Jump to content

Yaşasın 12 Eylül , Doğum Günün Kutlu Olsun...


raskolnikov

Önerilen Mesajlar

Şimdi!...

Bilindiği üzere, 12 eylül askeri bir müdahale olarak tarihe geçti ama bu yazı 12 eylül’ün zararlarını size anlatmayacak. Zaten bugüne kadar, her yıldönümünde, her akla geldiğinde… 12 eylül bu kadar zararlıdır, cıstır, pistir, kakadır dediler. Dediler de kardeşim, insaf valla… ayıptır yani.. hiç mi güzel yanarlı, olumlu yanları olmadı bu 12 eylül’ün… şimdi bu yazıları okuyan sıradan biri, o dönemi bilmeyen biri, her şeyin, her kötülüğünün 12 eylül 1980 olduğunu sanacak..

 

Olmaz kardeşim, bu ülke’ye o kadar çok vefası, katkısı bulunan bir tarih bu kadar kötü anlatılmaz. Artık bu gidişe bir dur demek zorundayız… İşte size ilk adım, 12 eylül 1980 nin hayatımıza kattığı yepisyeni yenilikler… Katkılar…

 

Şimdi bu yazıda kısaca değincez ama bu yazı sadece bir ön açıcı olacaktır…

 

1. başlıyoruz ; efendim, karşıt görüşte olanların darbe diye tutturduğu, ülkemizde belli aralıklarla olan güzide bu doğa olayının başında kim vardı?.. Kim vardı efendim?....

Kenan Evren…

 

Efendim, bu doğa olayının başındaki zat-ı muhterem, bir İngiltere gezisi sırasında gördüğü Picasso tablolarına bakıp, içindeki sanatçı ruhu ortaya çıkaran, şu güzide lafı söylemiştir;

“ne var ki la bunlarda, bunları bende yaparım…”

Eveeet… işte bu güzide sözden ve sırtını yasladığı devlet memuriyeti bittikten sonra kendini hemen resim sanatına vermiş, Picasso’yu bile utandıracak kadar sanatsal resimler yapmıştır.

İşte size ilk örnek, 12 eylül 1980 ülkemize bir ressam, hemi de Picasso’dan zeki bir ressam bahşetmiştir.

 

2. gelelim ikinciye…

Şimdi efendim, çoğunuz bilmez, 12 eylül 1980 öncesi YÖK yoktu.. ne vardı?.. karmakarışıklık!....Üniversiteler karışmış, gençlerimiz anarşik anarşik şeyler düşünmeye başlamışlardı. Efendim bırakınız gençlerimizi, öğretmenlerimiz bile anarşikçe düşünüyorlardı. Sonra, bu sınav sistemi yoktu. Herkes, önüne gelen, aklına esen istediği bölümün (hukuk, tıp vs.) sınavına girip, kazanırsa giriyordu.

Şimdi ne oldu?..

YÖK geldi, sınav sistemi geldi ve sadece okumak isteyenler okumaya başladı… Bir de harç paralarını denkleştirenler…

İşte size ikinci güzelliği…

 

3. işte üçüncü güzel yanı!....

Eğer 12 eylül 1980 olmasaydı hiçbirimiz arabesk müzikle tanışamayacak, o güzide pop müzik sanatçılarımızı dinleyemeyecektik. Yoksa alimallah şimdi hepimiz ne durumda olurduk. Aslında sadece 12 eylül değil, daha öncekilerde olmasaydı şimdi biz klasik müzik dinliyor olacaktık.. valla bak!...

 

Aman allahım….

Bir an düşündüm de, öyle vivaldi vivaldi… ıyyy..ne iğrenç be!...

 

4. geldik dördüncü maddeye!...

12 eylül 1980 nin en güzel yanlarından biri, “benim memurum işini bilir…” , “anayasayı bir kerecik delsek ne olur ki?..” sözleriyle açıklanabilecek bir durumdur.

