raskolnikov Oluşturma zamanı: Ağustos 3, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Ağustos 3, 2008 Dracula'yı edebi olarak ölümsüz kılan neden, insanoğlunun ebedi ölümsüzlük isteğidir İnsanın en büyük trajedisi ölümlü olduğunu bilmesidir. Bir gün yok olacağını bilmek; Bu farkındalık dinlerin doğuş nedeni olduğu gibi sanatın da, folklorun da kaynağıdır. Yeryüzünün ilk yazılı destanı Gılgamış'ın da insanın ölümsüzlük arayışını anlattığını unutmayalım. Bu dünyada sonsuz bir ömür, Tanrılara özgü bir yaşam, bu olanaklı mıdır? Kimi efsaneler, kimi inanışlar, kimi dinler bu soruya evet yanıtını verirler. Antik Anadolu'da yaygın olan Mithra ve Attis inanışlarında tanrıyla bütünleşmek, onun bir parçası olmak için, tanrısal varlığı simgeleyen hayvanların, örneğin boğanın kurban edilmesi, etinin yenmesi, kanının içilmesi törenleri vardı. İşi daha ileriye götüren kimi Roma vatandaşlarının boğanın kanıyla banyo yaptıkları bile söylenmektedir. Bu ibadetlerde ekmek ve şarap ayinleri de yapılırdı. İçilen şarabın boğanın kanını temsil ettiği düşünülürdü. İçilen sıvının, ölümsüzlük kazandıracağına inanılırdı. İsa Peygamber, 'Veda Yemeği'nde, kase içinde 12 havarisine şarap sunar ve şöyle der: "Bundan hepiniz için. Bu benim yeni antlaşma için akıttığım kanımdır." Ölümsüzlük üzerine yapılan bütün söylenceler, bütün efsaneler, bütün dinler genellikle merkezlerine kanı alırlar. Çünkü kan yaşamdır. Vampir kültü de kanı merkez alan efsanelerden biridir.Vampir hikâyeleri dünyanın birçok yerinde yaygın olmakla birlikte esas olarak Slav-Macar kökenlidir. Özellikle 18. yüzyılda o bölgede çok sayıda vampir efsanesi ortaya çıkmıştır. Ancak vampirlerin gerçek bir kült haline dönüşmesi için İrlanda asıllı Bram Stoker'in 1897 yılında Dracula adlı romanını yazması gerekecektir. Bram Stoker, gerçek bir kişilikten yola çıkarak Dracula'yı yaratmıştır. Bu kişilik Kazıklı Voyvoda olarak adlandırılan, acımasız bir tiran olan Eflak Prensi Vlad Tepeş'den başkası değildir. Vlad Tepeş her ne kadar günümüz Romanya'sında bir ulusal kahraman olarak anılsa da tarihin gördüğü en zalim, en acımasız katillerden biriydi. Yaşamı boyunca binlerce insanı kazığa geçirmiş, toplu olarak yakmış, akla hayale sığmayacak en korkunç işkenceleri uygulamıştı. Üstelik bu vahşetten büyük bir zevk almıştır. Kendisi de Romen olan Radu R. Florescu Drakula ya da Kazıklı Voyvoda adlı kitabında bu durumu çok iyi anlatmaktadır. Köyleri, şatoları ve kasabaları yakıp yıkar, halkı açlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak için ekinleri ateşe verir. İlerledikçe önüne çıkın erkekleri, kadın ve çocukları kılıçtan geçirir... Yakalayabildiklerini tutsak eder, hepsini enlemesine va boylamasına kazığa geçirir. Bütün bunlar olurken Dracula sofraya oturmuş yemek yemekte, kasapların kurbanların vücutlarından parçalar koparmasını belirgin bir keyifle izlemekte, ekmeğini kurbanlarının kanına banarak yemektedir. Çünkü insan kanı görmenin ona cesaret verdiğine inanmaktadır. Dracula zaman zaman inançlı bir Hıristiyan olduğunu söylese, hatta bir tür Haçlı örgütü olan Dragon Tarikatı'na üye olsa bile farklı mezhepten Hıristiyanları da öldürmekten çekinmez. Zaten ömrünün son yıllarında yaşamını korumak için mezhep de değiştirecek, ortadoksluktan, katolikliğe geçecektir. Dracula'nın yaptığı