schizophrana Oluşturma zamanı: Eylül 11, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Eylül 11, 2008 http://www.tulipandrose.net/turkce/muzikkutusu/fahir_atakoglu1.jpg İstanbul doğumlu olan Fahir Atakoğlu, başarısı pek çok uluslararası ödülle tescillenmiş ünlü bir piyanist ve bestecidir. Senfonik çalışmaları ve film müzikleri ile dikkat çeken Fahir Atakoğlu'nun çalışmaları Avrupa'da ve özellikle de Amerika'da pek çok müzik festivalinde icra edilmiştir. Atakoğlu'nun halen Avrupa, Japonya ve Kuzey Amerika'da sürekli artan bir dinleyici kitlesi bulunmaktadır. Müziğindeki kendine has ritmik, melodik ve armonik özellikleri besteci duyarlılığıyla birleştirerek dinleyicilerine ulaştıran Atakoğlu'nun müziği aslında onun olağanüstü yeteneğinin de göstergesi… Değişik müzik kültürlerini harmanlayan müziğindeki orijinalliğin yanı sıra kendi doğduğu topraklarla kurduğu muhteşem bağ dikkat çekicidir. 1996'dan bu yana pek çok ulusal ve uluslararası yapım için jingle, belgesel ve film müzikleri hazırlamaktadır. 1994'te çıkan ilk albümünü takiben aralarında Amerika'nın bulunduğu 17 ülkede toplam 14 albüm çıkarmış olan Atakoğlu'nun albümleri bugüne kadar 2 milyondan fazla satış yapmıştır. Atakoğlu, 2000 yılında Milano Film Festivali'nde 'Büyükada'da Sürgün' belgeseliyle birincilik ödülünü kazandı. Atakoğlu bunun yanı sıra 2002'de Yunanistan'da 400 binden fazla satan ve Mega Channel tarafından verilen 'En iyi Şarkı' Ödülü'nü alan 'Telos Dios Telos' ile de önemli bir çıkış yakaladı. Jazz dünyasının önemli dergilerinden Jazziz Fahir Atakoğlu'nun 'IF' albümüne beğendiklerimiz bölümünde yer verdi. 'IF' albümünü 'yüksek enerjili ve derinlemesine lirik' şeklinde özetleyen Jazziz Dergisi Fahir Atakoğlu'nun müziğine gerçek anlamda küresel jazz tanımını yakıştırdı. Jazz Times Dergisi ise 'IF' albümünde, tartışılmaz bir yetenek, geçerlilik ve özgürlüğün izleri görüldüğünü, özellikle Fahir Atakoğlu'nun yoğun, girift, perküsyon ve ritim ağrılıklı piyano- trio tarzını henüz tanımayanlar için eşsiz bir deneyim vaat ettiğini söyledi. Ayrıca Atlantic Records'un kurucusu Ahmet Ertegün Fahir Atakoğlu için, " Bugün Avrupa'nın en önemli piyanist ve bestecilerinden biridir… Müzik dünyasının zirvedeki isimlerinden biridir" dedi. Ödüller · 2006 Kasım, En başarılı Erkek Ödülü ATATÜRK Kızları tarafından verildi. · 2006 Kasım, ATAA Outstanding Achievement in arts Award · My EMI Platin Satış Ödülü Yunanistan 480.000 den fazla satış (Telos Dios Telos) · 2002, Mega Channel Yunanistan En iyi Şarkı Ödülü (Telos Dios Telos) · 2000, MIlano Film Festivali Belgesel 1.lik Ödülü - *Exile in Buyukada* · 1997-1998, Finalist Ödülü Flora-Marshall Boya Reklam Müziği · 1996-1997, Kristal Elma Ödülü Garanti Bankası için hazırlanan reklam müziği "Yarına Dört Işık" · 1996, Finalist Ödülü Duru Sabunları Müziği '96 · 1995-1996, Kristal Elma Ödülü En İyi Reklam Müziği, Renault Laguna · 1995, TV Reklamları '95 Finalist Ödülü - Toyota Corolla · 1994-1995, Kristal Elma Ödülü · 1995, Gold Screen Ödülü 12 Mart Belgeseli için En Yaratıcı Partisyon · 1994, Londra Uluslararası Reklam Ödülleri Finalist Ödülü "Trafik Kampanyası" · 1982, Güney Londra Caz Federasyonu Caz Doğal