yaratan biziz. Biz yoksak, gerçek de yoktur. Dolayısıyla düşünce gücüyle gerçeği değiştirebiliriz. --örgütlü dinler tanrı'yı sınırlar.. Kuantum fiziğinin dinlerle arasI nasıldır? - Örgütlü dinler Tanrının zihnini açıklamaya çalışıyor. En büyük sorun, bu büyük zihni açıklamak için onu sınırlandırmak zorunda kalmalarıdır. Örneğin Tanrıya ulaşmak için mabetler yapmyılardır. Bu bir sınırlamadır. Tanrıının zihninin sadece camide ya da kilisede karsımıza çıkacağını ima eder ki bu doğru değildir.. Kuantum fiziği Tanrı nedir sorusunu cevaplayabilir mi? - Hayır. Tanrıyı deneyimleyebilirsin iz ama ne olduğunu söyleyemezsiniz. Tanymlamaya kalktığınızda örgütlü dinler gibi onu sınırlandırırsınız.. Ama Tanrının varlığından eminiz değil mi? - Değiliz. Dokunamadığımız şeylerin varlıgından emin olamıyoruz biliyorsunuz. O nedenle inanç diye bir kelime var. Aynı anda iki farklı yerde olmak istiyorum. Bu mümkün mü? - Bedenin olamaz. Zihnin olabilir çünkü fiziksel bir olgu değildir. Yolculuk etmek de değil zihnin yaptığı.. Sadece genişler, böylece aynı anda iki farklı yerde olabilir. Bir okyanus gibi düşünün zihni, bunu anlayabilirseniz zihnin sadece iki farklı yerde değil her yerde aynı anda olabileceğini görürsünüz. Öldüğümde zihnime ne olacak? - Keşke kesin olarak bilebilsek! Bugün şöyle bir teori var: Zihnimiz aslında bize, yani bu bedene ait değil. Dolayısıyla mezara gitmez. Zihnimiz daha büyük bir zihnin yansımasıdır. Bedenimiz öldüğünde, zihnimiz bu büyük zihnin ya da bütünün parçası olmaya devam eder. Zihnimizin içinde bulunduğu bedeni tanıyan kısmı ise biz ölünce yok olur. Ölmüş babamla konuşabilir miyim? Evet ama bakalym o seninle konuşacak mı? Hayalet var mıdır ? - Hayalet denen şey bazı kişiler deneyimleyebildi? i için gerçektir. Meditasyon yaparak hayalet denilen şeyle irtibata geçerler. Bazıları buna ruh çağırma da der. Örneğin bir odada meditasyon yaparak bir hayaletle iletişim halindesiniz. Bu odaya giren üçüncü bir kişi de aynı meditatif hale girip o hayaleti görebilir. şamanlar ölüleriyle konuşur örneğin. şaman değilim ama ölmüş babamla konuşabilir miyim bu mantığa göre?- Evet ama bakalım baban seninle konuşmak isteyecek mi? Artık seninle hayattayken olduğu gibi ilgilenmiyor olabilir. Reenkarne olmayı seçmiş ve evrenin başka bir yerinde başka bir bedende olabilir. Onun bakış açısından sen onun kızı gibi gözükmüyor, hatta belki de büyükannesine benziyor olabilirsin. Akrabalık ilişkileri öbür taraftan bakıldığnda başka görünebilir. Reenkarnasyona inanıyorsunuz öyle mi? - Olduğuna dair bir sürü kanıt var. Zihnin tekrar ortaya çıkma gibi bir eğilimi vardır, nedenini henüz çözemedik. O nedenle reenkarne oluyor. aklımı kaybetmekten değil bulmaktan korktum.. Kuantum fiziği profesörü olurken bir sürü acayip soru sormak zorunda kaldınız kendinize. Hiç aklınızı kaybetmekten korktuğunuz oldu mu? - Kaybetmekten değil de bulmaktan korktum. Bence insan, hayat, dünya ve kendi varlığıyle ilgili sorular sorarak delirmez. Delilik son derece benmerkezci bir durumdur. Bir deli sadece kendisi ve kendi dünyasyyla ilgilidir. Bilim adamlarının deliliğe yakın olduğu inancı, bana kalırsa onların büyümüş birer çocuk gibi keşfetme ve soru sorma güdülerinden vazgeçmemiş olmasından kaynaklanıyor.