12 eylül’den itibaren, serbest piyasa ekonomisi gelişmiş, rüşvet, olması gereken itibara yükselmiştir. Şimdi efendim, diyeceksiniz ki “ne diyor be böyle!...” şunu diyorum ki, sen bir devlet dairesine git, ne var orada?...Hııı!...ne var?...

Kuyruk var!...

Bu kuyruk nasıl aşılır efendim?...

Ya bekleyerek ya da rüşvet vererek… İşte 12 eylül bu güzelliği bize bahşetti. Önceden olsa, beş dakikalık iş için bütün gün bekle!... Ama şimdi, tak gidiyorsun daireye, bastırıyorsun parayı, tak işler bitik…

 

5. efendim!... geldik beşinci maddeye…

Bilindiği gibi şimdiki nesil ya da daha net söylersem, 12 eylül sonrası kuşağın düşünemediğini, ülke sorunlarını bilmediğini söylüyorlar. Bundan da şikayet ediyorlar..

 

Ne şikayet ediyorsunuz arkadaş, ne güzel işte…. Düşünüp ne yapacaktı!... Başı ağrıyacak…Pop müzik dinleyip, boş boş sokaklarda gezmek varken, internette sevgili avına düşmek varken gidip kitap okuyacak, soru soracak, düşünecekmiş….

Gidin işinize Allah aşkına ya!...

Anarşik mi olaydı gençlerimiz!...

 

Efendim işte böyle…

Aslında bu liste uzatılabilir ama şimdilik bu kadarı yeter aslında. Artık bundan sonrasını siz bulabilirsiniz. 12 eylül 1980’nin ne güzel şeyler yaptığını öğrenebilirsiniz… İşte bu yüzden;

 

Yaşasın 12 Eylül…

Doğum Günün Kutlu Olsun 12 Eylül

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

:clapping::clapping: Yaşasın 12 Eylül ...

 

ne güzel anlatmışsın. Darbeyi eleştirenler bunları hiç görmüyorlar mı acaba? neden eleştiriyorlar böyle güzelim darbeyi, getirdiklerine bir baksalarya! Ama yoook yaranılmaz bu memleketin aydınlarına! Utanmadan kenan paşa yargılansın diyorlar bu güzelim icraatlardan sonra! Ayıp valla kınıyorum hepsini

 

Yaşasın 12 Eylül

 

(özel isimler büyük harfle yazılır biliyorum ama bu isimde gerek yok)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

darbe belkı bı yerde ıyı olmus ama onlarca masumunda ölumune sebebiyet vermıs keske bazı degısıklıkler bu sekılde baslamasaydı:(

 

 

darbenin tek iyi tarafı yok... bu yazıda darbenin iyi bir yanının olmadığı anlatılmak istendi sadece..

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Arabesk '70lerde zaten son derece yaygındı. 1980 darbecilerinin "acısız Arabesk" yaratma girişimini hatırlarız; Hakkı Bulut'un "seni 3 yaşındaki kardeşimden bile kıskanıyorum" sözlerini içeren şarkısı işte bu girişimin ürünüdür.

 

Konu hakkında güzel bir yazıdan alıntılar yapacağım. Meraklıları yazarın ismini ve yazının başlığını Google'da aratabilirler.

 

VAROŞLARDA KIYAMETİN GECİKMESİNDEN DUYULAN ENDİŞE

 

ORHAN GENCEBAY

 

[...]

 

Bu süre içinde gelenek kazınmıştı gerçi, ama taşradaki yeni kuşakların Cumhuriyet malı renklere boyanması için yeterli zaman ve fırsat bulunamamış, insanlar yarım kalmıştı. Osmanlı'yı önce idam edip, sonra birçok başka suçun yanısıra Anadolu'yu ihmal etmekten mahkum eden Cumhuriyet, Anadolu'ya alternatif götürmediği gibi, kendi alternatiflerini üretmesi için gerekli donanımdan da mahrum bıraktı. Taşrada, yetişen kuşaklar anadan üryan kaldılar. Ana babaları gibi olmak istemiyor, ama ne olmak istediklerini de bilmiyorlardı.

