Dolunay Oluşturma zamanı: Aralık 26, 2006 Paylaş Oluşturma zamanı: Aralık 26, 2006 Bencil bir insanı bencil yapan nedir, bu insanlara karşı ne yapılabilir? Hepimiz bencilliğe olumsuz bir özellik olarak bakarız. Çevrenizde kimi zaman ne arkadaşlarını, ne ailesini, nede çocuklarını düşünmeden kendi çıkarlarına göre hareket ettiğine inandığınız insanlar vardır. Acaba bir an olsun durup bu insanların neden böyle davrandığını düşündünüz mü? Bencillik insanın doğasında var olan bir duygudur. Yeni doğan bir bebek kendi yaşamını sürdürebilmesi için başkalarına ihtiyaç duyar. Tüm ihtiyaçları karşılandığı zaman ancak size gülümeyerek bir karşılık verir. Bu kural tüm canlılar için geçerlidir. Küçük büyük farketmez tüm insanlar ihtiyaçları giderildikten sonra ancak karşısındaki kişiye bir şeyler verebilir. Bu karşılık kimi zaman bir gülümseme, kimi zaman teşekkür kimi zaman ise sevgidir. Fakat aç bir insanın karşısındakini doyurması beklenemez. Önce kendisini doyurmaya ihtiyacı vardır. Bir çoğumuz bencillik kelimesini, üzerinde hiç düşünmeden ağız alışkanlığı ile sarfederiz. Sadece karşımızdaki insanın bizden bir şeyler almaya çalıştığını ama geri vermediğini ima ederiz. Bu kelimede, olumsuz bir yükleme vardır, kötü bir davranışı anlatır. Dolayısıyla tek taraflı bir bakış açısını simgeler. Oysa bu kelime bencil insanın kendi açlığını, korkularını, mutsuzluğunu yada nedenlerini yeterince ifade etmez. Madur durumda olanın gerçekte kim olduğunu anlatmaz. Bir an için düşünün, bencil olduğuna inandığınız bir arkadaşınızı, sevdiğinizi, yakınınızı gözünüzün önüne getirin. Küçücük bir çocukken neler yaşadığını anlamaya çalışın. Belkide en zayıf olduğu, en çok sevgiye ihtiyaç duyduğu, en yardıma muhtaç olduğu bir anda kimseyi etrafında bulamadı. Belki öyle çok acı çektiki kendi kendine yemin etti bir daha asla başkalarına muhtaç kalmamaya. Belki çevresindeki insanlar ona zayıf olmayı yasakladılar, güçlü olması için sürekli zorladılar; kendi başının çaresine bakması gerektiğini öğrettiler. Belki kimse ihtiyacı olan şefkati, sevgiyi, anlayışı, mutluluğu vermedi, veremedi ve büyük bir öfke ile dünyaya küstü. Kimsenin sevgisini haketmediğine karar verdi. Belkide sadece içindeki bu acı çeken küçük çocuğun etrafına bir duvar ördü kimse görmesin ve daha fazla kendisini incitemesin diye... Hiç düşündünüz mü, bencillikle suçladığınız insanların aslında ne kadar yaralı olabileceğini? Sizin ilginize, şefkatinize, sevginize ve anlayışınıza herkesten daha çok ihtiyaç duyabileceklerini... Hiç düşündünüz mü bu bitmek tükenmek bilmeyen alma ihtiyacının altında aslında hiç tatmin olmamış bir insan yatabileceğini ve açlığını tam olarak doyurabilecek şefkat ve anlayış dolu bir insanı beklediklerini? Hani karşılıksız, her şeye rağmen, ne olursa olsun genede kendilerini sevecek, anlayacak, inanacak, destekleyecek, hoşgörecek ve şefkatle yaklaşacak bir insanı... Hiç düşündünüz mü, belkide bütün o sert, katı, olumsuz ve kötü tavırlarının altında sadece daha fazla incinmekten korkan bir çocuk yatıyordur? Belkide sizin olumsuz tavırlarınıza karşı kendini korumaya çalışıyordur çünkü sizin onaylamayan, cezalandıran, dışlayan yaklaşımlarınız onu daha çok yaralamaktan başka hiç bir işe yaramıyordur. Hiç düşündünüz mü sevmeyi bilmeyen bir insana sevgiyi nasıl öğretirsiniz? Vermeyi bilmeyen bir insana vermeyi nasıl öğretirsiniz? Mutluluğu tadmamış bir insana size mutluluk vermesini nasıl öğretirsiniz? Bütün bilge sözler, bütün dinler, bütün filozoflar ve bütün olgun insanlar tek yönteme işaret eder: Göstererek Öğretmek. Sevmeyi bilmeyen insanı daha çok sevin... ki sevmenin ne demek olduğunu öğrensin... Vermeyi bilmeyen insana daha çok verin.. ki vermenin ne demek olduğunu öğrensin... Sizi mutsuz eden bir insanı mutlu edin... ki mutlu etmenin ne demek olduğunu öğrensin... Dünya üzerinde iki tip insan var bence; Bir kendisini aşmış ve başkalarına bir şeyler verebilecek insanlar, bir de bu insanlardan öğrenen ve büyüyen insanlar. Burda kendinize sormanız gereken soru siz bu iki tip insandan hangisisiniz? Kendinizi aştınız ve başka insanların büyümesine yardım edebilecek kadar olgunlaştınız mı? Yoksa aslında o bencil diye nitelediğiniz henüz geçmişten kalan acılarını iyileştirememiş insanlardan biriside siz misiniz? Eğer ikinci gruba giriyorsanız, o zaman umarım kendinize yardım etmek için ya olgun bir insan ile bir arada olabilir ve bu meziyetleri öğrenebilirsiniz, ya bir psikoloğa giderek ve acılarınızı