    1 puan
  13. 1 puan
  14. Son paragrafına ters açıdan bakan anlayış üzerine ekleme yapmak isterim:) Hindistan'daki tantrik yoga anlayışında, cinsel ilişkinin de (doğru kullanıldığı takdirde) Kundalini'yi uyardığı kabul edilmektedir.. Tantrik Hindu metinlerinde cinsel birleşmenin sekiz yönü olduğu anlatılıyor: "Smarnanam" yani düşüncenin sekse odaklanmasına izin vermek, "kirtanam" yani bir başkasıyla seks konuşmak, "keli" yani karşı cinse eşlik etmek, "prekshenam" yani flört etmek, "guhyabhashanam" yani karşı cinsle samimi konuşma yapmak, "sarrtkalpa" yani cinsel ilişki arzusu, "adhyavasayam" yani kendini ona vermek için kesin karar ve "kriyanishpatti" yani fiziksel birleşme. İşte seks yogası, tüm bu aşamaların farkına varmayı, orada gizlenen gücü açığa çıkarmayı ve bedeninizi kullanmayı öğretiyor. Omurganın seks yogasında büyük önemi var. Çünkü omurga, varlığın merkezi ekseni. Her biri farklı sinir sistemlerine bağlı olan omurlar da, omurilikten kuyruksokumuna kadar uzanan merkezi omurilik kanalı da seks yogası için yaşamsal. Çünkü tantra uygulamaları, bu geçit boyunca "kundalini" denilen, uyuyan gizemli gücü, omurganın tabanından başa doğru yükseltiyor. Kundalini, yükselirken beyne doğru giden yoldaki, adlarına "çakra" denilen, yedi güç merkezini harekete geçiriyor.
    1 puan
  15. Yaşadığımız dünyayı renksiz düşünebilirmisiniz? Renk yaşamdır. Renkler aydınlığın çocuklarıdır, ışık ise renklerin anası. Cisimler ışıktan can alır, görünür hale gelir; ışıksız renkler yok olur, karanlık hakim olur. Renk yaşamdır. Hiç bir şey yağmurlu bir sabahta gördüğümüz gökkuşağı kadar bizi duygulandırmaz. Yıldırım bizi korkutur. Sabahleyin erken saatte gördüğümüz kuzey ışığı ruhumuza huzur ve dinginlik verir. Renklerin görsel, duygusal dilini öğrenmek işin doruk noktasıdır. Renklere gösterdiğimiz tepkiler biraz da geçmişteki deneyimlerimize bağlıdır. Dinler, gelenekler, inançlar, moda, reklam bizim renklere olan tepkimizi şekillendirir. Renklerin bilincinde olsak da, olmasak da üzerimize olan etkilerini görürüz. Bu etkileri pozitif ve negatif kutuplara ayırmak doğru olur mu? Tartışılmalı. Gelin renkleri biraz tanıyalım. Nasıl mı? Biraz fizik, biraz fizyoloji, biraz psikoloji. Renkler üzerinde düşünmek doğanın ölümsüz yasaları üzerinde kafa yormaktır. Renklerin üzerimizdeki etkisini onları var eden maddelerin etkilerinden ayrı düşünebilirmiyiz? Spektral renklerin dünyasına ilk defa 1876'da fizikçi Sir Isaak Newton girmiştir. Daha sonra renkli algılamada üç rengin yeterli olacağını "Young" dile getirmiştir. "Maxwell" bu üç rengi görünür ışık spektrumunun başı, ortası ve sonuna denk gelecek şekilde "Kırmızı", "Yeşil" ve "Mavi"* * * olarak saptamıştır. Ancak üç reseptörün bulunması 1957'de fizyolojist "Rushton"a kısmet olmuştur. Rushton gözde "Erythrolabe" (Kırmızıya duyarlı) "Chromolabe" (Yeşile duyarlı) ve "Cyanolabe" (Maviye duyarlı) adını verdiği üç reseptör tespit etmiştir.Bu üç reseptör birlikte uyarıldığı zaman beyaz, hiç biri uyarılmadığı zaman ise siyah algılanır. İki reseptörün birlikte uyarılmasından ikincil renkler algılanır. %50 * Kırmızı + %50 * Yeşil = * Sarı %50 * Yeşil + %50 * Mavi = * Turkuaz %50 * Kırmızı + %50 * Mavi = * Magenta (Mor) %33 * Mavi + %33 * Kırmızı + %33 * Yeşil = * Beyaz RGB Bu üç reseptörden filogenetik olarak belli bir dalga boyuna ilk özgünleşen mavidir. Kırmızı ve yeşil maviden daha sonra ayrıldığı için bu renklerle ilgili renk körlüğüne daha sık rastlanır. Algılanan bilgiler beyinde oksipital loba taşınır. Burada V1 adındaki alanda renk ve renkli formlara duyarlı hücreler blob denen kümeler oluşturur.Siyah/Beyaz formlara duyarlı hücreler ise interblob alanlarda toplanmaktadır. Renk bilgileri daha sonra yine oksipital lobda olan V4 alanına taşınır. V4 renkli algıya ayrılmış özel alandır. V4'de oluşan problemler akromatopsi (renkli algının bozulması) ile birlikte seyreder ve hasta dünyayı grinin tonlarında algılar. Renk belleği ise genelde sözel ve duygusal renk bellekleri olarak yapay bir şekilde sınıflanır. İşin bundan sonraki kısmı sanatçıların ve psikologların alanına giren konulardır. "Newton" daha sonra kendi geliştirdiği renk halkasını uç uca birleştirerek spektrumda eksik olan Magenta rengini oluşturdu. Daha sonra bu halkayı 12'ye bölerek renklerin sistemli bir şekilde değerlendirilmesinde belki de ilk adımı atmış oldu. Bauhaus sanat okulunda renk eğitimi veren "Iten", öğretisini bu temele dayandırdı. Boyaların karıştırılması sonucunda ortaya çıkan renkleri açıklayan "Çıkartma" veya "Substraksiyon teorisine" göre Turkuaz, Magenta ve Sarı * * * renkleri ile tüm renklerin aslına yakın reprodüksiyonu mümkün olmuştur. Bu üç renk günümüzün matbaası ve renkli filmlerin temeli oldu. Çıkartma teorisine göre ortak olan renk yansıtılır, geri kalan renkler emilir ve görülmez. Örneğin Mavi ve Yeşil reseptörleri uyaran Turkuaz ile Yeşil ve Mavi reseptörleri uyaran Sarı boyaların karıştırılması sonucu her iki boyada ortak renk olan yeşil görünür, geri kalan renkler diğer boya tarafından emilir. Mavi sarı tarafından kırmızı ise turkuaz tarafından emilerek yok olur. %50 * Turkuaz + %50 * Magenta = * Mavi %50 * Turkuaz + %50 * Sarı = * Yeşil %50 * Sarı + %50 * Magenta = * Kırmızı %33 * Turkuaz + %33 * Magenta + %33 * Sarı = * Siyah Gördüğümüz çoğu renk "absorpsiyon" yolu ile oluşmuştur. Burada bir madde, gelen ışıkta bazı dalga boylarını absorbe ettikten sonra geriye sadece göründüğü renge ait dalga boylarını yansıtır. Transparan maddeler yansıttığı renkte değil, içinden geçirdiği dalga boyları renginde görünür. Bazı floresan boyalar aldıkları ışığı dalga boyunu değiştirerek farklı bir renkte ve dalga boyunda yansıtırlar. Fosforesan boyalar ise aldıkları ışığı depolayıp uzun süre saçabilirler. Bazen ışığın kendisi renklidir. Işığın kaynağı Kırmızı alev gibi sıcak veya neon/ateş böceği kimyasal ışığı gibi soğuk olabilir. Sabun köpüğünde ve su yüzeyindeki ince filmlerde bibirine çok yakın iki yansıtıcı yüzey vardır. Oluşan renkler, iki ayrı yüzeyden yansıyan ışık dalgaları arasında oluşan interferans sonucu oluşur. Bazı kelebek ve böceklerdeki doygun mavi ve yeşiller, CD ve plaklardaki renkler, difraksiyon (saçılma) yoluyla oluşur. En değerli yeşil renk ($) bu yolla oluşur. Gök yüzünün mavisi ise, toz ve su parçacıkları tarafından saçılan kısa dalga boylarından oluşur. Görme işi nefes alma gibi kendiliğinden gelişen bir eylem değildir. Çeşitli insanlar renk uyumundan bahsederken farklı şeylerden bahsettikleri çok kolay anlaşılabilir. Görünen şeyler renk, form, doku, gölge, hareket ve anlam açısından değerlendirilirler. Gördüklerimizi kıyaslama yoluyla değerlendirdiğimizi söylersek çok yanlış olmaz. Renk algılamasında insanların kıyaslama için kullandığı yedi kriter olduğunu öğrenmek, sınırsız renk dünyasında bizi kıyıya ulaştırır. 