Liderlik Tablosu
Popüler İçerikler
27-05-2008 tarihinde, tüm alanlarda en yüksek itibara sahip içerik gösteriliyor
-
-MARİA/MERYEM- (Pınar Yolaçan) http://www.medyakronik.com/site_media/uploads/2008/04/04/PY0706.jpg Pınar Yolaçan'ın "Maria/Meryem" isimli Afrikalı kadın portre- fotoğrafları, Yapı Kredi Kazım Taşken Sanat Galerisi'nde sergilendi.Sanatçının fotoğraflarında; saten, kadifei tül, tafta kumaşlarla birlikte, plasenta, ciğer vb. iç organlarla tasarlanmış elbiseler giydirilmiş, kasılmış, tedirgin olmuş, irkilmiş yüzleriyle siyah kadınlar ve koç yumurtalarının elbisenin eksesuvarı olarak kullanıldığı şaşkın bir beyaz kadın portresi yer alıyor. "Etin kumaş gibi, kumaşlar birlikte bedenlere giydirilmiş oluşu ile etin aksesuar gibi kullanılışının çelişkisi" demek belki daha doğru. Pınar Yolaçan daha önce de "Fanilr" isimli fotoğraflarını sergilemişti.Bu fotoğraflarda çok yaşlı beyaz kadınlara, işkembe ve tavuk derisinden, aşağıya doğru sarkan giysiler giydirmişti. Yer çekimine yenik yüzler, ölüme yazgılı oluşun göstergeleriydi.Ayrıca işkembe ve tavuk derisi, öldürülmüşü düşündürdüğü için "Faniler" sergisi ölüm ve öldürülme durumlarını işaretliyordu.Öteki olarak kabul edilenin, bedenle bütünleştirilmesi, yabancılaşmayı görünür kılıyordu... http://myloveforyou.typepad.com/photos/uncategorized/2007/12/27/maria1.jpg Sanatçı 1981 yılında Ankara'da doğmuş.İki yıl Londra'daki St.Martins'de okuduktan sonra, 2001 yılında New York'tan burs almış, o tarihten beri de New York'ta yaşıyor..."Faniler" ve Maria/Meryem" portre fotoğrafları New York'ta sergilenir. "Faniler" daha çok ilgi görür. Çünkü Faniler'de beyaz kadınlar model oalrak kullanılmıştır. Toplumsal bilinçaltında siyah derili, hala ötekidir. Sanatçı Unesco bursu kazanıp, Brezilya Bahia Adası'nda misafir sanatçı programına davet edilince, Bahia'da yaşayan Afrika kökenli siyah kadınların gerçeği ile karşılaşır.... http://myloveforyou.typepad.com/photos/uncategorized/2007/12/27/maria3.jpg (Bahia'lı kadınların evlerinde bütün Hristiyan evlerde olduğu gibi bir Meryem ikonu vardır.Afrika kökenli siyah kadınlar, kendilerine benzemeyen bu kadından güç alırlar. Bu da bir başka yabancılaşma olgusu olsa gerek.Sanatçının işine "Maria/Meryem" ismini vermesi, siyah kadınların bedenlerini, yaptığı giysilerle manipüle ederek kendilerine iki kere yabancılaşma durumunu görünür kılmak içindir.Yani yabancılaşmanın yabancılaşması...) Yolaçan, “Meryem” serisinde kadın bedeni, sömürgecilik ve ölüm meselelerini ustalıkla birbirine bağlıyor. Sergi katalogunda yer alan söyleşide Yolaçan, serginin adının neden Meryem olduğunu açıklarken şunları söylüyor: “Batı portre geleneğinde çoğunlukla, dini kişilerin ve belli bir sınıfa ait olan insanların portreleri yapılmıştır, ben bir azınlık olarak kabul edilen Afrika kökenli Brezilyalı Bahiana kadınlarını kullanarak bu geleneği tersine çevirdiğimi düşünüyorum. Projeme 'Maria' (Meryem) ismini vermemin nedeni, seçtiğim modellerin çoğunun isminin gerçekten Maria olması ve bunun bölgedeki insanların geleneksel Katolik geçmişini göstermesi. Ancak bu modellerin hiçbiri “Meryem”in klasik tasvirlerine benzemiyor.' 16. yüzyıl başlarında, Portekiz sömürgeciliğiyle dünyanın en büyük köle ticaretinin yapıldığı, Salvador Limanı'nın yakınında gerçekleştirdiği projede Yolacan, neden portrelerinde Afrika kökenli kadınları kullandığı şu şekilde anlatıyor: 'Metropolitan Museum of Art’a giderseniz, Rönesans galerilerinde siyah tenli insanların yağlıboya portrelerine veya heykellerine rastlayamazsınız, sadece objeler ve “ilkel”, Afrika’dan getirilmiş el işi eserlerle karşılaşırsınız. Rönesans'ın, kölelik ve Afrika’dan yoğun göçle ayni deneme rastlamasına rağmen, sanat tarihi kitaplarında Avrupa manzaraları, beyaz erkekler ve ara sıra pahalı görünümlü kadife ve saten çarşaflarda sevişen birkaç kadın dışında farklı bir şey göremezsiniz' diyen Yolacan ayrıca bu serisinde fotoğrafta belgelendirme meselesine de gönderme yapıyor. http://www.photogrowth.com/images/blog/2007/1213_Pinar_Yolacan.jpg Plasenta,ciğer, iç organlar Sanatçının kullandığı kumaşlar, özel günlerin olduğu kadar, soyluluğun ve zenginliğin de göstergeleridir.Yoksul kadınların hiçbir zaman giyemeyeceği kumaşları kullanarak bir çelişkiyi tespit ederken, plasenta,ciğer ve benzeri iç organları birleştirerek elbiseleri giyen kadınların tedirginliğini,kasılmışlığını, irkilmişliğini belgelemeyi hedeflemiş. Sanatçı, Afrika kökenli bu kadınların dramatik yaşantılarının, beklenmedik bir durumla karşılaşmışlıklarının, bir nesne gibi kullanılmışlıklarının tezahürünü, tasarladığı bu elbiseler aracılığı ile yaratarak dolaylı olarak bir kez daha görünür kılarken, fotoğraflarda ışığın kullanımıylada Rönesans resmine gönderme yapar..2 puan
-
Çim Fırçası http://img526.imageshack.us/img526/3967/rainbow1it9.gif Photoshop uygulamalarınızda kullanabileceğiniz çim fırçası ile resimlerinize hazır çim şekilleri ekleyebilirsiniz. Çimler içinde hafif silif hoş çiçek resimleri bulunmakta. Bu resimleri alıp auto level ile rengini koyulaştırıp ardından da ctrl+u ile (hue/saturation) ile de renklerini değiştirip çalışmanıza değişik tatlar katabilirsiniz. Download -----> http://rapidshare.com/files/44603297/cim.rar.html ------------------------------------------------------ Metal Simgeleri Fırça Seti http://img408.imageshack.us/img408/6857/metalandpunkjr4.jpg Download ---> http://rapidshare.com/files/5779380/Metal_ve_Punk_fircalar_phoenix_tr.rar ------------------------------------------------------ Trafik levhaları Fırça Seti http://img450.imageshack.us/img450/346/levhalarwv7.jpg Download ---> http://rapidshare.com/files/5764515/trafik_levhalari_phoenix_tr.rar ------------------------------------------------------ 3D Çalışma Fırçası http://img355.imageshack.us/img355/9440/3drenderup7.jpg Download -----> http://rapidshare.com/files/5764246/3D_Render_Brush_phoenix_tr.rar ------------------------------------------------------ Alev Fırçaları http://www.photoshopdersleri.net/alev.gif Download ----> http://rapidshare.com/files/4607169/SS_flames.zip ------------------------------------------------------ Karanlık Çalışma Fırçaları http://pixhost.eu/avaxhome/avaxhome/2006-11-24/Color_Impact_457.jpg Download ------> http://depositfiles.com/en/files/395460 ------------------------------------------------------ Kalp Fırçaları - Hearts Photoshop Brushes http://pixhost.eu/avaxhome/avaxhome/2006-11-24/Hearts_Photoshop_Brushes_by_redheadstock.jpg Download -----> http://depositfiles.com/en/files/3952371 puan
-