Yetenek ve Bestecilik Yarışı 1.si Kaynak: Kendi resmi web sitesi Atakoğlu ile yapılmış bir röportaj Fahir Atakoğlu, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli müzik adamlarından biri. İsmi, birçoğumuzun hafızasına Kıbrıs, Demirkırat, Sarı Zeybek belgesellerinin müzikleriyle kazındı. Doğu’nun Işığı: Lale, Karaoğlan ve yurtdışında ses getiren Büyükada’da Sürgün, Desperate House gibi belgesellerin müziklerini yapan Atakoğlu, Beyza’nın Kadınları filminin soundtrack’i ile huzurlarda bu kez. 1986’dan bu yana reklam, belgesel ve film müzikleri besteleyen Fahir Atakoğlu’nun sekiz albümü yurtdışında 2 milyona varan bir satış grafiği yakaladı, kendisine önemli ödüller getirdi. Atlantik Records’un sahibi Ahmet Ertegün’ün “Dünyanın en iyi piyanistleri arasında.” dediği Atakoğlu ile müzikle yoğrulmuş hikâyesini konuştuk. -Beyza’nın Kadınları, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ın 5 yıl sonrasında gelen bir soundtrack albüm. İmrenilecek bir üretkenlik içinde soundtrack’lere az yer vermek niye? İyi, güzel şeyler gelmiyor önüme. Senaryolar, bazı yönetmenlerin yaklaşımları hoşuma gitmiyor. Beyza’nın Kadınları, gerek kişilik değiştirme gibi bir konusu, gerekse polisiye-gerilim tarzıyla hoş bir film. Bir de orada önemli bir konu var: Çocuk tacizleri. Çocuk tacizlerinde, insan insanlığından utanıyor. Böyle projeler, beni nasıl etkiler diye bakıyorum. O temayı bulduğumda sadece onun anlatımına yoğunlaşıyorum. -Yani metni bir müzisyen olarak yeniden okumaya tâbi tutuyorsunuz. Aynen öyle. Ama Beyza’nın Kadınları bana senaryo aşamasında değil, post-prodüksiyon aşamasında geldi. Evvelden bir şeyler denemişler, olmamış. -Müzikleri ne kadar sürede bitirdiniz? 20 günde insanüstü bir çalışma sergiledik. 41 kür vardı. Öyle bir soundtrack oldu ki, tamamen filmin anlatımına destek veren, varla yok arası bir şey. -Film, kişisel tarihi içinde savrulan, kendi arkeolojisini yapan bir karakteri konu ediyor. Bunu müzikaliteye dökmek zor olmadı mı? Kişilik değişimlerinde her kişiliğe ayrı bir tını bulalım istedim. Fakat çalışmaya başladıktan sonra, birtakım şeyleri aşikâr yapmayalım da istedim. Çok karakterli de olsa özünde bir karakter vardı çünkü. O noktada piyano girdi. Evet zordu; ama başardık galiba. -Fahir Atakoğlu’na göre müzik, filmin neresine dokunur? Duygusuna, anlatımına artı bir şey getirir. Müzik, kalpte ve beyinde etki bırakır; tıpkı hikâyenin kendisi gibi. Ama öykünün önüne çıkmamalı. -İyi ama Sarı Zeybek, Demir Kırat gibi belgesellerde öne çıkmadı mı? Evet, ama hesaplanmış şeyler değildi. Doğal olarak böyle çıktı. O hesabı ben yapmıyorum. Sadece verilmek istenen şeye amatörce hizmet ediyorum. -Can Dündar, metni kendi içinizde yaşayarak müzik yaptığınızı söylüyor. Metne gömülür müsünüz gerçekten? Metin geliyor ve onun üzerinde, bir görüntü olmadan o hissi almaya çalışıyorsunuz. Sarı Zeybek’in müziklerini yaparken, Atatürk’ün resimlerine bakmışımdır. Onun bende bıraktığı etkidir, o. Benimki öyle bir etki olmuş ki, insanlara geçebildi. http://www.tulipandrose.net/turkce/muzikkutusu/fahir_atakoglu3.jpg -O halde hikâyelere eşlik etmeyi seviyorsunuz. Müziğin şairi diyorlar artık, belgesel dönemi bitti (Gülüyor). Çok ilginçtir bunu söylemen. Cemal Reşit Rey’den ders alırken, ona her hafta okuduğum hikâyelerden etkilenerek yaptığım müzikal kompozisyonları götürürdüm. Bekir Yıldız’ın, Sait Faik’in hikâyelerinden çok esinlenmiştim o dönemde. Yaptığım ilk belgesel Kıbrıs’tı. O geldiği zaman bildiğim şeyi yaptım zaten. Ben müzikte betimlemeyi seviyorum. -Bu aynı zamanda edebî bir hayal gücünün şiddetini göstermiyor mu? Benim için güzel olanı sunuyorum. Doğru olanı değil; çünkü doğrunun tanımı yapılamaz. Müzisyen hürriyetini etkilendiği biçimde sunuyor. Bazen olmuyor, yanlış deniyor; ama o, bestecinin doğrusu oluyor. -Sezen Aksu ile bu albümde bir vuslat var. Sizin projelerinizde Sezen Aksu, biraz daha kırılgan, derin gibi... Sizde bir kaçışı yaşıyor sanki... Aynen öyle. Birlikte çalıştığımızda başka duygular yaşadığını kendi ağzından duydum. Birbirimizi senelerdir tanıyoruz. Birlikte üretmemizin dışında derin bir dostluğumuz var. Bu dostluk, kalbimizin sesi olan notalara daha içten bağlanmamızı sağlıyor. Onun sözleri, benim melodilerime çok iyi uyuyor. O da o melodiyi dinlediği zaman, “Ben buna çok iyi söz yazarım.” diyor. -İkinci albümünüzdeki Ninni’nin ıskalanması bu bağlamda üzüntü verici. Eyvallah... Güzel eserler her zaman kalır. Sezen benim oğluma yazmıştı sözlerini. O kadar kolay çıktı ki o parça, anlatamam. Sezen’e müziği getirdikten sonra iki saat içinde parçayı yazdık. BELGESEL MÜZİĞİ, FİLM MÜZİĞİNDEN DAHA ZOR -Yalnızca kendi yaptığınız parçaları çalıyorsunuz. Besteciliğinizin belgesellerle tanınması ve bu minvalde ilk olmak neler hissettirdi? Belgesel bestecisi gibi tanımlamalar beni sıktı. Enstrümantal müziği ilk yapan insan değilim. Ancak 1994’te çıkan albümüm birçok müzisyene kapı açtı. “Demek ki Allah’ın bana yüklediği misyon da buymuş.” diyorum. Ben önce müziğimle tanındım. Her sanatçıda bu olmalı. -Belgesel müzikleri hazırlarken metin ve müzik arasındaki ilişkinin direkt olması gerekiyor. Tarih okumalarınız nasıl? Çok fazla kitap okuyorum. Tarih kitapları da bunlar arasında. -Çalışacağınız belgeseli seçerken ne tür kriterleriniz oluyor? Belgesel seçiminde duyguyu önde tutuyorum. Tıp malzemelerinin tanıtımına müzik yapmam; çünkü beni çekmiyor. Ama anlatılmak istenende, insan ve duygu varsa o zaman tek kriterim kalbimi nasıl etkilediği. Yoksa ‘ticari’ oluyor. İnsanı kısa zamanda belli yere getirir; ama kalıcı yapmaz. Kalıcılık da bir kriter benim için. -Film müzikleri ve belgesel müzikleri arasındaki farklar nelerdir? Belgesellerde tarihsel bir gerçek anlatılıyor. Film ise bir hikâye. Kurgu ve doğallık... En büyük fark burada. Belgeselde bir anlatıcı vardır ve görüntüler gerçektir. Gerçek görüntüye bir anlatıcı bir de müzik girdiğinde müzik, anlatan ve gösterilen arasındaki bağlayıcı oluyor. -Belgesel çok daha zor o zaman? Tabii ki. Filmde ana temayı bulursanız çok rahat edersiniz. Fakat belgeselde ana tema bulsanız bile temalar sürekli değişiyor. Filmde sadece toplam duyguyu anlatmak için kullanılan görüntü, ses, ışık çok daha fazla. Belgeselde çok yalın olabilirsin; ama müzikte duygunu göstermen gerek. -Belgesel ya da film müziklerinde kendi kafanızdaki müziğe mi yoksa metnin sizi götürdüğü yere mi