dindirerek iç huzurunuza kavuşur ve hayatta verecek çok şeyiniz olduğu gerçeğini anlayabilirsiniz, yada kendi davranışlarınızın ve çevrenize olan etkilerinin farkına vararak kendinizi olgunlaştırmak için çaba sarfedersiniz. Mutluluk sizin olsun Saygılar Çiğdem Alper -------------------- BENCİLLİK: Tarih boyu insanliğın baş belası Evrenimizde bencilliğin ilk temeli, baş meleklerden biri olduğu halde, kendi özgürlüğünü kötüye kullanarak Tanrı'nın tahtına göz diken, sabık "Lusifer" tarafından atılmıştır. Kendi harika yaratılışına razı olmayıp, "tahtını Tanrı'nın tahtı düzeyine çıkartmak" ve yüce "Tanrı gibi olmak" arzusu, evrende ilk bencil atılımdır. Oysa Kutsal Kitap'ın Latince Vulgata çevirisine göre "parlak sabah yıldızı" veya "seherin oğlu" gibi anlamlara gelen "Lusifer" denilen baş meleği, Tanrı özene bezene yaratmış, güç, kudret, bilgelik, görkem gibi üstün özelliklerle donatmıştı. (Bkz. Kutsal Kitap'tan, Hezekiel 28:11-17 ve Yeşaya 14:13-14). "Besle kargayı oysun gözünü" diyen ünlü atasözümüze göre, bunca üstün yetenek ya da özelliklerle donatılarak yaratılan bir baş melek, biraz sonra, yüce Yaratıcısını kıskanacak, O'nun tahtına göz dikecek, O'nu Tanrı'lıktan uzaklaştırarak O'nun yerine geçmek isteyecek ve tarih boyunca insanları sahte tanrıcılık, sahte din ve sahte tapınmacılıkla aldatarak bunu gerçekleştirmeye çalışacaktı. Pek tabii ki, sabık Lusifer, bunu tek başına başaramayacağını biliyordu. Gökteki diğer melekleri de bu yönde etkilemeliydi. Bunda da bir miktar başarılı da oldu. İncil bize şöyle diyor: "Ejderin kuyruğu, gökteki yıldızların üçte birini sürüklüyordu" (Bkz. Esi.12:3-4). Yani demek ki, daha sonraları "Ejder" diye tanımlanan Lusifer, gökteki meleklerin üçte birini kandırarak kendi tarafına çekebilmişti. Sabık Lusifer'in başarısının sırrı ise, en etkin silahlarından biri olan "iftira ve çamur atmaktı." Grekçe "Diabolos" sözcüğü çok ilginçtir. Anlamı, iftira edici, karışıklık çıkaran kışkırtıcı, suçlayıcı ve şeytan gibi şeyleri ifade etmektedir. Yine atalarımızın dediği, "çamur at izi kalsın" sözlerine göre, sabık Lusifer gökteki melekleri kendi tarafına çekebilmek için Tanrı'ya ne tür çamurlar ya da iftiralar attığını bilemeyiz. Ama yeryüzünde işittiğimiz ve bildiğimiz Tanrı'ya ve insanlara karşı atılan tüm çamurlar, suçlamalar veya iftiralar, kendi adında olduğu gibi, hepsi de aynı kökten kaynaklanmaktadır. Sabık Lusifer, yani şeytan, kendi bencilce davrandığı yetmiyormuş gibi, gökteki meleklerin üçte birini de kendi tarafına çekmesi yetmiyormuş gibi, gelip bunu ilk insana da aşılamaya kalkıştı. Aden cennet bahçesinde esenlik içinde yaşayan ilk insana da o kahrolası bencilliğini aşılamaya kalkıştı. Yasaklanan meyveden yedikleri takdirde, "gözleri açılarak Tanrı gibi olacakları" yalanıyla onları da aldattı. şöyle ki, insanoğlunun cennet bahçesinden kovulmasının suçu veya cezası, sadece yasaklanmış bir ağacın meyvesinden yemelerinin basit itaatsizliği değildi. Bu suçun dibinde, "yüce Tanrı gibi olmak" bencilliği bulunuyordu (Bkz. Tek.3:1-5). Böylece, tarih boyunca, yüzyıllarca insanoğlu kendi baş belası olan bencilliğinin kurbanı olmuştur. Bencillik sadece Tanrı'ya karşı baş kaldırmakla kalmamış, bencillik aynı zamanda kendi hem cinsi olan insana karşı da kullanılmıştır. İnsanlar, gök çatısının altında, yeryüzünü ve yeryüzündeki nimetleri, küresel bir ailenin bireyleri gibi kardeşce veya eşitce paylaşmasını başaramamışlardır. Bir ailenin içindeki kardeş olan çocukların, kendilerine hediye edilen oyuncaklarını birbirleriyle kardeşce paylaşamayıp kavga çıkarttıkları gibi; küresel insanlık evinin ortak malı olan dünyayı coğrafik parçalara bölmüşler, bu yüzden de tarih boyu kardeşce paylaşamadıkları dünya ve üzerindeki nimetleri için kendi kardeş kanlarını dökmüşlerdir! İnsanlar, her nedense, aynı kökten, aynı ana ve babadan gelme kardeşler olup bir ailenin bireyleri oldukları gerçeğini daima göz ardı etmişlerdir! Bunun gibi de, "şu senin ırkın, bu benim ırkım, şu senin dilin, bu benim dilim, şu senin dinin, bu benim dinim, şu senin rengin, bu benim rengim, şu senin kültürün, bu benim kültürüm, şu senin teolojin, bu benim teolojim, şu senin mezhebin, bu benim mezhebim..." gibi ayrımcılıklarla bencilliklerini kışkırtmaya alt yapı hazırlamışlardır. Dünyada egemen olması arzulanan, sevgi, alçakgönüllülük, kardeşlik, barış, bağış, af, hoşgörü, uzlaşı, eşitlik, esenlik gibi erdemler yerine; kıskançlık, çekememezlik, iftira, aç gözlülük, gurur, üstünlük, çamur