MALCOLMX Oluşturma zamanı: Eylül 7, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Eylül 7, 2008 THE DOORS "Dünyayı istiyoruz ve hemen şimdi istiyoruz" dedi JIM MORRISON. Peki ama Jim Morrison kim? 3 ARALIK 1943'te Amerika Florida'da doğdu. Asıl adı James Dougles Morrison. 3 Temmuz 1971'de öldü. Geriye müzik tarihinin en muhteşem grubu THE DOORS ile yüzlerce şiir, öykü, anı bıraktı. http://fotogaleri.ntvmsnbc.com/pics/Yaşam/520/5551.jpg Jim dört yaşındayken, ailesi ile seyahat sırasında bir kaza olduğunu görür. Kamyon ters dönmüş ve bir sürü kızılderili kan revan içindedir. Babası hemen arabadan inip ambulans çağırır. Jim ise şok geçirmekte ve sürekli kızılderililere bakmaktadır. Annesinin tüm yatıştırma çabalarına karşın O, yardım etmek istediğini söyler ve ağlamaya başlar. Yollarına devam ederler ama seneler sonra herkese, o anda ölen bir Kızılderilinin ruhunun içine girdiğini söyler. http://fotogaleri.ntvmsnbc.com/pics%5C%DDnsan%5C991%5C11388.jpg Tüm öğrenim hayatı boyunca muazzam başarılar göstermiştir. IQ seviyesi, normal bir insanınkinden oldukça fazladır. Hatta Einstein’dan bile 4 puan fazladır. Çok okumakta ve notlar almaktadır. Henüz 13-14 yaşlarında iken Jack Kerouac’ın On The Road'ını okumuştur. Lisede ve üniversite de durum farklı değildir. O hep diğerlerinden farklıdır. Edebiyat öğretmenine göre James Joyce'ın Ulysses’ni okuyup anlayabilen tek öğrencidir. Bundan başka, Beat yazarları (Kerouac, Ginsberg, Ferlinghetti) ile Baudalaire, Rimbaud, Nietzsche'i okur. Aldoux Huxley'in The Door of Perception (Algının Kapıları) baş kitabıdır. Yüksek öğrenim için, UCLA Sinema Bölümü'ne devam eder. Değişik projeler üretir. Bitirme projesi için -film hakkında- bir film çeker ama filmi beğenilmez ve D alır. Daha sonra insanlar, Jim'in bu olaya çok üzüldüğünü hatta ağladığını söylerler. http://img525.imageshack.us/img525/4126/0a20vq3.png Alkol kullanmakta. Ufaktan uyuşturucu ile haşır neşir olmaktadır. Arkasından acid, LSD gelir. Bu arada, hayatının aşkı Pam ile tanışır. İleride Pam ile evlenecekler, sıradan bir hatun olan Pam, Pamela Morrison adını alacaktır. Okuldan arkadaşları ile sahilde muhabbet ederken arkadaşlarına dönüp şöyle der: "Bir ROCK grubu kurmak istiyorum, ismi de DOORS olacak. Bilinenle bilinmeyen arasındaki kapı ve ben bu kapı olmak istiyorum." Gerçekten de söylediğini yapmıştır Morrison. O'na Dionsyos dediler. Dionsyos, mitolojik bir Tanrı'dır, üstelik de şarap tanrısıdır. Klavyeci Ray Manzarek ile tanışır ve O'na yapmak istediklerinden, DOORS projesinden ve şarkılarından söz eder. O anda DOORS kurulur. Birkaç yıl sonra da profesyonel müzisyenler olan Robby Krieger ve John Densmore'da gruba dahil olur. http://lh6.ggpht.com/cenk87/SA4vkoaJvmI/AAAAAAAAANY/vrEh8SPKHHI/image%5B4%5D.png DOORS kurulmuştur. Bir anda gençlerin dikkatini çekerler. Plakları yok satmakta, konserleri dolup taşmaktadır. 