Liderlik Tablosu
Popüler İçerikler
01-04-2008 tarihinde, tüm alanlarda en yüksek itibara sahip içerik gösteriliyor
-
Boris Spassky'ye Açık Mektup - Ayn Rand - 1974 Sayın Yoldaş Spassky: Bobby Fischer ile yapmakta olduğunuz dünya satranç şampiyonluğu maçını büyük bir ilgi ile izliyorum. Satranç meraklısı değilim ve hatta oynamam da ve oyunun sadece temel kurallarını biliyorum. Ben mesleği romancı-felsefeci olan birisiyim. Fakat televizyonda hamle hamle yeniden verilen bir oyununuzu izledim ve onları bir satranç oyuncusunun ihtiyaç duyduğu müthiş düşünce ve planlama karmaşıklığının gerçek bir ispatı olarak gördüm. Bu bir satranç oyuncusunun kaç şeyi aklında tutması gerektiğinin ,kaç şeyi entegre etmesi gerektiğinin,ne kadar ileriyi görmesi ve planlaması gerektiğinin bir ispatıydı. Sizin ve rakibinizin sıradışı bir entellektüel kapasiteye sahip olması aşikardı. Sonra ,oyunun kendisinin ve oyuncuların zihni marifetinin onların uğraştıkları realitenin metafiziksel mutlaklığı sayesinde mümkün olduğunu fark ederek sarsıldım. Oyuna Kimlik Kanunu ve onun sonucu olan Nedensellik Kanunu hakimdir. Her şey olduğu gibidir: bir vezir bir vezirdir, bir fil bir fildir,ve her birinin yapabileceği hareketler onların niteliğiyle belirlenir: bir vezir doğrusal ya da diyagonal herhangi bir açık çizgide ilerler,bir piyon ilerleyemez;bir kale satranç tahtasının bir kenarından diğerine ilerler,bir piyon ilerleyemez,vs. Onların kimlikleri ve hareketlerinin kuralları sabittir - ve bu durum oyuncuların aklının karmaşık,uzun vadeli bir strateji geliştirmesini mümkün kılar,bu nedenle oyun sadece kişinin (ve rakibinin) marifetine bağlıdır. Bu durum beni size sormam gereken bazı sorulara götürdü. 1. İki saatlik beyin çatlatan bir emekten sonra - rakibinizi köşeye sıkıştırdığınız - kritik bir anda,bilinmeyen,keyfi bir kuvvet aniden diyelim rakibinizin filinin vezir gibi oynamasını sağlayacak şekilde oyunun kurallarını rakibinizin lehine değiştirmiş olsa,oynayabilir miydiniz? Oynayamaz mıydınız? Ancak gerçek hayatta,bu sizin ülkenizin kanunudur ve bu oynamak için değil, fakat yaşamak için sizin ülkenizin vatandaşlarının içinde bulunduğu durumdur. 2. Satrancın kuralları diyalektik bir realiteye uygun olacak şekilde zıtların bir araya gelebileceği şekilde yenilense,böylece kritik bir anda sizin veziriniz Beyaz'dan Siyah'a dönüp,rakibinizin veziri olsa ve sonra da her ikinize de ait olan Gri'ye dönse,oynayabilir miydiniz, oynayamaz mıydınız? Ancak gerçek dünyada,bu sizin vatandaşlarınızın kabul etmesi,içselleştirmesi ve onlarla yaşaması öğretilen realite görüşüdür. 3. Bir ekip halinde oynamak zorunda olsanız - yani kendi başına düşünmeniz ve oynamanız yasaklansa ve bir grup tavsiyeci ile değil fakat her hareketinizi oylamayla belirleyen bir takım ile birlikte oynamak zorunda olsanız- oynayabilir miydiniz? Bir şampiyon olarak takım içindeki en iyi beyin siz olacağınızdan,takımı sizin stratejinizin en iyi olduğuna ikna etmek için ne kadar çaba ve zaman harcamak zorunda kalırdınız? Başarmanız mümkün olur muydu? Eğer bazı faydacı,sadece içinde bulunduğu anı düşünen zihniyetler rakibinizin atını sizin üç hamle sonra şah mat olmanıza yol açma pahasına alsa ne yapardınız ? Devam edebilir miydiniz ? Ancak gerçek dünyada ,bu sizin ülkenizin teorik idealidir,ve bu ülkenizin (bir gün) bilimsel çalışma,sanayi üretimi ve insanoğlunun hayatta kalması için gereken herhangi bir diğer aktiviteyle uğraşmada önerdiği metottur. 4. Hantal bir takım çalışma mekanizması söz konusu olsa ve hareketleriniz basitçe arkanızda duran - hiçbir şeyi açıklamayan veya tartışmayan,tek argümanı ve niteliği silahı olan bir kişi - tarafından sırtınıza dayalı bir silahla size dikte ettirilse,oynayabilir miydiniz? Oyuna devam etmeyi bir tarafa bırakın,başlayabilir miydiniz? Ancak gerçek dünyada,bu sizin ülkenizde insanların yaşadığı (ve öldüğü) uygulamadaki politikadır. 5. Oyunun kuralları farklılaştırılsa ve siz "proletaryacı" kurallarla oynarken rakibinizin "burjuva" kurallarla oynadığı,bir uluslararası Satranç Federasyonu profesyonel anlayış,ilgi ve yaklaşımından hoşlanır mıydınız,bu şartlarda oynayabilir miydiniz ? Böyle bir "çok kurallı" sistemin çoklu mantıkçılıktan daha saçma olduğunu mu söylerdiniz? Ancak gerçek dünyada, sizin ülkeniz diğer ülkelerin "burjuva" mantığı veya "Aryan" mantığı , ya da "üçüncü dünya" mantığı vs. izlediklerini iddia ederken kendisinin "proletarya" mantığı izlediğini ve küresel uyum ve anlayış peşinde koştuğunu ifade etmektedir. 6. Oyunun kuralları bir istisna ile bugünkü gibi kalsa,yani (kitleleri temsil ettikleri için) piyonlar daha etkili taşları (bireyleri) kurban verme pahasına korunmaları gereken en değerli ve en harcanamaz taşlar olarak ilan edilse,oynayabilir miydiniz ? Bu sorunun cevabının berabere olduğunu iddia edebilirsiniz,çünkü bu tür bir ahlak kuralını kabul eden sadece sizin ülkeniz değil tüm gerçek dünyadır. 7. Oyunun kuralları aynı kalsa fakat eşitlikçi prensibe uygun olarak ödüllerin dağıtımı değiştirilse,yani ödüller,onur ve ünvan,kazanana değil fakat kaybedene verilse,kazanmak bir bencillik belirtisi olarak kabul edilse ve kazanan,üstün bir zekaya sahip olması nedeniyle diğerlerine şans tanımak için bir yıl oyundan men etme cezasıyla cezalandırılsa,oyunu oynamaya dahi tenezzül eder miydiniz ? Siz ve rakibiniz kazanmak için değil fakat kaybetmek için oynamaya çalışır mıydı? Bu sizin aklınızı nasıl etkilerdi? Bana cevap vermek zorunda değilsiniz,Yoldaş. Konuşma ve hatta bu gibi soruları düşünme özgürlüğüne dahi sahip değilsiniz ve ben de zaten cevapları biliyorum. Hayır,yukarıdaki şartların hiçbirirnin altında oyunu oynayamazsınız. Satranç dünyasına kaçmış olmanız bu tip olaylardan kaçmak içindir. Evet, Yoldaş,satranç bir kaçıştır,realiteden bir kaçıştır. Satranç, yaşamaktan korkan ortalamanın üstünde zekaya sahip olan,fakat aklını meşgalesiz tutamayan ve onu gerçek olmayan bir şeye adamış olan ve böylece reddetmiş olduğu canlı dünyayı anlaşılması çok güç olduğu için başkalarına teslim etmiş bir insan için bir "çıkıştır." Bir "uydurma oyun"dur. Lütfen bunu bu tip oyunlara karşı olduğum şeklinde algılamayın: oyunlar insanın hayatında önemli bir yere sahiptir,gerekli olan dinlenmeyi sağlarlar ve satranç sürekli amaca yönelik çalışma baskısı altındaki insanlar için bu işi görür. Ayrıca, -spor yarışmaları gibi- bazı oyunlar bazı insan hünerlerinin bir mükemmellik seviyesine ulaştığını görme fırsatı sunar. Fakat,gerçek dünyada tekerlekli sandalye ile dolaşan bir dünya koşu şampiyonu hakkında ne düşünürsünüz? Ya da dört ayağı üzerinde emekleyen bir yüksek atlamacı hakkında? Siz satranç profesyonelleri insan marifetlerinin en üstünü olan entelektüel gücün ifadesi olarak algılanmaktasınız- ancak bu güç altmış-dört kareli satranç tahtasının sınırları ötesinde sizi terk eder ve aklı karışık, endişeli ve ilgisi dağılmış halde bırakır. Çünkü siz bilirsiniz,satranç tahtası bir eğitim alanı değil,gerçeğin yerine konan bir şeydir. Yetenekli,erken gelişmiş bir genç kendini dünya karşısında sersemlemiş halde bulur: onun anlayamadığı insanlardır,onu korkutan insanların anlaşılmaz,çelişkili,dağınık davranışlarıdır. Doğru teşhis ettiği,fakat mücadele etmeyi tercih etmediği düşman insan irrasyonelliğidir. Aklının takdir edileceği bir sığınak arayarak geri çekilir,pes eder ve kaçar- ve satranç bubi tuzağına düşer. Siz satranç profesyonelleri özel bir dünyada yaşıyorsunuz; emniyetli,korunan,düzenli bir dünyada. Bu dünyada varoluşun tüm önemli ve temel prensipleri öylesine açık ve sağlam yerleşmiştir ve uyulmaktadır ki onların farkında olmak zorunda bile değilsiniz.