Meditasyon Nedir? http://www.soulcan.com/jpg/376_meditation.jpghttp://www.soulcan.com/jpg/376_meditation.jpg Meditasyon bir şey üzerinde derin ve kapsamlı düşünmek demektir. Bir şeyin asıl gerçeğine kavuşmak amaç ve umuduyla, zihne dolan gereksiz fikirleri geri göndererek, o anda cevap beklenen sorunun açıklığa kavuşturulmasına çalışmaktır. Asıl hedeflenen amaç budur....Ancak her zaman bu gerçekleşmez. http://img.blogcu.com/uploads/YogaMeditasyon_amitabha__1.gif Meidtasyon yapan Buddha Bu uygulama methodunun Hint Dinlerindeki ibadetlerin önemli bir kısmını teşkil ettiği söylense de, sadece Hint dinleri ile kısıtlı kalmamıştır. Söz konusu teknikler bir çok toplum tarafından kendi dinsel ve geleneksel anlayışlarına uyarlanarak kullanılmıştır. Meditasyon esnasındaki düşünme eylemi eforsuz bir eylem olarak tanımlanır.... Kendiliğinden bir akış içinde, belli bir ilham alınarak yeni şeyler öğrenme ve kavramaimkanı sağlanılabilir....Konunun bu yönü, çalışmanın sonuçlarıyla ilgili püf noktasını oluşturur. Arzu edilen sonuçlarla karşılaşılıp karşılaşılmayacağını belirleyen nokta işte burasıdır. Bu noktada deneyimcinin ruhsal kültürünün ve teorik bilgi düzeyinin çok yüksek olması gerekir.... Bu konuya tekrar döneceğiz.... Meditasyon esnasında zihin ve beden serbest tutulur.Düşünce bir an için kendi konusunun dışına çıkma eylemi gösterirse, aklın müdahalesi ile sükuneti yitirmeden yeniden ilk konuya dönülür. Burada esas olan sükunet içinde kalabilmek ve konuyla ilgili sezgileri alabilmektir. Tufan öncesi uygarlıklarından olan Atlantis ve Mu uygarlıklarından tutun, eski Kristtof Kolomb öncesi uygarlıklarından olan Aztek, İnka, Mayalar'a avusturalya yerlilerinden, Afrika kabilelerine ve ordan da Avrupa ve Asya'daki toplumlara varıncaya kadardünyanın hemen her yerinde kısmen metodları değiştirerek ama temel metodlar aynı kalmak üzere, yaklaşık 100 civarında meditasyon yapma çeşidi vardır. İslamiyet'in Tassavufi çalışmalarında ve özellikle de Sufi ekollerinde meditasyondan yararlanabilmek için , çok kapsamlı ve çok değişik teknikler geliştirilmiştir. Bireylerin belli sırlara kavuşabilmelerine yardımcı olabilmek için bir zamanlar kullanılan bu teknikler, Sufi Oklullarında eğitilmekte olan öğrencinin üzerinde son derece yararlı sonuçlar meydana getirebiliyordu. Diğer toplumların insiyatik gizli yani batıni çalışmalarında olduğu gibi gerçekten de, bu teknikler Sufi okullarında bireyi özgür bir hale getirerek, bireyin kendisiyle , asıl benliği arasındaki köprüyü kurmasına yardım edyordu. Ancak burada gözardı edilmemesi gereken çok önemli bir püf noktası vardır : O dönemde uygulanan bu teknikler, bireyin içsel gelişmesinde, sırlara kavuşmasında ya da günümüz anlayışıyla ifade edecek olursak "kendini tanıması" ve "kendini bilmesi " yolunda yapılan çalışmalardan sadece bir tanesiydi... Meditasyonla birlikte uygulanan ve birbirini tamamlayan başka çalışmalar da vardı. Ancak şunu kesin olarak ifade etmemiz gerekir ki o dönemlerdeki bu başarılı çalışmaların yürütüldüğü zamanlarda bile , bu çalışmalardan zarar görenler olmuştur. Ancak konunun bu yönü üzerinde yurdumuzda çok az durulmuştur. Bu tekniklerin çok dikkatli uygulanması gerektiğini bilen o dönemin mürşitleri , müritlerini sürekli olarak kontrol ederlerdi... Zikir çalışmalarında hangi öğrencilerin ne zaman başlaması gerektiğini , ne kadar süre ile kaç günde kaç defa uygulanması gerektiğini ve bu çalışmalarda hangi öğrencinin hangi mantrayı kullanacağını büyük bir titizlikle belirlerdi. Zaman zaman tehlikeli bir gelişme farkettikleri an, belli bir süre o öğrenciye çalışma derhal bıraktırılırdı. Hatta uygun görmedikleri bazı öğrencilere çalışmaları asla yaptırmazlardı. Eski devirlerdeki bütün toplumlar, konunun ciddiyeti üzerinde ve doğurabileceği arzu edilmeyen sonuçlarla öğrencilerin karşılaşmamaları için büyük bir titizlikle durmuşlardır. Örneğin Buda, öğretisini çevresine aktarırken; anlayışta, düşünmede, konuşmada, davranış biçimlerinde, geçim düzeninde, manevi çabada, konsantrasyonda ve son olarak da meditasyonda yapılabilecek yanlışlara insanların dikkatlerini çekmiştir. Temeli aynı olmakla birlikte birbirindn farklı 100 civarında meditasyon tekniklerinin bulunduğundan bahsetmiştik. Bunlardan belli bölümü zikre dayalı tekniklerdir. yani seçilen bir kelime ya da cümlenin meditasyon esnasında tekrar edilmesi prensibine dayanır... Sufiler de böyle teknikler kullanmışlardır. Sufi okullarında Tanrı'nın isimleri en çok kullanılan mantralardı . O ilk dönemin başarılı çalışmalarında bile çalışmalar sırasında zihinsel dengesi ozulmuş bir çok öğrenci vardır. Bunlara yolun mecunlarrı ismi verilmiştir. Şimdi geçmişteki uygulamaları bir kenara bırakarak , günümüzdeki meditasyon uygulamalarının insanlar üzerinde meydana getirebileceği olumlu ve olumsuz etkilere bir bakalım. Uygun teknik seçildiği taktirde meditasyonun insanlar üzerinde meydana getirdiği olumlu etkiler şöyledir: - Vücut ve beyin üzerinde bir rahatlama etkisi. - Sinir sistemini gerginlikten kurtararak daha dengeli bir zihinsel yapının oluşmasıyla, yaşam içinde karşılaşılan zorluklara dayanabilme ve bu zorlukların üstesinden gelme yeteneğinin gelişmesi. - Zihinsel ve fiziksen enerjinin artışı. - Sezgilerin kuvvetlenmesiyle içe doğuş tarzında bir takım bilgilerin kendiliğinden elde edilmesi. Evet bunlar muhtemel olumlu etkiler olarak sıralanırlar. Ayrıca düzenli olarak meditasyon uygulayan kişinin uykuya olan ihtiyacında bir azalma görülür ve daha az uyuyarak yaşamını sürdürebilir. Ancak şurası da gerçek ki herkeste meditasyon aynı etkiyi göstermez. Aynı metod bir kimsede gerek zihinsel gerekse fiziksel yönde son derece olumlu gelişmelere sebebiyet verirken , yine aynı metod başka bir kimsede çok ciddi zihinsel bozukluklara sebebiyet verebilir. Günümüzde bunun hatrı sayılır derecede örnekleriyle karşılaşılmıştır. Bunun en büyük sebebi herkesin kendisine has farklı psişik ve fizyolojik bir bünyeye sahip olmasından ileri gelmektedir. Bu nedenle her meditasyon tekniği herkeste aynı sonucu vermez. Meditasyondan yararlanabilmek için herkesin bünyesine uygun tekniği seçmesi şarttır. Bu tekniğin seçilme işlemi meditasyonu yapacak kişi tarafından yapılamıyorsa, bbu seçimin meditasyoonu uygulatacak kişiler tarafından yapılması gerekir. En riskli teknikler ise belirli bir mantranın tekrarına dayanan tekniklerdir. Mantraya dayalı teknikte en fazla dikkat edilmesi gereken nokta , mantra olarak kullanılacak kelimenin titreşimsel yapısıyla, o mantrayı kullanacak kişinin psişik yapısının uyum içinde olup olmadığını tespit etmektir. bu seçimi yapacak kişinin en az bir durugörü yeteneğinin olması gerekir. Bir zamanlar bu seçim işlerini gerçekleştirebilecek düzeyde öğretmenler vardı ancak günümüzde tamamen ticari bir boyutta ele alıınan yerlerde bu seçimin ne kadar sağlıklı bir şekilde yapıldığı da ayrı bir tartışma konusudur. Bu aynen tıp konusunda yeterli bilgiye sahip olmayan birine beyin ameliyatı yaptırmak kadar tehlikeli bir olgudur. Mantra olarak seçilen sözcüğün o sözcük üzerine çok özel ve çok az sayıdaki insanın bildiği metodlarla pozitif enerji yüklenir. Bu yööntemin temeli sizlere aktarılan suya manyetik enerjilerin yüklenmesine benzer. Ve ondan sonra bu mantrayı başka birine verir daha sonra o da başlar bu mantrayı kullanmaya. Ancak bu mantranın üzerine yüklenen enerji belli bir zaman sonra tükenmeye ve karşıtına dönüşmeye başlar....