1. Renk kontrastı, yedi kontrast arasında en basit kontrasttır. Renk kontrastı, renk dairesindeki renklerin en saf şekillerini kullanarak oluşturulabilir. İki renk ile bir kontrast yaratırken örneğin karşı karşıya gelen iki renk kullanılabilir. Mor/Sarı en basit diadlardan biridir. Triadlar renk halkasından eşkenar bir üçgen oluşturacak şekilde seçilebilir. Ressamların en çok sevdiği sarı/kırmızı/mavi bu şekilde oluşturulmuş güçlü bir triaddır. İkiz kenar üçgenlerin etkileri daha çok diadlara yakındır. Ayrıca kare kullanarak üç farklı tetrad yaratmak mümkündür. 2. Açıklık/koyuluk kontrastı Gece/Gündüz tekrarlanan ve yaşamımızın en vazgeçilmez kavramlarından biridir. Aydınlık/karanlık, açık ve koyu kutuplarını açıklayan en güzel renkler Siyah ve Beyaz'dır. Beyaz gözdeki koni ve basillerin en şiddetli uyarılma, siyah ise dinlenme halidir. Grinin tonları ve tüm renkler, siyah ve beyaz arasında yer alır. Açıklık/koyuluk kontrastı grinin tonlarında kullanılabileceği gibi renklide de açık ve koyu renkler tarzında kullanılabilir. Açıklık Koyuluk Black Body 3. Sıcak/Soğuk kontrastı yedi kontrast arasında en dikkat çekici kontrasttır.Alev ve sıcağı düşündüren renkler arasında sarı, turuncu ve kırmızı sayılabilir. Yapılan deneyde Mavi bir odada oturanlar, kırmızı bir odada oturanlara göre daha çabuk üşümeye başlamışlar.Sıcak/soğuk kontrastını bazı kelimelerin uyandırdığı duygularda görebiliriz. Gölge/Aydınlık, Şeffaf/Mat, Semavi/Dünyevi, Uzak/Yakın, Buzul/Çöl, Islak/Kuru vs. Sıcak soğuk kontrastı kullanılarak çok güçlü duygular elde edilebilir. 4. Doygunluk kontrastı: Renk dairesinin kenarında kalan renklerin hepsi doygun renklerdir. Dairenin ortasına yaklaştıkça doygunlukları azalır ve grileşirler. Renkler saf halleriyle dikkat çekici özellik taşırlar. Doygun renkler doğada genelde zehirli ve tehlikeli olmanın işaretidir. Saf renklere beyaz karıştırılınca daha barışçıl ve dinlendirici bir özellik kazanırlar. Siyahın karışması ile renkler hastalıklı ve melankolik bir özellik kazanır. Renklerin saf olarak kullanılması "ben önemliyim" veya "ben buradayım" anlamını taşır. http://img413.imageshack.us/img413/8225/saturationkc7.gif 5. Komşuluk kontrastı: Büyük, kırmızı bir zemin üzerinde küçük, siyah bir kare ne renk görünür? Tuhaftır ama, kırmızıya komşu olan renkler koyu turkuaz rengine doğru bir değişiklik gösterir. Göz başka renklere komşu olan renkleri komplementer renklere yaklaştırarak görür. Kırmızı kravatlar üzerinde siyah iplik kullanan üretici ipliğin siyah olduğu konusunda ısrar edince büyük zarara uğramıştır. Siyah iplik yerine kahverengi iplik kullansa idi, büyük zararın önüne geçilebilirdi. Beyaz etrafındaki renklerin parlaklığını azaltır ve sönük görünmelerine sebep olur. Siyah ise etrafındaki renklerin daha parlak ve canlı görünmesini sağlar. 