1966'da ilk albümleri THE DOORS'u yayınladıklarında müzik dünyasında büyük bir patlama yaşanır. TV şovlarına çıkarlar. Ama Morrison'ın asiliği başta Amerikan aileri olmak üzere tüm mutassıpların tepkisini çeker. Albümden çıkan ilk single'ları Light my fire ile yani "ateşimi körükle/yak" ile çok tepki çekerler. Ne kadar çok hayranları var ise, o kadar çok da düşmanları vardır. Konserlerde pornografik bir imaj çizmektedir DOORS. Ama Morrison, sadece insanlara özgürlüğü, dünyanın kayboluşunu, toplumun sıkıcı kurallarını anlatır. Partdiden partiye, konserden konsere koşmakta ve çok hzılı yaşamaktadırlar. Jimmy, her zaman en sonuna kadar gider ve her defasında bir öncekini aşmak ister. O'na göre otoriteye başkaldırmak hep ilgi çekicidir. http://img89.imageshack.us/img89/5742/0a21tu0.png Çoğunlukla tüm şarkı sözlerini Jim yazar. Yazdıkları birer şarkıdan çok şiir gibidir. Sanki hepsinin ruhu vardır. Sahnede inanılmaz çılgınlıklar yapar. The End'de ise dinleyenleri kendinden geçirir. Artık o bir ilahtır. 1967'de Strange Days'i çıkarırlar. When the music's over ile müziğin en iyi dostu olduğunu haykırır insanlara. Kelebeğin çığlığını duymak istediğini söyler. Çılgınlıklar her gün artmakta, alkol ve uyuşturucu partileri tam gaz devam etmektedir. Waiting for the sun 1968'de çıkar ve 1969'da da Soft Parade. Yavaş yavaş DOORS'un ışığı sönmektedir. Yıllar böyle geçmektedir. Jim, iyice dağıtmıştır. Herşyden sıkılmış. Kilo almış ve sakal bırakmıştır. Sürekli olarak sarhoş dolaşmaktadır. Grup ta dağılmıştır. Çünkü konserlere gelmemekte, stüdyoya gitmemekte ve devamlı içmektedir. http://www.internethaber.com/images/news/42220.jpg Pamela ile Paris'e giderler. Jim, 27 yaşında Paris'te kaldığı otelin banyosunda ölür. Raporuna, ölümün kalp krizi olduğunu yazan doktorun, izine rastlanmaz. Amerika, Jim'i topraklarına kabul etmeyeceğini açıklar. Ve Morrison da çok istediği Pere Lachaise mezarlığına gömülür. O'ndan geriye 6 güzel albüm, bir şiir albümü, iki konser albümü ve şiirleri kaldı. O öldükten sonra diğer DOORS elemanları iki albüm yaptılar. "The Mosquito" ve "It slipped my mind" adını taşıyan albümler hiç satmadı ve asla diğer albümler gibi olmadı. http://www.istegenc.com.tr/content/images/content_2005/agustos/muzik/doors_09.jpg THE DOORS artık müzik yapmıyor ama yaptıkları müzik hala dinleniyor. O'nun gibi biri daha gelmedi ve gelmeyecek. TANRILAR YENİ YARATIKLAR" kitabından seçtiklerim : . / . Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi istiyoruz. Onların silahları var ama biz çoğunluğuz. . / . Diyelim ki sadece gerçekliğin sınırlarını deniyordum. Neler olacağını merak ettim. Hepsi bu: Sadece merak. . / . Bütün eğlenceler ölüm düşüncesini içerir. . / . Rahimde hepimiz kör mağara balıklarıyız. . / . Uyku her gece dalınan okyanus derinlikleridir. Sabah uyanırsın üstünden sular damlayarak, nefes nefese ve gözlerin yanarak. . / . Çatıları, duvarları yık, bütün odaları aynı anda gör. . / . Filmler yapay olarak döllenmiş fotoğraflar bütünüdür. . / . Yaşamlarımız bizim adımıza yaşanır. Bizse ancak