öncelik tanırsınız? Kendi kafanızdaki müziğe öncelik vermek egonun yansımasıdır. Ben onu yapmıyorum. Böyle davranmam, ailemin de verdiği bir görgüdür. -Bu tavrı aktaran ailenizi anlatır mısınız biraz? Annem Elazığlı, babam ise Üsküp’ten gelmiş. Babam çok güzel sesi olan, hafızlık yapmış bir insandı. Ben de İngiltere’de, Pakistan’da bir camide babamı dinlemişimdir. Çok güzel ezan okur. Türk Sanat Müziği de... Anne tarafım müzikle daha ilgilidir. Moda’da 4 katlı bir evimiz vardı. Son iki katında biz, onun altında dayım ve müzisyen oğulları ile teyzem ve piyano çalan kızları otururdu. Her tarafından melodi yayılırdı evin. Mütevazı bir aileydik. Küçük şeylerle yetinmeyi ailemden öğrendim. Bütün dinlerin vermek istediği de budur: Azla yetinip ne kadar büyük bir servetin sahibi olduğunu anlamak. -Piyano çalarken adeta bir vecd hali yaşıyorsunuz. O an, insan olduğuma şükrediyorum. İçimden o gerçeklik geçiyor. Sanatın kendisi bir inanış ve ibadet. Ama böyle şekillendirmelere de koymak istemiyorum. Ben zevk alıyorum. Bu kadar basit. -Köklerini 1977-80 arasında Cemal Reşit Rey ve konservatuardan alan bir müzik yaşamınız var. Ondan evvel ortaokulda Muzaffer Uz ve Madam Slyvia ile başlamıştım. 1979-80, öğrenci hareketlerinin olduğu yıllardı. Konservatuar bu yüzden uzun sürmedi, Cemal Reşit Rey’in öğrencisi oldum. Daha sonra Londra’ya gittim. Work shop’lara katılarak stüdyo müzisyeni oldum. -Cemal Reşit Rey’in öğrencisi olmak size neler kattı? Hayat bilgisi verdi. Kompozitör olarak kimlerden etkilendiğini anlatması en büyük dersti. Uzun seneler Debussy’nin eserlerini çalıştık. Bir de kontrpuan dersi aldım. Armoni anlayışı o kadar zengindi ki bana bir yol açtı. Müziğimin içinde biraz makamlar duyabiliyorsanız, bir Türk olarak kendi müziğimi ve dünya müziğini bu kadar içiçe yapabiliyorsam en büyük nedeni Cemal Reşit Rey’dir. http://www.tulipandrose.net/turkce/muzikkutusu/fahir_atakoglu2.jpg BU TOPRAĞIN SANATÇISI DÜNYA SANATÇISIDIR -O dönemde ticaretle uğraşan babanız nasıl karşıladı müzisyen olmanızı? Lise dönemlerimde babam bana haftalık verirdi; ama bilmezdi Cemal Reşit Rey’e gittiğimi. Öğrenince karşı çıktı. O dönemde müzisyen biraz da çalgıcıydı. Geleceği yoktu. Londra’dan geldikten sonra Sezen Aksu ve İstanbul Gelişim orkestralarında çalmaya başladım. Birilerine çal, gazinolarda üstün başın sigara koksun... Bunun sonu yoktu. Reklâm müzikleri yapmaya başladım. Maddi bir özgürlük getirdi ve kendime zaman ayırabildim. Benim reklâm müzikleri maceram, bir tiyatrocunun akşam garsonluk yapması gibiydi. -Böyle bir altyapının ardından 1994’te ilk albümü yapmak, gecikmişlik anlamına gelmiyor mu? Reklâm, belgesel müzikleri beni çok mutlu ediyordu. Beni tanımasalar da olurdu. Daha sonra Baltalimanı’nda Sezen, Uğur Yücel’le yaptıkları şovun müziklerini ve kendisine çalmamı teklif etti. Ben, Uzay Heparı, Seden-Aykut Gürel, Harun Kolçak, Sertab Erener, Levent Yüksel’in olduğu bir kadroyduk. Sezen herkesi tanıtıyordu şovun sonunda. Beni tanıtırken de “Biliyor musunuz, izlediğiniz belgesellerin müzikleri bu adamdan çıkıyor.” derdi. O an Demir Kırat, Sarı Zeybek’i çalıyordum. O zamanlar Sezen’in plakçısı da Aydın Oskay’dı. Ona kaset