Jump to content

Liderlik Tablosu

Popüler İçerikler

12-04-2007 tarihinde, tüm alanlarda en yüksek itibara sahip içerik gösteriliyor

  1. Lovecraft’ın kuşkusuz en önemli eseri, August Derleth tarafından "Cthulhu Mythos" diye adlandırılan ve 1925-1935 yılları arasında yazdığı eserler serisidir. Lovecraft burada o kadar etkileyici yazmıştır ki, Lovecraft’ın eski yazmalara ya da efsanelere dayandığını hatta bunların gerçek olabileceğini söyleyen birçok kişi ortaya çıkmıştır. İşte burada Lovecraft, bir çılgın Arap Abdul Alhazred (zaten bu isim Arapça bile değil hem Abd-ül hem de Al var) tarafından yazılan “Necronomicon” isimli bir kitaptan sözetmekte , alıntılar yapmaktadır. Lovecraft’ın etkileyici sitili birçok kimsenin de bu kitabı gerçek zannetmesine yol açmıştır. Lovecraft’ın bile bu kitabı kendisinin uydurduğunu söylemesi bu kitabın gerçek olduğunu düşünenleri vazgeçirmemiştir. Bu kitaba inananlara göre bu kitabın ilginç bir öyküsü vardır. Öncelikle bu kitap öte alemlerin kapısını açan ve oradaki varlıkların evokasyonu için formüller barındıran en önemli kitaptır. Adının nereden geldiği bilinmez Necro Latince ölü demektir. Lovecraft’ın Latince-Yunanca kırması bir isim uydurduğunu söyleyebiliriz. Kitapta Kadim Varlıklar’dan söz edilir (The Old Ones). Bunalr eski zamanlardan kudretli varlıklardır. Hatta Lovecraft bir yerde bunların “varlomuş olduklarını, varolduklarını ve varolacaklarını” söylemiştir. Kitapta sık sık eski Mezopotamya tanrı/tanrıçalarını anımsatan formüller geçmekte ve bunların öte alemlerden varlıkları çağıracağı söylenmektedir. Piyasada bir çok uydurma Necronomicon olmasına rağmen bir çok kişiye göre böyle bir kitap olmuştur. Hatta John Dee ya da Nostradamus gibi kişilerin eline de geçmiştir. Lovecraft’a nasıl geldiği bilinmemekle birlikte, Lovecraft’ın yaptığı mutsuz evliliğin diğer kahramanı olan garip gazeteci Sonia Greene’in daha önce Aliester Corwley ile bir alakası olduğu ve kitabın bu vasıta ile geçtiği bile söylenmektedir. ImageNecronomicon’un varlığına inananlar, sekizinci yüzyılda Abdul Alhazred tarafından Şam’da yazılan Arapça aslının yok olduğunu ancak, 1487’de yapılan Latince tercümesinin Avrupa’da dolaştığını ve zamanının ünlü isimlerinin eline geçtiğini söylerler. BU kitabın İbranice’ye de tercümesi Nathan tarafından yapılmıştır. Nathan , 1666’da Sabatay Sevi mesihliğini ilan ettiğinde onun mesihliğine tanıklık etmiş kişidir. Lovecraft’ın eline ise 17. yy.'da yapılan bir tercüme geçmiştir. Necronomicon ile ilgili her şeyin hayal olduğunun söylenmesine karşın bu kadar inananın da olmasının bir nedeni vardır. Öncelikle Ortaçağlar boyunca, özellikle Babil (ya da o zamanlar bilinen adıyla Kalde) kaynaklı bu tür evokasyon kitaplarının varlığından söz edilmekteydi. Bunların çoğu da anlaşılamayan Arapça kitaplar olarak ortada dolaşmaktaydı. Yani birinin böyle bir kitap yazmış olması o kadar da inanılmayacak bir şey değildi. Hele Lovecraft’ın yazma stili ile birleşince. Demon isimleri ise bir dönem çok sık kullanılmış, büyü formüllerinde yer almıştır. Özellikle Eski Tanrı-Şeytan savaşı anlatan öykülerde bu motifler sıkça geçer. Bu gelenek, Ölü Deniz Yazmalarına http://www.gnoxis.com/forum/olu-deniz-yazmalari-t3723.html oradan da daha eski olarak Pers mitolojisine dayanır. Eski tanrıların ya da tanrıçaların Hırisityanlık sonrasında da demon isimleri olarak anılması sıkça rastlanan bir olaydır. Nitekim Necronomicon’da da böyle isimler geçmektedir. ImageAncak en önemli inanma motivasyonu kuşkusuz insanın bin yıllar boyu süren Doğa üzerinde egemenlik kurma ve büyü tutkusudur. Oysa atalarımızın dini olan, belki de insan doğasına en yakın sistem olan paganizmde Doğa ile uyumlanma söz konusudur. Bunun abartarak Doğa üzerinde egemenlik kurma tutkusuna dönüştürenler hep böyle bir arayışın içinde olmuşlar, binyıllar boyu ortalarda dolaşan “eski” kitaplar efsanelerinin yaratıcıları olmuşlardır. Sonuç olarak, varolmayan bir kitabın başarılı bir yazar tarafından hayal edilmesi ve bunun gerçek olduğuna inanaların yarattığı bir efsanedir Necronomicon. Ancak insanlığın hırslı arayışları içinde de önemli bir yer tutar. Har çağ kendi Necronomicon’unu üretir. Erdal Altunay'ın makalesinden alıntıdır