başkalarınınkini esir etmeye çalışabiliriz. I'm a Lizard King, I can do anything! Şiirlerin den Seçmler; Bedenlerimizi Laflarla Sakatlıyoruz Sex, yalanlarla dolmuş, Beden, gerçeği görmeye çalışsada, Kurallarla bastırılmış olduğundan, Beceremiyor! ! Bedenlerimizi, laflarla sakatlıyoruz, Toplum, gerçekten hissettiğimizi, SÖYLEYEMEMENİN, başarı olduğunu, öğretmiş bize.Jim Morrison Buraya Kadar Buraya kadar güzel dostum buraya kadar tek dostum ayrıntılı planlarımız buraya kadar başka ne varsa buraya kadar ne güvenlik, ne sürpriz buraya kadar gözlerine bakmayacağım bir daha neler olacağını tahmin edebiliyor musun böylesine sınırsız ve özgürce umutsuz bir ülkede umutsuzca bir yabancının eline muhtaç buraya kadar güzel dostum buraya kadar eski dostum buraya kadar ilgisiz dostum buraya kadar tek dostum buraya kadar acı veriyor seni bırakmak ama beni izlemeyeceksin artık gülüşler ve tatlı yalanlar buraya kadar ölmeye çalıştığımız geceler buraya kadar buraya kadarJim Morrison Kapıda biri var kapıda biri var.. bir mütecaviz içeriye dalıyor kapıyı kırıp. ne acı, ne de ölüm.. biziz sadece,tekrar tekrar. içeri geliyoruz.. tamam,arayın bakalım etrafı hiç bir şey bulamıyacaksınız... tüm perspektifleri bir anda görmek.. herşey donduğunda ve sanki kendine doğruJim Morrison Kristal Gemi Bilinçaltına kaymadan önce Sevindir beni bir öpücükle. Sonsuzda parlayan bir şans Bir öpücük, bir başka öpücükle. Günler parıldayan, acıyla dolu Zarif yağmuruna iliştir beni. Çok çılgın peşinde koştuğun zaman Karşılaşacağız, karşılaşacağız gene. Ah, Özgürlük yalanların nerde söyle Caddeler ki hiç ölmeyen alanlardır. Nedenlerden yana ulaştır beni. Sen ağladıkça, çırpınırdım ben de. Binlerce genç kızla dolu kristal gemi, Binlerce titreme. Milyonlarca yol zamanı harcamak için. Döndüğümüzde, Bir satır yazarım ben de. Jim Morrison Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Demian Yanıtlama zamanı: Eylül 10, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 10, 2008 Jim Morrison - Kertenkele Kral KUYRUKLU YILDIZDAN DÜŞEN KERTENKELE KRAL Kertenkeleler dünyadan tamamen yok olsa da ekosistemde hiçbir değişiklik olmaz, bu yüzden kertenkeleler dünyanın tek tam bağımsız canlılarıdır ve bende onların kralı Jim Morrison’ um. 1943’ te Melbourne Florida’ ya kuyruklu bir yıldızdan koparak düştüm. Yaşamla ölüm arasında gezindim hep ama yaşamı ilk algıladığım an ölümü ilk keşfettiğim andı. Altı yaşındaydım, New Mexico’ da aile gezisindeydik. Ben, annem, babam, büyükbabam, büyükannem, tam bir aile gezisi… Bir kamyon dolusu Kızılderili başka bir kamyona ya da başka bir şeye çarpmıştı. Kızılderililer bütün yola dağılmıştı, kanlar içinde ölümü bekliyorlardı. Babam ve büyükbabam neler olduğuna bakmak için arabadan indiler. Ben daha çocuktum, arabada beklemem gerekiyordu. Tek gördüğüm şey, kan ve yerde yatan insanlardı. Ama garip bir şey olduğuna eminim çünkü onların yaydıkları dalgaları hissedebiliyordum. Yerde yatan insanların da olay hakkında benim bildiğimden