raskolnikov Oluşturma zamanı: Ağustos 3, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Ağustos 3, 2008 'Frankenstein', bir korku romanı değildir. İmkânsız bir tutkunun romanıdır. Tutku denilince aklına aşk gelenler yanılacaklar. Romanımızdaki tutku, bir bilim adamının bir insan yaratma tutkusudur Beni en çok etkileyen kitapların başında Mary Shelley'in Frankenstein'ı gelir. Frankenstein'ı ilk okuduğumda ortaokula gidiyordum. Antep'in orta yerinde sevimli bir binası olan İl Halk Kütüphanesi'nden alıp okumuştum. Onca kitabın arasından Frankenstein'ı seçme nedenim korku çizgi romanlarına düşkünlüğüm olsa gerek. Çizgi romanları hep sevdim ama korku çizgi romanlarının bende ayrı bir yeri vardı. Onların verdiği ürpertici lezzeti bugün bile en sağlam korku ya da gerilim romanlarında hissedemiyorum. Ancak hemen itiraf etmeliyim ki, ilk okuduğumda Frankenstein bende bir düşkırıklığı yaratmıştı. Yeterince korkutucu değildi. Evet, ceset parçalarından yapılmış son derece çirkin bir yaratık vardı. Bu yaratık serüven boyunca epeyce insanı haklıyordu ama romanın havasından mıdır, hikâyesinden midir, o korku romanlarındaki muhteşem dehşet havasını bir türlü uyandıramıyordu bende. Aradan yıllar geçti. Geçen yıllar boyunca Frankenstein kitabı eksen alınarak belki onlarca film yapıldı, bu filmlerin çoğunu izledim. Hemen hemen hepsi de romandan daha çok ürpertti içimi. Kafam karışmıştı; aslında hiç de korkunç olmayan bir romandan bu kadar çok film üretilsin ve hepsi de romandan daha etkileyici olsun. Bu nasıl işti? Merakına yenilip cinayet mahalline dönen bir katil gibi ben de romana geri döndüm. O çirkin yaratık Frankenstein gerek dil, gerek kurgu açısından son derece vasat bir romandı. Ama yarattığı imge o denli güçlüydü ki dilin ağdalılığı, mektup ve günlük payandaları üzerinde yüksen kurgusu bir süre sonra göze batmıyor, karakterlerinin yaşadıkları çelişki ve travmalar sizi sarmalıyor, roman boyunca sürükleyip götürüyordu. Bir insan yaratmanın peşinde olan bilim adamı Victor Frankenstein'ın büyük düş kırıklığından söz etmiyorum sadece, yaşamı yaratıcısından çok daha fazla acılarla dolu olan o çirkin yaratığın büyük trajedisinden de söz ediyorum. Bu iki karakter arasındaki ilişki hem dinsel anlamda, hem de sosyolojik anlamda insanlar arasındaki temel bir ilişkiyi simgelemektedir. Tanrı ile kul, yaratılanla yaratan, babayla oğul, otoriteyle sevgi ve toplumla insan arasındaki ilişkiyi. Frankenstein gerçekten de bir korku romanı değildir. Belki, imkânsız bir tutkunun romanıdır. Tutku denilince aklına aşk gelenler bu kez yanılacaklar. Romanımızdaki tutku, bir bilim adamının, Victor Frankenstein'ın bir insan yaratma tutkusudur. Kendi alanında ulaşabileceği en yüksek noktaya ulaşabilme tutkusu. İmkânsızı gerçek kılma tutkusu. Victor Frankestein tutkusu uğruna sosyal yaşamdan uzaklaşacak, yalnızlaşacak, hatta sağlığını bozacaktır. Ancak çektiklerinin ödülünü başarıyla alacak, olmazı olur kılarak bir insan yaratacaktır. Buraya kadar her şey yolundadır. Victor Frankenstein başarmıştır. Ama başardığı işin ürününü, yani