atma, darbe, başkasını devirip onun yerine geçme, kopukluk, düşmanlık, kavga, savaş, kan dökme, işkence, katliam, kaos... gibi şeyler yer almıştır. Tüm bunların kökü ise, BENCİLLİK VE CEHALETTEN kaynaklanmaktadır. Ne yazık değil mi? Kilisenin Baş Belası: Ruhsal Bencillik! Bencillik, küresel olarak tüm insanlığın baş belası olduğu gibi, ne yazık ve şaşırtıcı bir gerçektir ki, kilisenin de yüzyıllar boyu baş belası olmuştur. Aslında kilise, bencillik konusunda dünyaya örnek olmalıydı. çünkü isa Mesih'in haç üzerindeki ölümünün bir başka boyutu da, sevgi zaferinin doruk noktasına çıkması ve kahrolası bencilliğin de sıfır noktasındaki iflasının yaşanmasıydı. Haçın diğer bir anlamı da şudur: Sevginin doruğu ve bencilliğin iptali. Kubbesinin üzerinde bir haç işareti görürsünüz ve "şurada bir kilise binası var" dersiniz. Bedeninde haç işareti taşıyan birini görürsünüz ve "şu kişi Hıristiyandır" dersiniz. Oysa, sevginin, alçakgönüllülüğün, kardeşliğin, barışın, affın, uzlaşmanın, hoşgörünün, esenliğin ve en önemlisi bencilliğin iptalinin ya da iflasının bir simgesi olan haç işaretinin altında; nice bencilliklerin yaşanıldığını görmek, gerçekçi bireylerin aklına durgunluk verici boyutlardadır. Bencilliğin kilisedeki en ilkel ve en belirgin olaylarından biri İncil'de şu ayetlerde bulunuyor: Matta 20:20-29. İsa Mesih'in iki öğrencisi gelerek, İsa'nın egemenliğinde biri sağında biri solunda oturmak istemişlerdir. Bu isteğe diğer öğrenciler gücenmişlerdir. çünkü en üstün, en yüce yeri kendileri için ayırmakta olup, diğerlerini daha geri planda tutmak istemişlerdir. Böyle bir istek, isa Mesih'e göre "reislik, saltanat, hakimiyet, emretmek, büyük ve birinci olmak..." gibi anlamlar taşımaktadır. Bu da açıkça bencilliktir. Böyle bir istekle kendisine gelen öğrencileri İsa azarladı. Her zaman öğrettiği gibi, ruhsal alanda veya cennette büyük veya birinci olmanın yolu, kelimenin tam anlamıyla alçakgönüllülükten, hizmetçi ve kul gibi olmaktan geçtiğini onlara tembih etti. Kendini örnek gösterdi. Kendisinin hizmet edilmeye değil, emir vermeye değil, saltanat veya hakimiyet sürmeye değil, üstün ve büyük olmaya değil; fakat "hizmet" etmeye, emir almaya, kul olmaya geldiğini ve enson derecede kendini alçalttığını gösterdi. Hatırlayacağınız gibi, O Mesih ki, beden almazdan önce Tanrı'nın özünde bulunmaktayken kendini boşaltıp bir bebek olmağa, fakir bir ailede bir ahırda doğmaya, eğilip ayak yıkamaya, hatta haçın acılı, utanç dolu ölümüne dek alçalmaya razı olmuştu. İki öğrencide başgösteren, ama İsa tarafından engellenen bu bencillik, tarih boyunca kilisede kendini göstermekten geri kalmamıştır. örneğin, yine ilk yüzyılda, daha Elçi Yuhanna yaşarken kilisenin içinde bir "Diotrefis" çıkıveriyor. Kilisenin içinde "astığı astık, kestiği kestik", istemediğini kiliseden dışarı tekmeleyen, kilisede en üstünü ve egemen olma "faik olma sevdasında olan" diğerlerini bir piyon gibi kullanan biri çıkıyor (Bkz. 3.Yuhanna 9-10). Bu da Elçi Yuhanna'nın çabalarıyla mutlaka susturulmuş olmalı. Oysa dördüncü yüzyıldan sonra, ilk kez kilisenin bölünerek iki mezhebe ayrılmasında büyük etkisi olan bencillik tutkusu, ne yazık ki engellenememiştir. O zamana dek kilise önderlerinin hepsi de eşitken ve hiçbirinin diğerine üstünlüğü yokken, yine biri çıkıveriyor ve tüm kilise önderlerinin üstünde baş ve egemen olmak istiyor. Bu dönemde ilk kez "papalık sistemi" yerine oturuyor ve ne yazık ki, kilise yine bencilliğin kurbanı olarak, "doğu Ortodoks ve batı Katolik" diye ikiye bölünüyor. Ego'nun veya bencilliğin yıkımı burada da kalmıyor. Ortaçağdaki reform "kilisedeki günahlara protesto" amacıyla başladıysa da, maalesef "Protestanlık" adı altında başka bir bölünme daha ortaya çıkmıştır. Protestanlıktaki bencillikler de kendi içlerinde onlarca yeni bölünmelerle, kilisedeki bencilliklere ya da "ego"nun işlerine ayrı bir zenginlik katmıştır. Gösteriş, Ün, Şan, Şöhret Tutkusu! Günlerimize gelince, kilise önderliği, alçakgönüllü olmayıp gösterişe düşkün olan bireylerde, ün, şan, şöhret, reislik, hakimiyet, sandalye tutkusu, büyük ve üstün olmak gibi tehlikeler taşıyor! Aslında birinin "Nazır" olma isteği, (Nazır, Gözetmen, ihtiyar, Grekçe Episkopos, Presbiteros) incil'e göre iyi bir arzu olarak tanımlanır (Bkz. 1. Ti.3:1-7). Nazırın en önemli özelliklerinden biri de "kibirlenmemesidir". (Ayet 6.) Oysa "Nazır, Gözetmen, Episkopos, Ruhsal çoban, Vaiz, Kilise önderi, ihtiyar, Başkan" gibi tanımları