(Bunlar benim yedi sorumdaki prensiplerdir.)Bu prensiplerin oyununuz için ön şartlar olduğunu bilmezsiniz - ve siz onlarla karşılaştığınızda,realitede onları veya onların ihlallerini tanımak zorunda değilsiniz. Sizin dünyanızda,onlar hakkında endişelenmek zorunda değilsiniz,tek yapmanız gereken şey düşünmedir. Düşünme işlemi insanoğlunun asıl hayatta kalma yoludur. Bu işlemi başarılı bir şekilde gerçekleştirmenin hazzı -kişinin kendi aklının faydasını yaşaması- insan için varolan hazların en önemlisidir, ve bu ister büyük,ister küçük herhangi bir zeka seviyesindeki insanların en derin ihtiyaçlarıdır.Bu nedenle, sizi satranca çeken şeyin ne olduğu anlaşılabilir: tüm gereksiz engellerden arınmış ve aklınızın gücünün muzafferane kullanımı dışında hiçbir şeyin önemli olmadığı bir dünya bulduğunuza inanıyorsunuz.Fakat bunu buldunuz mu Yoldaş? Aritmetiğin aksine,satranç zihinsel çabanın temel eğilimi olan soyutluğu temsil etmez; onun zıddını temsil eder:zihinsel çabayı bir takım somut şeyler üzerinde odaklar ve bir aklın başka hiçbir şeye yeri kalmayacak şekilde karmaşık hesaplamalar yapmasını talep eder. Bir hareket ve mücadele illüzyonu yaratma yoluyla, satranç profesyonel oyuncunun aklını hayata karşı kritik olmayan,önem vermeyen bir pasifliğe indirger. Satranç,entelektüel çabanın motorunu yani "Ne için?" sorusunu ortadan kaldırır ve bir ölçüde korkutucu bir şey bırakır:amacından soyutlanmış entelektüel çaba. Eğer -psikolojik veya varoluşsal nitelikteki belli sayıda sebepten dolayı-bir insan gerçek hayatın kendisine kapalı olduğuna,başaracak veya peşinde koşacak hiçbir şeye sahip olmadığına, hiçbir hareketin mümkün olmadığına inanmaya başlarsa,bu durumda satranç onun panzehiri olur, yani buna tamamen inanmayı ve hareketsiz durmayı reddeden kendi asi zihnini uyuşturma metodu olur. Yoldaş, satrancın sizin ülkenizde şu an ki rejimden önce ve sonra her zaman bu kadar popüler olmasının ve neden çok sayıda Amerikalı satranç ustasının olmamasının sebebi işte budur. Gördüğünüz gibi,bu ülkede insanlar hala hareket özgürlüğüne sahiptir. Sizin ülkenizin liderleri bu şampiyonluk maçını bir ideolojik konu, Rusya ve Amerika arasında bir yarış olarak ilan ettiği için Bobby'nin kazanmasını istiyorum, tüm arkadaşlarımda böyle. Bu maçın ülkemizde beklenmeyen bir ilgi uyandırmasının sebebi Amerikan halkının,sizin ülkenizin saldırı,kışkırtma ve holigan küstahlık politikasına ve kendi hükümetimizin aşırı hoşgörülü ve aşırı nazik sabrına olan uzun süreli kızgınlığının ve öfkesinin sonucudur. Hepimiz yüzsüz,isimsiz kollektif yığınlar arasındaki (bize bir iyi-kötü mücadelesi yapan iki şövalyenin ortaçağ mücadelesine çok benzer gibi görünen) küresel çatışmalardan yorgun ve bıkkın olduğumuzdan,ülkemizde Sovyet Rusya'nın herhangi bir tarzda,herhangi bir bakımdan ve herhangi bir şekilde yenilgiye uğratılmasını görme yönünde yaygın bir arzu vardır.(Fakat tabii ki bu bir semboldür,siz şeytanın gönüllü bir savunucusu değilsiniz,belki de hepimizin bildiği gibi dünyanın geri kalanı olduğu gibi onun bir kurbanı durumundasınız.) Ancak Bobby Fischer'in davranışı sembolizmi bozmaktadır; fakat bu bir satranç uzmanının aklı ile realite arasındaki çatışmanın açık bir örneğidir. Kendinden emin,disiplinli ve parlak olduğu aşikar olan bir oyuncu gerçek dünya ile uğraşmak zorunda kalınca çökmektedir. O bir çocuk gibi aksilikler yapmaktadır,anlaşmaları bozmaktadır,rasgele taleplerde bulunmaktadır ve bir lise turnuvasındaki satranç oyununda kendini diskalifiye edecek olan bir tarzda kapris tavırlarına girmektedir. Bu nedenle o gerçek dünyaya,kendisini ondan kaçırtan şeytanı yani irrasyonelliği getirmektedir. Bir mektup imzalamaktan,herhangi bir ciddi sorumluluk almaktan korkan,hayatını nasıl yaşayacağını öğrenmek için mistik bir mezhebin keyfi fermanlarının rehberliğini arayan bir adam,muhteşem,kendinden emin bir adam değil, fakat anlık kızgınlık ve belki de bir hainlik hissiyle hırpalanmış trajik derecede çaresiz bir kurbandır. Fakat akıl prensiplerinin bir satranç tahtasının sınırları ötesinde uygulanamayacağını, onların sadece bir insan icadı olduğunu,dışarıdaki kaosa karşı yetersiz olduklarını,gerçek dünyada hiçbir şansları olmadığını söyleyebilirsiniz. Bu doğru olsa,hiçbirimiz hayatta kalmazdık ve hatta doğmazdık,çünkü insan türü uzun zaman önce yok olurdu. Eğer yukarıda bahsettiğim türden irrasyonel kurallar altında,insanlar bir oyun dahi oynayamazsa nasıl yaşayabilirler? Bir insan icadı olan - daha doğrusu insanın hatası olan - akıl değil,akıl dışılıktır. Tabiat (realite) satranç kadar mutlakçıdır ve onun kuralları (kanunları) da o kadar çok (hatta daha fazla) değişmezdir - fakat onun kuralları ve kuralların uygulamaları çok,çok daha karmaşıktır ve insan tarafından keşfedilmek zorundadır. Ve tıpkı bir insanın satranç kurallarını ezberleyebileceği, fakat onları uygulamak için kendi aklını kullanmak zorunda olması gibi her insan tabiatın kurallarını uygulamak için,yani başarılı bir şekilde yaşamak için,kendi aklını kullanmak zorundadır.Uzun bir süre önce tüm ustaların büyük ustası bize tabiatın ve hayatın niteliklerinin temel prensiplerini vermiştir.Onun adı Aristo idi. Aristo prensiplerine dayalı bir toplumda yaşasanız, satranca kaçmak ister miydiniz? Bu ülke, sizin aklınızın gücünü istediğiniz bir boyutta,sonuna kadar kullanabileceğiniz, başarılarınızın ödüllerini alacağınız ve akıl dışı olmayı tercih eden insanların sizi durdurmaya güçlerinin olmadığı ve kendilerinden başka kimseye zarar veremeyecekleri,kuralları nesnel,sıkı ve açık olan bir ülke olurdu. Böyle bir sosyal sistem geliştirilemez,diyorsunuz değil mi? Fakat o geliştirildi ve tam varoluş noktasına yaklaştı - sadece seviyesiz zihniyetler,silahları olan insanlar ve onların cadı doktorları insanların onu bilmesini istemediler. Ona Kapitalizm adı verilmiştir. Fakat Yoldaş, bu konuda berabere kaldığımızı söyleyebilirsiniz: sizin ülkeniz bu kelimenin anlamını bilmez, ve bugün bizim ülkemizdeki çoğu insanda onu bilmez. Saygılarımla Ayn RAND " ALINTII.......1 puan
-
http://img129.imageshack.us/img129/8158/5413951506fn9.gif Queen, İngiliz rock grubu. 1970 yılında "Smile" grubunun dağılma sürecine girmesi sonrasında Brian May, Roger Taylor ve Freddie Mercury tarafından Londra'da kurulmuştur. Bir yıl sonra John Deacon'un katılımıyla grup tamamlanmıştır. 70'lerin sonlarında üne kavuşan grup bugün hâlâ geniş bir hayran kitlesine sahiptir. Her ne kadar özellikle Amerikalı eleştirmenler tarafından önemsenmemişse de arena rock, glam rock, hard rock, heavy metal, pop rock ve bunun gibi daha nice müzik türüne büyük katkılarda bulunmuştur. 1999 yılında Channel 4 tarafından düzenlenen "Music of the Millenium" anketinde Queen tüm zamanların en iyi ikinci grubu seçilmiştir. Queen'in toplamda 18 albümü, 18 single'ı ve 8 DVDsi 1 numaraya yükselmiş ve bu sayede en çok satan gruplar arasındaki yerini almıştır. Dünya çapında 300 milyon adet albüm satmışlardır. Bu satışların 35.5 milyonu ABD'de yapılımştır. http://img129.imageshack.us/img129/1388/a40ws4.gif Üyeler Queen Arjantin'de, 1981Freddie Mercury (1946-1991) piyanist ve solist: Grubun sesi ve yüzü olması onun diğer yeteneklerinin gölgede kalmasına neden olmuştur. Oysa ki son derece yetenekli bir piyanisttir. Özel bir tenor sesine sahipti. 1988 yılındaki Barcelona olimpiyatları için Monserrat Caballe ile düet yaptıkları albüm oyunların resmi müziği olmuştur. Ayrıca öğretimini Ealing Cllage'de Grafik sanatları üzerine yapmıştır. Queen'in bir çok şarkısı ona aittir. John Deacon (1951) bas gitar: Grubun ilk basçılarından memnun kalmaması sonucu yapılan seçmeler ardından gruba 1971 yılında katılmıştır. Grubun stüdyo albümlerinde tek ana vokal yapmayan ismidir. Sonraki yıllarda Queen'in finansal ve idari konularıyla ilgilendi. 