    1 puan
  2. bir yada birkaç kişinin aynı anda yapması gereken bir uygulama bu deneyenler başarılı olduklarını söylüyor.. Lütfen (burada kim için okunuyorsa onun ismi) bolluk ve rahat bir kazanc ıcınde sevınsın..Şımdı ve yasamının son gunlerıne kadar gumusten pırıl pırıl bır dere yasamın aksın..Ona nese ve mutluluk getırsın..Dokundugu hersey altın olsun ve her bır gırısımı tehlıkesız ve tumuyle zararsız olarak basarıyla taclansın..Isteklerının herbırını yasamda kaldıgı uzun zaman ıcın..tatmın edın..Yasam ona tum ıyılıklerını tanıtsın..Yasam ona ınancımızın tatlı meyvelerını sunsun..Yasam ona buyuk zevklerı tadabılmesı ve bunları son gunlerıne dek yasayabılmesı ıcın bagıslarda bulunsun..Cunku o yolunun uzerındekı herkesle paylasan herkese yardım eden ve bu davranısıyla kendıne verılen sansa layık, erdemlı bır kısıdır..Su andan ıtıbaren ona ıstedıgı tum hoslukları tanıtın cunku o su ozdegısın ateslı bır taraftarıdır; '' Benzerlerıme yapabılecegım bır ıyılık varsa lutfen bunu hemen gerceklestıreyım,cunku bu yoldan yalnızca bırkez gececegım.. umuyorum ısınıze yarar bu notlarda buyulu para ezgısı olarak gecıyor ve bunu talıh oyunlarında kullanılması onerılıyor..
    1 puan
  3. En sevdiğim şairlerdendir biyografisini link olarak verip şiirlerine yer vermek istedim..... HAYATI FARZET HİÇ AYRILMADIK Farzet hiç ayrılmadık Gözümde tütüyor Gözümü tütsülüyorsun hala Hep birlikteyiz sanki Seninle ben ve DÜNYA HERŞEY SENDE GİZLİ Yerin seni çektiği kadar ağırsın Kanatların çırpındığı kadar hafif.. Kalbinin attığı kadar canlısın Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç... Sevdiklerin kadar iyisin Nefret ettiklerin kadar kötü.. Ne renk olursa olsun kaşın gözün Karşındakinin gördüğüdür rengin.. Yaşadıklarını kar sayma: Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; Ne kadar yaşarsan yaşa, Sevdiğin kadardır ömrün.. Gülebildiğin kadar mutlusun Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin Sakın bitti sanma her şeyi, Sevdiğin kadar sevileceksin. Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın Bir gün yalan söyleyeceksen eğer Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın. Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak. Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü. Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.. İşte budur hayat! İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun Çiçek sulandığı kadar güzeldir Kuşlar ötebildiği kadar sevimli Bebek ağladığı kadar bebektir Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren, Sevdiğin kadar sevilirsin... KİBRİT ÇAKIYORSUN KARANLIKTA Kibrit çakıyorsun karanlıkta badem çiçeklerini görmek için Ve mart denizlerinde tedirgin bir çift sarnıç gemisi gözlerin Bir iş açacaksın sen başımıza yangın mı olur artık, bahar mı? POETİKA Yalnızlığı sevmiyorum Yalnız kim ola ki Kendim... Kendimin kendini sevmiyorum Kediler hariç... Kahve ocakçısı olacaktım ben Tuttum kavlimi Yazdıklarımsa hep nafile Hep nişanlı angaje ısloganlı Can, diyorlar, bir kahve yap şu dümenin ağzına Kallavi olsun! Bende yoksa kahve, yemişçiden tedariklenip Ve cezveyi ateşe sürüp, üstüne yemeni, şekerini Taşırmadan pişiriyorum Biliyorum, bilmez miyim bu kahve ocağınnan Ocağımızı bucağımızı Isıtamayacağımı! İşte onun içinde de içim titreyerek Cezvenizi sürüyorum ateşe ÖZLEDİM SENİ.. özledim seni... ayrılık yüreğimi uyuşturuyor karıncalandırıyor nicedir. beynimi