olan kişinin, kolayca kibirlenebileceği ve bencilce davranabileceği çok tehlikeler vardır. Böyle bir görev, alçakgönüllülük içinde sadece basit bir "hizmetçilik" anlayışıyla kullanılabilinirken; başka biri de gururu nedeniyle böyle bir görevi, "üstünlük" veya "başkanlık sarhoşluğu" içinde bencilliğini tatmin için kullanabilir. Görevi kötüye kullanan bir kilise önderi bencilliğinin kurbanı olur. işte, kilise önderini kibirlendirebilecek ve bencilliğini kamçılayabilecek bazı tehlikeler: Kilisesine gelen kişiler üzerindeki yetki ve otoritesiyle zevk duyup gururlanmak. Bir "BAŞ" ve "önder" olarak kendine üstünlük, ün, şan, şeref ve şöhret sağlamak. Ruhsal çoban olarak sözünü dinlettirebilmekten doğan üstünlük duygusu. "Ruhsal reis" olduğu düşüncesiyle keyif alıp, reis gibi emir verebilmek, hükmedebilmek tutkusunu tatmin etmek. Yani, kilise önderliğini sadece bir otorite, bir yetki alanı, bir emir verebilme, bir büyüklük ve üstünlük mekanizması olarak görmek. Herkesi ağzının içine baktırmak arzusu. "Ne güzel konuşuyor, ne güzel hatiplik yapıyor" dedirtmek amacı taşımak. Bazen kendi kültürüne göre "yasaklar" koymak. Yasaklarına uymayanlara disiplin cezası verebilmenin ya da onları kiliseden tepeleyebilecek kaba güce sahip olabilmenin verdiği büyüklük duygusu. ışıklandırılmış, süslenmiş, şatafatlı, yükseltilmiş, "önemli ve büyük adam" havasını veren cazip kilise kürsüsünde, gösteriş şovları yapmak üzere, en gösterişli kıyafetlerle vaaz etmek. Cazip, insana "büyüklük, üstünlük" havasını veren oymalı veya şatafatlı sandalyelerde oturarak saygınlık kazanmaya çalışmak. şatafatlarla, gösteriş tutkusuyla saygı sömürüsü yapmak, edineceği saygıyla üstün ve büyük olmak arzusu...vb. (Bkz. Mat. 23:5-12). Küçük bir örnek vermeme lütfen müsaade edin. Bir gün bir kilise yönetim kurulu başkanı ve vaizi olan biri bana: "kilise yönetim kurulu kararları tartışılamaz" diye fetva vermişti. Yani, adam bu fetvasıyla, kendini ve çevresindeki piyon kurul üyelerini, yanılmaz, kusursuz, hata etmez, kutsallık ve adalette mükemmel "Tanrı" gibi görüyordu! Dünya hukukunda bir mahkemenin kararları tartışılabilir ve temyiz için bir üst mahkemeye gidilebilirdi. Bir millet vekilinin aldığı karar da tartışılabilirdi. Ama bu kilise önderinin üstünlüğü o boyutlara varmıştı ki, verdiği kararlar en üst mahkeme olan "Danıştay" gibi, "Yargıtay" gibi, "Anayasa Mahkemesi" gibi, "Uluslar Arası Adalet Divanı" gibi yüceleşmişti! Daha sonraları adalet, kutsallık, dürüstlük, kusursuzluk, mükemmellik... gibi kavramlarda bu denli kendini ve kendisi konumunda olanları üstün gören bu kişi, günahı yüzünden kilisesinden uzaklaşmak zorunda kalmıştır! işte, bencilliğin kilisede yaptığı yıkımlarından biri... Bencilliğe yer verildiğinde ve birey bir yerden de güç alabilir durumda olduğunda, kilisede bile olsa, bencillik insanı "astığı astık, kestiği kestik" durumunda kendini üstün gören bir diktatör durumuna sokuyor maalesef! Kısacası buna, insan kendi bencilliğini tatmin edebilmek için dünyada erişemediği sandalye hakimiyetini, ünü, şanı, şöhreti, kariyeri, ve saygınlığı, çok kolay bir yolla, incil'i kolunun altına alan bir "VAİZ", bir "BAKAN" olarak kilisede kazanma yolu diyebiliriz. Belki de bazıları günümüzün modern kiliselerindeki yüzeydeki ya da dış görünümündeki bencilliği kırbaçlayan bu gibi cazip ve şatafatlı arzulardan dolayı kilisede "hizmete" soyunmaktadırlar. Ben de, yaklaşık 30 yıl kilise önderliği yaptığım dönemlerde, yukarda saydığım, bencilliğimi tatmin edebilecek bu gibi kötü duygular tarafından zaman zaman tehlikelere maruz kaldığımı itiraf etmeliyim. Bazen de tövbe etme gereğini duydum. Böylece çok şükür ki, her zaman Tanrım beni uyardı ve korudu! Yükselmenin yolunun alçalmaktan geçtiğini, cennette büyük ya da üstün olmanın, küçük bir çocuk gibi olmak gerektirdiğini, saygınlık sömürücüsü ya da hastası olma yerine, gerçek anlamda hizmetçi ve kul olma gerektiğini, insanlar önünde ünlü, meşhur ya da şöhretli olma yerine "perde arkasında" olup, insanlar değil de, Rab görerek hizmet etmeyi yeğlemişimdir. Bu konuda gerçekçi olan bir kardeş de, güzel bir şiir ve güzel bir ilahiyle şöyle itirafta bulunuyor. ilahi kitabında 72 nolu ilahinin üçüncü mısrası şöyle diyor: Yarab, sana sadık işçi olayım dedim. Benim kalbim, elim senin diye söz verdim, Fakat eyvah, tekrar saygı görmek için uğraştım!" Böyle gerçekçi ve itirafta bulunan Tanrı işçileri için Tanrı'ya şükürler olsun! Bir gün gelecek, Tanrı'nın adil