90ların sonunda müzik hayatını bıraktı ve Queen+Paul Rodgers turuna katılmadı. Aralarında "You are my Best Friend", "Another One Bites the Dust" ve "I Want to Break Free" nin de bulunduğu bir çok şarkının bestesini yaptı. Brian May (1947) gitar ve vokal: Aynı zamanda başarılı bir piyanisttir. Çocukluğunda babası ile birlikte geliştirdiği "Red Special" adlı gitarı hala kullanmaktadır. Zaman zaman özellikle kendi bestelerinin vokallerini de yapmıştır. Aralarında "Tie Your Mother Down", "We Will Rock You" ve "Fat Bottomed Girls"ün de bulunduğu pek çok şarkıyı bestelemiştir.1991'de "Back to the Light" ve 1998'de "Another World" olmak üzere iki solo albüm yapmıştır. Az bilinen yanlarından biriyse Imperial College den mezun bir Astro fizikçi olmasıdır. Roger Taylor (1949) vurmalılar ve vokal: Grubun bateristi olmasının yanısıra ritim gitar, gitar ve bas da çalmıştır. "Radio Ga Ga", "A Kind of Magic", "These are the Days of Our Lives", "Heaven for Everyone" gibi en önemli besteleri 80li yılların sonunda gelmiştir. http://img84.imageshack.us/img84/4559/iqueenma8ry4.jpg Queen rock dünyasının en gösterişli, en görkemli ve en renkli müzik topluluğudur!... Rock müzik için yenilik sayılabilecek tüm gelişmeler neredeyse Queen’in eseridir. Queen öylesine muhteşem bir müzikal yeteneğin sonucudur ki, “Bohemian Rhapsody” gibi opera-rock harmanı bir şarkıyı tüm müzik dinleyicileri için dinlemekle doyulamaz bir kült haline getirmiştir. Queen öylesine unutulmaz bir gruptur ki, “We Will Rock You” gibi bir ritm şarkısını dünyanın en çok bilinen ezgileri haline sokmuştur. Queen öylesine etkili bir gruptur ki, başarı anlarında duyulan sevinci pekiştirmek için “We Are The Champions” gibi bir ölümsüz bırakmıştır gerisinde. Queen öylesine mükemmel bir gruptur ki, “Innuendo” gibi imalı ve birçok farklı parçanın homojen bir bütününden oluşturduğu şaheserle müziğin ulaşabileceği en üst noktayı dinleyicisine göstermiştir. Queen öylesine hayatın içinden bir gruptur ki, ölümün soğuk rüzgârını ensesinde hissederken bile “The Show Must Go On" ile yaşam felsefesinin en dramatik eserini üretebilmiştir. Ve diğerleri… Queen şarkılarının her birinin mükemmelliği yazmakla bitmez… Queen, müziğin varabileceği son noktadır. Queen, insanların yüz binler halinde tek bir sesi çıkarabilmesi demektir. Queen, gösterinin her daim devam ettiği büyülü bir dünyadır. Davulda Roger Taylor, gitarda Brian May, basta John Deacon ve vokalde dünyanın en güçlü ve en etkili seslerinden Freddie Mercury... http://img84.imageshack.us/img84/4559/iqueenma8ry4.jpg Queen'in Öyküsü: Queen’in kökleri 1960’lı yılların ortalarında bir okul grubu olarak kurulan 1984 adlı topluluğa dayanır. 1984, Brian May ve Smile’ın üçüncü ismi olan Tim Staffell’in yer aldığı bir gruptur. 1984 grubunun kadrosunda Brian, lead gitar; Dave Dilloway basgitar; Malcolm ritm gitar ve John Drifter da piyanoda yer alır. Davul çalan birini tanımadıkları için başlarda davulsuz çalmaya devam ederler. Ayrıca büyük bir eksiklik olarak solistleri de yoktur. Kısa bir süre sonra Tim Staffell ile tanışan Brian, grubun solist sorununu çözüme kavuşturur. Tim Staffel de aralarına katıldıktan sonra ciddi provalara başlarlar. Bazı okul organizasyonlarında, küçük çaplı salonlarda çalma şansı yakalarlar ve hatta az da olsa para bile kazanırlar. 1984’ün diğer üyelerinden birkaçı eğitimleri dolayısıyla gruptan ayrılmak zorunda kaldılar. Grupta sadece üç kişi yoluna devam eder: Brian, Tim Staffell, Dilloway… Londra’da müziğe devam eden grup, dönemin popüler müzik gruplarının şarkılarını cover yapırak repertuarını oluşturur. 1967 yılına gelindiğinde ise Olimpia’da düzenlenecek ve o yılların en önemli isimlerinin sahne alacağı bir organizasyona alt grup olarak çıkmaları teklif edilir. Bu teklif karşısında çok heyecanlanırlar. Organizasyonda yer alacak önemli isimlerden bazılar şunlardır: Jimi Hendrix, Pink Floyd, The Herd, Traffic, Tyrannosaurus Rex… http://img84.imageshack.us/img84/6153/queenpl7.jpg Konser tam anlamıyla istedikleri gibi geçmez. Çünkü sahneye çıkma vakitleri oldukça ileri sarkar ve beklemenin verdiği yorgunluktan dolayı istedikleri performansı gösteremezler. Brian, 1984 adlı grupta yeterince iyi müzik yapamadıklarını düşünür. O, kendi şarkılarını yapabileceği bir grubunun olmasını ister. Bu nedenle 1968 yılının başında 1984 adlı gruptan ayrılmaya karar verir. Kendi gibi düşünen Tim Staffell de gruptan ayrılmıştır. Brian May ve Tim Staffell 1984’ten ayrıldıktan sonra yollarını ayırmazlar ve yeni bir grup kurmak için ilk girişimlerini yaparlar. Bir kez daha birlikte adım atma kararı veren ikili, böylelikle yeni kuracakları grup için bir davulcu arayışına girerler. Imperial Koleji’nin öğrenci birliği tahtasına verdikleri ilanla yeni gruplarında çalacak olan davulcuları için ilk adımı atarlar. İlanda “Mitch Mitchell / Ginger Baker tarzı” bir davulcu aradıklarını yazıyordur. Bu ilana kısa bir süre sonra yanıt verecek olan kişi ise Roger Taylor’dır. Roger’ın evine giden ikili, yeni grup arkadaşlarıyla yaptıkları birkaç denemeden sonra aradıkları davulcuyu bulduklarından şüphe etmezler, çünkü bu hızlı davulcunun yetenekleri onları etkilemeyi başarmıştır. Bu şekilde Smile kadrosu da tamamlanmış olur. O dönemlerde progressive rock, oldukça yoğun bir ilgiyle karşılanıyordu. Mesela Pink Floyd, Deep Purple, Free gibi gruplar yaptıkları müziklerle birçok farklı pencere sunuyorlardı. Bu yeni müzik tarzı Brian May ve Tim Staffell’i de etkilemişti kaçınılmaz olarak. 1984 ve Reaction adlı gruplarda cover parçalar çalan grup üyeleri artık kendilerine ait bazı çalışmalar ile dinleyiciler arasında yer alıp daha özgün işleri ortaya çıkarabilmek için bu konu üzerinde ciddi olarak düşünmeye başlarlar. Sahne performansları güçlendikçe, yeni materyallerin üretimi de o oranda kolaylaştı. Brian May başarılı bir dereceyle lisans eğitimini tamamladıktan birkaç gün sonra Smile, Ekim 1968’de Imperial Kolej’de ilk defa seyirci önüne çıkar. Hem de Pink Floyd’un alt grubu olarak… http://img84.imageshack.us/img84/1123/queenlyricstr6.jpg Pink Floyd’un alt grubu olarak aynı sahnede çalma şansını yakalamaları onların motivasyonunu önemli ölçüde arttırır. Tim Staffell’in kendine has şarkı söyleme sitili, Brian May’in gün geçtikçe daha da hissedilir hale gelen karakteristik gitar yetenekleri ve Roger Taylor’ın güçlü ve hızlı davul kombinasyonları, grup için uyumlu bir bütünleştiricilik sağlıyordu. Hatta o dönemlerde grubun sahne teçhizatını taşıyabilmeleri için, arkadaşları olan Pete Edmunds, MG spor arabasını satıp Ford Thames minibüs satın alarak Smile’ın nakliyat işlerini de halletmiştir. Smile o günlerde, Truro’daki PJ’s Club’da, plaj partilerinde, Fowey Karnavalında, Redruth’da, St. Ives ve Flamengo balo salonlarında çalmaya devam etti. Bu sıralar yerel salonlarda konserlere çıkmak onlara yeteri kadar cazip gelse de, aynı zamanda üniversite eğitimleri için de ciddi düşüncelere sahiptiler. Bununla birlikte Roger Taylor, müzik kariyerine daha fazla yoğunluk verebilmek için 1968 yılında London Medical School’daki eğitimine ara verir. Smile grubu Imperial Koleh ve Cornwall’da oldukça popülerdi ana herhangi bir dışa açılma durumu söz konusu değildi. Albümü olmayan grupların ne kadar sahne alırlarsa alsınlar bir süre sonra unutulacaklarının farkındaydılar. 1968 yılında Pink Floyd’un alt grubu olarak çaldıkları günden beri, ciddi bir gelişme yaşamamışlardır. 