yarattığı insanı görünce korkudan dona kalır. "Ah! Hiçbir ölümlü o görüntünün dehşetine dayanamazdı. Hayat verilmiş bir mumya dahi o ucube kadar iğrenç olamazdı. Henüz bitmemişken ona uzun uzun bakmıştım; o zaman çirkindi, ama adale ve eklemler hareket yeteneği kazandığında, Dante'nin bile kavrayamayacağı bir şey halini almıştı." Victor Frankenstein yarattığı insanı bırakarak kaçar. Bu, bir bilim adamının uğradığı düş kırıklığından kaçışıdır. Bu bir insanın kendi eyleminin sonuçlarından kaçışıdır. Kaçış anlaşılabilir, ama bilim adamı kendini asla eyleminin sonuçlarından kurtaramayacaktır. Gittikçe insana benzemek Tek suçu ortalama bir insan fiziğine sahip olmamak olan yaratığımıza gelince, annesiz, babasız, kim olduğunu bilmeden dünyaya gözlerini açar. O haliyle yaşamın içine atılmak zorunda kalır. Ama tıpkı, Tanrı'nın "İyiyle Kötüyü Bilme Ağacı'ndan yeme" dediği halde bu ağacın meyvesini yiyerek kendi çıplaklığının farkına varan Adem gibi, bir anda ne kadar çirkin bir varlık olduğunu -ya da insanların onu çirkin saydığını- öğrenir. Ama bizim yaratığımız, Adem'den çok daha şanssızdır, çünkü yaratıcısı tarafından terk edilmiştir. Bırakın yaratıcıyı, ona şunu yapma, bunu yap diyen bir gardiyanı bile yoktur. Kimseye kötülük yapmamışken insanlar onu taşlamaya, kendilerinden uzaklaştırmaya başlar. İyilik yaptığı insanlar bile onu öldürmeye çalışır. Zavallı yaratık, onlardan biri olduğunu düşündüğü insanlardan kaçmak zorunda kalır ama aynı zamanda onları merak eder, onlardan uzak duramaz. Gizlice bir aileyi izler. Onların birbirlerini sevdiğini görür. Böylece büyük bir yalnızlık hisseder. Onu öldürmeye yönelten de işte bu yalnızlığıdır. Ama Victor Frankenstein kendi yaratığının gerekçelerine aldırmaz bile, onu bir katil, bir canavar diye tanımlar hemen. Oysa Tevrat'a göre ilk cinayet sayılan Kabil'in kardeşi Habil'i öldürmesi daha kötü bir nedene, kıskançlığa dayanmasına rağmen sonuçta Tanrı onu bağışlamayı bilmiştir. Victor Frankenstein ne kutsal kitaplara aldırır, ne de kendi elleriyle yarattığı bir varlığın duygularına. Varlığı korku yaratan, duyguları hiçe sayılan yaratık ise ayakta kalmak için öldürmeyi sürdürür. Ama zamanla o da normal insanlara benzer; öldürmenin tadını alır, can almanın verdiği üstünlüğü hisseder. Ve yalnızlığını gidermek için bu gücü kullanmaya karar verir. Aslında isteği hâlâ masum ve haklıdır. Nasıl Tanrı, Adem için Havva'yı yarattıysa, o da, Tanrı'sı olan Victor Frankenstein'dan bir eş istemektedir. Üstelik bunu son derece kibar bir dille ister. Ama sevgisiz bir Tanrı'dan daha korkuncu yoktur. Victor Frankenstein yeni bir deneyime girişmekten korkar. Çünkü kendi yaratığını yeterince tanımaz. Çünkü yaşama sadece bilimin penceresinden bakmaktadır. Tıpkı din penceresi gibi, bilimin penceresi de sınırlı bir görünüm sağlar. Gerçeğin bütününü asla göstermez. Gerçeği göremeyen Victor Frankenstein, kendi buluşunun muhteşemliğini de göremez. O Tanrı olmaya soyunmuştur, aklı bunu kaldırabilecek kadar büyüktür ama ne yazık ki yüreği kendi yaratığını sevebilecek kadar büyük değildir. Yapabildiği