yargılama gününde tüm Tanrı işçileri "ateşten geçecek". "Tanrı hizmeti" maskesinin altında bencil tutkuları bulunan tüm hizmet işleri Tanrı'nın yargı ateşinden geçecek. O günde tüm maskeler düşecek, ruhsal yaşamdaki tüm "artistlikler" sona erecek. Maskeler yanacak. Maskelerle beraber bencil tutkuları tatmin için yapılan tüm sözde "hizmetler" de "saman gibi, ot gibi, kamış gibi yanacak" (Bkz. 1Ko.3:12-15). Ama Tanrı'dan gelen gerçek sevgi ve alçakgönüllülükle yapılan hizmetler, altın gibi olacak. Ateşten geçtikçe, yanıp kül olacağı yerde daha ziyade değer kazanacak. Tanrı bizi, meyilli olduğumuz bencilliğin, dünyasal veya ruhsal, açık veya gizli tüm tutkularından arındırsın. Böylece kilisede "rol yapmaktan" veya ruhsal yaşamda"artistlik" oynamaktan korusun. SabıkLusifer'den uzak tutsun! Sadece Kendisinden gelen ve Kendisinin onayladığı, gerçek sevgi ve alçakgönüllülüğün verdiyi hizmet işleriyle donatsın. Misah Günay Araştırmacı Yazar -------------------- BENCİLLİK: Tarih boyu insanliğın baş belası Evrenimizde bencilliğin ilk temeli, baş meleklerden biri olduğu halde, kendi özgürlüğünü kötüye kullanarak Tanrı'nın tahtına göz diken, sabık "Lusifer" tarafından atılmıştır. Kendi harika yaratılışına razı olmayıp, "tahtını Tanrı'nın tahtı düzeyine çıkartmak" ve yüce "Tanrı gibi olmak" arzusu, evrende ilk bencil atılımdır. Oysa Kutsal Kitap'ın Latince Vulgata çevirisine göre "parlak sabah yıldızı" veya "seherin oğlu" gibi anlamlara gelen "Lusifer" denilen baş meleği, Tanrı özene bezene yaratmış, güç, kudret, bilgelik, görkem gibi üstün özelliklerle donatmıştı. (Bkz. Kutsal Kitap'tan, Hezekiel 28:11-17 ve Yeşaya 14:13-14). "Besle kargayı oysun gözünü" diyen ünlü atasözümüze göre, bunca üstün yetenek ya da özelliklerle donatılarak yaratılan bir baş melek, biraz sonra, yüce Yaratıcısını kıskanacak, O'nun tahtına göz dikecek, O'nu Tanrı'lıktan uzaklaştırarak O'nun yerine geçmek isteyecek ve tarih boyunca insanları sahte tanrıcılık, sahte din ve sahte tapınmacılıkla aldatarak bunu gerçekleştirmeye çalışacaktı. Pek tabii ki, sabık Lusifer, bunu tek başına başaramayacağını biliyordu. Gökteki diğer melekleri de bu yönde etkilemeliydi. Bunda da bir miktar başarılı da oldu. İncil bize şöyle diyor: "Ejderin kuyruğu, gökteki yıldızların üçte birini sürüklüyordu" (Bkz. Esi.12:3-4). Yani demek ki, daha sonraları "Ejder" diye tanımlanan Lusifer, gökteki meleklerin üçte birini kandırarak kendi tarafına çekebilmişti. Sabık Lusifer'in başarısının sırrı ise, en etkin silahlarından biri olan "iftira ve çamur atmaktı." Grekçe "Diabolos" sözcüğü çok ilginçtir. Anlamı, iftira edici, karışıklık çıkaran kışkırtıcı, suçlayıcı ve şeytan gibi şeyleri ifade etmektedir. Yine atalarımızın dediği, "çamur at izi kalsın" sözlerine göre, sabık Lusifer gökteki melekleri kendi tarafına çekebilmek için Tanrı'ya ne tür çamurlar ya da iftiralar attığını bilemeyiz. Ama yeryüzünde işittiğimiz ve bildiğimiz Tanrı'ya ve insanlara karşı atılan tüm çamurlar, suçlamalar veya iftiralar, kendi adında olduğu gibi, hepsi de aynı kökten kaynaklanmaktadır. Sabık Lusifer, yani şeytan, kendi bencilce davrandığı yetmiyormuş gibi, gökteki meleklerin üçte birini de kendi tarafına çekmesi yetmiyormuş gibi, gelip bunu ilk insana da aşılamaya kalkıştı. Aden cennet bahçesinde esenlik içinde yaşayan ilk insana da o kahrolası bencilliğini aşılamaya kalkıştı. Yasaklanan meyveden yedikleri takdirde, "gözleri açılarak Tanrı gibi olacakları" yalanıyla onları da aldattı. şöyle ki, insanoğlunun cennet bahçesinden kovulmasının suçu veya cezası, sadece yasaklanmış bir ağacın meyvesinden yemelerinin basit itaatsizliği değildi. Bu suçun dibinde, "yüce Tanrı gibi olmak" bencilliği bulunuyordu (Bkz. Tek.3:1-5). Böylece, tarih boyunca, yüzyıllarca insanoğlu kendi baş belası olan bencilliğinin kurbanı olmuştur. Bencillik sadece Tanrı'ya karşı baş kaldırmakla kalmamış, bencillik aynı zamanda kendi hem cinsi olan insana karşı da kullanılmıştır. İnsanlar, gök çatısının altında, yeryüzünü ve yeryüzündeki nimetleri, küresel bir ailenin bireyleri gibi kardeşce veya eşitce paylaşmasını başaramamışlardır. Bir ailenin içindeki kardeş olan çocukların, kendilerine hediye edilen oyuncaklarını birbirleriyle kardeşce paylaşamayıp kavga çıkarttıkları gibi; küresel insanlık evinin ortak malı olan dünyayı coğrafik parçalara bölmüşler, bu yüzden de tarih boyu kardeşce paylaşamadıkları dünya ve üzerindeki nimetleri için kendi kardeş kanlarını dökmüşlerdir! İnsanlar, her