uyuşturuyor özlemin... çok sık birlikte olmasak bile benimle olduğunu bilmenin bunca zamandır içimi ısıttığını yeni yeni anlıyorum Yokluğun, Hatırladıkça yüreğime saplanan bir sizi olmaktan çıkıp mütemadiyen bir boşluğa Sabahları seni okşayarak başlamaları aksamları her isi bir kenara koyup seninle baş başa konuşmaları özlüyorum; oynaşmalarımızı, yürüyüşlerimizi, sevimli haşarılığını, çocuksu küskünlüğünü... Nasılda serttin başkalarına karşı beni savunurken; ve ne kadar yumuşak bir çift kısık gözle kendini ellerimin okşayışına bırakırken Gitmeni asla istemediğim halde buna mecbur olduğunu görmek ve sana bunları söylemeden ''git artık'' demek ''beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk kavuşacaksın mutluluğa'' demek sana nede zor seni görmemek ve belki yıllar sonra karsılaştığımızda bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden... yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek.... SEVGİ DUVARI sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi dilimizde akşamdan kalma bir küfür salonlar piyasalar sanat sevicileri derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni yakanda bir amonyak çiçeği yalnızlığım benim sidikli kontesim ne kadar rezil olursak o kadar iyi kumkapı meyhanelerine dadandık önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi aramızda görevliler ekipler hızır paşalar sabahları açıklarda bulurlardı leşimi öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri çöpçülerin elleriyle okşardın beni yalnızlığım benim süpürge saçlım ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi baktım gökte bir kırmızı bir uçak bol çelik bol yıldız bol insan bir gece sevgi duvarını aştık düştüğüm yer öyle açık seçik ki başucumda bir sen varsın bir de evren saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi yalnızlığım benim çoğul türkülerim ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi ŞEY GİBİ Fethi Naci'ye Şey gibi herbişeyim yahu Satır yazamıyorum Sanki kendimle değil Dünyayla ölüyorum Bağırsam bağırsam bağırsam Bağırdığımı duymuyorum Tek bir musluk var açık Onunla akıyorum İstemeden istemeden istemeden İstiyereeeek Ah sen ölüm denen topal köfte Buluştuk bak cenabette İçim rakı dışım su Bu mahmur cinayette Çocuklar çocuklar çocuklar Sizlen doğmamış mıydık biz birlikte AKDENİZ YARAŞIYOR SANA Akdeniz yaraşıyor sana Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında Hiç dinmiyor motorların gürültüsü Köpekler havlıyor uzaktan Demin bir çocuk havladı Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir Denizi tokmaklıyor balıkçılar Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak O sesinin sardunyalar gibi konuşkan sessizliği Hayatta yattık dün gece Üstümüzde meltem Kekik kokuyor ellerim hala Senle yatmadım sanki Dağları dolaştım Ben senden öğrendim deniz yazmayı Elimden düşmüyor mavi kalem Bir tirandil çıkar gibi sefere Okula gidiyor öğretmenim Ben de ardından açılıyorum Bir poyraz çizip deftere Bir ada var sırf ebabil Dönüyor dönüyor başımda Senle yaşadığım günler Gümüş bir çevre oldu ömrüm Değince güneşine Neden sonra buldum o kaçakçı mağarasını Gözlerim kamaşınca senden Ölüm belki sularından kaçırdığım O loş suda yıkanmaktır Durdukça yosundan yeşil Kulaç attıkça mavi Ben düzde sanırdım yıkıntım Örenim alkolik asarım Mutun doruğundaymışım meğer Senle çıkınca anladım Eski Yunan atları var hani Yeleleri bükümlü Gün inerken de öyle Ağaçtan izdüşümleriyle Yürüyor Balan tepeleri Yürüyor bölük bölük can Toplu bir güzelliğe doğru Kadınım Yaraşıyorsun sen Akdenize Aslında Can baba'nın "vecizelerini" de paylaşmak isterdim ama (ben dahil) sitedeki kimsenin küfürlü ve argo konuşmaya onun kadar sıcak bakmadığı kesin Küfür işçi sınıfının ağzının süsüdür dediği aklımda kalmış konuşma tarzıyla ilgili ilginç bir kişilikti huzur içinde yatsın.....
