schizophrana Oluşturma zamanı: Eylül 21, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Eylül 21, 2008 DİCLE'DE BİR KÜÇÜK ÇİLEK İDİM BEN MECNÛN OLUP HAYAT BULDUM YENİDEN Kârbân-ı râh-ı tecrîdiz hatar havfın çekip Gâh Mecnûn gâh ben devr ile nevbet bekleriz Fuzulî Soyutlanmışlık yolunun kervanıyız biz. Yolkesiciler kervanımıza saldırıp da tekilliğimizi bozmasınlar diye şu dünyada bazan Mecnûn, bazan da ben, sıra ile aşk nöbetini tutuyoruz. Dicle'nin serin yamaçlarında bir çilek idim ben. Son taşkında bedevilerin bağlar ve bahçeleri harab olunca geç yeşermiş, şiddetli güneş ile erken kızarmıştım. Bir gün kara kaşlı, kara gözlü bir arap kızı nazik elleriyle koparıp koydu sepetine beni. Dalım yaprağım benimle idi. Umuyordum ki al dudaklarına dokunacaktım. Olmadı. Adı Leyla idi, acımadan bir kazana attı beni sonra. Hurma lifleri, çöl dikenleriyle beraber kaynadıkça kaynadı suyum, dağıldım, ezildim. Henüz olgunlaşmamış bir hurma ile yanışta kol kanat olduk birbirimize, ama nafile!.. Gül dudaklar umarken dikenler battı yüreğime. Yanışım ateşten miydi, aşktan mı anlayamadım. Bir tekneye döktü güzeller güzeli sevgi dolu varlığımı, çiğnetti çocuklara. Güneşte büyümüştüm, güneşte kurutulup candan ayrıldım. Mermer ile merdane arasında lif lif karıştım aynı kaderi paylaştığım hurma ile, birbirimize sıkı sıkı sarılmayı öğrendik dikenlerle. Rengim solarken canıma batan liflerin ve dikenlerin hesabını soramadım kimselerden. Birkaç gün sonraydı, Leyla'nın ellerine değen mühreler, melankoli hastalarının başını okşayan merhametli hekimler gibi okşamaya başladı bağrımı bir bahar ikindisinde. O gün, Dicle'ye yansıyan gün ışıklarının tutuşturduğu kızıl renklere bakarken sevdim Leyla'yı ve nazik elleri üzerimde gezinirken tattım hazzını sevginin. Okşadığı bedenimde tarihe ad bırakan âşıkların en muhteşem yüreği çarpıyor gibiydi. Parşömen oluyordum görünüşte; ama içimdeki kıpırdanışlardan haberi yoktu yüzümü okşayan ellerin. Kazanda sarıldığımız o yeşil hurmadan üzerime bir hayat iksiri sinmiş gibiydi. Ölüyor muydum, yoksa diriliyor mu, kestiremiyordum. Var olmanın ayrımındaydım, nefes alıyor gibiydim. Leyla'nın elleri beni tutsun ve bırakmasın istiyordum. İçimde duygular vardı ve onun ellerinin sıcaklığıyla sonsuza kadar yanabilir, götürdüğü yere her gün yeniden gidebilirdim. Var idim, ama ne idim; anlayamıyordum. Gelişimini tamamlayamamış organizmalar, küveze konulmuş bebekler gibiydim; ama çok hızlı büyüyordum. İlk dadım, ilk aşkım oldu. Ne büyük mürebbiye idi benim için, ah bir bilseniz, yıldızlı çöl gecelerinde Leyla’nın türkülerini dinlemek... Onun nefesinden özümsediğim kavurucu rüzgarın sesi kulaklarımdan kalbime bir bengisu gibi akıyor. Başkaları bana kağıt diyorlar şimdi ve bir tomar diye alıp satmaktan bahsediyorlar. Bir de Leyla bana dokununca hissettiğim şeyin adını söyleseler!.. Güneşin Dicle yamaçlarını kaçıncı kez buğulandırdığını bilmeden günler geçiyor ve ben sanki kendimi tamamlıyordum. Üç odadan ibaret kerpiç kulübenin Leyla'ya ait penceresinden içeriye dolan ılık geceler boyu çölün ıssızlığına ve derinliklerine fısıldanan şarkılarda bunu daha iyi hissediyordum. Uzak deve kervanlarının çıngıraklarını her duyuşunda gözünden yaşlar akan Leyla’nın, koyu çöl sessizliğine karışan lirik şarkılarına mugaylan dikenlerinde ötüşen çırçır böcekleri eşlik etmeye başlayınca ben de ağlamaklı oluyordum. Gündüzler boyu gözlerini diktiği ufuklardan bir ses duymak için seherlere dek dinlediği çölün acımasızlığına kin bağlıyordum. Kulübenin raflarına her gün yeni tomarlar istiflendikçe sesindeki hüznün bir kat daha arttığını hissediyor ve söylediği bütün gazellerin ve mahnıların içindeki gizli maceraları anlıyordum. Yazık ki anladığımı anlatamıyordum. Biliyor ama bildiremiyordum. Fark ettiğimin fark edilmesini istiyordum, ama