yapma isteğimi ilettim. Satmayacağını söyledi. Belki bir şey olur diye direttim ve kabul etti. Çıkış o çıkış... -Yaptığınız albümler dünya üzerinde 2 milyona yakın sattı. Dünya müziği ve bu toprağın müziği arasındaki bağı nasıl kuruyorsunuz? Bu toprağın müziği, dünya müziğidir. Bu kadar basit. Bu toprağın sanatçısı zaten dünya sanatçısıdır. Biz sadece bildiğimizi doğru yapsak dünyalı olacağız. Doğru yapmak da milletin gözüne soka soka ‘Benim Ermeni müziğim de var, Kürt müziğim de var, Mevlevi müziğim de var’ diye akılsızca şeyler yapmak anlamına gelmiyor. Desperate House diye bir belgesel yaptık ABD’de ve büyük ses getirdi. Diplomatlarımızın İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilere yardım etmesini anlatıyor. Bir tanesi vagonun içine girip “Ben çıkmam bu insanlar çıkmadığı sürece.” diyor. İçimizde böyle şeyler var. Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışıyoruz. Aşağılık kompleksinden de kurtulmalıyız. -Bazı albümleriniz Türkiye’de yayınlanmadı. First of All mesela... Neden böyle bir tercihte bulundunuz? First of All’ı 75 ülkede sunduk. Türkiye’de çıkarmadık; çünkü 3 bin tane özel basımı izinsiz çoğaltıp piyasaya yaydılar. -Albümleriniz içinde en renkli olanlardan biri de As One. Bu kadar geniş aralıklarda gezinmek kişiliğinizin yansıması mı? Öyle, dediğin gibi... Kendi içimde hissettiğim özgürlükten kaynaklanıyor. Müziği anlamak değil, hissetmek önemli. Anlamaya çalışırsan hiçbir zaman bilemezsin. CERRAHİLER’E YAKINLIK DUYUYORUM -Müziklerinizde tasavvufî öğeler göze çarpıyor. Tasavvufla ilgileniyor musunuz? Tabii ki ilgileniyorum. Beni etkilediği yönde çıkarmaya çalışıyorum bunu. İmanı çok güçlü biriyim. Kur’an-ı Kerim okuyorum. Sami Özer’le birlikte Cerrahi Tekkesi’ne birkaç kez gittim. Bundan evvel Pir Muzaffer Ozak’ı çok iyi tanıyordum. Bunlar çok güzel şeyler. Keşke biz insanlık olarak bunu başarabilsek. Çok acı ya! Bu ülkede din, tabu haline geldi. Cerrahilik, müzik ve inanç arasındaki bağından ötürü bana çok yakın geliyor. Müzik insanlığın çok önemli bir parçası. Her müzik dinlediğimde insan olduğuma şükrediyorum. -La Luna-As One’ın kapanış parçası Kyrie Eleyson. Fadia El Hage ve Sami Özer’in muteşem birlikteliğinden çıkan, “Mubbiyi affeyle/ Büyük günahları ile/ Aşkı nakşet gönlüne/ Ey rahmeti bol Allah” sözleriyle noktalanan bu parça, web sitenizin açılış parçası aynı zamanda. Hepimiz insanız, günahkârız ve hepimizin bir Allah’ı var. Hepimiz bu yolculuğa aynı noktadan başlamışız. Öyle görürsek hoşgörüyü taşıyabiliriz. 11 Eylül’den sonra bu anlamlar benim için çok önemliydi. Sağ-sol’un yerini bugün din aldı. En olmaması gereken savaş bu. Bence her sanatçının misyonu bu olmalı. -ABD’de yaşıyor olmak müziğinizi nasıl şekillendirdi? ABD’de yaşamak, çok değişik müzisyenlerle bir araya gelmemi sağladı. Buradan uzak olmamı sağladı. Seçici davranmam ve kendimle kalmam anlamında olumlu oldu. ABD müzik endüstrisinin verdiği güçle bir plak şirketi kurdum ve tüm ABD’ye dağıtım yapabileceğim bir anlaşma imzaladım. Yine orada, dünyaya uzanabilmek için kendime bir kapı aralamış oldum. Kaynak: Aksiyon Derg., 24 Nisan 2006, sayı: 594. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.