daha fazlasını bilmedikleri fark ettim. İşte o an ilk kez korkuyu tattım. Bu korkuyla birlikte etrafta koşuşturan Kızılderili ruhlarından bir ya da birkaç tanesi gelip benim ruhuma girdiler. Annem ve babam ise beni yatıştırmak için ‘’kötü bir rüya, sadece kötü bir rüya’’ demekle yetiniyorlardı. O günden beri yaşamın sunulan ve görülenden ibaret olmadığına inandım. Her zaman daha fazlasını görünenin ardına yaptığım gizemli yolculuklarda aradım, şiir ve müzik ‘’ötekilere’’ zarif dokunuşlar yapmamı sağladı. Beni daha derin düşünmeye ve görünenin ötesine geçmeye sevk eden en dipsiz korkularıma yoğunlaştım, onlardan korkmak yerine yeni boyutlara geçişin heyecanını hissettim ve korkunun gücü kayboldu. Hayatın karanlık tarafıyla ilgilendim hep, kötü olanla, gece zamanıyla, ölümle. Gizemlerle yüzleşmenin, daha derine inmenin zarif yollarında yürüdüm. Lise ve üniversitede bir sürü defter tutuyordum ama okulu bıraktığımda aptalca bir şey yaparak hepsini attım. Şimdi attığım o iki, üç defterden daha fazla istediğim bir şey yok. Geceler boyu o defterlere ne yazdığımı hatırlayabilmek için hipnotize edilmeyi ya da kafamı tamamen dumanlamayı düşünüyorum. Ama belki de onları atmasaydım hiçbir zaman emsalsiz bir şey yazamazdım çünkü onlar temelde okuduğum ya da dinlediğim şeylerin bir birikimiydi, kitaplarda altını çizdiğim cümleler gibi… Şiire hayranım, benim gibi bilinenle bilinmeyen arasında gezinir, pek çok anlama gelebilir, bir labirent ya da bilmece gibi üzerinde düşünülüp insanların kendi durumlarına uyarlanabilir. İşte bu yüzden seviyorum şiiri sonu olmadığı için. İnsanlar yaşadıkça kelimeleri ve onların bir araya gelişlerini hatırlayacaklar. Bir soykırımdan kurtulabilecek şeyler şiirler ve şarkılardır. Kimse bir kitabın tamamını hatırlayamaz. Kimse bir filmi, bir heykeli ya da bir resmi tam olarak anlatamaz. Ama insanoğlu yaşadıkça şiir ve şarkı sanatı devam edecektir. İngiliz Blake, Fransız Baudelaire ve Rimbaud duyguların kara örtülerinin içine beni zarifçe soktular. Bu buluşma tüm çırpınışlara bir yol çizdi ve sınırların sonsuzluğunu arama yolculuğum başladı. Karanlığa o kadar uzun zaman boyunca baktım ki artık orada neler olup bittiğini görmeye başladım. Seksi, gizemleri, boyutlar arası seyahatleri, cinayeti, deliliği ve ölümü bu gerçekdışı efsunlu satırlarda buluyorum. Ben tek bir bedene hapsedilmiş sonsuz bir köleyim ve satırlarda özgürleşiyor ruhum. Düşünceler arasında gezinen küçük bir prens, kanatları olan ölü bir tırtılım. Ben deri ceketli Rimbaud’ um. Başkaldırı, düzensizlik ve kaosa ilişkin her şey ilgimi çekiyor, özellikle de görünüşte hiçbir anlamı olmayan eylemler. Özgür hareket, davranış… Olduğundan başka hiçbir şey olmayan eylemler. Sonuç yok, sebep yok. Yönlendirilmemiş, özgür eylem. Eğer bu akışa kapılıp özgürce yaşarsanız çevrenizdeki insanlar farklı bir hareket yaptığınızı düşünürler ve huzursuz olurlar ya sizden kaçarlar ya da size engel olurlar. Aileler, toplum, devlet ve tüm diğer