İşte en büyük tehlike çanları bu noktadan itibaren çalmaya başlar. Eğer zamanında fark edilmezse önüne geçilmeyen zihinsel bozuklukların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Buraya kadar mantradan çok sözettik, mantrayı bu kadar güçlü yapan şey nedir diye düşündüğümüzde : Mantranın gücü onun sesinde gizlidir. Seslerin bünyemiz üzerindeki etkilerini görelim: Seelerin Majik Etkisi : Ses enerjisiyle bedeniniz üzerinde olumlu bir etki meydana getirebilirsiniz. Her kelimenin ve her harfin kendine has bir titreşimi ve buna bağlı olarak da kendine has bir enerjisi vardır. Tüm inanç sisteminde karşımıza çıkan dua ve ilahilerin kullanılış gayesi sesin meydana getirdiği etkilerden yararlanabilmek içindir. Entoloji ve Teozofi araştırmacıları bunu majik bir uygulama olarak eele alırlar ve adına Ses Majisi derler. Seslerin Gücünden Siz de Yararlanabilirsiniz... Evinizde rahatsız edilmeyeceğiniz bir odada sırtınız dik olacak şekilde oturun. Düşüncelerinizi kendi haline bırakın ve gevşeyin. Sonra derin bir nefes alarak aşağıdaki sesleri 3'er defa olmak üzere sesli bir şekilde tekrarlayın: A E OU O İ Size büyük bir denge, ahenk ve huzur sağlayacak olan bu metod, ayrıca iç organlarınıza gerçek anlamda bir masaj etkisinde bulunacak ve fizyolojik rahatsızlıklarınız üzerinde olumlu bir etki sağlayacaktır. Bu method ayrıca seslerle tedavi tekniklerinden biridir. Bu teknik yurt dışındaki bir çok hekim tarafından hastalarını tedavi etmek ve baskı altından kurtarmak için etkin bir biçimde kullanılmaktadır. Gelelim harflerin titreşimsel özelliklerine ve bünyemizde yapmış olduğu fonksiyonlara: A sesi akciğerlerimiz üzerine ve beyne etki yapar. Bu hıristiyanların ruhani ayinlerde bolca kullandıklarıi huzur verici bir ses olarak bilinir. E sesi boğaza, ses tellerine ve güçlenmesi için tiroid üzerine etki yapar. her birisi arka arkaya üç defa çıkarılan bu sesler, ait olduğu dokular içinde, besleyici bir kan birikmesi sebep olur. OU sesi bütün karın organları üzerine etki yapar: Mide, karaciğer, karın alt kısmı ve ince bağırsakların çalışmasını düzenlediği gibi , onların peklikten kurtulmasına da yardımcı olur. O sesi ağır ve derin olarak çıkarıldığında, bütün göğüs kafesini titretir ve akciğerleri harekete geçirir. Onun etkisi sadece bağırsaklara ve eğer onu ; sonuna kadara nefes verecek şekilde çıkarırsanız, cinsel güç üzerine etki yapar. Psişik süzeyle iç huzuruna, geniş bir konsantrasyona sebep olur ve insana dinamizm verir. Ona ikinci bir ses ekleyerek etkisini artırabilirsiniz : OM... OM , Hindu yogileri tarafından kozmik ses olarak nitelendirilmiş bir sestir. Kafatası sinirlerini ve kubbesini titreştirir. eğer bu sihirli ses üzerine iyice konsantre olunursa, zihinsel fonksiyonlarınızın hissedilir derecede berraklaştığını farkedebilirsiniz. İ bu serinin son sesidir. Uzun bir şekilde hafifçe dudaklarda bir gülümseme meydana getirerek çıkarılması gereken "İ" sesini de üç kez tekrar ederek, bu seriyi bitiriniz.... Sevinç verici ve parıltılı olan bu ses , burun , boğaz ve bronşlara etki yapar. onun insana keyif verme meziyeti de vardır. eğer nefes yollarınız kötü bir durumdaysalar, balgam sökücü bir etki gösterir. http://www.bilimkurgu2000.com/images/Oykuler/pluto.jpg1 puan
-
Bir kadınla bir adam ayrı ayrı arabalarında giderlerken çarpışırlar. İkisinin de arabası mahvolur ama şans eseri ikisi de hiç yara almadan kurtulur. Arabalarından sürünerek çıkarlar ve kadın adama bakıp: 'Çok ilginç! Sen erkeksin ben de kadın. Arabalarımız mahvoldu ama ikimize de hiçbir şey olmadı. Bu belki de tanışıp, dost olup, hayatımızın sonuna kadar huzur içinde birlikte yaşamamız için bir işarettir' der. Müthiş heyecanlanan adam: 'Evet, galiba haklısın' diye cevap verir şaşkınlıkla. 'Bak, arabam hurdaya döndü ama bir şişe şarap sapasağlam. Bu kesin bir işaret. Bu şarabı içip şansımızı kutlamalıyız' diye devam eden kadın, şarap şişesini adama uzatır. Adam şişeyi alır, açar ve yarısını içip kadına verir.Kadın hemen şişenin mantarını kapatıp adama geri uzatır. Bunun üstüne adam sorar: 'Sen içmeyecek misin?' Kadın cevap verir: 'Hayır, ben polisi bekleyeceğim!' der.1 puan
-
Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladı. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu. - Merhaba nine. Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle; - Merhaba dedi. - Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp, - Neden sordun ki, dedi. Buraların saabısı mısın? Yoksa bekçisi mi? Paşa gülümsedi. - Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı. - Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim. - Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni? - Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıt tım da... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.. - Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti. - Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim Vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözle ri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek, - Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor. Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. Ikisi de ağlıyordu. Iki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı; - Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söy ledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi; 'Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. ( 'Ananı da al git' diyenler var artık zamanımızda ) Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun.'1 puan
-
Tüm zamanların en gerçek hayaleti Unutulmayan edebi efsaneler bir liste haline getirildiğinde "Operadaki Hayalet" muhakkak orada yerini alacaktır. Aynen Stoker´ın "Dracula"sı, Shelley´in "Frankenstein"ı gibi "Operadaki Hayalet"de sinema sayesinde ölümsüzleşmiş daha sonra da Andrew L. Webber´in notalarıyla bir müzikal olarak efsaneleşerek sanatsal bir içerik kazanmıştır. Bütün bunlar "Operadaki Hayalet"in görünür, bilinir ve popülize edilmiş yönleridirler oysa perde arkasında kalan asıl gerçekler farklıdırlar ve en ilginci de "Operadaki Hayalet" gerçek bir öyküdür. Çünkü öykünün iki temel kahramanı olan Hayalet Eric ve soprano Christine gerçekten yaşadılar. Yazar Gaston Leroux, Christine´in aslında İsveçli bir opera şarkıcısı olan Christina olduğunu söylüyordu ama Hayalet´in kim olduğunu asla açıklamadı; "Ben onu tanıdım, gerçekti ama bir hayalet gibi yaşıyordu" diyerek sırrını öteki dünyaya götürdü. "Operadaki Hayalet" adlı romanı yazan Gaston Leroux 6 Mayıs 1868´de sokakta doğdu diyebiliriz. Annesi Marie Alphonsine, bir seyahat sırasında Paris´ten geçerken doğum sancılarına yakalanmış ve ilk bulduğu eve sığınarak bebeğini doğurmuştu. Gaston yıllar sonra Paris´e geldiğinde doğduğu evi arayıp bulacak ve evde bir cenaze işleri firmasının çalıştığını görünce gülerek; "Ben burada bir beşikte yatmıştım ama şimdi bir tabut buldum" diyecekti. Gaston Normandiya kıyılarında büyüdü, balıkçılıkla içiçe büyüdü, iyi bir balıkçı ve yüzücüydü. Daha sonra bir dil okuluna gönderildi ve orada edebiyatla tanışarak. boş zamanlarında yazı yazmaya başladı, iyi bir öğrenciydi, öğretmenleri onun başarılı bir avukat olacağını düşünüyorlardı. Gerçekten de mezuniyetten sonra Paris´e gelerek hukuk öğrenimine başladı, bu arada küçük öyküler ve şiirler yazıyordu. Yazdığı soneler zaman içersinde tiyatrocular tarafından okunmaya başlanmıştı. 