1969 yılının başında Bekar Anneler ve Çocuklarını Korma Vakfı’na destek amacıyla düzenlenen bir konserde sahneye çıkmak için büyük uğraşlar verirler. Ve sonunda bunu başarırlar. İmperial Kolej tarafından organize edilen bu konser Londra’nın en önemli salonlarıdan biri olan Royal Albert Hall’da Şubat ayında gerçekleşir. Geceye katılan önemli isimler arasında Joe Cocker, The Bonzo Dog Doo Dah Band ve Free de bulunur. Bu konserde başlarda bazı aksilikler yaşansa da Smile için mükemmel geçer. Eskiyen enstrümanlarından dolayı konserden önce sahneye nasıl çıkacaklarını düşünürler. http://img219.imageshack.us/img219/2590/vlcsnap7199606zaui8.jpg Tim Staffell’in tanıdığı bir yerden ödünç aldıkları enstrümanlarla sahneye çıkarlar. Bu konserin görüntüleri Roger Taylor’ın bir arkadaşı tarafından videoya da çekilir (Ses içermeyen kalitesiz bir görüntüdür). Queen üyelerinin birlikte görüntülendiği ilk sahne performansı olur ayrıca böylelikle. Ve bu konserden sonra Smile hakkında ilk defa bir gazetede eleştiri yazılır. Smile üyeleri bu performanslarından öylesine etkilenirler ki günlerce birbirlerine sahnede neler olduğunu en ince ayrıntısına kadar anlatıp dururlar. Arkadaş çevrelerinde toplandıkları zaman da konuştukları en önemli konu bu konser olur. O dönemler Smile’ın arkadaş grubuna yeni tanıştırılan bir isim daha vardır. 22 yaşındaki sanat öğrencisi bu kişi Farookh Bulsara’dır. Bu tuhaf görünüşlü, giyiminde abartılı bir kışkırtıcılık bulunan yeni arkadaşlarının müzik konusunda neler yapabileceğini kısa bir sora sonra anlarlar. Farookh, artık vaktinin büyük bir çoğunluğunu Smile ile birlikte geçirmeye başlar. Smile üyelerine sürekli tavsiyelerde bulunan Farookh’un en büyük isteği bu gruba bir şekilde dahil olmaktır. Ancak Amerikan Mercury Records adlı yapımcı şirketin dikkatini çeken Smile grubuna single yapımı teklif edildiğinde Farookh, gruba girebilme hayallerinden vazgeçmek zorunda kalır. Farookh Bulsara bu sırada ismini sonradan Wrackage olarak değiştirecekleri Ibex grubuna dahil olur. Smile’ın single’ı beklenen etkiyi göstermez ve başarısız olur. 1969 yılının sonlarına doğru Smile ile Wrackage üyeleri zamanlarının çoğunu birlikte geçirirler. Single’da istenen başarının gelmediğini ve sahne performanslarının yeterli olmadığını düşünen Mercury Records şirketi Smile ile çalışmama kararı alır. Wrackage grubunda da işler istenildiği gibi gitmez ve bundan dolayı 1970 yılının ilk ayları Farookh gruptan ayrılır. Farookh Bulsara içindeki tutkuyu, görsel bir şovla tamamen kendilerine özgür şarkılarla dışa vurmak ister ki bunu da Wrackage adlı grupta yapamayacağının farkında varması uzun sürmemiştir. Daha sonra kısa bir süreliğine Sour Milk Tea adlı bir grupta zaman geçirir ve sonrasında başka çalışmalara yönelir. Farookh Bulsara, kendi grubuyla ayrılık yaşarken, Brian May ve Roger Taylor’ın grubu Smile’da da ilk ayrılık meydana gelir. Tim Staffell, başka bir gruba geçmek için Smile’dan ayrıldığını açılar. Brian May ve Roger Taylor bas gitar ve vokal de eksik kalırlar böylece. Ayrıca bu ayrılış Smile’ın da sonu olur. Tüm bu gelişmelerin sonucunda, zaten Brian ve Roger ile birlikte bir grupta yer almak isteyen Farookh da beklediği fırsatı sonunda yakalamıştır. Tim Staffel’in ayrılışından kısa bir süre sonra Brian May, Roger Taylor ve Farookh Bulsara yeni bir grup kurmaya karar veriler. Bu üç tutkulu ismi bir araya getiren esas etken Farrookh Bulsara’dır tabii ki… Yıl Nisan 1970’tir. Rock dünyasının kapılarını sonuna kadar açıp, bu parıltılı dünyada birer star olmak için yola çıkacak olan bu üç genç yeni gruplarına “Queen” adını verirler. Queen ismi Farookh Bulsara’dan gelmiştir. Freddie daha sonra Queen ismini neden tercih ettiklerinin açıklamasını yaparken şu açıklamayı yapacaktır: “Görkemliydi, bizim sahnedeki görsel şölenimize yakışıyordu. Aynı zamanda bu ismin homoseksüel bir çağrışım yaratan çift anlamlı bir etkiye sahip olduğunu da biliyorduk. Her şeye rağmen bu isim tam bize göreydi.” Queen adlı yeni gruplarını rock dünyasına kabul ettirebilmek için büyük uğraşlar verecek bu üçlünün öncelikli hedefi gruba bir bas gitarist bulmaktır. Roger Taylor, eski grubu Reaction’dan Mike Grose’yi yeni gruplarına davet eder. Basçı eksikliğini bu şekilde gideren grubun en büyük sorunu prova yapabilecekleri bir yerlerinin olmamasıdır. O yıllarda Imperial Kolej’de doktorasını yapan Brian May, okuldaki hocalarından boş sınıfları kullanmak için izin ister ve belli bir süre boyunca provalarını burada yaparlar. Grup ilk canlı performansını 27 Haziran 1970’te Truro City Hall’da İngiliz Kızıl Haç’ı tarafından düzenlenen bir hayır gecesinde sergiler. Bu konser daha önceden Smile için ayarlandığı için, konsere Smile adıyla çıkarlar. Küçük de olsa para kazandıkları bir konserdir. Queen o dönemlerde sahnede görselliğe de oldukça fazla önem vermekteydi. Bu, tabii ki Farookh Bulsara’nın fikriydi. Dar kıyafetler, topuklu ayakkabılar, aşırı makyaj, Queen’in sahnedeki performansını görsellikle de destekliyordu adeta. Sahne üzerinde giyim olarak görselliğe önem vermeyen grupların aksine Queen, bu alanda bir yenilik ve farklılık yaratma uğraşındaydı. Tek yenilik Queen’in sahne kostümleriyle sınırlı değildi tabii ki. Farookh Bulsara, grup yavaş yavaş yerine oturmaya başladıkça kendi üzerinde de değişiklikler yapar. Dolayısıyla taşıdığı Asya kökenli ismin de kökten değişikliğe uğraması gerekecektir. Yeni isim arayışlarına giren Farookh, ismini zaten arkadaşlarının kendisine çocukluğundan beri hitap ettikleri şekilde Freddie olarak; soyadını da roma mitolojisinden etkilenerek Mercury şeklinde değiştirir. 1970 yılının Temmuz ayından itibaren Queen solistinin adı artık Freddie Mercury’dir. Ağustos 1970’te Queen ismiyle ilk konserlerini verirler. Ancak basçı Mike Grose parasızlık yüzünden gruptan ayrılma kararı alır. Tekrar bir kişi eksik kalan grupta Roger Taylor, Cornwall’dan arkadaşı olan Barry Mitchell’i davet eder. Yeni basçısına kavuşan Queen 23 Ağustos 1970’te Imperial Kolej’de konser verir. Freddie Mercury bu konserde özel olarak tasarladığı bir elbise giyer. Tek parça olarak tasarlanmış bu siyah kostüm tenine yapışacak türden dardı ve vücudun göğüs kısmını olduğu gibi açıkta bırakıyordu. Tüm bu görsel kışkırtma ve farklılığa rağmen Queen bu konserde de herhangi bir patlama yapamaz. Son gösterilerinden bekledikleri etkiyi alamayınca alabildikleri kadar iş alarak sahneye çıkmaya devam ettiler. Ancak bu dönem de fazla uzun sürmedi. 1971 yılının başında Barry Mitchell gruptan ayrılmak istediğini açıkladı. http://img219.imageshack.us/img219/7803/ilkte9.jpg Queen’in sahip olduğu tüm bu farklı atmosfere, görselliğe ve teşhirciliğe alışık olmadığını düşünüyordu. Ayrıca bir de yeterince para kazanamama durumu vardı tabii. Yeniden bir kişi eksik kalan grup basçılarını neden sürekli olarak kaybettiklerini düşünmeye başladı. Parasızlık bir bahane olarak sunulsa da, aslında işin aslının böyle olmadığının onlar da farkındaydılar. İşin gerçeği şuydu: Karşılarına uyum sağlayabilecekleri ve bu işi sonuna kadar birlikte götürebileceklerine inandıkları biri çıkmamıştı. Bu kadar basitti. Bu sebeple Queen’e uyum sağlayacak birini bulmaları gerektiğinin farkına vardılar. Müzikal anlamda yeteneklerini gün geçtikçe geliştiren Freddie, Brian ve Roger kendilerine çok güveniyorlar. Queen olarak özgün bir tarz yakaladıklarının farkındaydılar. Gruba kazandırmaları gereken yeni bir basçı arayışına girdikleri için çeşitli konserlere gidip kendilerine uygun kişiyi bulabilmek umuduyla gözlem yapıyorlardı. İşte bu sırada, Maria Assumpta Öğretmenlik Koleji’ndeki bir gecede Roger ve Brian gelecekteki basçıları John Deacon ile tanışırlar. John Deacon, o dönemlerde Queen’in varlığından haberdardır. 1971 yılına gelindiğinde Queen’in bir basçı aradığı lafları onun da kulağına ulaşır. Queen’e katılmak için büyük bir istek duyar. Queen üyeleri zaman kaybetmeden John’u denemeye alırlar. Imperial Kolej’in amfisinde yapılan denemede Brian, Roger ve Freddie yeni basçılarıyla uyumlu bir performans gösterdiklerine inanırlar. Kendileriyle neredeyse hiç konuşmamış olan bu içine kapanık bas gitaristin sitili ve yetenekleri, ayrıca elektronik bilgisi de onları etkilemeyi başarır. Ve bu şekilde bir daha hiçbir kopmanın yaşanmayacağı yirmi yıllık dönemin temelleri eksiksiz bir şekilde atılmış olur.1 puan