vahşet bölgeden kaçan Benedikten keşişleri tarafından yazıya dökülür. Dracula'nın kanlı öyküleri dünyada yayılmaya başlar. Bu öykülerin bir kısmı yayımlanır ve okurun büyük ilgisini çeker. Geçen yüzyıllar içinde öyküler büyür, gerçekliğini yitirir, böylece 'Karanlıklar Prensi Kont Dracula' efsanesi doğar. Vlad Tepeş... Aslında bizim kültürümüz bu efsaneyle hiç uyuşmaz. Dracula ya da vampir söylenceleri İslam'i inancın korku figürlerine çok yabancıdır. Yukarıda da söylediğimiz gibi vampir söylencesinin geri planında Pagan ve Hıristiyan kültürü yatmaktadır. Öyle ki Dracula'yı durduracak silahların arasında haç, kutsal kitap (Eski Ahit-Yeni Antlaşma) ve kutsanmış su gösterilir. Ne Kur'an, ne hilal, ne zemzem suyu Dracula'ya karşı bir işe yaramaz. Yani işin efsane kısmında vampir kültüyle bizim kültürümüz arasında bir bağ kurmak olanaksızdır. Ama gerçek Dracula'yla yani Vlad Tepeş'le tarihimizin doğrudan bağlantısı vardır. Vlad Tepeş'in babası, Vlad Dracul zamanın Osmanlı Padişahı II. Murad'a bağlılığını yerine getirmez. Bunun üzerine II. Murad, Vlad Dracul'u oğulları Radu ve Vlad Tepeş'le birlikte huzura çağırır. Vlad Dracul'u serbeste bırakır ama 12 yaşında olan Vlad Tepeş'le, yedi yaşındaki Radu'yu Osmanlı topraklarında alıkoyar. Vlad Tepeş Osmanlı topraklarında kalır, II. Murad'ın sarayında yaşar. Kardeşi Radu'yla birlikte tıpkı bir prens gibi 15. yüzyıl Osmanlı eğitiminin en değerli öğretmenleri tarafından eğitilir. Onlarla beraber eğitim gören biri daha vardır: II. Murad'ın oğlu, Şehzade Mehmed. İlerde yakışıklılığıyla saray kadınlarının başını döndürecek, sonra da sultanın gözdeliğine yükselecek olan Radu, geleceğin kanlı tiranı Vlad Tepeş ve İstanbul'u fethederek yeni bir çağı başlatacak Fatih Sultan Mehmed birlikte büyürler. Vlad Tepeş tam altı yıl Osmanlı topraklarında kalır, kardeşi Radu ise çok daha uzun bir zaman ülkesine dönemeyecektir. Eğitimini Osmanlılardan alan Vlad Tepeş önceleri sultana bağlı kalsa da sonra inatçı bir Osmanlı düşmanı olacaktır. Ömrünün önemli bir bölümünü de Fatih Sultan Mehmed'le savaşmaya ayıracaktır. Bu savaşlarda binlerce insanı kazığa oturtan, kaynar kazanlarda diri diri kaynatan, her türlü işkenceyi yapan Dracula'nın sonunu da Osmanlılar hazırlayacaktır. Fatih Sultan Mehmed'in düzenlediği sefer sonunda gücünü yitiren Dracula uzun niyahet bir suikastle yaşamını yitiricektir. Kesilen başı İstanbul'a getirilecek, Fatih Sultan Mehmed'e sunulacaktır. Dracula'nın başının İstanbul'da gömülü olduğu sanılmaktadır. Başsız gövdesinin ise gömüldüğü mezarlıktan yok olduğu söylenmekte, ülkesinde hâlâ Dracula'nın yaşadığına inanılmaktadır. Romenlere göre Dracula, ülkenin bağımsızlık ruhudur. Bram Stoker, işte bu tarihsel kişilikten yola çıkarak yazar Dracula'yı. Ama tarihe sadık kalmak gibi bir amacı yoktur. Tarihle, efsaneyi, gerçek bir kişilikle hayaleti birleştirir. Dracula romanı işte böyle ortaya çıkar. Kitap büyük bir ilgiyle karşılanır, art arda baskılar yapar, birçok dile çevrilir. Dracula karakteri korku ve gotik edebiyatının başkahramanlarından biri olmaya hak kazanır. Ve sinema hiç vakit yitirmeden bu konunun üzerine atlar. Dracula onlarca kez filme çekilir. Bela Lugosi, Christopher Lee gibi aktörler Dracula'nın adıyla anılmaya başlar. Bilindiği üzere son 'Dracula' filmi Francis Ford