1889´da yaşamı değişti, henüz hukuk eğitimini yeni bitirmişti ki, babası öldü ve ona bir milyon franklık bir miras bıraktı. Genç Leroux kendisini bir anda, gece hayatında buldu, barlarda içiyor, kumar oynuyor ve yanlış yatırımlar yapıyordu. Bu dönemin sonunda yaşamının pahalıya malolduğunu farkedince yine yazmaya yöneldi. Durmadan yazıyordu, önceleri komedi yazdı ama yapısı gereği ciddi bir insandı ve çocukluğundan beri meraklı olduğu gizeme yönelmeye başladı. Ölümle, yaşamın sınırlarıyla, ruhun yeniden doğmasıyla ve alternativ yaşam felsefesiyle ilgilenmeye ve kendisini geliştirmeye başladı. Hukukla, liberalizmin çatışma noktasında Yaşamın gerçekleriyle yüzyüze geldikçe, çözümsüzlüğü daha iyi anlıyor ve insan doğasının deneyimlerle değerlendirilmesi gerektiğini düşünmeye başlıyordu. Hukuk bunun için önemli bir kaynaktı ama Leroux insanların profesyonel yargı mantığını sevmiyor ve tatmin olmuyordu. Barlarda ve Paris kafelerinde üç yıl boyunca, tartıştı, konuştu, dinledi ve her kesimden insanı tanıdı ve düşüncelerini zenginleştirdi. Bu arada L´Echo de Paris gazetesine yazmaya başladı, fikirlerini bu gazetede anlatmaya fırsat buluyordu. Birden kendisini yeni bir konunun içinde bulmuştu çok ilgisini çeken bu konu tiyatroydu ve drama kritikleri yazmaya başladı. Yazılarında kullandığı mahkeme salonlarının geçerli mantığı ilgi çekmişti, adaletin ortaya çıkarttığı insan kişiliklerini, teatral kişiliklerle bütünleştiriyor ve mahkeme salonlarıyla, tiyatro sahnelerinde oynanan rollerin ortak yönlerini sergiliyordu. Bir bombalama olayının suçlusu olan anarşist Auguste Vaillant davası Leroux için önemli bir köşebaşı oldu. Leroux´un "Le Matin" gazetesinde yayınlanan dava ile ilgili yorumları büyük ilgi çekti, davaya yeni boyutlar getiriyor ve soruşturmayı adeta yönlendiriyordu. Vaillant ile hapishanedeki hücresinde yaptığı görüşmeler sonucunda, Leroux suçluyu değil, suçu sorguluyor ve kendisinin bir hapishane antropolojisti olduğunu söylüyordu. Bu arada kendisini büyük bir tehlikenin içine atmıştı, tehdit ediliyordu ama aldırmadan liberal düşüncelerini yazmayı sürdürdü. Halk ikiye ayrılmıştı, bazılarına göre bu çok iyi bir öyküydü ve izlenmesi hoştu. Leroux, sanık ile yaptığı görüşmelerin içersinden kepçeyle çıkarırcasına vurucu yönler buluyor ve herkesi şaşırtıyordu. Kim suçluydu? Vaillant mı yoksa onun bu hale gelmesi için elinden geleni yapan toplumsal düzen mi? Sonunda, Vaillant´ın giyotine yollandı ama Leroux artık ömrü boyunca idam karşı mücadelesini sürdürecek ve liberalizmin bayrağını taşıyacaktı. Leroux, gazetecilikten vazgeçiyor Sonraki yıllarda Leroux "Le Matin"in devrim muhabiri ve politika yazarı olarak Asya, Afrika, Avrupa ve Rusya´yı dolaştı. Çağının tüm politik olaylarının içindeydi; Son Rus Çarı ile görüştü, Dreyfuss davasını yakından izledi, maceracı ruhunu yazılarına yansıtması ilgiyle izleniyordu, renkli, dramatik ve tavizsiz üslübu, büyük olayların tanığı olmasıyla birleşince aranılan ve istenen bir yazar olmuştu. Vezüv´ün püskürmesi sırasında kraterin içindeydi, Doğu Anadolu´daki Türk-Ermeni savaşının ve Rus-Japon savaşının merkezinde olayları yaşadı. Fas isyanı sırasında, bir Arap maşlahı giyerek dolaşan tek Avrupalı oydu, Karadeniz´e gitti Odessa ve St. Peterburg isyanlarını içinden izledi, Rus Devrimi´nin ayak seslerini yazdı. Çar ile Kayzer Wilhelm II arasındaki Baltık Denizi´ndeki gizli toplantıyı dünyaya duyuran oydu. Daha sonra Rus mahkemelerine aşçı giysisiyle girerek, olanları dünyaya duyuran yine Leroux´du. Ve olmadık bir olay, bir anda herşeyi değiştirdi. Uzun bir yolculuğun dönüşünde dinlenirken, editöründen gelen bir telefonla uyandırıldı, öfkeyle telefonu açtığında, o gece hemen Toulon limanına giden trene binmesi isteniyordu çünkü bir Fransız savaş gemisi havaya uçurulmuştu. Leroux o anda kararını verdi; telefonu editörünün yüzüne kapattı, bundan böyle sadece bir roman yazarı olarak yaşayacaktı. Yıl 1907´idi. "Sarı Odanın Esrarı" Leroux´nun ilk kitapları 1903´de kitapçılarda görüldü; "Sabah Hazinelerini Ararken" adlı dizi kitap daha önce "Le Matin" de yayınlanmıştı. Öykü 18, Yüzyıl´da yaşamış Louis Cartouche adlı bir hırsızın yaşamını anlatıyordu, üslüp yine aynıydı, Leroux hırsızı gizli gizli yüceltiyor ve soyulan aristokratları yıpratarak, aşağılıyordu. Ve 1907´de Leroux, "Sarı Odanın Esrarı" adlı baş yapıtını yayınladı, her ne kadar "Operadaki Hayalet" en popüler eseri olarak tanımlanmaktaysa da, kritiklere göre en başarılı romanı buydu. Roman bir cinayetin üzerine kuruludur; tamamiyle kapalı ve kilitli bir odada işlenen bir cinayeti anlatır. Odanın kapısı mühürlüdür ve içeri girilebilecek bir başka yol yoktur. Bu imkansız cinayet, Leroux´un Sherlock Holmes tiplemesinin Fransız versiyonu olan Joseph Rouletabille tarafından çözülür. Roman dedektif romanlarının öncüsü olan iki büyük yazar yani Edgar Allan Poe ve Sir Arthur Conan Doyle tarafından takdirle karşılanır. Poe´nun ünlü "Morg Sokağı Cinayeti" ile karşılaştırılmasına rağmen, farklılığı ortadadır, cinayet tamamiyle mantık oyunlarına dayanmaktadır. Dedektif Rouletabille, Leroux´nun sonraki yedi romanında daha görülecektir. "Operadaki Hayalet"in doğumu Ayrıca romanda, popüler Fransız edebiyatçılarının yani Stendhal, Dumas ve Victor Hugo´nun etkileri de görülmektedir. 1908´de Leroux Paris´den Nice´e hareket eder, oranın ikliminden hoşlanmaktadır ve yazmaya devam eder. Bu arada, I. Dünya Savaşı öncesinde okuma alışkanlığı doruktadır. Ama Leroux sadece dedektif romanları yazarı değildi, aynı zamanda da macera, korku ve fantastik hikayeler ve romanlar yazıyordu. 1908-1911 yılları arasında beş roman yayınladı; bunlardan birisi çok uzun bir roman olan "Sabbath Kraliçesi"siydi. 