-
tesekkur ederim...sadece bir oyun dekorlarının hangi asamalardan gectigini göstermek için...1 puan
-
içerden asla ışık gelmeyen bir odanın içinde bir lamba bu odanın bir kapısı var odanın dışında ise 3 adet elektrik dugmesi bunlardan sadece biri içerideki lambaya akım götürüyor.. sizden yanan lambayı kesin ve mantıklı bir acıklama ile bulmanız istenmekte.. ve kapıyı acıp iceri girme hakkınız sadece 1 keredir... kapı acıkken asla sügmelerle oynayamazsınız ve tekrarlıyorum dısarı asla ışık vermemekte.. aha da budur diyen var mı ?1 puan
-
1 puan
-
lan yaşam alanı bırakmadınız tiksiniyorum siz insanlardan atlantise ben karışmadım onlar kendilerini bitirdiler siz 23. insan ırkısınız daha önceki atalarınız da aynı şekilde dünyayı mahfetti ve bizi tanrı sandı1 puan
-
Bol bol "sizin ülkeniz-bizim ülkemiz", bol bol "zaten yanıtları biliyorum", bol propaganda... Üstelik sürmekte olan bir satranç maçı sırasında. Rand istediği kadar ülkeleri (ve ideolojileri) sizin-bizim diye ayırsın, ne kadar "Sovyet" kaldığı belli. "Özgürlük!" diye haykıranların özgürlüğü hazmedemeyişlerine hoş bir örnek, özgürlüğü yalnızca kendi saldırı hakları için isteyenlere ise ibret olsun. Bu açık mektup edepsiz bir mastürbasyon, sığınılan ülkeye yapılan oportünist bir dalkavukluk. Fischer-Spassky maçı her ne kadar olduğunun ötesine sürüklense de, bir süper güçler savaşı olarak görülse de bundan düpedüz yararlanmak ancak sonradan dönen bir Antikomünist'e yakışır. Unutmayın: Çetin Altan da 1980 sonrasında "yanılmışım" deyip yeni bir ideolojiyi kucaklamıştı, ama eski ideolojisine böyle salya saçarak saldırmamıştı. (Kontrpuan olarak Engin Ardıç'ı da analım bari - eski hatalarının faturasını başkalarına çıkartma üzerine kurduğu çok yazısı vardır.) Spassky'i kişisel muhatap olarak sergileyip simgeleştirerek "eski" ülkesine nefretini kusan Rand'ın bu yazısı bence yalnızca ne mal olduğunu göstermektedir.1 puan
-
açıkçası bu tür olayalrda gelen varlık istenen kişinin ruhu olmayabiliyor çok büyük ihtimalle o kişiymiş gibi yapan başka bir varlık yani riskli bir durum bence ve denemedem önce uzun uzun düşünmek yada denememek lazım1 puan
-
Zülfü Livaneli-Bir Şafaktan Bir Şafağa http://www.youtube.com/watch?v=Vf1ir9aHh1M zülfü livaneli "gözlerin" http://www.youtube.com/watch?v=TByizQrTfD41 puan
-
Off, ömrümü yedi bu parça benim. Başka hiç bir şey dinlemeden geçirdiğim zamanlarım geldi aklıma. Dinledikten sonra üstüne pek de söz söylenmeyecek, sözcükleri insanın ağzına tıkan muhteşem bir parçadır. İnsanı karmakarışık yapar, dağıtır ve sonunda toplayan da yine odur.1 puan
-
Yılmaz Onay - Söyleşi... Söyleşi Ağustos 1995’te Sevilay Saral, Lale Ulutepe, Ömer F. Kurnan ve Celal Mordeniz tarafından yapılmıştır Amatör tiyatro faaliyetiniz ilk ne zaman başladı? Benim amatör tiyatro faaliyetim esas itibarıyla 1955’te İstanbul Teknik Üniversitesi Sanat Kulübü’nde başladı. Fakat daha önce Ankara’da lise tiyatrosu ve radyo çocuk tiyatrosu aracılığıyla tiyatroyla ilişkim oldu. Kızların okuduğu lise ile erkeklerin okuduğu lise bir araya geliyor oyunlar sahneleniyordu. Oyun seçiminde belli bir tutum yoktu, tiyatro sevgisi, sahne sevgisi gibi şeyler öne çıkarılırdı. Yapılanlara pek öğrenci tiyatrosu denemezdi, çalışmalar hocaların denetimindeydi. Bazen Devlet Tiyatrosu’ndan rejisör getirtilirdi. Okul tiyatrosu demek daha doğru olur. Bir defasında Gazi Lisesi’nde Moliere’in bir oyununu oynayacaktık. Bizi çalıştıracak hoca Suat Taşer’di. Solcu olarak biliniyordu. Bizim müdür sağcıydı. Bir süre sonra Suat Taşer’in gelmesi yasaklandı ve oyun çalışması durdu. Daha sonra Faruk Nafiz’in Akın oyunu sahnelendi. Galiba benim okuduğum sınıflardaki edebiyat hocaları pek çalışkan değildi, okulda yapılan çalışmaların hiçbirine katılamamıştım. Bizi ancak seyretmeye götürürlerdi. Ben de kızardım. Olmadı olmadı derken o öfkeyle ben de tiyatroya atıldım. Aslında lisedeyken konservatuara girmem mümkündü. Ama çalışkan bir öğrenci olduğum için seçmem gerekiyordu. İTÜ’ye girebilecekken "Girmeyeceğim" demek gerekiyordu. Bir ara konservatuara meylettiğim olmadı değil, ama Çocuk Saati yoluyla konservatuarın niteliğini tanıma fırsatım oldu, bana çok düz geldi, itti beni. Radyodaki Çocuk Saati oyunlarını Mahir Canova yönetiyordu. Çocuk Saati Ergin Orbey’in döneminde alacağı boyuttan yoksundu. Terbiyeli çocuk olacaksın, küfür etmeyeceksin gibi şeylerdi yapılan. Ama Mahir Canova’dan çok şey öğrenmişimdir. Yalnız, o zaman konservatuara girmiş olsaydım kasıntı biri olabilirdim. Hangi çizgiye beni götüreceğini gerçekten bilemem. Çizgimi bulmuş olsaydım bana elbette çok yararı olurdu. Konservatuara girmediğime pişman değilim. Yalnız bu, bugünkü arkadaşlara bir ölçü olmaz. Eğitimlilik belirleyici derecede önemlidir bence. Sizin tiyatro ile igilenmeye başladığınız yıllarda genel olarak tiyatro ortamı nasıl şekillenmişti? O yıllarda İstanbul’da Şehir Tiyatroları -Darülbedayi- tek seçenekti, sanat olarak sinemaya bile malzeme taşımış. Ankara’daysa Konservatuar ve Devlet Tiyatroları Şehir Tiyatrolarına karşıt bir model oluşturmuştu. Tutumları farklıydı. Devlet Tiyatroları’nın daha gelişkin oluşu İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nı da etkiledi. Fakat gün geldi o da kalıplaştı. Çünkü dünyadaki farklı gelişmelere ve uluslararası alışverişe kapalıydı. İkisinin de ilerleme şansı kalmadı. İşte o zaman TMTF’nin uluslararası gençlik festivali çok büyük bir önem kazandı. Bir pencere açıldı. Her ne kadar gelen toplulukları Almanya’nın, Fransa’nın ve başka ülkelerin öğrenci tiyatroları, amatör tiyatroları idiyse de bu topluluklar sayesinde tiyatronun farklı boyutları görülür hale gelmeye başladı. Sosyalist ülkelerden gelen toplulukların akademi tiyatroları olması festivale profesyonel bir boyut da kazandırıyordu. Biz bu akademi tiyatrolarının yalnızca oyun seçimini eleştirebilirdik. Çünkü perfeksiyonları çok iyiydi. O yıllarda bütün dünyada amatör tiyatro alternatifi etkiliydi. Mevcut profesyonel tiyatroya karşı tek alternatif amatör tiyatroydu. Gençlik tiyatroları festivallerinin çok büyük bir önem kazanmasının nedeni budur. Türkiye’de de devlet ve şehir tiyatrolarının repertuar anlayışına olsun, sahneleme anlayışma olsun, alternatif özgürlükçü atılımları gündeme getirebilen amatör tiyatro olmuştur. Çünkü Türkiye’de altmış öncesi özel tiyatro diye bir olay yoktu. Özel tiyatro adına operet geleneğinden kalma, isimlere dayalı bir iki tiyatro dışında ortada pek bir şey yoktu. Karaca Tiyatrosu bunlardan birisidir. Durum böyle olunca amatör tiyatrolar hem düzey kazandılar hem de profesyoneller dahil alternatif potansiyelin enerjisini verdiği alanlara dönüştüler. O yıllarda amatör tiyatronun önemli toplulukları arasında İstanbul Teknik Üniversitesi Sanat Kulübü’nü, İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu’nu, bağımsız bir amatör tiyatro hareketi olarak Genç Oyuncular’ı sayabiliriz. Ankara’da bizim duyduğumuz, Güner Sümer’in içinde yeraldığı Sahne Z vardı. Ankara Üniversitesindeki öğrenci tiyatroları da canlıydı. Bu isimleri sayarken daha çok 60 öncesini kastediyorum. 