6. Komplementer (tamamlayıcı) kontrast: Boyalar birbirine karıştırıldığı zaman, Siyah/Gri renk oluşturan renkler tamamlayıcıdır. Bunlar Turkuaz+Kırmızı, Sarı+Mavi ve Magenta+Yeşildir. Fizyolog Hering'e göre, insan gözü gri rengi arar. Hering'e göre grinin anlamı göz dibindeki algılama hücreleri olan koni ve basillerin uyarılma durumunun dengelenmiş olmasıdır. Bu durumda birleşmesinden gri renk doğan renkler, "harmonik" sayılırlar. Toplamı gri olmayan renkler ise ilgi çekici veya uyumsuz olacaktır. http://img340.imageshack.us/img340/5167/blueyelliv2.gif 7. Alan genişliği kontrastı: Her rengin etkisi kapladığı alan kadardır. Ancak birden fazla renk söz konusu olduğunda hangisinden ne oranda kullanılacağı belirlenmelidir. Renkleri dengeye dayalı kullanmak amacıyla Gothe, renklere dikkat çekme özelliklerine göre ağırlık değeri vererek bazı rakamlar tahsis etmiştir. Sarı 9, Turuncu 8, Kırmızı 6, Mor 3, Mavi 4, Yeşil 6. Tüm renkleri kapsamamasına rağmen Gothe'nin değerleri benimsenmiş, bazı ressamlar bundan yola çıkarak bu rakamlar ile uyumlu alan ölçümlerini tekrar hesaplamışlardır. Sarı 3, Turuncu 4, Kırmızı 6, Mor 9, Mavi 8, Yeşil 6. Bu alan genişliği değerlerini kullanırsak denge için mor/sarı oranı 9/3 = 3/1 olmalı. Renk küresi: * Ekvator düzlemeinde Newton halkası: Kuzey Kutbunda parlak bir beyaz ve Güney kutbunda parlak bir Siyah bulunan bir küre düşünün. Kuzey ve Güney kutbunu bir birine bağlayan çizgi üzerinde tüm gri tonları bulunsun. Kürenin içini, orta eksene doğru doygunluğu azalan renkler doldursun. Ekvatorde saf renkler, kuzey'e doğru açık renkler, güney'e doğru koyu tonları içersin. Meridyenler üzerinde renklerin açık ve koyu tonları kaplamıştır. Ve işte renkleri oluşturma formülü. Renk küpü: Renk küpleri RGB teorisine göre yapılmış küplerdir. Başka bir ifade ile küp ile görünebilen tüm renkerli ifade etmek mümkün. Küpler RGB teorisinin görselleşmiş halinden başka bir şey değildir.XYZ eksenlerinde RGB değerleri belirli bir ölçek ile ifade edilince, en düşük değerden en yüksek değer kadar tüm renk tonlarını içeren küp şeklinde bir yapı ortaya çıkar. Bu küp üzerinde 0,0,0 noktasındaki renk siyah, 255, 255, 255 noktasındaki renk beyazdır. Diğer köşeler 3 birincil renk olan kırmızı, yeşil, mavi ve üç ikincil renk olan sarı, turkuaz ve majenta ranklerine aittir. Küpün yüzeyine yakın bölümle genellikle doygun renkleri, siyah ve beyaz köşe arasında çizilen küpün içinden geçen hayali diyagonal'a yakın eksen doymamış renkleri içerir. Küpün tam ortası ise gridir. W. Oswald'a göre, hangi renklerin hoşa gidip hangilerinin etkisiz veya rahatsız edici olduğunu deneyimle öğreniyoruz. Önemli olan bu etkinin nasıl belirlendiğidir. Doğada bulunduğumuz ortam sürekli bir dinamizm içindedir. Mevsimlerin değişmesi, doğadaki renklerin değişmesi ile kendini belli eder. İlkbahar kendini parlak ve aydınlık renkler ile takdim eder. Sarı beyaza en yakın renktir ve sarı-yeşil sarı rengini şiddetlendirir. Doğada doğurganlık mevsimi başlamıştır. Pembe, pastel mavi, sarı mor çiçekler menüsünü görmek mümkün. Sonbaharın renkleri ile ilkbaharın vaatleri gerçekleşir ve renkler en doygun ve en sıcak halleri ile kendini