kurumlar bütün bencilliklerini ortaya koyarak aynı kalıpta insanlar yetiştirmeye çalışıyorlar. Herkes kendi dünyasını hayatından aldığı tecrübelerle kurmalı. İnsanlar başkaldırmalı, hiçbir siyasi ve toplumsal baskıya boyun eğmemeli. Kurallar yıkılmalı ve her zaman da yıkılacaktır çünkü bir kuralı yıkma isteğini yaratan tek şey kuralın varlığıdır. Eğer kural olmazsa, onu yıkma isteği de olmaz. Ben, bireyi sosyal kontrol altına almak isteyen kapalı zihniyetli toplumlara karşı gençliğin isyanını temsil ediyorum. Hayatın boğucu atmosferine öfke ve nefret tohumları saçıp bir yandan da dünyanın geriye kalanını eğlendiriyorum. Hayatın tozpembe olmadığını biliyorum ve kötü şeyleri görmezden gelip mutlu bir insan rolü yapmanın aptallık olduğunu düşünüyorum. Nihilizme sığınıyorum, bilinci, karanlık bilinçaltını ve keşfedilmemiş arzuların dış görünüşlerini benimsiyorum. Çılgınlıkların tüm sınırları ne kadar genişletebileceğini merak ediyorum. Algıların ötesine geçmek istiyorum. Aldous Huxley’ den beyin ve sinir sisteminin, dışarıdan gelen bilgileri eleyerek kişiye kısıtlı algılama hakkı tanıdığını ancak alkol ve lsd’ nin bunların çok ötesinde algılama olanakları yarattığını öğrendim. William Blake’ de beş duyunun mükemmel derecede gelişip, açılana dek, bedenin ruhun hapishanesi olduğunu söylüyordu. Duyular ruhun pencereleridir… Artık algılamayı değiştiren bu yolların birçoğu yalnızca doktor kontrolünde elde edilebiliyor ya da yasadışı yollarla. Batı kültürü alkol ve tütüne izin veriyor sadece. Duvarın öte yanına açılan tüm kimyasal kapılar uyuşturucu, bu kapıları izinsiz açmaya çalışanlar ise keş olarak damgalanıyor. Ama kurallar ve yasaklar ruhun sonsuz keşfi yolculuğunun önüne çıkan cılız engellerden öteye geçemeyecekler. Eğer gerçekten nelerin uyuştuğunu görmek istiyorsan dikkatlice ve açık bir algıyla çevrene bak, bir süre sonra her şeyin potansiyel uyuşturucu olduğunu göreceksin ve tek yapman gerekenin her zaman algılarını özgür bırakmak olduğunu anlayacaksın. Tanrılar hayallerle uyuşturur bizleri. Bizlere kitaplar, konserler, şiirler, şarkılar, şovlar, sinemalar verirler. Sanat yoluyla kafamızı karıştırır ve kendi köleliğimizin içinde kör ederler bizleri. Sanat, hücre duvarlarımızı süsler, sessiz ve bir örnek tutar bizi. Karanlığa zahiri bir ışık tutar, hayali aydınlanmalar yaşatır. Farklı bakışlar oluşturur, daha da karmaşıklaştırır görmeye çalıştıklarımızı. Sanatın verdiği kişisel tatminlerin şiddeti seksin bile yerini alacak doygunluklar verir. Özgüven ve beğeni sağlayarak daha sivriltir duruşumuzu. Sanat aydınlatmaz ya da özgürleştirmez, yoğunlaştırır… Ben de yoğunlaşmanın sınırlarını denedim, her şeyden büsbütün sıyrıldım. Kaybolmuş cenneti arıyordum ve diğer dünyayı hiç düşlememiş birinin beni anlamasını beklemiyordum. Algı kapılarının karanlık koridorlarında yılanbaşlı Şamanlarla, vahşi hayvanlarla karşılaştım. Ateşin şiddeti, seksin çığlıkları kulaklarımda yankılanıyordu. Kendimi kaybedercesine