olmuyordu. Leyla beni farketmiyordu. Onun gözünde ben bir parşömen idim. Kulübedeki rafların dolmaya yüz tuttuğu akşamlardan birindeydi. Leyla bulunduğum raftan beni tutup dizlerine yatırdı ve ocaktan aldığı ucu kömürlenmiş bir çubuk ile tam göğsüme "Kays" diye yazdı. "Kays!" diye tekrarladı sonra birkaç kez; "Kays, sevgilim, seninle kuzuları otlatıyorduk, gidişinden sonra baharlar geldi geçti, sevgililer kavuştu, sen dönmedin. Yağmurlar sekizinci kez yağdı vadilere, ilk yağmurlarda geleceğim demiştin, gelmedin. Keşke hiç büyümeseydik Kays! Kuzularımız hiç büyümeseydi!.." Sonra beni dudaklarına götürüp öptü, öptü, öptü... “Senin adın Kays olsun e mi?” dedi ince bedenimi pencereden süzülen güneşe tutarak ve adımı yazdığı yerimden yeniden öptü. Her değişinde dudağınan bir kez daha sarhoş oldum. Kalbimin ta içine sızdı buseleri. Kays’ın adı değil de kendisi olmak geçti içimden. Beni Kays diye çağırarak tekrar tekrar öpmesini istedim. Yüreğinin sıcaklığını hissettim o gece sabaha kadar. Leyla bana sarılmış, öyle uyumuştu. Muhteşem bir geceydi. Sabah buruk bir tad vardı dudaklarında ve tuzu dilimde idi diri sıcaklığının. Eliyle yüreği arasında hiç kıpırdamadan nefes almıştım o gece. O da beni sevmişti ki sabah tekrar okşadı yufka bedenimi. Gözünden süzülen iki damla yaş ile adımı yıkadı babası görmesin diye. Duman rengi bir lekeye dönmüştü adım, artık "Kays" diye okunamıyordu, ama kömürün izi, gizli bir fligran gibi Kays adını kazımıştı bağrıma. Ertesi gün kulübemizin yakınlarından bir deve kervanı geçmekteydi. Hicaz'dan Bağdat'a giden bezirganlar meğer Dicle parşömenlerini de toplamak üzere her mevsim buraya uğrarlarmış. Raflardaki tomarlar birer birer balyalanıp denklendi. Sıra bana geldiğinde Leyla, adımı yazıp göz yaşıyla sildiği bağrımı yeniden öptü ve "Ömrümü adadığım sevgili! Umarım bu kağıt senin eline ulaşır ve gönül gözünü açtığında kendi adını okur, sevgimin büyüklüğünü anlarsın!" diye mırıldandı. Destelerimin arasına kara saçlarından üç uzun tel, bir tutam çörekotu ve kurutulmuş lotus yaprakları koydu babasından gizli. Kokusunu verdi bana, aşkını emanet etti. Hissettiğimi biliyor gibi kulağıma sevgi sözcükleri fısıldadı, "Seni seviyorum, unutma!" dedi. Ben, Leyla'nın nazik elleriyle koyduğu denkler arasına katışıp giderken, yazık ki o hiç duymadı çığlıklarımı. İlk ayrılığı ve ilk acıyı bu yolculukta öğrendim. Yaprak yaprak aşk, tomar tomar hasret taşıyordum içimde. İlk ayrılık ve ilk acı... Geriye döner miydim, dönebilecek miydim?!.. Leyla beni neden kazana atmak yerine dudağına götürmemişti sanki!.. Satılma düşüncesini kabullenemiyordum. Üstelik kime ve niçin satıldığımı da bilmeyecektim. Belki elden ele dolaşacaktım, belki rengim dört bir yana dağılacaktı kitap sayfalarında; peki ya gecede düşüm, günde hayalim olan sevgilinin elini tekrar hissedecek miydim?!.. Acaba hangi parçam, hangi kitapta yaşayacaktı? Deste deste dağılan varlığım acaba hangi yazı ile derlenip toparlanacaktı, bilmiyordum. Bildiğim, keskin bıçaklarla yontulmuş çift dilli kalemlerin bağrımı kanatmasına hazır olduğumdu. Yazıcılar harfler ve kelimelerini hoyratça serpiştireceklerdi üzerime, canımın ne denli yandığını hissetmeden. Belki açık saçık resimler çizecek, belki efsaneler sıralayacaklardı olur olmaz. Acaba aşka dair satırlar da işlenecek miydi kalbime. Kervancının bir arkadaşıyla söyleşirken anlattığına göre Bağdat'ta en çok kutsal metinler yazılıyormuş kağıtlara. Acaba üzüntümü giderecek bir teselli cümlesi var mıydı o kitaplarda? İskender PALA Kaynak Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tengri Yanıtlama zamanı: Eylül 23, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 23, 2008 Okudum ve bitirdim bu kitabı mükemmel bir kitap herkese tavsiye ederim Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.