    1 puan
  4. suya çevirirdim cambazın ustunde iice baskı yapsın
    1 puan
  5. tuttu tuttu valla tuttu bu kabizlikla ole olcak mustehak bana!! alttaki okula gidicek...
    1 puan
  6. Zaten sadece gündüz bi iki saat uyuyorum çalmayın şu zili yaaa
    1 puan
  7. hexagram hex gramma (a joker) - "büyücü nine" hara gömsek (ö joker ve x=ks) - binlerce yıl sonra arkeologlar kazsa, bulsa, sevinse. mesih karga (i joker ve x=ks) - hex, esmerce miydin sen? argX ahmer (r joker ve x romen rakamı ile 10) - ışık saçan ay. yakıştı valla. X gram ateh (t joker ve x romen rakamı ile 10) - o kadar ders çalışmak etkiler tabii...
    1 puan
  8. Yalancı aşk kosularının yorgunluğunda Kendinden kendine yol alan Kaç merhamet gecesi geçti Nefesinden tutku rengine boyadığın Aşk vadisi çarşafında Kırmızıyı siyah umutsuzlukla örtüp Kaç yalnız gece yasadın söyle Dök içini şimdi İstersen sevilmeye Özlemini anlat Sevsem de yeter yalanlarında İstersen avuntularını tek tek anlat Aslında kendini kandıramadığın her an için Yeni bir yalan söyle Aldatılmanın ya da terkedilmenin dikenlerini anlat Nasıl kanatır sinsi sinsi ruhunu Ve kocaman yalanların üretimi Duygusuz sevişme seanslarında O aslında hiç arzulamadığın dokunuşlarda Nasıl da büyür yüreğindeki yangın anlat Dök içini korkmadan `Yarınlar çok güzel olacak` de `Hiç umarsamıyorum olanları` de ya da Hergün döktüğün gözyaşlarını saklarken İstersen ne kadar güçlü olduğunu anlat İçindeki kırık dökük binlerce kelimeyle Dök içini durmaksızın Seni sana anlatacak birinin özlemindeyken Korkularını kelimelerine gömmenin telaşıyla Tıka kulaklarını seni anlatan sözlere Durmaksızın konuş istersen Ve sonra istediğin kadar sus Yalancı gülmelerin seni kandıramayıncaya Seni avutamayıncaya dek mühürle dudaklarını
    1 puan
  9. tuttu. tuttufurutti seyretmemiş olamaz
    1 puan
  10. Simya yaygın biçimde, temelsiz boş inanç ya da en iyimser gözle kimya biliminin gelişmesinden önceki ilginç bir geçiş dönemi olarak görülmektedir. Simyanın, Aquinos’lu Thomas, Isaac Newton, Robert Boyle gibi insanlarca da ciddiye alınmış olduğu ve simya ile Ortaçağ felsefesi ve dini arasında önemli bağlar bulunduğu çok az bilinir. Simyacı, altın üretmeye çalışan bir kimse olarak tanınmaktadır. Elbette bu işle uğraşan birçok kimse vardı. Fakat onlar kadar, yüksek düşünceli ve zeki başka insanlar da vardı ki, altın elde etmek için uyguladıkları kimyasal işlemler aslında simgeseldi ve amaçlanan sonuç altın elde etmek değil, ‘Filozof Taşı’nın keşfedilmesi idi. Sanat’ın tüm sırrını kapsayan bu gizemli “taş” bir yandan onların çalışmalarının bir ürünü, öte yandan da, varlığı olmaksızın simyanın da var olamayacağı, Tanrı’nın bir armağanıydı. Hem bir ruhu vardı hem de ruh’un kendisi olarak kabul ediliyordu. Onu araştırırken simyacı, maddenin içinde gizlenmiş olduğuna inandığı ruhu özgürleştirmek çabasındaydı ve böyle yaparak, bir bakıma ruh ile fiziksel gerçeklik arasındaki köprüyü kuruyordu. 