ortaya koyarlar. Kış, tam uyku zamanıdır. Renklerin duyguları aslında bizim duygularımızdır. Aşağıda bir kaç rengi teker teker gözden geçirdik. Kırmızının modülasyonu cennet ve cehennem arasındaki tüm tonları yansıtabilir. Kırmızı siyah üzerinde şiddet ve ateşi temsil ederken, beyaz üzerinde pembe manevi bir aşkın simgesidir. Turuncuya kayan bir kırmızı romantik bir serüvenin başlangıcı olabilir. Beyaz üzerinde kırmızı kan ve ölümü akla getirir. Yüzdeki kırmızılık utanma, kızgınlık ve ateşin belirtileridir. Yukarıda kullanılan kırmızının ağırlığı inkar edilemez, aşağıda kullanıldığı zaman ise yine ağırlığı ile fotoğrafı dengeler. Üç ana formdan kare, iki yatay ve iki dikey kenardan oluşan belirgin hudutları ve kenarları ile ağırlığı ve oturmuşluğu temsil eder. Kareyi kırmızı ile ifade etmek yerinde olur. Altın sarısı, maddenin en yüksek değerini ifade eder. Sarı bolluk, kutsallık, güneş ve zenginliğin simgesidir. Sarı parlaktır ama şeffaf değildir. Bazen karanlığın içinden çıkan ışık anlamında, aydınlığın simgesi olmuştur. Bu anlamda sarı, bilgi anlamına gelir. Ancak bu sarı içerisine gri ve siyah renk karıştırılırsa, yalan, ihanet, ve akılsızlık anlamına gelir. Sarı ister yukarıda ister aşağıda kullanılsın dengeyi, yukarıya doğru hareket ve hafifliği ifade eder. Üçgen, oturmuşluğu dengeyi, yukarıya doğru hareket ve hafiflik ile birlikte ifade eder. Üçgen aynı zamanda derin düşüncenin simgesidir. Bu özellikleri en iyi sarı yansıtır. Yeşil umudun ve doğanın rengidir. Doğurganlık ve huzur yeşilin anımsattığı diğer değerlerdir. Yeşil-sarı ilk baharın gençlik gücünü doruğunda gösterir. Maviye kayan bir yeşilde manevi manevi yaşam ötesi artmaktadır. Yeşil, rengine ve açıklık koyuluk derecesine göre çok çeşitli anlamlar ifade edebilir. Ayrıca kültürel/dinsel faktörler yeşil rengin algısında önemli rol oynar. Güneşli ve mavi bir gökyüzü sağlık ve canlılık fikirlerini uyandırır. Siyah üzerinde mavi, gece parlayan bir neon gibi canlıdır. Gece ve gündüz gökyüzü hep mavi ile özdeşleştirilir. Sualtında görünen denizin derin mavisi yükseklerde gördüğümüz mavi bizi heyecanlandırır. Fotoğrafın alt yarısında kullanılan mavi, ağır ve derin; üstte kullanılan ise hafiftir. Üstte kullanılan mavi özgürlüğün rengidir. Semavi ve göksel anlamlar için mavinin üstünlüğü tartışılmaz. Aynı mavi ile duvarlarımızı boyarsak hayal kırıklığı olur. Akşam mavisi hüznün rengidir. İnsan yüzünün mavi renk altında görünmesi ise hastalık ve ölüm düşüncelerini akla getirir. Dairenin oluşumunda bir nokta, merkezin etrafında eşit bir şekilde hareket eder. Dairenin ifade ettiği sonsuzluk ve bitmeyen yumuşak hareketlerdir. Bu kavramlara en yakın renk mavidir. Sanatçı renklere estetik açıdan ilgi duyar ve bilgilerin tümüne, ışığın fiziğine, boya pigmentlerinin kimyasına, dayanıklılığına, görmenin fizyolojisine, psikolojisine gereksinim duyar. Başlangıç için renklerin görsel, duygusal ve simgesel etkileri olduğunu, bunların nasıl belirlendiğini unutmamakta fayda vardır. Bugün renklerin nimetlerinden herkes yararlanabilir ama renk "sırlarını" her zaman gerçek hayranlarına saklayacaktır.
    1 puan
This leaderboard is set to Istanbul/GMT+03:00
×
×
  • Yeni Oluştur...