savurdum, daha karanlığa ve derine… Hayata değişik bir açıdan bakabildiğime inanıyorum ama içinde yaşamayı becerebildim mi, bilmiyorum… Aslına bakarsanız pekte umurumda değil. Sadece tüm sınırları merak ettim diyelim ve peşinden gittim. Bilinen ile bilinmeyenler arasındaki kapılara her dokunuşum ruhumun derinliklerindeki zebanileri özgür bıraktı, kapılardan sızan ışıklar bedenimi hafifletti… Yükseliyordum, katman değiştiriyordum… Mutlak muğlak… Her şey göründüğünün ötesinde başka duvarlara dayanmıştı ve ben o duvarlara dokunabiliyordum. Görüntünün ardındakine ulaşmanın esrarengizliği ve çekiciliği kaybolmamalı. Gizemli, sansasyonel, seksi bir rockstar görünümünün ardındaki ince ve duyarlı şairi gizledim çoğu zaman ama bazen şarkı sözlerinde gösterdi kendini. Hep bir şair olarak anılmak istiyorum ve şiirle baş başa kalabilmek için yaratılan bu sahte imajlardan kurtulmam gerekiyor. Belki ölü taklidi yaparak Havai’ ye kaçarım, belki metabolizmam ruhumun arınma sürecine ayak uyduramaz ve iflas eder, belki ölüme kendim giderim, belki de bambaşka bir şey… Ne fark eder ki… Tek istediğim öldükten sonra şiirlerime devam etmek, müziksiz ama ritmik, akıcı ve sonu belirsiz saf şiire… Her şeyin ötesinde, artık sona doğru yaklaştığımı hissediyorum. Kusursuz ve arzu dolu sona… Algıların kapılarını teker teker açarken geçtiğim her eşikte biraz daha sendeliyorum, artık kendimi tutmak gibi bir zorunluluğum yok. Alevlerin akışını hissediyorum. Titreşimler bedenimi sarıyor, kendimi daha da özgür bırakıyorum ve tüm eşikler sonsuz bir hayal gibi ardımda sıralanıyorlar. Kıpırdamadan boşluğun içinde kayıyorum, gittikçe hızlanıyor ve yumuşaklaşıyor. Sürtünme bedenimi kavrıyor. Parmaklarım kıvılcımlar saçıyor, yavaş ve zarifçe enerjiye dönüşüyorum. Sonunda ruhumu ve bedenimi tam olarak birbirine karıştırabiliyorum. Bir kuyruklu yıldız olmak istiyorum, herkesin durup baktığı, birbirine gösterdiği bir kuyruklu yıldız, sonra… Ansızın bir patlama ve ben yokum. Bir daha hiçbir zaman böyle bir şey görmeyecekler ve beni hiç unutmayacaklar… James Douglas Morrison -------------------- Efsanevi rock grubu The Doors'un 'beyni' Jim Morrison ve 'kozmik eşi' Pamela Susan Courson ile henüz grubun yeni yeni parladığı dönemlerde tanıştılar. Morrison'ın tuhaf bir törenle evlendiği Patricia Kennaly'ye rağmen Morrison'ın 'tek ve gerçek' eşi oldu Pamela. Morrison bir çok şarkısını ona ithaf etti. Birbirlerini derin bir tutkuyla seven çift, ilişkilerindeki bütün iniş ve çıkışlara rağmen hiç ayrılmazlar. Hatta Morrison, son nefesini onun yanında verdi. Pamela da hayattaki tek ve gerçek eşinden 3 yıl sonra aşırı dozda uyuşturucudan hayata veda etti. Öldüğünde tıpkı sevgilisi gibi henüz 30'una bile gelmemişti.Sadece 28 yaşındaydı. __________________ Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