en kolay şeyi seçer. Sevdiği kadını da alıp kaçar. Ama kaçışı onu kurtaramayacaktır, içindeki korku en yakınlarının ölümüne neden olacaktır. Frankenstein bir rüyada başladı Yakınlarının ölümü Victor Frankenstein'nın yaratığa karşı büyük bir nefret duymasına yol açar ve yaşamının amacını öldürmek için silahlanıp yollara düşer. Ama korkusundan hâlâ kurtulamamıştır. Hayır, bu korku kendi yarattığından duyulan korku değildir, bu korku yeni olandan, farklı olandan, ötekinden duyulan korkudur. Onu, yeni olanı, ötekini kendi yaratmış olsa bile ondan korkar. Oysa ötekinin istediği tek şey vardır; kabul edilmek, sevilmek, anlaşılmak. Ama yaratıcısı, yaratılana bunu çok görür. Ve verdiği yaşamı almak için yaşamdaki tek oğlunun peşine düşer. Bu serüven, yazarın büyük dehasını yansıtan bir yerde, kutuplarda, yani yaşamın henüz başlamadığı günleri çağrıştıran bir mekânda, buzullarla kaplı bir denizde sona erecektir. Frankenstein, Mary Shelly'in imgeleminde ilk kez bir düşte belirmiştir. İsviçre'de eşiyle birlikte Lord Byron'ın komşusu olduğu günlerdir. Bir gece üçü birlikte oturup hortlak hikâyeleri anlatmaya çalışırlar. Victor Frankenstein'ın yaratığı işte o gece bir düşte görünür yazara. Mary Shelly o geceyi şöyle anlatıyor: "Yere yayılmış bir adamın ürkünç hayalini gördüm ve derken, güçlü bir makinenin çalışmayla yaşam işaretlerini gösterdiğini ve tutuk, yarı canlı bir hareketle canlandığını gördüm. Ne kadar ürkütücü olmalı; dünyanın yaratıcısının harikulade mekanizmasıyla alay etmek için herhangi bir insani çabanın etkileri son derece ürkütücü olurdu." Bu sözlerin de kanıtladığı gibi belki de korkak olan Victor Frankenstein değil, hem onun, hem de yaratığın yaratıcısı olan Mary Shelly'nin kendisiydi. Yazar, Tanrı'yla rekabet edebilecek bu girişimden korkuyordu. Belki de bir yazar olarak kendi sınırlarını çizmek istiyordu. İnancı, algısı ona böyle yapmayı söylüyordu ama imgelemi onu sınırsız bir yaratıcılık denizinin en fırtınalı yerinde yüzmeye zorluyordu. Mary Shelly, Frankenstein'ı bu iki karşıt etkinin rüzgârı altında kaleme almıştı. Eğer yazarımız daha cesur olsaydı, daha başka düşünseydi diyemiyoruz, çünkü onu ve yapıtını biricik yapan kendi düşünce sistemi ve ruh haliydi. Bu yüzden olağanüstü bir dili, muhteşem bir kurgusu olmasa bile yarattığı biricik imgelemle, Frankenstein yüzyıllardır gündemde kalmayı başardı ve insanlık yaşadığı sürece de başaracak gibi gözüküyor. Tabii insan klonlanması meselesi ne tür sonuçlar doğurur onu henüz bilmiyoruz. Klonlama demişken, kimi eleştirmenlere göre Frankenstein bir tür erken modernizm eleştirisidir. En cüretkâr çağını yaşayan bilimin küstahlığına atılan bir tokattır. Bir haddini bildirme çabası. Olabilir, her şeyin akla dayandığını savlayan bir anlayışa, insanoğlunun sadece akıldan ibaret olmadığını haykıran bir çığlık diye de tanımlanabilir bu kitap. Ama bana sorarsanız, Frankenstein tutkuyla, sevgi arasındaki çatışmayı anlatan bir metindir. O tür metinlerin en güzeli. Ahmet Ümit... Radikal 21/07/2006 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.