nedense, aynı kökten, aynı ana ve babadan gelme kardeşler olup bir ailenin bireyleri oldukları gerçeğini daima göz ardı etmişlerdir! Bunun gibi de, "şu senin ırkın, bu benim ırkım, şu senin dilin, bu benim dilim, şu senin dinin, bu benim dinim, şu senin rengin, bu benim rengim, şu senin kültürün, bu benim kültürüm, şu senin teolojin, bu benim teolojim, şu senin mezhebin, bu benim mezhebim..." gibi ayrımcılıklarla bencilliklerini kışkırtmaya alt yapı hazırlamışlardır. Dünyada egemen olması arzulanan, sevgi, alçakgönüllülük, kardeşlik, barış, bağış, af, hoşgörü, uzlaşı, eşitlik, esenlik gibi erdemler yerine; kıskançlık, çekememezlik, iftira, aç gözlülük, gurur, üstünlük, çamur atma, darbe, başkasını devirip onun yerine geçme, kopukluk, düşmanlık, kavga, savaş, kan dökme, işkence, katliam, kaos... gibi şeyler yer almıştır. Tüm bunların kökü ise, BENCİLLİK VE CEHALETTEN kaynaklanmaktadır. Ne yazık değil mi? Kilisenin Baş Belası: Ruhsal Bencillik! Bencillik, küresel olarak tüm insanlığın baş belası olduğu gibi, ne yazık ve şaşırtıcı bir gerçektir ki, kilisenin de yüzyıllar boyu baş belası olmuştur. Aslında kilise, bencillik konusunda dünyaya örnek olmalıydı. çünkü isa Mesih'in haç üzerindeki ölümünün bir başka boyutu da, sevgi zaferinin doruk noktasına çıkması ve kahrolası bencilliğin de sıfır noktasındaki iflasının yaşanmasıydı. Haçın diğer bir anlamı da şudur: Sevginin doruğu ve bencilliğin iptali. Kubbesinin üzerinde bir haç işareti görürsünüz ve "şurada bir kilise binası var" dersiniz. Bedeninde haç işareti taşıyan birini görürsünüz ve "şu kişi Hıristiyandır" dersiniz. Oysa, sevginin, alçakgönüllülüğün, kardeşliğin, barışın, affın, uzlaşmanın, hoşgörünün, esenliğin ve en önemlisi bencilliğin iptalinin ya da iflasının bir simgesi olan haç işaretinin altında; nice bencilliklerin yaşanıldığını görmek, gerçekçi bireylerin aklına durgunluk verici boyutlardadır. Bencilliğin kilisedeki en ilkel ve en belirgin olaylarından biri İncil'de şu ayetlerde bulunuyor: Matta 20:20-29. İsa Mesih'in iki öğrencisi gelerek, İsa'nın egemenliğinde biri sağında biri solunda oturmak istemişlerdir. Bu isteğe diğer öğrenciler gücenmişlerdir. çünkü en üstün, en yüce yeri kendileri için ayırmakta olup, diğerlerini daha geri planda tutmak istemişlerdir. Böyle bir istek, isa Mesih'e göre "reislik, saltanat, hakimiyet, emretmek, büyük ve birinci olmak..." gibi anlamlar taşımaktadır. Bu da açıkça bencilliktir. Böyle bir istekle kendisine gelen öğrencileri İsa azarladı. Her zaman öğrettiği gibi, ruhsal alanda veya cennette büyük veya birinci olmanın yolu, kelimenin tam anlamıyla alçakgönüllülükten, hizmetçi ve kul gibi olmaktan geçtiğini onlara tembih etti. Kendini örnek gösterdi. Kendisinin hizmet edilmeye değil, emir vermeye değil, saltanat veya hakimiyet sürmeye değil, üstün ve büyük olmaya değil; fakat "hizmet" etmeye, emir almaya, kul olmaya geldiğini ve enson derecede kendini alçalttığını gösterdi. Hatırlayacağınız gibi, O Mesih ki, beden almazdan önce Tanrı'nın özünde bulunmaktayken kendini boşaltıp bir bebek olmağa, fakir bir ailede bir ahırda doğmaya, eğilip ayak yıkamaya, hatta haçın acılı, utanç dolu ölümüne dek alçalmaya razı olmuştu. İki öğrencide başgösteren, ama İsa tarafından engellenen bu bencillik, tarih boyunca kilisede kendini göstermekten geri kalmamıştır. örneğin, yine ilk yüzyılda, daha Elçi Yuhanna yaşarken kilisenin içinde bir "Diotrefis" çıkıveriyor. Kilisenin içinde "astığı astık, kestiği kestik", istemediğini kiliseden dışarı tekmeleyen, kilisede en üstünü ve egemen olma "faik olma sevdasında olan" diğerlerini bir piyon gibi kullanan biri çıkıyor (Bkz. 3.Yuhanna 9-10). Bu da Elçi Yuhanna'nın çabalarıyla mutlaka susturulmuş olmalı. Oysa dördüncü yüzyıldan sonra, ilk kez kilisenin bölünerek iki mezhebe ayrılmasında büyük etkisi olan bencillik tutkusu, ne yazık ki engellenememiştir. O zamana dek kilise önderlerinin hepsi de eşitken ve hiçbirinin diğerine üstünlüğü yokken, yine biri çıkıveriyor ve tüm kilise önderlerinin üstünde baş ve egemen olmak istiyor. Bu dönemde ilk kez "papalık sistemi" yerine oturuyor ve ne yazık ki, kilise yine bencilliğin kurbanı olarak, "doğu Ortodoks ve batı Katolik" diye ikiye bölünüyor. Ego'nun veya bencilliğin yıkımı burada da kalmıyor. Ortaçağdaki reform "kilisedeki günahlara protesto" amacıyla başladıysa da, maalesef "Protestanlık" adı altında başka bir bölünme daha ortaya çıkmıştır. Protestanlıktaki bencillikler de kendi