 

Müsvedde halinde terkedilmiş olan gençler sadece, başka birşey mümkün olmadığı için Cumhuriyet'i benimsemekte kasabaları, köyleri kadar mütereddid davranmayan şehre göçtüler. Cumhuriyet'in yarım bıraktığı işi, onun kısa süre içinde kök saldığı şehirlerde, yine onun marifetiyle tamamlamak gibi bir umudu taşıdıkları da düşünülebilir. Yoksa ne kent yaşantısını köy odalarına, kahvelerine taşıyan televizyon vardı, ne de gazeteler bu kadar renkli, bu kadar ısrarlı bir biçimde kent yaşamının propagandistliğini yapıyorlardı. Köyün geliri de düşmemişti. Köyde yaşamak zorlaşmamış, aksine 1950'lerden başlayarak kolaylaşmıştı. Ama yeni kuşaklar için köy daralmıştı.

 

Göçenler kentin kıyısına iliştiler. Kente bıçak gibi giriyor, parayı arıyor, bulur bulmaz da dönüyorlardı. Uyum sağlamak gibi bir problemleri yoktu. Çünkü Cumhuriyet'in yaptığı onca parazite karşılık, derinden derine işleyen gelenek kente düşman olmalarına yol açmıştı filan da denebilir. Ama değil, kentte aşağılandılar. Sokaklarda kimsenin dikkatini çekmiyorlardı. Kent onları görmezden geldi. Varlıklarının kabul edildiği nadir zamanlarda, onların katılmasına izin verilmeyen toplantılarda, eksik ve biçimsiz bu insanların kente göçmesinin nasıl önlenebileceği tartışıldı.

 

[...]

 

Şehir onları tanımıyor, onlar şehirden korkuyorlardı. Bazıları, şehirlilerden daha zengin olmuştu, ama para, para etmiyordu. (Paranın para etmediğini en acı bir biçimde öğrenenler, herhalde, daha uzaklara göçenler, Alamancılardı. Karı-koca, çoluk çocuk çalışıyor, yıl boyu köyden götürdükleri bulgura talim ediyor, 40 m2'lerde üst üste yaşıyor, ama -kimsede olmayan Mercedes'lerle, BMW'lerle döndükleri- memlekette, şehirlerde, şehirlilerin gittiği yerlerde, lokantalarda, plajlarda, dağlarda, kendilerine yer bulamıyor, aşağılanıyor, horlanıyorlardı.)

 

[...]

 

Kendi kültürlerini getirmediler, taşınamayacak kadar ağır olduğundan filan değil, zaten kültürleri yoktu. Yeniden üretmedikleri, üretimine katılmadıkları için tapularına geçiremedikleri geleneğin, sadece seyircisiydiler. Seyretmek için İstanbul'a kadar taşımaya da değer görmediler. Muhtemelen kültürü, delik deşik hayatlarının her hangi bir deliğini kapatabilecek kabiliyette görmedikleri için, gereğince önemsemiyorlardı, ya da nasılsa İstanbul'da da seyirlik birşeyler bulabileceklerini sanmış olabilirler, gelenek İstanbul'a gelmedi. Bir yandan da, çünkü, dehşetli yerel motifler taşıyordu. Yerellik oysa, parçalanmak, iyice güçsüzleşmek demekti.

 

Varoşlara yerleştiler. Şehrin yerleşik nüfusundan daha kalabalık olduklarında bile, ürkek, mahçup ve güvensizdiler. Üstelik şehre gelmiş olanlar, kasabalarında, köylerinde en çaresiz olanlar değildi. Onlar en gözüpek, en yırtıcı, en bıçkın, en yetenekli olanlardı. Hep onlar göçerler.

 

[...]

 

Türkiye'nin insan sermayesinin özel bir kategorisiydiler. Bunu biliyor gibi davrandılar.