MALCOLMX Yanıtlama zamanı: Eylül 10, 2008 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 10, 2008 Bu Güzel Katkın İçin Teşekkürler;) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Demian Yanıtlama zamanı: Eylül 11, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 11, 2008 Benim için bir zevkti. Resimler görünmedi, görünseydi daha da güzel olurdu. -------------------- hayalet katiliyim ben tanıklık eden kutsal cezama işte böyle eğlence yok artık tüm zevklerin ölümü geldi... tam adi: james douglas morrison dogum tarihi ve yeri: 8 aralik 1943, Melbourne, Florida, ABD. fiziksel bilgiler (boy, kilo, renk): 1.80m, 66 kg, koyu kumral, mavi-gri gozler aile bilgileri (velilerin adlari, erkek kardesler, kizkardesler): ölü ikamet ettigi adres: los angeles devam ettigi okullar: st. petersburg junior koleji, florida devlet universitesi, ucla medeni durumu: bekar caldigi enstrumanlar, grup icinde ustlendigi gorev: ana vokal en sevdigi vokalli gruplar: beach boys, kinks, love en sevdigi sarkicilar: frank sinatra, elvis presley en sevdigi aktor / aktris: jack palance, sarah miles en sevdigi tv sovu: haberler en sevdigi renk: turkuaz en sevdigi yemek: et hobileri: at yarislari yaptigi sporlar: yuzme bir kizda aradiklari: sac, gozler, ses ve yuruyus bir bulusmada yapmak istedigi: konusmak hayattaki planlari / amaci: film cekmek yukaridaki bilgiler 1967 tarihli elektra records orijinal biyografisinden alinmistır ------------------------------------------------------------------------------------------ Geçen pazar Ertuğrul Özkök'ün Hürriyetteki köşesinin başlığı şöyleydi: Jim Morrison u kim öldürdü? Jim Morrison... Doors topluluğunun efsanevi solisti. 60'lara has "derin rock" müziğinin "şairi." O unutulmaz gırtlak, o çok erkek ama aynı zamanda alabildiğine hüzünlü, hatta kırgın söyleyiş. 1971 yılı temmuz ayında Paris'te bir otel odasında ölü bulunduğunda henüz 28 yaşındaydı. Ölümü hep bir esrar perdesinin arkasında kaldı: Aşırı dozdan mı, kalpten mi, neden? Yoksa öldürülmüş müydü? *** O başlığı görünce yüreğim hopladı. Morrison'la ilgili haberlere, yorumlara ayn bir ilgim vardır. Peki nasıl olmuştu da ölümüne dair yeni kanıtlarla ilgili haberi gözden kaçırmıştım? Yazıyı okumaya başladığımda fark ettim ki Özkök, Doors topluluğunun klavyecisi Ray Manzarek'in bir sözünü kastediyor. Ray bir tarihte, bilmem arük hangi duygusal karmaşayla, şöyle demiş: "Jim Morrison u Nietzsche öldürdü ve ben bu cinayeti gördüm." *** Nietzsche, uçurumda açan çiçek... "Böyle Buyurdu Zerdüşt"ün yazarı, 1844-1900 arasında yaşamış Alman filozof... Jim Morrison henüz 14 yaşındayken tanışmıştı Nietzsche'nin yapıtlarıyla ve çok etkilenmişti... Peki Ray Manzarek iddiasında haklı olabilir miydi? Hayır. Nietzsche öldürmez; tersine, ölüyü diriltir. Kendimden de bilirim; delikanlılığımın en koyu mutsuzluk döneminde Nietzsche beni çekip güneş ışığına çıkarmıştır... Kaldı ki Jim Morrison ciddi bir alkol bağımlısıydı. Oysa Nietzsche alkole keşişçe karşıdır. Sarhoşluğu yüceltir Nietzsche, yüksek tepelerin havasının insanda yarattığı sarhoşluğu... Fakat madem Manzarek böyle söylemiş, Ertuğrul da Hürriyet'te