Copolla tarafından filme alınmıştır. Bu filmde Gary Oldman âşık bir 'Dracula' olarak oldukça farklı bir karakter çizer. Karanlıklar Prensi Kont Dracula efsanesini ete kemiğe büründüren kişi hiç kuşku yok ki Bram Stoker'dir. Ancak Stoker'den önce de vampir öyküleri yazılmıştır. İlk vampir öyküsünün Lord Byron'ın genç sevgilisi Polidori tarafından kaleme alınmış, ancak Goethe, öyküyü Byron'ın yazdığını sanarak, şairin en iyi eseri diye tanımlamıştır. Bram Stoker'i etkileyen vampir romanı ise, İrlandalı yazar Joseph Sheridan'ın yazdığı Carmilla adlı yapıttır. Bu yapıtın Dracula'yı esinleyen temel metin olduğu söylenir. Ama ne Dracula'dan önceki metinler ne de sonrakiler, Bram Stoker'in romanının etkisine ulaşamaz. Stoker'in Dracula'sı gerçek bir kült roman olarak edebiyat tarihindeki yerini alır. Öyle ki Dracula romanından sonra yazılacak her vampir hikâyesi onun yazdıklarını referans alacak, onun sınırlarının dışına çıkamayacaktır. Bu olgu günümüzde de sürmektedir. Yaşayan en tanınmış vampir romanı yazarlarından Anne Rice'ın romanlarında da, Stoker'ın yarattığı karakterin özelliklerini görürüz. Her ne kadar Rice'ın vampir karakterleri, örneğin Vampirle Konuşma'daki Luis daha duygusal, daha insanileşmiş olsa da kendisini vampir olmanın yazgısından asla kurtaramaz. Bu yazgıyı belirleyen kişi ise vampirlerin gerçek yaratıcısı diyebileceğimiz Bram Stoker'den başkası değildir. Yine hem dünyada hem de ülkemizde ses getiren başka bir vampir roman olan Tarihçi'yi yazan Elizabeth Kostova da metnine eksen olarak Stoker'in romanındaki 'Dracula'yı seçmek zorunda kalacaktır. Romandaki şehirlerden biri de İstanbul'dur. Kostova, Dracula'yı İstanbul gizemlerinden biri olarak sunar. Bunları yaparken Stoker'in belirlediği kuralların dışına çıkamaz. Karakterlerin derinliği Yeniden Bram Stoker'ın romanına dönecek olursak, Dracula'nın sadece bir korku romanı olmadığından, dönem İngiltere'sindeki gericilere karşı bir başkaldırı niteliği taşıdığından da söz edebiliriz. Yazar, tutucuların önyargılarını kırmak için, 'Dracula' gibi bir karakter yaratarak, toplumun alışıldık değerlerini sarsmaya yönelmiştir de diyebiliriz. Bunlar gibi daha pekçok ahlaki-politik sonuç ileri sürülebiliriz ama ortada bir gerçek vardır ki o da romanın edebi açıdan pek de başarılı olmadığıdır. Bu romanı, yüz küsur yıldır hâlâ gündemde tutan sır, ne kullanılan dilin güzelliği, ne kurgunun muhteşemliği, ne karakterlerinin derinliğidir. Dracula'yı edebi olarak ölümsüz kılan neden, insanoğlunun ebedi olarak ölümsüzlük isteğidir. Ölümsüzlüğe erişmiş bir karakter her zaman ilgi çeker. Hele bir de bu konu bir korku romanının insanı merak içinde kıvrandıran, tüylerini diken diken eden atmosferinde anlatılıyorsa. Bram Stoker'in başarısı işte burada yatmaktadır. Nasıl ki Cervantes, Don Kişot'u; Mary Shelley, Frankenstein'ı; Tolstoy, Anna Karanina'yı; Dostoyevski, Prens Mişkin'i; Conan Doyle, Sherlock Holmes'i; Yaşar Kemal, İnce Memed'i yarattıysa, Bram Stoker de, Dracula'yı yaratarak edebi ölümsüzlüğü yakalamıştır. İster iyi ve güzelden esinlensin, ister kötü ve çirkinden, yaratıcı zeka her zaman sanat tarafından ödüllendirilecektir. Bram Stoker'in Dracula'sı bunun en iyi örneklerinden biridir. Ahmet Ümit... Radikal 25/08/2006 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.