1902´de de bir oyun yazdı, uzun zaman sahnelenmeyen bu oyun bir anlamda "Sarı Odanın Esrarı"nın adaptasyonuydu. Aynı dönemde sessiz sinema yayılmaya başladı ve Leroux sinema ile ilgilenmeye başlayarak senaryo yazmaya başladı. Komşusu Navarre, ünlü "Fantoma" dizisinin oyuncularındandı, beraber çalışmalar yaparak birçok senaryo yazdılar. Leroux´nun kızı Madeleine´de filmlerde oynuyordu. Ama Leroux 1918´de sinemadan uzaklaştı ve İspanya İç Savaşı´ndaki casusluk olayları ile ilgili bir roman yazdı; bu arada da henüz yaşanmamış olan II. Dünya Savaşı´nı öngörüyordu. Kitap çok sattı ve ünü iyice yayıldı, kitapları anında İngilizce´ye çevrilerek basılıyordu. Onu ölümsüzleştiren "Operadaki Hayalet"i ise sinema merakının öncesinde, 1911"de yayınlanmış ve öteki kitapları kadar ilgi görmemişti. Ama değeri sonra anlaşılacak ve olay olacaktı. Roman mı yoksa belgesel mi? "Operadaki Hayalet"i, Leroux Paris Operası´nı gezdikten sonra yazdığını söyler, binanın her yerini gezmiş, bodrumlarına kadar inmiştir. Gerçekten de Paris Operası´nın altında zifiri bir karanlığın içinde labirent hücreler, gizemli bir yeraltı gölü, demir ızgaralar bulunmaktadır. Aslında bina Prusya savaşlarından kalma bir hapishanenin üzerine kurulmuştur, yer seviyesinin altına kapatılan mahkumlar gün ışığını asla göremiyorlardı. Leroux´u etkileyen diğer bir olay ise 1896´da seyircilerin üzerine düşen dev avizeydi. Sonuçc korkunçu, bir ölü ve sayısız yaralı. Leroux, binayı incelerken mimar tarafından neden yapıldığı bilinmeyen petek benzeri geçitler keşfetti, amacı anlayamamıştı ve sanki karanlık geçitlerde görünmeyen bir canlı yaşıyordu. İşte "Operadaki Hayalet" yani Hayalet Eric burada doğdu ama Leroux hayeletin gerçek olduğunu yani daha önce burayı inşa eden yarı deli, müzisyenlerden nefret eden bir mimar olduğunu iddia ediyordu. Aslında, "Operadaki Hayalet"in iyi dikkat edilirse, çok iyi bir araştırma ve geliştirme sürecinin sonucunda yazıldığı anlaşılır. Leroux bir gazeteci mantığıyla belgesel malzemeyi derlemiş, ustaca örmüş ve fondaki detayların üzerine yayarak bir roman ortaya çıkarır, hemen tüm karakterler gerçektir ve bu tür roman yazma stilinin yani gerçek kişileri kurgulaştırmanın bulucusu Leroux´dur. Okuyucu romanı okurken, gerçekle hayal arasında gidip gelir, zaman zaman da karıştırır. O bir hayalet ama eti, kemiği var "Operadaki Hayalet" daha başlangıcında okuyucuyu kavrar. Hayalet gerçek bir kişiliktir yani doğaüstü bir yaratık değildir ve üstelik daha da korkunçtur. Çünkü öldürmektedir, eli kolu olmayan soyut bir hayaletin aksine kan ve etten oluşmuş, kin ve nefret dolu bir çılgındır. Kitap İngiltere, ABD ve Fransa´da yayınlandıktan sonra Hayalet, org çalan veya avizenin zincirini kesen illustrasyonlarla canlandırıldı, bu şekilde somut kişiliği daha belirginleşiyordu. Öykü tipik bir Leroux girişiyle başlar, karşınıza tehlikeli, gizemli ve toplumdışı bir karakter çıkar, bunu bir opera salonunun panayırımsı tasvirleri izler ve hemen ardından bir aşk öyküsü gelir. Leroux teması hazırdır, Gizem, mekan ve aşk; bunlar karakterle bütünleşince geriye sadece kurgu kalır ve Leroux bunu çok iyi başararak, okura kitabını nefes almadan okutur. Birçok kez sinemaya uyarlanan "Operadaki Hayalet" sadece bir kez bu temaya sadık kalmış ve romandaki gerilimi izlemiştir ama bu başarının sahibi 1924´de Universal Film tarafından çekilen filmin kahramanı Lon Chaney´dir. Chaney olağanüstü bir performansla hayaleti canlandırmış hatta yaşamıştı. Gaston Leroux, bu filmi görecek kadar yaşadı ve yorum yapmadı, kendisini ölümsüz yapacak olan "Operadaki Hayalet"i en önemli kitabı olarak kabul etmiyordu... "Zavallı Eric" 15 Nisan 1927´de Gaston Leroux 59 yaşında, beklenmedik bir anda küçük bir operasyonun ardından zehirlenerek ölerek, Nice yakınlarındaki Castle Cemetery´e gömüldü, geriye tamamlanmamış ama hemen yayınlancak olan bir roman bırakmıştı. Kendisiyle 1925´de yapılan bir söyleşide, "Operadaki Hayalet" için şöyle diyordu; ""Operadaki Hayalet" gerçektir, benim için yeterli kanıtları vardır ama kalanı ikna edici bir kurgudan ibarettir. Hayalet canlı bir insandır ama gerçek bir hayalet gibi görünür ya da davranır yani bir gölge gibidir ve bu gölge korkutucu ama aynı zamanda da inandıcı bir öyküyle bütünleşir. Uzun araştırmalar yaptım ve soruşturdum. Paris Opera´sının eski yöneticilerinden Messager ve Gailhard ile konuştum, benzer olaylar dinledim. Mimarlar, arşivciler öyküyü geliştirdiler. Nedense hep opera binalarında bir hayalet inancı vardır, bugün hala Paris Operası´nda baletlerin giyinme odasında dolaşan kederli ve korkunç bir hayalet anlatılır ve bu anlatılar romanımı etkiledi. Chaney´in oynadığı ve M. Laemmlé´nin yönettiği film bu yönde çekildi. İşin aslını isterseniz, unutulmaz karakter hayalettir yani Eric ve Eric gerçekti, elinde bir kafatası ile dolaşan, opera binasını kendisine ev yapmış biriydi ama zekası bir çocuk kadardı. Onun gerçek kimliğini kitaptaki Christine Daaé kişiliğinin ardına sakladım. O bir Quasimodo yani "Notre Dame´ın Kamburu"ydu. Opera´nın kütüphanecisi M. Joe Weil, baletlerin odasındaki hayaleti biliyor ve zor günler yaşandğını anlatıyordu ve anlattıkları gerçekti. Anlaşılmaz ve açıklanamayan bir gölge koridorlardan kayarak geçiyor ve soyunma odasına geliyordu ve inanıyorum ki eğer o bir ölüyse, hala huzura kavuşamadı; Zavallı Eric..." Avize nasıl düştü? Paris Operası´nın tavanı Eugène Lenepvue tarafından boyanmıştı ama 1962´de Chagall tarafından yeniden boyandı, tavan ikiye bölünmüş ve ünlü bestecilerle onların eserlerini canlandıran simgeler yapılmıştı. Tavanın tam ortasında dev bir avize asılıydı ve 20 Mayıs 1896´ya kadar da orada kaldı. O gün, Helle Operası´nın gala gecesiydi. İlk perdenin bitmesine 9 dakika kala, Soprano Carron aryasını söylerken birden korkunç bir çatırtı duyuldu. Bir ışık patladı, tavandan yağan toz bulutu salona yayılırken seyirciler panik halinde kapılara koşmaya başladılar. Sahnedeki sanatçılar ve koro yerinde kalmıştı, kendilerini sahnede daha güvende hissediyorlardı, ön koltuklarda oturanlar daha soğukkanlı davranarak oldukları yerde kalmışlardı. Asıl facia panik halindeki insanların doldurduğu galerilerde yaşandı. İki-üç dakika içersinde galeriler boşaldığında geriye yerde yatan yaralılar kalmıştı. Bazı kadınlar merdiven parmaklıklarına ve heykellere tırmanarak aşağı atlamak istemişler ama görevliler tarafından engellenmişlerdi, burada beş-altı kişi yaralandı ama sonuçta görevliler çıkışa giden doğru yolu göstermişlerdi. Önce birkaç hafif yaralıdan başka bir zarar oluşmadığı sanıldı ama çığlıklar başlayınca iş değişti. Balkonun altında ezilmiş, çığlıklar atan bir kadın vardı; derken her yeri kana bulanmış bir kız ortaya çıktı, haykırıyor ve annesinin dördünce kattaki yıkıntının altında kaldığını söylüyordu. Araştırma yapılırken, bir kadının ezildiği anlaşıldı. Soruşturmanın başlarında önce kaza olmadığı düşünüldü, bir bombadan kuşkulanıldı, sonra çatıda bir yangının başladığı anlaşıldı elektrik kablolarından birisi kısa devre yapıp, alevlenmiş ve avizeyi tavana tutturan sekiz ayağın birisini eritmişti, yerinden kopan ayak aşağıda 11 ve 13 no´lu koltuklarda oturan anne ve kızının üzerine düşmüş ve talihsiz anne 770 kiloluk demirin altında kalarak ölmüştü. Yani düşen şey avize değildi, avizenin demir ayaklarından birisi düşmüştü... Christina kimdi? "Operadaki Hayalet" kadın kahramanı Christin adlı bir sopranodur. Hayalet´in aşık olduğu kadındır ve bir polis müdürünü sever ama bunlar romandaki öyküyü oluştururlar. Oysa Christina gerçektir yani İsveçli bir sopranodur. Leroux çağdaşı olan Christina´dan esinlendiğini söylerken, kendisini tanımadığını ekler. Başarılı sopranonun başından geçen iki olay ilginçtir. 