içlerinde onlarca yeni bölünmelerle, kilisedeki bencilliklere ya da "ego"nun işlerine ayrı bir zenginlik katmıştır. Gösteriş, Ün, Şan, Şöhret Tutkusu! Günlerimize gelince, kilise önderliği, alçakgönüllü olmayıp gösterişe düşkün olan bireylerde, ün, şan, şöhret, reislik, hakimiyet, sandalye tutkusu, büyük ve üstün olmak gibi tehlikeler taşıyor! Aslında birinin "Nazır" olma isteği, (Nazır, Gözetmen, ihtiyar, Grekçe Episkopos, Presbiteros) incil'e göre iyi bir arzu olarak tanımlanır (Bkz. 1. Ti.3:1-7). Nazırın en önemli özelliklerinden biri de "kibirlenmemesidir". (Ayet 6.) Oysa "Nazır, Gözetmen, Episkopos, Ruhsal çoban, Vaiz, Kilise önderi, ihtiyar, Başkan" gibi tanımları olan kişinin, kolayca kibirlenebileceği ve bencilce davranabileceği çok tehlikeler vardır. Böyle bir görev, alçakgönüllülük içinde sadece basit bir "hizmetçilik" anlayışıyla kullanılabilinirken; başka biri de gururu nedeniyle böyle bir görevi, "üstünlük" veya "başkanlık sarhoşluğu" içinde bencilliğini tatmin için kullanabilir. Görevi kötüye kullanan bir kilise önderi bencilliğinin kurbanı olur. işte, kilise önderini kibirlendirebilecek ve bencilliğini kamçılayabilecek bazı tehlikeler: Kilisesine gelen kişiler üzerindeki yetki ve otoritesiyle zevk duyup gururlanmak. Bir "BAŞ" ve "önder" olarak kendine üstünlük, ün, şan, şeref ve şöhret sağlamak. Ruhsal çoban olarak sözünü dinlettirebilmekten doğan üstünlük duygusu. "Ruhsal reis" olduğu düşüncesiyle keyif alıp, reis gibi emir verebilmek, hükmedebilmek tutkusunu tatmin etmek. Yani, kilise önderliğini sadece bir otorite, bir yetki alanı, bir emir verebilme, bir büyüklük ve üstünlük mekanizması olarak görmek. Herkesi ağzının içine baktırmak arzusu. "Ne güzel konuşuyor, ne güzel hatiplik yapıyor" dedirtmek amacı taşımak. Bazen kendi kültürüne göre "yasaklar" koymak. Yasaklarına uymayanlara disiplin cezası verebilmenin ya da onları kiliseden tepeleyebilecek kaba güce sahip olabilmenin verdiği büyüklük duygusu. ışıklandırılmış, süslenmiş, şatafatlı, yükseltilmiş, "önemli ve büyük adam" havasını veren cazip kilise kürsüsünde, gösteriş şovları yapmak üzere, en gösterişli kıyafetlerle vaaz etmek. Cazip, insana "büyüklük, üstünlük" havasını veren oymalı veya şatafatlı sandalyelerde oturarak saygınlık kazanmaya çalışmak. şatafatlarla, gösteriş tutkusuyla saygı sömürüsü yapmak, edineceği saygıyla üstün ve büyük olmak arzusu...vb. (Bkz. Mat. 23:5-12). Küçük bir örnek vermeme lütfen müsaade edin. Bir gün bir kilise yönetim kurulu başkanı ve vaizi olan biri bana: "kilise yönetim kurulu kararları tartışılamaz" diye fetva vermişti. Yani, adam bu fetvasıyla, kendini ve çevresindeki piyon kurul üyelerini, yanılmaz, kusursuz, hata etmez, kutsallık ve adalette mükemmel "Tanrı" gibi görüyordu! Dünya hukukunda bir mahkemenin kararları tartışılabilir ve temyiz için bir üst mahkemeye gidilebilirdi. Bir millet vekilinin aldığı karar da tartışılabilirdi. Ama bu kilise önderinin üstünlüğü o boyutlara varmıştı ki, verdiği kararlar en üst mahkeme olan "Danıştay" gibi, "Yargıtay" gibi, "Anayasa Mahkemesi" gibi, "Uluslar Arası Adalet Divanı" gibi yüceleşmişti! Daha sonraları adalet, kutsallık, dürüstlük, kusursuzluk, mükemmellik... gibi kavramlarda bu denli kendini ve kendisi konumunda olanları üstün gören bu kişi, günahı yüzünden kilisesinden uzaklaşmak zorunda kalmıştır! işte, bencilliğin kilisede yaptığı yıkımlarından biri... Bencilliğe yer verildiğinde ve birey bir yerden de güç alabilir durumda olduğunda, kilisede bile olsa, bencillik insanı "astığı astık, kestiği kestik" durumunda kendini üstün gören bir diktatör durumuna sokuyor maalesef! Kısacası buna, insan kendi bencilliğini tatmin edebilmek için dünyada erişemediği sandalye hakimiyetini, ünü, şanı, şöhreti, kariyeri, ve saygınlığı, çok kolay bir yolla, incil'i kolunun altına alan bir "VAİZ", bir "BAKAN" olarak kilisede kazanma yolu diyebiliriz. Belki de bazıları günümüzün modern kiliselerindeki yüzeydeki ya da dış görünümündeki bencilliği kırbaçlayan bu gibi cazip ve şatafatlı arzulardan dolayı kilisede "hizmete" soyunmaktadırlar. Ben de, yaklaşık 30 yıl kilise önderliği yaptığım dönemlerde, yukarda saydığım, bencilliğimi tatmin edebilecek bu gibi kötü duygular tarafından zaman zaman tehlikelere maruz kaldığımı itiraf etmeliyim. Bazen de tövbe etme gereğini duydum. Böylece çok şükür ki, her zaman Tanrım beni uyardı ve korudu! Yükselmenin yolunun alçalmaktan geçtiğini, cennette büyük ya da üstün olmanın, küçük bir