60’a doğru festivaller ve amatör tiyatro vasıtasıyla absürd tiyatronun, egzistansiyalist tiyatronun Türkiye’ye girişi yaşandı. Bu tiyatro akımlarına bağlı oldukça iyi uygulamalar yapıldı. Şimdi yenilik sayılan oyunların çok iyileri o zamanlar yapılıyordu, öyle ki "Yeter Artık!" denilme noktasına gelinmişti. Örneğin bana göre Genç Oyuncular’ın Tavtati Kütüpati oyunu düzeyinde absürd bir oyun yazılmadı Türkiye’de. Sandalyeler’inoynanma düzeyi de yakalanamadı. Benim İstanbul’dan ayrılmamdan sonraki dönemde -60’tan sonra- amatör tiyatroda oluşturulan birikim profesyonel tiyatroya akmıştır. Örneğin İTÜ tiyatrosu çok fazla gitmedi. Bildiğim kadarıyla Genç Oyuncular biraz daha dayandı. Fakat sonunda onların da elemanları profesyonel tiyatroya geçti. İstanbul’da kurulan daha sonra Ankara’ya taşınan Arena Tiyatrosu’nun kaynağı amatör tiyatrodur. Arena Tiyatrosu Ankara Sanat Tiyatrosu ile Halk Oyuncuları’nın oluşumuna kaynaklık etmiştir. İstanbul’da benzer bir oluşum Dostlar Tiyatrosu’dur. Bu arada devlet tiyatrolarından memnun olmayıp oradan ayrılanların kurduğu tiyatrolar da oldu -Ankara’da Meydan Sahnesi, İstanbul’da Kenterler- fakat bunlar amatör tiyatro kaynaklı olanlardan çok farklıdır. Amatör tiyatronun vodviller ve bulvar komedileri oynayan topluluklara kaynaklık etmesi gibi bir durum da var. Örneğin Haldun Dormen’in yönettiği Cep Tiyatrosu’nun böyle bir işlevi olduğunu saptayabiliyoruz. Bu daha çok İstanbul için geçerli. Gerek Devlet Tiyatroları’nın gerekse Şehir Tiyatroları’nın belli kalıpların dışına çıkamaması bu alanda da kendisini hissettirmiş, seyircinin ihtiyaç duyduğu vodvil ve bulvar komedilerini oynayan özel tiyatrolar kurulmuştur. İsterseniz Ankara’daki tiyatro faaliyetlerinizden sözedelim. Bildiğimiz kadarıyla Ankara’da Deneme Sahnesi adıyla bilinen toplulukta amatör tiyatro pratiğiniz devam ediyor. Deneme Sahnesi’nin ilk adı Tiyatro Sevenler Gençlik Cemiyeti’dir, daha sonra Deneme Sahnesi adını almıştır. Ben Ankara’ya döndüğümde hemen bu topluluğa girmedim. Tiyatro Sinema Derneği’ne katıldım. Tiyatro Sinema Derneği önemli bir tiyatro hareketidir. Örneğin düzenlediği metin yarışmasıyla Güngör Dilmen’i Türkiye’ye kazandırmıştır. Midas’ın Kulakları o yarışmada ödül almıştır. Sevgi Soysal oyuncu olarak bu derneğin çalışmalarına katılmıştır. Ama kısa sürdü. Hem sinema hem tiyatro alanında çalışmalar yapılırdı. Sinema Tiyatro Derneği’nin kuruluşu 27 Mayıs’tan öncedir, tam ne zaman kuruldu bilmiyorum. Ben orada 60-61’de çalıştım. Daha sonra benim Almanya’ya gidişim vardır. Oraya teknik bir kurs için gitmiştim ama o kursun gereğini yapamadım. O zamanlar Almanya’da Türk işçileri yoktu. Duisburg Derneği’nin kanadı altında Alman ve yabancı gençleri bir araya toplayan birtakım işler yapılıyordu. Tiyatro da yapılıyordu. Bir Alman arkadaş eğlencelik bir şey yapmak istiyordu. Bunun üzerine katılmak isteyen var mı diye ilan asıldı. Ben katılmak istediğimi ama farklı bir şey yapmak istediğimi bildirdim ve bunun mümkün olup olmadığını sordum. O zaman Ionesco’nun Türkiye’de Önder diye yayınlanan oyununun Almancasını oynadık. Daha sonra aynı oyunu Türkiye’de Büyük Adam adıyla oynadık. Almanya’da o oyunu ben sahneledim. Oyuncular İranlı, Türk, Mısırlı, Amerikalıydı. Ben daha önce hayatımda hiç reji yapmamıştım, sadece oyunculuk yapmıştım. İş başa düşünce sahnelemeyi ben yapmak zorunda kaldım. Türkiye’ye döndüğümde Tiyatro Sinema Derneği’nin pek gelecek vaat etmediğini düşünüp Deneme Sahnesi’ne girdim, o zamanlar adı Deneme Sahnesi değildi. Tiyatro Sevenler Gençlik Cemiyeti idi. Deneme Sahnesi’nde egzistansiyalizme bağlı oyunlar sahneleniyordu. Örneğin Sartre’ın Gizli Oturum’u, Camus’nün Yanlışlık’ısahnelendi. İzlediğimiz tiyatro çizgisi bizi tatmin etmedi. Maeterlinck’in Körler’iniçalıştık. Körler’i hem ansamble oyunu olarak hem de biçim denemeleri yaparak çalıştık. Sonra Brecht’in Carrar Ana’nın Silahları adlı oyununu çalıştık. Ankara’da ilk Brecht oyunuydu. Sanıyorum 62 yılıydı. Daha önce İstanbul’da Brecht oynandığını da duymamıştım. O yıllarda Ankara Sanat Tiyatrosu açıldı. Deneme Sahnesi’yle Ankara Sanat Tiyatrosu sürekli bir işbirliği içindeydi. Bazen onların sahnesini prova ve oyunlar için kullanıyorduk, bazen de bizden onlara oyuncu geçerdi. Aramızdaki ilişki rekabete dayanmıyordu. Daha çok bir dayanışma denebilirdi buna. Orada bizim durumumuza özenen arkadaşlar olduğu gibi biz de profesyonel olanaklara sahip olduklarından dolayı onlara özenirdik. Fakat gişe kaygımızın olmamasmm bizi daha bağımsız kıldığını düşünürdük. Ankara Sanat Tiyatrosu özel tiyatro olarak alternatif yapısını oturturken biz onun yapamayacağı işleri, örneğin uluslararası düzlemde işler yapıyorduk. O zamanın belli bir tutumdaki özel tiyatroları olsun sayısı yirmiyi geçmeyen amatör tiyatroları olsun birçok yazar da yetiştirmiştir. 60 sonrasına yükselme dönemi denmesinin nedeni, yazarı ile, rejisörü ile, oyuncusu ile, tiyatroda çok yönlü bir açılımın gerçekleşmesidir. Ankara Sanat Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu, Halk Oyuncuları birçok yazar yetiştirmiştir. Bu tiyatrolarda yazarlar özledikleri üretimi gerçekleştirmişlerdir. Biz de Deneme Sahnesi’nde oyunlar yazıyorduk. Savaş Oyunu Sermet Çağan’ın bir radyo oyunundan oluşturulmuştur. Ayak Parmakları Günger Dilmen’in bir kısa öyküsünden oluşturulmuştur. Uzundere Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır romanmdan oluşturulmuştur. Ayak Parmakları ve Uzundere Nancy Festivali’nde ödül almıştır. Nancy Festivali Erlangen Festivali’nden daha kapsamlı daha büyük bir organizasyondu. Biz oraya TMTF Ankara Gençlik Tiyatrosu adıyla katıldık. Bizim Uzundere oyunu için jüri sağ ve sol olarak bölünmüştü. Brezilyalı bir müzikal ile Uzundere tartışılmış ve saatler süren tartışmadan sonra iki oyuna da. eşit oy çıkmıştı. Ayak Parmakları da özel ödül almıştı. 1966’da biz o ödülün parasıyla dönebilmiştik Türkiye’ye. Ayak Parmakları’nıMünip Şenyücel oyunlaştırmıştı. Savaş Oyunu’nuben oyunlaştırmıştım. Uzundere’yide Nihat Asyalı oyunlaştırmıştı. Ama biz o zaman öylesine ansamble iddiasındaydık ki oyunlaştıranın adını yazmazdık. Sonra o iddianın çok romantik olduğunu gördük. Zamanla Deneme Sahnesi’nin Nancy’ye endekslenme tehlikesi belirdi. Nancy Şenliği’ne siz şu oyunlarla katılmak istiyorum diye başvurursunuz. Bir kez birincilik almış bir topluluk şimdi de şu oyunu yaptım dediğinde çok sorun olmadan ikinci kez katılır. "Artık siz bitmişsiniz" denilene kadar sürer bu iş. Siz şansınızı yitirmemek için bir dahaki sefere yine Nancy için çalışırsınız. Ama buna karşı çıkanlar oldu. Karşı çıkanların içinde ben de vardım. Bize kızan arkadaşlar oldu. Daha sonra ben, amatör tiyatroların bu yükselen dalgasından sonra profesyonel alana geçerek Ankara Sanat Tiyatrosu’nda konuk reji yaptım. 70’e doğru Türkiye’de önemli bir festival hareketi ODTÜ’de gerçekleşti. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? ODTÜ Festivali çok önemli bir dinamik yaratmıştı. Türkiye’deki amatör tiyatroları bir araya getiren bir festivaldir. Eğer kendini sürdürebilseydi alternatif bir tiyatro hareketi güçlenerek devam eder, Devlet Tiyatrosu’nu bile etkilerdi. Devlet Tiyatrosu turneye oyun götürürken seçimini dikkatli yapmak zorunda kalırdı. Ama Şenlik komitesinin tutumu yüzünden daraldı ve etkisini yitirdi. Devrimci olmayanı şenliğe almayacağız diye sınırlama getirince geriye çok az tiyatro kaldı. Üstelik sanatsal kalite olarak iyi olmayanlar geriye kaldı. Tabii bu bir iddiadır, tartışmaya açık. O zaman da tartışmıştık. 70’e doğru iki önemli tiyatro hareketi TÖS Tiyatrosu ve onun ardından şekillenen Devrim İçin Hareket Tiyatrosu... Birisi sendika tiyatrosunun Türkiye’de belki de tek örneği olması açısından diğeri de sokak tiyatrosunun çok nitelikli bir temsilcisi olması bakımından önemseniyor. TÖS Tiyatrosunun kuruluşunda Sermet Çağan çok önemli bir role sahip. Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek, kimlerle görüşeceğinizi öğrenmeniz için Seçkinle (Selvi) görüşmeniz gerekiyor. Zengin ve çok önemli bir deney. Belki yaygın örgütlü bir sendika tiyatrosu olarak Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’ndan daha önemli bir deney. DİHT 68 öğrenci hareketini, sokak tiyatrosunu neredeyse biçimiyle beraber Türkiye’ye taşımıştı. Ali Özgentürk’ün karşı çıkması boşuna değildir. Mehmet Ulusoy’un düşüncesi bir süre sokak tiyatrosu yapıp salona geçmekti. Yanılmıyorsam dayandığı malzeme ağırlıklı olarak Salozun Mavalı idi. Onun değişik biçimlerini deniyordu. O da kendi açısından haklıdır. Türkiye’de Avrupa tiyatrosu, Avrupa’da Türk tiyatrosu, genellikle de Avrupa tiyatrosu yapmak istiyordu. Batı dünyasında yaşanan 68 olaylarını Türkiye’de yaşanan 68 olaylarından farklı mı görüyorsunuz? Avrupa’da 68 bir sıçrama noktasıdır. Türkiye’de geçmişten gelen bir süreklilik vardır. Türkiye’de yükselmekte, gelişmekte olan harekete 68 Avrupa damgasının vurulması bir anlamda yozlaşmayı getirmiştir. 