 

Geride kalanlar endişelerini yatıştıramadılar. Şehirden gelen bazı haberlere inandılar, bazılarına inanmadılar. Bir kısmı -ilk partide göçemeyecek kadar ihtiyatlı olanlar- şehirden gelen haberleri şöyle yorumladılar: Şehre gitmeli. Şehre hazır olarak gitmeli. Hazırlanmak için diploma almalı.

 

[...]

 

Diploma, dünyaya karşı koymak için ihtiyaç duyduğu bütün silahları ellerinden alınmış olanlar için, potansiyel bir silah, bir tür savunma ve savaşma aracıydı.

 

Taşra 1970'lerden başlayarak, surların önüne daha donanımlı olarak geldi. Daha önce gelmiş -tutunmayı başaramamış, kendine güvenmeyi öğrenememiş de olsa- şehrin kıyısına kendini teyellemiş olanlar, diplomalı olarak gelenler ya da geldikten sonra diploma sahibi olanlar ile ittifak yaptılar, şehri kuşattılar, meydan okudular. Artık parayı bulur bulmaz, alelacele geri dönmüyorlardı.

 

Şehir de onlara meydan okudu. Geleneğin 1930'larda öğrendiğini, geleneğin mirasını reddedenler 1970'lerde öğrendi: Şehir sahipliydi. Cumhuriyet şehre el koymuş, kuralları koymaya, işine geldiğinde, işine geldiği gibi değiştirmeye gücü yeten bir gruba tımar olarak tahsis etmişti. Ve şehrin sahipleri, aynı Cumhuriyet'in, hem kendilerini, hem de şehrin kıyısına birikip duran birgün kendiliklerinden gideceği umulan bu yarım bırakılmışlar kalabalığını yapmış olmasını, bu kalabalık ile aralarında bir kurbiyetin varlığını kabul etmeye asla yanaşacak gibi değillerdi.

 

Dehşetli bir bozgun oldu. Gelenek benzeri bir bozgunu dilsizlikle karşılamıştı. Çünkü dili kesilmişti ve gelenek peltek peltek konuşmayı reddedecek kadar görgü sahibiydi. Oysa geleneği inkar etmiş olanlar, seslerinin akortsuzluğuna bakmadan, var avazlarıyla bağırdılar: "Tanrım beni baştan yarat."

 

Varoşlarda herşeyin sonu gelmiş, kıyamet kopmuştu. Kurallarına göre oynarlarsa oyunda bir rol kapabilecekleri umuduyla, yerlerinden yurtlarından kopup gelen yığınlar, bütün kurallar kendisinden türetilen tek esas kuralın, kendilerini oyunun dışında bırakmak olduğunu öğrendikleri zaman, yer ve gök birbirine girdi. Geleceklerini, hatta hayatlarını yatırarak ortak oldukları piyangonun çekilişi, şehirde noter kararıyla iptal edilmişti.

 

Orhan Gencebay yumuşak, sakin, yılgın, yenik sesiyle, tam o sırada sökün etti. Müziğinde bozgun vardı, soylu bir bozgun. Güçlüydü, ama gücünü kullanmak konusunda, karşısındakiler kadar hesapsız değildi. Kimsenin canını yakmamak için özen gösterdiğinden, canı yanıyordu. Kendi kurtuluşunun, tek başına bir anlamı olmadığını biliyor, mesaisini gemiyi kurtaracak projeler üretmeye harcıyordu. Ama başkaları aynı sağduyuyu göstermiyordu. Bu yüzden gemi batıyordu. Belki daha kötüsü, gemiyi kurtarmayı iplemeyenler, kendilerini toplu kurtuluş için feda etmeyi göze almış olanların naivliğinden istifade, ilkyardım araç-gereçlerini de yağmalıyorlardı.