bu konuda bir yazı döşenmiş; "Jim Morrison u kim öldürdü?" sorusunun cevabını (tabii ki bu konuda yazılmış biyografilerden yola çıkarak) bir de ben vereyim. Aşk öldürdü onu... Jim'in aşkla sevdiği kadın Pamela ölümünün baş sorumlusudur... *** Jim ve Pamela tanıştıklarında çok gençtiler. Pam 18 yaşında kızıl saçlı, çilli bir kızdı. Jim hep kadınların sevdiği bir adamdı ama Pam'le aralarında bambaşka bir çekim oluştu. Yine de daha ilk günlerde ortaya çıkmıştı ki, ikisi bambaşka zevklerin ve dünyaların insanlanydılar. Jim sözcükleri, düşünceleri, müziği ve sinemayı deli gibi seviyordu. Pam ise pahalı giysileri, alışverişi, arkadaşlarıyla uzun uzun vakit geçirmeyi... Jim çok içki içmesine karşın eroin denen illetten nefret ediyordu. Pam ise ondan gizli eroin kullanıyordu. Jim boş zamanlarında evde oturmayı seviyordu, Pam dolaşmayı... Buna rağmen uzak olduklan her an birbirlerini tutkuyla özlüyorlar, birbirlerine koşuyorlardı. Gün geldi, Doors'un ünü dünyayı sardı. Popüler medya Jim'i çağın seks sembolü haline getirdi. Pam ise "Jim bir şair, ne işi var bir rock grubunda" demekten hiç vazgeçmedi; hali tavrıyla Doors elemanlarını, menajerlerini ve plak şirketlerini sinir etmeyi, davetlerde, onca kalabalığın ortasında Jim'e bağınp çağırmayı sürdürdü. Ama ne ara sıra başka kadınlara "kaçması" na rağmen Jim onsuz yapabiliyordu, ne de ara sıra eroine ve tuhaf adamlarla ilişkilerine rağmen Pam onsuz yapabiliyordu... Tutku dolu ama korkunç yıkıcı bir medcezirdi onların ilişkisi. Sonunda ünden, şarkılardan, onu seks sembolüne dönüştüren medyadan sıkıldı Jim... Çocuksu yüzünü terk etti; kocaman bir sakal bıraktı, dehşetli bir göbek yapti. Bu arada Pam'le evlendi. Yeni albüm kayıtlan için stüdyoya girmek yerine "her şeyin canı cehenneme" deyip kendi dünyasına kapandı. Sonunda karısının "artık şu Amerika'yı bırakıp Paris'te yaşayalım" teklifini kabul etti. Orada Pam'le baş başa kalır, Fransız entelektüel dostlarıyla bambaşka bir hayata başlarlardı. Paris'e gidince sağlığı düzeldi Jim'in; sakalını kesti, göbeği hafiften eridi, alkolü bırakmak için tedaviye başladı. Ama Pamela Paris'te rahat duramazdı ki! Jean DeBreteuil adındaki bir aristokrata kapılıverdi Pam. Jim bu durum karşısında yıkılmış mıydı, durumu kabullenmiş miydi, kimse bilmiyor! Pam'in, haftanın bir bölümünde Jim'le, bir bölümünde Jean'la yaşamaya başladığı dönemdi ki, o meşum gün geldi. Pam'in onu küvette ölmüş halde bulduğunu iddia ettiği gün... Menajer Siddons Paris'teki apartman dairesine geldiğinde mühürlenmiş tabutu ve ölüm raporunu gördü. Ne polis soruşturması ne de otopsi yapılmıştı. Ölümün tam olarak zamanı ve nedeni belli değildi. Pam'e gelince, üç yıl sonra aşın dozla intihar yolunu seçerek Jim'in yanına gitti... Gazetevatan com'dan alıntıdır Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Temmuz 3, 2014 Paylaş Yanıtlama zamanı: Temmuz 3, 2014 Dünyada yaşamış tanrılardan biri .. R.I.P Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.