70 sonrasında tiyatro yaşantınız nasıl devam etti? AST’ta konuk reji yaptığınızı söylemiştiniz... O döneme geçmeden şunu söyleyeyim: Amatör tiyatrolar federasyonu kurma çabaları da oldu. Amatör tiyatro hareketini yürütmekte olan arkadaşlarm iyi niyetli bir çabasıydı. Uluslararası Tiyatro Enstitüsü’nden yardım almaya, onun önayak olmasma çalışıyorduk. Ama federasyona gidilemedi. Mevcut bazı kuruluşlardan destek almak gerekiyordu. Ama bu destek alınamadı. Deneyim ve gücümüz yeterli değildi. Çok vakit harcamak gerekir. Federasyonu yürütmek için profesyonel elemanlara da ihtiyaç duyarsınız. 70’den sonra benim tiyatro yaşantım profesyonel olarak sürdü. Ama konuk rejisörlük, yazarlık olarak sürdü. 70’ten sonra işçi sınıfıyla tiyatro bağlantısı meselesi de gündeme geldi. Örneğin biz Oyuncular Birliği’ni ardından Çağdaş Sahne’yi bu amaçla oluşturduk. İlerleme de kaydettik. Çağdaş Sahne’de oynadığımız Yusuf ile Menofis’in, Grev’in, Çimento’nunseyircisi % 60 oranmda sendikalıydı. Ankara ortamında bu sendikalı işçi statüsündeki seyircinin çoğu kol işçisi değildi. Amatör tiyatrolarla ilişkimiz vardı. Salondan yararlanma konusunda işbirliği içinde olunurdu, oyun alınır verilirdi. Konservatuvardaki bazı öğrencilerle, Devlet Tiyatrosu’ndaki ilerici potansiyelle doğrudan ilişkimiz oldu. Tiyatro Kürsüsü nedeniyle Dil Tarih’te de bir gelişim vardı. Biz bu kurumları doğrudan karşımıza almadık. Bu kurumlarda farklı boyutlarda mücadele veren sanatçılarla, öğrencilerle işbirliği söz konusuydu. 12 Mart sonrasında toplantı gösteri yürüyüşü yasası, dernekler yasası gündeme geldi. Özgürlüğün kapıları olan amatör tiyatrolar firma olan özel tiyatrolardan daha kısıtlı hale geldiler. Amatör tiyatrolar kolayca baskı altında kalabiliyorlardı. O iki yasa günümüzde de varlığını sürdürüyor. O iki yasa değişmedikçe amatör tiyatrolarm gelişmesi mümkün değildir. Demokrasi mücadelesi lazım. Örneğin sokak tiyatrosunun önünün açılması için bu iki yasanın değişmesi lazım. Amatör tiyatrolar güçlerini yitirmeleri sonucunda özel tiyatroların ucuz kaynak sağlayan mekanizmalarına dönüştüler. 70 sonrasında siyasal parti veya örgütlerle bağlantılı tiyatrolar da vardı. Sizin bu alanda çalışmalarınız oldu mu? Bu tip tiyatro çalışmalarından birisi TİP’le bağlantılı olan İşçi Kültür Derneği’nde oldu. Ben bu kurumdaki çalışmaların içinde yeraldım. İKD’de de çalışmalar yapıldı. Yine DİSK içinde bazı çalışmalar oldu. Dev-Yol gibi Örgütlerde de benzer çalışmalar oldu ama daha çok öğrenci çevrelerinde etkiliydi. Sınıf sanatı adına yürütülen çalışmalar geç başladı ve 12 Eylülle birlikte kesintiye uğradı. Geç başladığı gibi başladığı noktada bile tam idrak edilemedi. Afiş asmak ve bildiri dağıtmaktan daha önemli olup olmadığı tam anlaşılmış değildi. 12 Eylül geldiğinde İşçi Kültür dernek olarak devam etmedi. Eti Kültür adını aldı ve firma olarak devam etti. Firma olduğunda gelip gidenin kim olduğu sorulmaz, oynadığın oyunu bildirmek zorunda değilsin. Sakınca varsa dava açılır. -------------------- Siyasal parti veya örgütlerin sanat çalışmalarına yaklaşımı nasıldı? Bildiğimiz kadarıyla bu alanda yürütülen çalışmaları çok fazla önemsemeyip tüketim kalıpları içinde bakmak geçmişten bugüne de taşınan kötü bir gelenek.,. Bu tip çalışmaların önemi bildiri dağıtmak, afiş asmak imkansızlaştığında anlaşıldı. Şöyle bir bakış açısı yerleşmişti: Asıl partili bildiri dağıtandır, afiş asandır. Fakat gün geldi bu işler yapılamaz oldu. Sanat dergisi çıkarma yoluna gidildi. Ama bir noktadan sonra geç kalınmış oluyor. Daha öncesinde diyelim ki bir oyunu çalışmak için yirmi gün prova yapıyorsunuz, oyunun çıkmasına bir iki gün kala kadrodan iki kişi bildiri dağıtmaya gönderiliyor. İçeri alınsalar oyun oynanamayacak. Görevlendirmeyi uygun yapın diyoruz. Şurdaki kişiler şu kadar zaman parti çalışmasını sanat alanında yapacaklarsa bu gerçekten yapılmalı. Fakat olamıyordu. İşçi Kültür’de bile olamıyordu. Burada "bile" sözcüğünü şunun için kullanıyorum: TİP sanatı kabul eden, tanıyan, sanata en fazla değer veren hareketti. Partinin sanat hücresi var ama Devlet Tiyatrosu’nda, ödenekli tiyatroda çalışan parti sempatizanı arkadaşlardan oluşuyor. Parti sadece onları sanatçı sayıyor. Devlet memuru oldukları için de sadece sempatizan olabiliyorlar. Onlarla yapılan parti çalışması ancak TÜM-DER’e bir üye daha kaydetmek. İşçi Kültür’ün genel başkanıydım ben, genel başkan olmak istemediğim halde. Genel başkan olunca daha etkili olacağım ilan edildi. Halbuki işin idari tarafına geçince işler daha da kötüye gitti. Üretime katılmam zorlaştı. Ben sosyalist olarak parti üyesiydim, sanatçı olarak değil. Bu bakışı bile uzun süre değiştiremedim. Normal olarak benim konumumda bir sanatçı "Hadi ya, bu mu sizin parti anlayışınız? Siz sanattan ne anlarsınız" der, çeker gider. Bir de sağa sola anons eder. Bunu yaparsanız kıymetiniz artar, iki yıl sonra pullu davetiye ile davet ederler. Benim siyasi anlayışım buna müsait değil. Bunu yapmam. Böyle bir tepki göstermedim. Göstermedikçe de tavrım anlaşılmadı. Ve sessiz sedasız uzaklaşma gibi bir durum oluştu. Behice Hanım bu duruma müdahale etmedi mi? Behice Hanım daha etkili olsa müdahale ederdi sanıyorum. Ama ara kademeler var. Ara kademelerde işler karışıyor. Zaten bunlar yaşanırken 12 Eylül geldi. TİP’in hazırladığı beş yıllık plana baktığınızda kültür-sanata ilişkin bölümün olmadığı görülür. Önem verilmediği veya unutulduğu için alternatif planda olmadığı söylenir. Unutulmadı. O en zor hazırlanan bölümdü. Geciktikçe gecikti. Sonunda kitap o bölüm olmadan çıkarıldı. Sonra ek olarak Yurt ve Dünya’da yayınlandı. Görev sanatçılara verilmemişti. Görev Yalçın Küçük’te o dönem. Yanında yardımcı olarak sanattan hiç mi hiç anlamayan iki kişi var. "Planın hazırlanmasına biz de katılalım" dedik ama dinlemediler. On onbeş sayfa bir şey hazırlayıp verdik, hiç kaale alınmadı. Türkiye’de sol hareketin kültür ve sanat alanındaki gücü 1980’ den sonra azalıyor ve umulanın tersine bir yükseliş yaşanamıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir tartışma vardır: "Politik tiyatro olursa işin sanat tarafı azalır, bu nedenle politikaya pek bulaşılmamalı." Bu görüşe karşılık sanatın politika dışı olamayacağı söylenir, yapılan iş istesen de istemesen de politiktir. Biz ikinci görüşü savunduk. Politik olduğunu kabul eden sanatın haklılığını kanıtlaması için sanatı yükseltmesi gerektiğini de söyledik. Bu bakışa devrimci tiyatrolardan da tepki geldiği oldu. 12 Eylül’den sonra sanatın politik olduğunu söyleyen taraf darbe yedi. Diğer taraf rahatladı. Günah çıkarmalar başladı. Solun hataları sürekli olarak gündeme getirildi. Oysa bu tartışmalarm olması için 12 Eylül faşizminin gelmesi gerekmiyordu. Öyleyse iyi sanat nedir? Bu sorunun üstünde fazla durulmadı. Aynı dönemde zaten ilerici özel tiyatrolar çok zor durumdayken ödenekli tiyatrolar öne çıktı. Özel tiyatrolar kadro oluşturmakta zorlanıyor ve istedikleri oyunları seçemiyorlardı. Buna karşılık ödenekli tiyatrolarda örneğin maaşlarda iyileşme sağlanıyordu. Bu ortamda ayakta kalmak için inat eden özel tiyatroların çoğunluğunda ticari eğilim arttı. Salt eğlencelik oyunlara yönelme başladı. Aynı dönemde özel tiyatrolar devlet yardımı alsın almasın tartışması var. Sizin bu konudaki tavrınız nedir? Devlet yardımı mutlaka talep edilmeli ama ona mahkum olunmamalı görüşünü savunurduk. Alman para gerçekte halkın parasıdır. Eğer devlet bu parayı vermiyorsa teşhir edilmelidir ama bunun için öncelikle talep etmek gerekir. Bu paraya bel bağlamak da yanlıştır, çünkü her an verilmeyebilir. Bu para alındıktan sonra unutulmak, bir kenarda ihtiyat akçesi olarak saklanmalı diyorduk. 