1901´de Londra´da yine hayaletli opera binalarından birisi olarak bilinen Drury Lane´de La Traviata operasında oynamaya giden Christina´yı gala gecesinde dinleyenlerin arasında Galler Prensi ve onun konuğu olan İran Şahı vardır. Oyundan sonra kendisini ziyaret edeceklerini tahmin eden Christina, Paris´den çok pahalı ve özel bir giysi getirtir ve hazırlanarak soylu konuklarını beklemeye koyulur. Aradan bird saat geçer ve gelen giden olmaz, umudunu kesen Christina, görkemli giysisini çıkararak yine operada giydiği paçavra giysiyi giyer, içinde pek rahat değildir ve denemek amacındadır. Birden kapı vurulur ve Şah´ın geldiği bildirilir, Christina şaşırır, giysisini değiştirmeye vakit yoktur, reddeder ama Şah inatçıdır. Christina odadan o kılıkta fırlar ve Şah´ı kolunu tutarak haykırır; "Siz çok kötü bir Şah´sınız, bir saat önce çok güzeldim, sizin için giydiğim muhteşem bir giysi içinde bekliyordum ama şimdi sefil bir görünüm içindeyim. Ayaklarımda bir ayakkabı bile yok." der ve çıplak ayağını kaldırarak Şah´ın burnuna dayar. Bundan sonra Şah´ın ne yaptığı bilinmiyor çünkü Christina´yı alıp odasına girer. Ama Christina, herkesin içinde İran Şah´ının burnuna çıplak ayağını dayayan tek kadın olarak tarihe geçer. Yine aynı yıllarda Christina Rusya´da Petersburg´a Faust operasında Margarita´yı oynamaya gider. Oyun sırasında ünlü "Mücevher Aryası"nı söylemektedir, mücevher kutusunu açar ve içindeki gerçek mücevherlerle karşılaşır. Mücevherler Çarlık tarafından armağan olarak verilmiş ama sahteleriyle karıştırılarak, oyun aksesuarlarının arasına girmiştir. Christina, kutudakilerin gerçek olduklarını hemen anlar ve aryayı keserek; "Ne güzel şeyler" diye haykırır. Olayın içyüzünü bilmeyenler, hala Faust´da böyle bir sözcüğün olup olmadığını tartışıyorlar. Christina´nın Rusya gezisi olaylarla doludur, her oyundan sonra ince bir giysiyle, yalınayak karlarda koşturması, ayı avına çıkıp, bir ayıyı bizzat vurduğu ve ayınınpostunu Londra´daki evinin holüne serdiği unutulmayan anekdotlardandır. İsveçli Christina, Leroux´nun Christin´i gibi değildi ama gerçekti... Sinemada "Operadaki Hayalet" "Operadaki Hayalet" sinema sanatındı sadece gizemli bir müzik delisinin avlandığı bir öykü değildir. Sinema tarihindeki yeri Lon Chaney ile bütünleşir. Chaney, özel makyaj ve efekt tekniklerinin olmadığı bir çağda salt kendi yeteneğiyle operanın labirentlerinde dolaşan öylesine çirkin ve etkin bir tip yaratmıştır ki, hala bir baş yapıt olarak akıllarda kaldığı gibi, sinema okullarında örnek olarak da gösterilir. "Bin Yüzlü Adam" denen Chaney, 1925´lerde hızla yayılan sessiz sinemanın tanınmış oyuncularından değildi, "Operadaki Hayalet"le dünya çapında ün kazandı, bunun yanısıra da "Operadaki Hayalet" bir korku filmi klasiği olarak Dracula ve Frankenstein yanında literatüre geçti. Filmde Christine´i oynayan genç oyuncu Mary Philbin ise, parlak ve keskin drama örneğini vermesiyle anımsanır. Filmde, Chaney´in yüzünden maskını fırlatarak oynadığı "Ölünün Başı" bölümü sinema tarihinin en iyi sahnelerinden birisi olarak kabul edilir. Uzmanlara göre, doğru gölgelerin, doğru yerlerde böylesine iyi kullanıldığı bir başka örnek yoktur. Chaney bunu onaylamakta ve; "Orada korkunun bütün hayalini verebildik." demekteydi. "Operadaki Hayalet" o yıllara göre büyük başarı sağlamış bir film olmasına karşın, günümüze kadar sadece dört kez daha sinemaya aktarıldı. İkinci versiyon 1943´de renkli ve sesli olarak çekildi, Hayalet´i Fransız aktör Claude Rains oynuyordu. Öykü ile oynanmış ve Rains´in oynadığı bir bestecinin yüzüne dökülen asit sonucunda korkunç bir hale yani Hayalet´e dönüştüğü canlandırılmıştı. Önceki film kadar Gotik olmayan bu yapıtta müzik daha ön plandaydı ve dönemin ünlü şarkıcısı Nelson Eddy´de filmde oynuyordu. İlginç olan bu filmde Chaney´in filminden alınan resimlerin kullanılmasıydı ve film sonunda bir fotografi Oscar´ kazandı. Daha sonra Leroux´nun öyküsü bir İspanyol filminde "El Fantasma de la Operetta" yine beyaz perdeye aktarıldı, buradaki Hayalet koro kızlarını öldüren çapkın ve acımasız bir katildi. 1962´de korku filmleriyle ünlü Hammer Filmcilik, Herbert Lom ve Heather Sears´in oynadıkları bir diğer "Operadaki Hayalet"i perdeye getirdi ama kayde değer bulunmadı. 1974´de yapımcı Brian DePalma işi sulandırarak parodi çizgisinde "Cennetin Hayaleti" adıyla, bir New York Rock´n Roll konser salonunda geçen farklı bir uyarlamayı filme aldı. Filmde Paul Williams´ın oynadığı eroin kullanan ve şarkıcı olmak isteyen kötü kalpli bir plak yapımcısı, Hayalet´i mizahi bir çizgide simgeliyordu. 1983´de "Operadaki Hayalet" Maximilian Schell´in başrolünü oynadığı bir mini-tv dizisinde görüldü, yanında büyüleyici Jane Seymour oynuyordu, 19. Yüzyıl Budepeşte´sinde geçen filmdeki Hayalet tiplemesi gerçek bir hayal olarak öylesine geçiştirildi. 1989´da "Elm Sokağı" korkunç Freddy´si Robert Englund Hayalet olarak kameranın karşısına geçti; bu tam anlamıyla özel efektlerle bezenmiş modern bir korku filminden başka birşey değildi. Ve 1990´da NBC televizyonu, oyun yazarı Arthur Kopit´in uyarladığı iki bölümlük bir tv dizisinde yaşamının son eforunu harcayan Burt Lancaster´ı Charles Dance ile birlikte oynatarak, farklı ama silik bir Hayalet denemesi daha yaptı. Görülüyor ki, Chaney´in özgün yetisinin dışında "Operadaki Hayalet" sinemada yeterince yerini alamadı. Çünkü kitabın temel ve gerçek karakteri olan Hayalet yani Eric, Leroux´nun kendi kişiliği ile bütünleşen karanlık ve gizemli bir tiplemedir; bunu farkeden veya bilmeden bütünleşen oyuncu Chaney´di ya da yazarın çağdaşı olmasının avantajını yakalamıştı. Leroux Eric´in gerçek kimliğini biliyordu ve "Operadaki Hayalet" dışındaki kitaplarında da onu kullandığını ima ediyordu. Bir söylentiye göre, Lon Chaney gerçek Eric´le karşılaşmış ve çok etkilenmişti. 