15. yüzyılda bir yazar şöyle diyor: "Sadece felsefe taşını yapmayı bilen kişi onunla ilgili sözlerin anlamını bilir." Bu taş maddeyi altına çevirebilmekte ve bundan elde edilen iksir ile insan ölümsüzlüğe kavuşabilmektedir. Simyada ulaşılan bu son noktaya giden yol “Ars Magna ”[1] olarak adlandırılmaktadır. Metallerdeki hastalığın, kirin yok edilip altının ortaya çıkarılması gibi, uzun bir süreçten sonra da insandaki tanrısal töz açığa çıkabilir ve kişi iyi için çalışabilir. Ars Magna, bu açıdan insan için de kullanılabilir, bu anlamı ile inisiyasyonu da temsil etmektedir. Ars Magna ile insan Tanrı ile birleşebilmekte, kendini maddeye bağlayan bağlardan kurtulabilmektedir. Bu bağlamda “Felsefe Taşı” da mutlak olana, tanrısal töze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Aynı şekilde iksiri içip ölümsüzlüğe kavuşmak da ruhun ölümsüz olduğunu anlamak anlamına gelmektedir. Öyleyse kendi içindeki Tanrısal özü bulmak isteyen kişi, tıpkı maddenin saflaştırılması gibi, kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan, içindeki “Felsefe Taşı”na ulaşmalıdır. Simyada kullanılan yöntemler ezoterik olarak inisiyasyonu da bu anlamı ile temsil etmektedir. Simyacılar eski düşünceye bağlı kalarak Ateş, Toprak, Su, Hava olmak üzere dört elementin varlığını kabul etmişlerdir. Bu elementler bildiğimiz anlamlarından öte bazı özellikleri temsil etmektedirler. Simyaya göre görünen iki element, Toprak ve Su, içlerinde görünmeyen iki elementi de barındırmaktadırlar: Ateş ve Hava. Bunun dışında, bazı simyacılara göre beşinci bir element daha vardır ki bu da Ether’dir. Ether beden ile ruh arasında da aracılık görevi görmektedir. Simyada Platon döngüsü denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir de dönüşüm vardır. Ateş Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu şekilde sürmektedir. Ateş; tarih boyunca ilahi gücün sembolü görülmüştür. Herakleitos’a göre her şey ateşten gelmiştir ve ateşe dönecektir. Ateş dönüşüm aracıdır. Dolayısıyla diğer elementler arasında bir aracı görevi görür. Ateşin rengi kırmızıdır ve erkeklik unsuru içerir. Ateş ışık verdiği için aydınlığı simgeler. Ateş yakıcı olduğu için azap verici rolü de olmuştur. Yıkıcı ve tahrip edici yan da vardır. Dolayısıyla sembolik olarak arınmak ve aydınlanmak ile ifade edilen yüksek bir yanı olduğu gibi ayrıca ihtirasları, azabı ve yıkıcılığı simgeleyen aşağılık bir yanı da vardır. Yüksek unsurunu güneş simgeler ve aşağı unsurunu Mars gezegeni simgeler. Ayrıca insanın ilahi pırıltısını simgeler. Su, ateşe zıttır. Dişi unsuru içerir. Yansıma gücünden dolayı kadimler onu bilgeliğin simgesi olarak görmüşlerdir. Diğer özellikleri soğukluk, gizlilik ve uykudur. Ateş şuuru ve su şuur altını simgeler. Ateş gündüzün hakimi Güneş’i içerir, su ise gecenin hakimi Ay’ı içerir. Su değişkendir ve etrafındaki tesirlerin özümseyerek sergiler. Dolayısıyla hayat verici de olabilir, zehirleyici de. Temizleyici de olabilir, kirletici de. Ancak saf hali ile sadece hayat verici ve arındırıcıdır. Hava; ateş ve suyun unsurlarını içerir. Hava simgesi ortasından çizgi geçen eşit kenar üçgendir. Hava kendi başına bir