12 Eylül sonrasında özel tiyatrolar alanında yaşanan sorunları daha anlaşılır kılmak için Örnek niteliğinde bazı gözlemlerinizi aktarabilir misiniz? Dostlar Tiyatrosu’nun oyun seçimini her zaman istediği gibi yaptığı söylenemez. Genco’ya sorsanız Yalınayak Sokrates’imecbur kalıp oynadığını söyler. Ama eleştiri çevrelerine bakıyorsunuz "Dostlar’ın yaptığı en büyük oyun" deniliyor. Oysa aynı çevreler Genco’ya Puntilla’yıoynatmadılar. Halbuki çok güzel bir oyundur. O oyunda Genco oyunculuğunun doruğundadır. Ama sonuçta ne oldu? Puntilla’nınsalonunu boş tuttular, Sokrates’inkini doldurttular. Ortalama, çok iyi olmayan bir oyunu yücelterek aynı durumdaki herkes kendisini aklıyor. Tiyatro çevrelerinde durum hala böyle... Bu nedenle oyunu yapanı da kınayamıyorsun. Sonunda özel tiyatrolara artık bakılmaz oldu. Gelinen nokta hiç de iç açıcı değil. Şimdi herkes ödenekli tiyatrolara bakıp en ehvenişer oyun için övgüler düzüp tatmin olmaya çalışıyor. Ödenekli tiyatroların içindekileri bile illet eden bir eleştiri, bir beğeni ortamı oluşuyor. 12 Eylül’den sonra yaşananlar bunlardır. 12 Eylül’ün ardından Sovyetler’in çözülmesi bu gerilemeyi hızlandırdı. Günah çıkarmalar tam ayyuka çıktı. Doğru yolda yürümek isteyenlerin işi hepten zorlaştı. 1980 sonrasında amatör tiyatronun da epeyce güçlük yaşadığı söylenebilir. Türkiye’de amatör tiyatro belli bir canlanma eğilimine girmişse de bu canlanma dağınık ve istikrarsız bir çizgi izliyor. Size göre günümüzde amatör tiyatronun işlevi ne olmalıdır? Amatör tiyatrolarm daha çok seyirciyi organize etmek, seyirci oluşturmak, tiyatroyu yaymak gibi bir işlevi olmalıdır. Yenilikler için amatör koşullar zorunludur demenin anlamı pek kalmadı. Eğer yenilikten kasıt insanın kendini yitirmesi, içinin boşalması, umutsuzlaşması, bitip tükenmesi temalarını işlemekse, bunun için amatör tiyatrolara ihtiyaç yok. Eğer amaç biçim yeniliklerinin peşinden koşmaksa bu zaten yapılıyor. Eğer amaç olmadık fanteziler üretmekse bu da yapılıyor. Ödenekli tiyatrolarda bile pek çok örneği var. İlerici tiyatro yapacağım diyen amatör tiyatrolar da dikkatli olmalı. Örneğin tek başına Mutfak’ıoynamakla ilerici olunamıyor. Aynı oyunu Devlet Tiyatroları da oynayabiliyor. Mutfak’ı oynamak belki de fazla rahatsızlık uyandırmadığı için... Örneğin Türkiye’de yaşanan Kürt sorunu genellikle teğet geçiliyor veya en iyi ihtimalle "şu, şu, şu ve şu sorunun yanısıra bir de bu sorun var" diye ele alınıyor. Bu konu işlendiğinde belli bir bedel ödeneceği biliniyor çünkü. Ama şunu da söyleyeyim: Dağ Dili oynanarak politik bir şeyler yapıldığı sanılıyor. Oysa yeni, özgün malzeme üretilmesi lazım. Bu alanda politik tiyatronun hep eksiği olmuştur. Çözüm yolu buradadır. Brecht’in Turandot ve Aklayıcılar Kongresi adlı oyunu bu sorunu ele almak açısından çok büyük olanaklara sahip. Nitekim BÜO bu oyunu kısmi değişikliklere giderek sahneledi. Sonuç büyük Ölçüde başarılı da oldu. Fakat bu denemelere pek gidilmiyor. Bir amatör tiyatro ya da özel tiyatro zeki davranırsa başına belalar açmaksızın her temayı işleyebilir. Biz kısıtlayıcı yasalardan sıyırmanın yollarını ezberledik artık. Ama çok iyi çalışmak gerekir. Eğer Turandot ve Aklayıcılar Kongresi gibi oyunlar oynanmıyorsa bu olanaksızlıktan değil bakış eksikliğindendir. Genelde bu sorundan bir kaçış da var... Daha kötü şeyler de oluyor. Geçen yıl Devlet Tiyatroları’nda oynanan Yeşil Papağan Ltd.’demafya tipinde bir kişinin niçin Kürt şivesiyle konuştuğu sorulduğunda rejisör "Türkiye’yi Kürtler idare ediyor, ekonomiyi ellerine aldılar" gibisinden bir demeç verdi. Bu demeç yayınlandı Cumhuriyet’ de. Almanya’da bir tiyatro rejisörü Türklerle ilgili böyle bir demeç verse yer yerinden oynar, bütün aydınlar ayağa kalkar ama Türkiye’de kimsenin kılı kıpırdamadı. Biraz önce özellikle amatör tiyatroların özgün malzeme üretmesi gerektiğini söylediniz. Bu konuda yapmış olduğunuz çalışmalara örnek verebilir misiniz? Deneme Sahnesi’ndeyken başlayan bir tartışma vardı. Halk tiyatrosu meselesini tartışmaya açtık. Şu tür sonuçlara ulaşıyorduk: Halk tiyatrosu ucuz tiyatro değildir. Kaliteli tiyatro vardır bir de harcı alem, ucuz tiyatro... Hayır, bu ayrım yanlıştır. Halk tiyatrosu profesyonel tiyatrocuların değil, halktan kişilerin yaptığı tiyatrodur... Hayır, bu da değil. Olsa olsa şudur diyorduk: Elit tiyatroya karşı halkın inisiyatifinde olan tiyatro. Profesyonel tiyatrocu da içinde olabilir. Halk tiyatrosu belli bir biçime indirgenemez. Halk tiyatrosu epiktir, halk tiyatrosu gelenekseldir, halk tiyatrosu kırmızıdır gibi biçim tanımlamaları yapmak yanlıştır. Otuz türlü biçimin hepsi de halk tiyatrosunda olabilir. Mevcut biçimler içinde yeraldığı gibi yeni biçimler de türeyebilir. Tema da illa alt kesimlerin yaşantıları olmak zorunda değildir. Yüksek burjuvazinin halk gözüyle eleştirisi de olabilir. Önemli olan halkın inisiyatifiyle şekillenmesidir. Proleter tiyatrosunda da aynı şey geçerli. Orada da işçi sınıfının inisiyatifi belirleyicidir. Bir de "aktüel tiyatro", "tartışmalı tiyatro" çabasına girdik. Uygulamada tasarladıklarımızı sonradan Grev Oyunu’nda. yapabildik. Grev Oyunu seyirciyle diyaloga bağlı. Diyalog olmazsa oyun da olmuyor. Profesyonelleşince çok önemli bir noktayı keşfettik: Soruyu o şekilde kuracaksm ki seyirci sadece "evet" ya da "hayır" desin, seyirciye roman yazdırtmayacaksın. En ileri nokta şudur: Oyunun akışını "evet" ve "hayır" diyenlere göre kurarsın. Fakat bu çok ileri noktalarda varılabilecek bir hedef. O olmadan da yapılabilir. Belli bir yerde yanıtları aldıktan sonra, "Bakalım ne olmuş?" dersin. "Evet" diyen için de "hayır" diyen" için de beklenmedik sonuçlar ortaya çıkar. İşin bu tarafı çok önemli. Düz şemalarla yola çıkıldı mı olmuyor. Seyirciye ne gibi sorular soruyordunuz? Bu oyun biraz da belgesel bir nitelik taşıyordu. Tofaş grevi vardı. O sırada sendikanm başında Fehmi Işıklar var. Fehmi Işıklar işvereni 141-142’den mahkemeye vermiş. Yasa bir sınıfın başka sınıflar üzerinde baskı kurmasıyla ilgili. Burada fiilen burjuvazinin başka sınıflar üzerinde baskı kurması söz konusu. Biz örneğin mahkemenin sonunda ne olduğunu soruyoruz. Cevap gelmeyebilir. Ama gelebilir de. Nitekim gelen bir yanıt şöyleydi: "İti kuyruğundan mı dava ediyorsun?" Türkiye’de tartışmalı tiyatroya örnek olarak Asiye Nasıl Kurtulur verilmişti. Oysa orada inisiyatif seyircide değildir. Orada seyirci adına tartışan bir figür ve onun karşısında tartışılan başka bir figür vardır. Tartışmalı tiyatroda ise seyirciye gerçekten inisiyatif verilmelidir. Uygulamalarını yaşadığımız için bunu iddia edebiliyorum. Alıntıdır...1 puan
-
Evet çok haklısın ve örgütlenmedikçe de kendimizi yemekten başka hiçbirşey yapamayacağız ve böyle devam edersek aynı havayı soluyor olmaktan utandığımız o kendini insan sananlar eğer izin verirse nefes alabileceğiz....1 puan
-
bu insanların kahraamanların ruhuna bölesine hakret edercesine ülkeyi sömürge yapan kendi çıkarının kurbanı olmuş kendini insan sanan zavallılar hala onlarla aynı havayı içime çekmekten nefret ediyorum... ama bizde suçluyuz yapan değil yapanı görüp susanda suçlu....1 puan
-
aynı zamanda da çalışkan bir şair.özelliklere edebiyat dergilerine çok şiir yazar.şiirlerinin yanında şiir üzerine kuramsal yazılarda yazmakta ve son zamanlarda kanto formunda şiirleri ile şiirde bir başka biçemin izini sürmekte.tıpkı Ezra Pound gibi...1 puan
This leaderboard is set to Istanbul/GMT+03:00