1925 yılındaki filmde kullanılan ve Charles Hall tarafından gerçekleştirilen Paris Operası seti, hala durmaktadır. Universal Stüdyoları´nı gezenler 28 no´lu sette bina ile karşılaşabilirler. Ve tüm zamanların en iyi müzikali "Phantom of the Opera" çağımızın müzikal dehası Andrew Lloyd Webber´in besteleriyle 9 Ekim 1986´da ilk kez Londra´da sergilendiğinde, hemen herkes çok büyük bir müzik olayı ile karşılaştıklarını anlamışlardı. Webber ve ekibinin yarattıkları müzikal olağanüstüydü. Her ne kadar Christine´i ilk kez oynayan bestecinin o zamanki eşi Sarah Brightman´ın daha ön plana alındığı görüşünü savunanlar çıktıysa da, Hayalet karakteri olması gerekenin üzerindeydi. Webber´in dev müzikali hala Londra ve New York´da oynanıyor ve milyonlarca kişi tarafından izlendi ve izleniyor. Son ayların ne büyük tartışması ise, günümüz sinemasının Hayalet´i bir kez daha beyaz perdeye Webber´in müziği ile getirilmesi. Webber bu önerilere uzak duruyor ve; "Ben bir tiyatrocuyum." diyor. Sinema kritikleri ise Webber´le Steven Spielberg işbirliğini düşlüyorlar. Buna karşın Warner Bros´un projesi gündemde ama Hayalet rolü için John Travolta´nın düşünülmesi tüm dünyada tepki yarattı. Hayaletseverler kampanyalar oluşturarak "Elinizi, Hayalet´ten çekin..." diyorlar. SPOT: "Opera hayaleti gerçekten vardı. Uzun bir zaman için onun oyuncuların yarattığı, batıl inançların uzantısı olan bir hayal yaratığı olduğuna inanıldı ama hayır Eric etiyle, kanıyla gerçekti ve gerçek bir hayaletin tüm özelliklerini taşıyordu. Ben onu tanıdım ve ancak yaşayan bir hayalet olduğunu söyleyebilirim..." Gaston Leroux1 puan
-
ver coşkuyu,ver coşkuyu diyesim var1 puan
-
anammmmm kesnlikle denicem cuma günü özcan bi sempati duysun bana blueboy arkadaşım dile benden ne dilersen ;D1 puan
-
bu siteyi çok seviyorum,arkadaşlar hepinizi çok seviyorum.harikasınız ..bende deniycem..1 puan
-
yitik bir cennetin taa dibinde... sana kuytu mezarlıklarımızı gösterirdim.... telefonları kurcalar kurcalar kurcalar....rehberimizi dolaştırırdık birbirine düşman iki kalleş vadide... durağan bütün herşeyi gömmek üstüne... olağan bütün herşeyi es geçtiğimiz şu kullanım klavuzsuz günler üstüne öyle büyük sözler verirdimki bir zamanlar..... zaman... zaman aşımına uğrardı adeta... ben tepe taklak, sen bir cennette bir ikindi meyvesi... ben toz toprak sen kimin elinde bilmem kimin neresi... tepe taklak ağaçlara bulaştığımız...caka sattığımız o günler... dilek dilerdim başın türbelenirdi hatırlarmısın?... gözlerinden metrelerce kurdelalar yağardı yırtık toprağın ıslak mimiklerine hayır yani hani gülerde insan bir kaç damla....göz yaşı belki.. süzülür çukuruna yüzünün... dudaklarının kenarında bir gölet gibi..... etrafı bir piknik alanı...birşey sanki sürekli dokunulası zaman zaman geri gider insan... bulutlanır hangi bir maziye elini atsa... orada bir yağmur... bir fırtına ... bir kasırga kopsa.... hep de tam yeri tam zamanı olur.... denizsiz kentlerde tusunamiler beklemeye alışkın şaşkın.... bedevinin en bahtsızı olmak için doğuştan hazırızdır... biraz geçer zaman... üşüyorumdur...sen veya ben ne fark eder....üşünülüyordur buralarda muhakkak rededilme korkusu yerini..cep delik cepken delik şarkılara teslim etmekde diretecek aşk delilik noktasında delillerini kaybeden ağzı bozuk bir düzenbaza dönüşecek.... kurunun yanındaki yaş.... yaşlanıp gidecek... bize biraz kehanetlerde bulunmak düşecekdir... orta oyunlarında ortalık yerlere düşüp...didindiğimiz aşklar hatırlamazmısınız hiç? o giden onlarca sesi... saygıyla önlerinde asla eğilemediğim tüm sevgilerim gibi...tutsak kalleş bir kaç kelime gibi ağız dalaşı gibi.. sokakta kalmış yapayalnız bir bina gibi... bir kapı kolu... üstelik sadece tek bir kapıyı açabilen bir kapı kolu gibi yani biraz aciz gibi... hiç hatırlamazmısınız bir sevgiliyi...gecenin herhangi bir vakti? tutkuyla birbirimizi çekelediğimiz... silüetler... o dehşetle gözlerimizden hayallerimize, panjuru boktan evlerimize yağan bombalar.... yağışda bir şemsiyedir sevgili kimi zaman (ıslanmayı sevmeyen...kuduz aşıklar için) hatırlamazmısınız o el ele kurumaya bıraktığınız günleri? ne kadar ahlakcıysa bize kalan izdüşümü yaşadıklarımızın siz bir o kadar ahlaksızdınız ... aşık olup saygıyla iliklendiğiniz o sevgilerde hep bir ölü vardı... siz farkında olmadan nekrofiliydiniz.... sapkındınız....aklınızı tamda kaçırma noktasındaydınız Dersinizi çalışmamışdınız..kalacakdınız....birilerinin ... bir yerlerde dönen bir olayın tam göbeğinde illaki kalacakdınız... aldatan da aldatılan da olacakdınız siz bu kadraja hiç alışmamışdınız... çünkü başarılıydınız kendi gölge oyunlarınızı yürütürken o güzelim zamanınız saniyelerle sınırlıydı... bilmiyordunuz ki; "Telkin başarılı bir öğrencinin kendine kurduğu en boktan sistemlerin tabiat anasıdır" hatırlamazmıydınız size bahsetsem şu engebeli vadilere dönüştüğümüz günlerden.... orada hiç olamadığımız o hep bizim olan saatlerden tik tak dedimmi topuklu ayakkabısıyla yerlerde titreyen o memeleri uzay gibi fetiş kadınlarmı gelirdi aklınıza? çok basitti oysa... sadece kapağı açık köstekli bir saat boynumda.... kıpırdamayan parmakların kesik aralarında...üşürdüm kar yağardı parmak uçlarıma hatırlarım binlerce kez yazın ortasında... dizlerim hep bir kuzey kutbu... hep bir himalaya saklardım sol omuzumda... parkalarınızı ceketlerinizi atkınızı berenizi bana karşı direteceğiniz herşeyinizi takınır... yinede bir ölüyü öpdüğünüzü asla fark edemezdiniz... iki devletin birbirine girmesi gibi... oklarınızla mızraklarınızla gelirdiniz gözlerimin önüne... atlarınız kara cüppeli hırpani hayvanlardı.. bilmiyorsunuz aslında bir savaş bile yoktu ortada.. bırakılan her saçma sapan notda kurşun geçirmez yeleklerinizle hep tam da karşıda dimdik gerinirdiniz... ölmeyecekdiniz....yeterince belliydiniz.... donanımlı götlek süvariler korkacak birşey yoktu oysa... ben kurşun kalemle yazılar yazmazdım asla...1 puan
-
çingeneler zamanında yani tanrı çingeneyken daha fallar bakar,dev kazanlarda yemekler pişirir masallar anlatırken cümle aleme çabuk büyümeyelim hep çocukları olalım,çocuk kalalım isterdi eskidendi çok eskiden o vakitler bi avuç insandık... ne diyordum ben unuttum bak şimdi yaşlılık işte büyümüşüz zamanı içimizden geçirirsek yaşlanırız dışımızda bırakırsak -misafir almazsak içeri -çocuk kalırız anılar mı onları dert etme anlarını koru onlar anın olur ilerde bakarsın içine içime bakamam dersen ceplerini karıştır bulursun bak garanti güzel bi kaç parça anın varsa yoktur senden keyiflisi zaman geçince o eski türkü diline düşünce....----1 puan
-
1 puan
-