elementtir ve nötr prensibi içerir. Hava hareketli ve incedir. Genel olarak zihni temsil eder ve mental alemi simgeler. Toprak; bazı görüşlere göre gerçek bir element değildir ve diğer üç elementin karışımından meydana gelmiştir. Ancak, tradisyona uygun olarak elementlere dahil edilmektedir. Toprak maddi varlığın temelidir ve pratiktir. Toprak bereketi ve kazancı simgeler. Simyada bir önemli ayrım da dişil/eril ya da dişi/erkek ayırımıdır. Bazı simyacılar İlk Çağdaki bir düşünceyi savunmuşlar ve Tanrı’nın yaradılıştan önce hermafrodit olduğunu ve yaradılışla birlikle erkek ve dişi olarak ayrıldığını iddia etmişlerdir. Buna göre Güneş eril, dünya dişildir. Aslında dişil özellik en çok Ay ile kendini belli etmektedir. Simyadaki bir başka düalite de macrocosmos/microcosmos’dur. Bu ikisi arasındaki benzerlik de daha önce gördüğümüz gibi ifadesini zümrüt tabletlerde bulmuştur. Bir başka görüş de insanın doğuşunun evrenin doğuşuna benzediği yönündedir. Simyadaki bir önemli kavram da düalitenin yanında üçlemedir. Ünlü simyacılardan Robert Fludd “Üç dünya vardır: arketipler dünyası, macrocosmos ve microcosmos; yani, Tanrı, Doğa ve İnsan. ” demektedir. Bu üçleme elementlerde de karşımıza çıkmaktadır. Nasıl Tanrı’da bir üçleme var ise insanda da ruh, can, beden olarak üçleme vardır. Bunun elementler dünyasına yansıması ise, Kükürt, Tuz ve Cıva şeklindedir. Burada anlaşılması gereken bildiğimiz anlamda kükürt, cıva ve tuz olmamakta, ancak bunların temsil ettiği prensipler olmaktadır. Aslında kükürt ve cıva iki karşıt prensip olup aralarında tuz ortayı temsil etmektedir. Kükürt aktif olanı temsil etmekte olup erildir. Cıva ise tam tersi olarak pasif olanı temsil etmekte olup dişildir. Tuz ise ikisini arasında bir bileşim olup, gövdeyle ruhun bağlanması gibi bağlayıcı bir görev yapmaktadır. Simyacılara göre: kırmızı iksir adi metalleri altına dönüştürür. Beyaz iksir adi metalleri gümüşe dönüştürür. “Elixir Vitae” ise, bitkilere ve hayvanlara uygulanır, yaşamı yoğunlaştırır, uzatır ve genişletir. Bazı simya metinlerine göre de, Materia Prima içinde Cıva ile belirtilen pasif prensiple, Kükürt ile belirtilen aktif prensip, yumurtanın içinde etkileşime girerler. Daha sonra bunların ölümü ile “Bilge Cıvası” doğar. Bu siyah olandır. Bu yine mükemmel bir metal değildir, ancak bu da bir aşamadır. Daha sonraki aşamada ise beyaz olan açığa çıkar. “Albedo” diye adlandırılan bu beyazlık aşamasında “Rosa Alba”[2] ortaya çıkar. Bu aşamanın sonucu kırmızı olan “Bilge Kükürdü” ile tamamlanır. Son aşama ise “Kırmızı Kükürt” ile “Beyaz Cıva”nın birleşimidir. Bu kutsal birleşme sonucu Felsefe Taşı ortaya çıkar. Simyanın pratiğine de baktığımızda ezoterik yön açığa çıkmaktadır. Bu aşamalar aslında adayın inisiyasyon yolunda kat ettiği mesafedir. Şimdi bu aşamaları, simya yöntemiyle yorumlamaya çalışalım: Birinci aşamada haricinin içeriye alındığı tefekkür hücresi siyahtır. Tıpkı simyadaki kara yapıt gibi. Harici burada yeni bir hayata girmektedir. Harici hamdır, rafine edilmemiştir, yontulmamıştır. İçeriye