 

Bütün bu öyküyü taşıyan müzik ise kararsızdı. Daldan dala şıçrıyor, sanat müziği namelerine mola verdiğinde, pop müzik ritminde oyalanıyordu. Enstrümanların ne tezleri ne de antitezleri vardı. Her biri kendi adabınca, sırası geldiğinde, bir şeylerden şikayet ediyor, birilerini ihbar ediyor, ağlıyor, inliyordu.

 

Söylemek bile fazla, Gencebay'ın şiiri varoşların kaderi ile kısmen örtüşüyordu. Evet varoşlar da bozguna uğramışlardı, ama kimsenin canını yakmamak için özen göstermiş filan değillerdi. Hatta insanların canı yanabilir mahluklar olduğunu bile, bozguna uğradıklarında yani kendi canları fena halde yandığında ancak hatırladıkları tahmin edilebilir. Geminin batıyor olduğunu farketmiş olmalarını ummak ise hepten safdillik olur. Farketseler de kendi kurtuluşları dışındaki hedefleri havsalalarının almadığı çok geçmeden ortaya çıktı.

 

Ama Gencebay'ın müziği varoşların ruh durumuna harfi harfine uyuyordu. Şehrin müziğinin enstrümanlarının arasına, köyden tanıdıkları, bildikleri enstrümanlar geleneği hatırlatamayacak şekilde sıkıştırılmıştı. Müzik varoşlar gibi ağlayıp inlemekteydi. Hepsinden önemlisi, hiç bir gelenekte yeri yurdu yoktu, tıpkı göçmenler gibi, her konduğu çiçekten birşeyler almıştı. Teorik olarak ortaya bir bal çıkması gerekiyordu ama varoşların da yaşayıp gördüğü gibi pratik teoriyi doğrulamıyordu. Orhan Gencebay akademik altyapısı sızdırmaz olduğu halde teorinin neden doğrulanmadığını anlayamamış gibi bağrını yardı ve bal olması beklenen Şey'i salıverdi. Varoşlar, güçsüz olduğunu iddia eden bu feryadın peşinden, mecnunlar gibi savruldular.

 

Orhan Gencebay, akşamdan sabaha, Türkiye'de daha önce hayal edilmesi bile mümkün olmayan tirajlara ulaştı. Kendisini halkın sesi ilan eden, halkın sevgilisi ilan edilen nice sanatçının bir ömürde yaptığı tirajı, bir tek kasette geçti. İnanılmayacak bir performanstı. Şehir yine de duymazdan gelmeyi yeğledi. Ama bu kez yekpare davranamadı.

 

[...]

 

Radyolar kapatılıp teyplerin düğmesine basılınca, kaset piyasası daha birkaç yıl önce tahmin edilemeyecek bir canlılığa kavuştu. Canlılık tek başına Orhan Gencebay'ın eseriydi. Ülkede yapılan ve satılan kasetlerin neredeyse onda dokuzu, şehirlilerin nazik kulaklarını tırmalayan ve bir zamandır arabesk diye çağırılan türde yapılıyordu. Orhan Gencebay'ı Orhan Gencebay yapan, bu kadar kısa süre içinde, hava titreşimlerinin Türkiye standartlarını tayin eden bu müziğin babası olarak algılanmasıdır. Belki de dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir dönemde, hiç bir sanatçı, bir ülkenin göklerinde yankılanan sesler üzerine bu kadar bariz bir şekilde damgasını vurmamıştır. Belki de Gencebay, sadece müzikle bir ülkeyi bu kadar sarsabilen en mega stardır.

 

Bir yandan da ama, kısa sürede, arabesk Gencebay'ın çizdiği çerçeveyi kat kat aştı. Gencebay'ın dünyaya getirdiği bebek, bir kaç ay içinde babasının vesayetinden kurtulmuş, kendi yolunda koşmaya başlamıştı. Kasetten başka hiç bir ortamın tanımamasına, basının bile burun kıvırmasına rağmen, piyasaya her gün yeni birileri girdi. Müzik, Neşe Karaböcek gibi, daha önce başka türlerde müzik yapmış kişilerle kanatlanarak, el değmemiş ücralara ulaştı. Kibariye gibi, birkaç aylık ömrünü zirvede geçiren efsaneler doğurdu.