Sembolik kuruntularında sevgi dilenendi. Komplolarında hep bir kadın ölür, geriye buğusu camda kalmış soluklar ürperirdi. Bavullarında geceden öpüp kırptığı vesikalıklar tam anlamıyla birer fantezi ürünüydü. Oysa vesikalıklar kadehin hızına asla yetişemeyen külü solurlardı her gece. Ciğerleri kara, avuç içleri izmaritten yara… Oturduğu her kaldırım yamacında durur sandığı şişe olmadık yerden kırılmış bir yürek adeta. İçindeki kırmızı sıvı nöronlarınla sevişmek istiyor diyenler olsa da o şarap sevmezdi aslında. O aniden ölmek nedir iyi hesaplar, filmin en tırnak yediğim yerinde bana keratin yüklerdi. Bana özenle seçtiği cümlelerinde imla olabileceğimi söyledikçe taçlar takardım vesikalıkların o soluk benizli gülümsemelerine. Tüm yanıklar provasız raks ederken mimiksiz biçimsizliklerinde, Vesikalıklar asırlaşan nasırları içtiler ansızın gelen histerik krizlerinde. Mührü tattı dolu yüklü gözbebekleri yağmurun o gudubet renginde. Ağlamak şimdi en çok Frida’ya yakışıyor. Hole, hiç yüklenmediği kadar eroin alıyor. İvano, kuşağına ait sololarından illet ettiğini anlatırken Ray’in gözleri yeniden görür oluyor. O facia anı sanki bana kopan yıldırımın yıldız yüklü soluğunu anımsatıyor. Zor dedimse sen inanma Luciano, Pembe karakter olmak dediğin gibi karartır karakterini, Bilirim sakın bilmediğimi sanıp ta esintide koparma kirpiklerini… Ben düşler astım sabahlarınla gecelerine! Uyandığında göğsüne düşecekler büyük anlaşmalar yaptım, Olabildiğince azap yüklü esaretlerde büyük çatışmalarda kopya taarruzları ezdim de sana geldim. Sen Luciano, Sen başının sağa omzunda ağladığı yassın aslında. Gazel yüklü bir infaz anısın aksayan yalnızlığımda. Unutulmuş bir umut, Yedirildikçe acıkan yanımsın kınımda. Kes beni, Liğmelenmiş hatıralarından değil miyim sonuçta. Sandığın en aşağılık köşesinde sana sinen naftalin kokusunu sürdüm ben her gece senin yobaz bilgeliğinin esrarında. Koktum, koptum da geldim aç gözlerini Luciano! Sürgünden sana aşklar ektim, Budaydım, budandım da geldim aç gözlerini Luciano! Anladın değil mi Luciano? Ben asimetrik yüzümü döktüm, Simetrik çirkinliklerde zaaflar yüklendim de kefenimle sana geldim… Sembolik kuruntularında sevgi dilenendi. Oysa hıçkırarak ağladığı zaman eşsiz bir dilemma ile muammaydı. Çarpışarak öldüğü şarampolde her daim bir kız ağlayacaktı… O unutulmuş bir kompleks olacaktı hayatımda…1 puan
-
http://www.anatolianrock.com/images/basin_fotograflari/298_1191241657_3693.jpg 1993” te çıkardıkları "Into the Labyrinth" ve 1995'teki ilk Lisa Gerrard solosundaki madrigallerin melodram yorumları yerini şimdi Afrika, İspanya ve Mısır ritmleri ile global-folk şarkı sözleri eşliğindeki, antropolojik bir yolculuğa bıraktı. Dead Can Dance'nin 7. Stüdyo albümü "Spirit Chaser"ın psuedoword yönetimi bu tarz için olumlu yönde. Çünkü 80'lerin başlarında meydana çıkan bu tip gruplar, -ki sayıları fazla değildir- 90'larda iniş grafiği çizerken, Dead Can Dance "Spirit Chaser" ile iyi yolda olduğunu ispatladı. Örneğin yakın kulvarda kabul edilebilecek Cocteal Twıns, 4 AD'den Polygram'a transfer olduktan sonra, yeni plak şirketlerinin siparişlerini icra etmeye başladı. Ağırlığı vurmalılara kaydıracak şekilde kadrosunu genişleten Dead Can Dance ise, İstanbul'daki tek gecelik başarılı konserde de, müzikleriyle doğru orantılı bir görüntü içindeydiler. Gregory gotiği Dead Can Dance, "Into the Labyrinth" ile fiyakalı bir çıkış yapmıştı, ilk bakışta, hele bir rock grubu ile kıyaslandığında, biraz huysuz, soğuk ve aşırı titiz görünmekteydiler. On beş yıl süresince, ingiliz müzik çevrelerinin karekteristik eğilimlerinden ve harala gürelesinden uzak durdular, izole yaşadılar, pek fazla temsilcisi bulunmayan nevi şahsına münhasır bir türü icat ettiler, düşün ve sanatta ince beğeni sahibi olan elitlerin ilgilendiği nadide örneklerden biri olarak kaldılar. Buna karşılık bağlı oldukları 3 AD plak şirketinin -Cocteau Twins ve Pixies dahil-tüm diğer gruplarından daha fazla satmaya başladılar. İlk önemli çıkışları "Spleen and İdeal "in gücü ve zayıflığı aynı noktaya dayanır. İkilinin hobisi dünya folk müzikleri üzerinde yoğunlaşmakta. Asya, İrlanda ve Bulgaristan müzikleri çok iyi etüd etmiş, fakat rafine olmayan bir müzik ortaya koymuşlardı. 1,5-2 yıl ara ile çıkan albümlerinde deneyimleri entellektüel ilgi alanlarına paralel olarak sürekli artar. "Aion" kendisini, Joy Division'ın "Closer"ındaki Kadersiz İngiliz post punk'ının, Global-folk müziği ile harmanlanmasında garanti altına alır. Aslında bu analoji ilk albümleri için daha çok geçerlidir. Dead Can Dance'ın aslına sadık kaldığı, köklerini bulduğu biçimleri, dokuları ve bunun nasıl yaratıldığı bir kaç yüzyıl öncesinin meraklıları için meçhul değildir. Bu esin kaynağı, Elizabeth dönemi oda müziği, Latin Hymnleri, Gregoryan şarkıları ve altın çağın Yeni Platonik Felsefeli içerisinde mevcuttur. Fakat yine de Dead Can Dance müziği, Kraliçe 1. Elizabeth'in huzurunda gerçekleştirilen 400 yaşındaki JanSession'ların ötesinde birşeydir. "Into the Labyointh", 90'ların ciddi ve irkiltici çalışması "Aion "dan beri, "Spintehaser"ın habercisi olan malzemelerle yapılan ilk albüm. Albümün en dikkate değer çalışması ise, şüphesiz "How Fortunate the Man With None". Kapanışta yeralan görkemli ağıtta şarkı sözü olarak Berthold Brecht'in Cesaret Ana oyunundan bir metin kullanılıyor. Parça insanın benliğine bozucu etkide bulunan işkence sesleri ve ürkünç bir atmosfere sahip." Dead Can Dance'ler (Brendan Perry ve Lisa Gerrard) İngiltere'de, Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerden gelen insanların oturduğu blok binalardan bir tanesinin 13. katında çalışıyorlar. Bir parmak kalınlığındaki, demir çubuklardan oluşan dış koruma kapıları var. Böylesi bir dünyada yaşayan herkesin muhakkak korunma gereksinimi var ve bunun diğer önlemlerden daha ucuza geldiği kesin. İngiltere'nin bu yöresinde gerek sınıfsal, gerekse yapısal açıdan, birbirlerinden çok farklı iki dünya var. Birbirleriyle çok ayrıksı olmalarına karşın, parmaklığın içinde kalan yaşamda, dışarıdaki kadar gerçek. Ancak bir başka gezegenden gelip de burada yaşayan insanlarınki kadar gerçek. Ve bu dünyanın çocukları da evlerinin önlerinde tıpkı başka yerdeki çocuklar gibi oyun oynuyorlar. Onları diğerlerinden ayıran tek fark, mülteci izolasyonu yaşıyor olmaları. Pencereden bu görüntüye tanık olarak müzik üretiyor ikili. Bir santimlik demir parmaklığın, ne denli kalın bir manevi duvar oluşturabileceğini, ancak içeri girdiğinizde farkedebilirsiniz. İçerideki özerklik alanı tam bir Dead Can Dance dünyası. Evdeki en çok kullanılan odada, duvarın birini halılar, Afrika maskları ve İra suretleri süslüyor. Bir başka duvarı ikilinin konser afişleri ve Fransa'da Sisters of Mercy ile çektirdikleri bir fotoğraf doldurmakta. Yanındakinde Dead Can Dance'i bir orkestra ile birlikte görmekteyiz. Son duvarda ise kirli, ağır bir havanın altında ezilen "endüstri sonrası toplum "un güneş batımına ardına dek açılan bir pencere bulunuyor. Işığı seviyorlar, bu yüzden siyah perdeleri her zaman açık. Brendan Perry ve Liza Gerrard, bu eşitsizlikler toplumunda karşılaşılabilecek garip ve özel şahsiyetler. The Host Of Seraphim http://www.youtube.com/watch?v=Tluogv9EGTQ&feature=related Laurent Boutonnat http://www.youtube.com/watch?v=tfBxIxfnueA&feature=related The Carnival is Over Yulunga http://www.youtube.com/watch?v=NQvu0XiwZk4&feature=related Fatal Impact Anywhere Out Of The World http://www.youtube.com/watch?v=NO-_UiDTtkk&feature=related Flesh Eating Zombies1 puan
This leaderboard is set to Istanbul/GMT+03:00