alındığı andan itibaren çürüme başlamıştır. Değişim başlamıştır. Maddenin özü ölmektedir. İkinci aşamada Nur’a kavuşmaktadır. Bu simyadaki beyazdır. Değersiz bir metal altın olma sürecine girmiştir. Yani saflaştırma başlamıştır. Yer altı dünyası denilen kendi benliği içerisinde yol almakta ve kendini tanımaktadır. Tüm boş inançlardan ve bağnazlıklardan uzaklaşmıştır. Özündeki kötülükleri ve iyilikleri ortaya çıkarmaktadır. Bencillikten uzaklaşmaya başlamıştır. Öldürülen maddenin yerine, yeni bir elementin katılması söz konusudur. Madde, yeni kimliğini kazanmaya hazırdır. Üçüncü aşama felsefe taşının ele geçirilerek kırmızı yapıta ulaşılmasıdır. Simyacı için amaç felsefe taşını elde etmektir. Ancak bunu elde edebilmesi uzun ve zahmetli bir iştir. Simyacı uzun proseslerden geçireceği “İlk Madde”sini dikkatli seçmek zorundadır. Latince “Materia Prima” diye adlandırılan ilk madde çalışmanın başarıya ulaşabilmesi için çok büyük önem taşımaktadır. Pratik simyada genelde uçucu ve hareketli olarak cıvaya karşılık gelen ilk madde, ezoterik olarak da çırağı, inisiyasyona alınacak, mükemmel olmayan, kişiyi temsil etmektedir. Simyacı kendi laboratuarını da kendi kurmak zorundadır. Aletlerini kendi temin etmeli ve laboratuarını bütün gözlerden uzak bir yerde oluşturmalıdır. İlk madde ile uygun zamanda çalışmaya başladıktan sonra, gelen aşama hasta olan metalin temizlenmesi, arınması işlemidir. Bunun için “ignis innaturalis”[3] gerekmektedir. Bu elleri ıslatmayan su ya da alevsiz yanan ateş diye açıklanmaktadır. Bütün bunlar hazırlanıp uygun şekilde hazırlandıktan sonra hermetik olarak kapatılmış bir kap içine, ya da yaygın adı ile “Filozofik Yumurta”nın içine konduktan sonra, tıpkı kuluçkada olduğu gibi burada sabit bir sıcaklıkta beklemek üzere, “Athanor” adı verilen fırının içine konur. Yumurta aynı zamanda yaradılışın da bir sembolüdür. Burada da görüldüğü gibi pratik simya ile ezoterik simya arasında büyük bir paralellik vardır. Adayın yetişebilmesi için, içinde yakmayan bir ateş olması gerekmektedir. Hermetik kap ise dış etkilerden uzaklaşmayı temsil etmektedir. Yumurta sembolizmi ise zaten adayın yeniden dünyaya geleceğini göstermektedir. Notlar: [1] Büyük/ulu Sanat [2] Beyaz gül [3] Gizli ateş. Derleyen Bülent Şenocak Alıntıdır.(hermetics org)
    1 puan
  11. olsun ya kadının sesi yeter
    1 puan
  12. merhaba arkadaşlar türkiyede cadılıkla ilgili bir kaç yanlış anlamayı düzeltmek istiyorum , cadılık gösterişten uzak olmak doğaya yakınlaşmak felsefesinini temel alır yani sadelik amaçtır insanlara (habersizce) belli methodlarla yardım etmektir ve cadı olunmaz özellikle türkiyede veraset yoluyla anneaneden toruna şekliyle ulaşır ve bilgi vermek yasaktır her iyilik habersizce yapılmalıdır cadı olabilmek için aile tarafından içinizdeki tüm hırs kıskançlık vb.duygulardan arınarak eğitim görürsünüz . bu sıfatlar bluğ çağını geçen özellikle bayanlara sunulur. umarım yardımcı olabilmişimdir
    1 puan
This leaderboard is set to Istanbul/GMT+03:00
×
×
  • Yeni Oluştur...