 

[...]

 

Şehrin otoritesi varoşlarda hiç tartışılmamıştı. Ancak bozgundan sonra, eğer şehrin iradesine kalırsa, ilelebet kıyıda kalacaklarını da hissetmiş olmalılar. Bu yüzden Gencebay'ın müziği, şehrin üstünde, daha büyük, tartışılmaz bir otoriteyi, Allah'ı işaret ettiği için, bir tür rahatlama da sağlamış olmalı.

 

Ancak bundan varoşların dindar olduğu ya da bozgundan sonra dindarlaştığı sonucu çıkarılmamalı. Aksine varoşlar belki de şehrin en dünyevi kesimiydi. (Gencebay'ın şiiri, -geçersizliği bizzat hayat tarafından hergün yeniden kanıtlanan- sübjektif bir ahlaka gönderme yaparak, bir yandan da varoşlardaki hayatın uhrevi gediğini kapatıyordu.) Huşu içinde müzik dinlemek sayılmazsa, ibadet de etmiyorlardı. Kuşkusuz inançsız sayılmazlardı, ama inançlı olmak ya da olmamak gibi bir sorunla yüzleşmiş de değillerdi. Yüzleşmek zorunda kalsalar, muhtemelen inanmak için bir mucize örneğin şehrin kendilerini kabul etmesini talep edeceklerdi. Gerçi kendi işlerini kendileri yapmak konusuda kararlıydılar. Şehrin işini kendi elleriyle göreceklerdi. Allah'tan birşey istedikleri yoktu. Yine de kendilerini dışlayan şehri şikayet edecek bir merci bulmuş olmaktan hoşnut oldukları düşünülebilir.

 

[...]

 

Taşra kasabaları hala diploma peşinde oyalanırken, varoşlar şehre karşı silahlandılar. Kendi iradeleriyle olmadı. Varoşları silahlandırmak ve yedeklerine almak, devrimcilerin 1970'lerin ikinci yarısında keşfettikleri bir potansiyeldi. Varoşlar, gerçi uzun süre ayak sürüdüler. Onların kendi savaşmak zorunda oldukları cepheleri ve görülecek hesapları vardı. Türkiye'nin topyekün kurtuluşuna filan inanmayacak kadar bireyciydiler de. Ama profesyonel devrimciler uzun yıllar süren çabaların sonucunda, kısmi bir başarı sağladılar.

 

Ardından ülkücüler çok daha pratik bir stratejiyle sökün ettiler. Delikanlıların delikanlılıklarına seslendiler ve ellerine silah verdiler. Ülkücülerin stratejisi, devrimcilerin stratejisine göre, daha kısa süre içinde, daha yüksek verim sağladı. Yine de varoşların delikanlıları hiç bir zaman, iç savaşa şehirli ve üniversiteli gençler kadar kendilerini kaptırmadılar. Türkiye'nin kurtarılmasına kerhen katkıda bulundular. Onlar kendilerini kurtarma peşindeydiler, öyle toptancılığa akılları ermedi.

 

[...]

 

Onlar, üzerlerine ölü toprağı serpilmiş, yenik, hevessiz, heyecansız, engelli, defansif, olumsuz, kısır toplumu harekete geçirebilecek olan tek dinamik kesimdiler. Yenilgiyi kabul etmemişlerdi. Onları yarım bırakanlar biçimsizliklerinden ürktüler, hiç bir çarkı döndürmeyen kasnaklara bağladılar. Yaralandılar ve enerjileri toprağa verildi. Malzemelerinden hırçın, saygısız, yırtıcı, yıkıcı insanlar oyuldu. Onlar kaybetti. Onları kaybettik. Arkası da yok.

 

- Cemalettin Nuri Taşçı

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...