çocuk gibi olmak gerektirdiğini, saygınlık sömürücüsü ya da hastası olma yerine, gerçek anlamda hizmetçi ve kul olma gerektiğini, insanlar önünde ünlü, meşhur ya da şöhretli olma yerine "perde arkasında" olup, insanlar değil de, Rab görerek hizmet etmeyi yeğlemişimdir. Bu konuda gerçekçi olan bir kardeş de, güzel bir şiir ve güzel bir ilahiyle şöyle itirafta bulunuyor. ilahi kitabında 72 nolu ilahinin üçüncü mısrası şöyle diyor: Yarab, sana sadık işçi olayım dedim. Benim kalbim, elim senin diye söz verdim, Fakat eyvah, tekrar saygı görmek için uğraştım!" Böyle gerçekçi ve itirafta bulunan Tanrı işçileri için Tanrı'ya şükürler olsun! Bir gün gelecek, Tanrı'nın adil yargılama gününde tüm Tanrı işçileri "ateşten geçecek". "Tanrı hizmeti" maskesinin altında bencil tutkuları bulunan tüm hizmet işleri Tanrı'nın yargı ateşinden geçecek. O günde tüm maskeler düşecek, ruhsal yaşamdaki tüm "artistlikler" sona erecek. Maskeler yanacak. Maskelerle beraber bencil tutkuları tatmin için yapılan tüm sözde "hizmetler" de "saman gibi, ot gibi, kamış gibi yanacak" (Bkz. 1Ko.3:12-15). Ama Tanrı'dan gelen gerçek sevgi ve alçakgönüllülükle yapılan hizmetler, altın gibi olacak. Ateşten geçtikçe, yanıp kül olacağı yerde daha ziyade değer kazanacak. Tanrı bizi, meyilli olduğumuz bencilliğin, dünyasal veya ruhsal, açık veya gizli tüm tutkularından arındırsın. Böylece kilisede "rol yapmaktan" veya ruhsal yaşamda"artistlik" oynamaktan korusun. SabıkLusifer'den uzak tutsun! Sadece Kendisinden gelen ve Kendisinin onayladığı, gerçek sevgi ve alçakgönüllülüğün verdiyi hizmet işleriyle donatsın. Misah Günay Araştırmacı Yazar -------------------- Niobe ve kibirli davranışların sonuçları: Niobe Lidya kralı Tantalos'un kızı imiş. Babası gibi aşırı gururlu ve kibirli bir karakteri olan prenses , altı kız altı erkek olmak üzere on iki çocuk sahibi olmakla övünürmüş ( tabii o zamanlar enflasyon falan yok, insan sayısı da az, bolluk içinde her yer, çocuk okutma ev alma derdi yok). Tabii ki her anne çocukları ile övünür ancak Niobe çevresindeki diğer anneleri de kendinden aşağı görürmüş, onların çocuklarını kendi çocuklarından daha az sayıda ( şimdiki genel tavrın aksine) ve çirkin diye küçümsermiş. Bu aşağılamadan Artemis ve Apollon'un annesi Leto da nasibini almış. Prenses Niobe « Benim on iki tane birbirinden akıllı ve birbirinden güzel çocuğum var. Benim ve soyumun geleceği garanti altında, birine bir şey olsa diğerleri varlığımızı sürdürür »diye düşünüyormuş. « Leto da kimmiş, onun sadece iki çocuğu var, onun dişiliği bu kadar diyormuş ( sevgili mankenlerimiz o dönemlerde yaşasalardı işsiz kalmışlardı demek ki). Leto bu sözlere çok üzülünce , durumu çocuklarına söylemiş. Apollon ve Artemis de bu durum karşısında Niobe'nin tüm çocuklarını oklarıyla öldürmüşler. Niobe onların cansız vücutları başında o denli üzülüp ağlamış ki, gözlerinden kanlı yaşlar dökülmüş. Artık daha fazla ağlayamayan, adeta buz kesilen Niobe , Zeus'a bu acıdan kurtulmak için kendisini taşa çevirmesi için yalvarmış. Zeus da onu kayaya çevirmiş. Manisa ilimiz sınırlarında bu boynu eğik kadın şekilli kayayı görebilirsiniz, ister inanın ister inanmayın bu kayanın bir tarafı yılın hangi mevsimi, günün hangi saati olursa olsun nemlidir, adeta sessizce akan gözyasları gibi. İnsanlar sahip oldukları kültürel, manevi, sosyal değerleri, kişilik yapıları ile ön plana çıkmalıdırlar. Kibir insanı kemiren olumsuz özelliklerden biridir. Kırkpınar güreşlerinde pehlivanlara şöyle seslenilir ‘ alta düştüm diye yerinme, üste çıktım diye sevinme’. Hayatta her an her şey olabilir. Daima kafamızın üzerinde bir saç teline asılı duran kılıç olduğunu düşünmemiz gereklidir. ( Demokles’in kılıcı). Kimin ne zaman ne olacağı belli olmaz. Varsıllar ( maddi ve manevi olarak tüm yetileri, kendilerine ait olan şeyler yönünden) sahip olduklarıyla böbürlenerek, diğer insanları eksiklikleri ya da yoksullukları nedeniyle küçümsememeli, yoksullar ( maddi ve manevi tüm sahip olunan özellikler şeklindeki bir yoksulluk) da kendilerinden, gelecekten ve hayattan ümit kesmemelidir. Her insan kendi başına bir zenginliktir. Her insandan mutlaka öğrenebileceğimiz bir şeyler vardır ( örnek almak ya da almamak yoluyla). En büyük zenginlik, çevresine ışık saçıp bundan haz duyulan kültürel zenginliktir. Daha iyi bir toplum olmamız birbirimizi daha iyi anlamamıza, tanımamıza, sevgi ve anlayışla yaklaşmamıza bağlıdır. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.