Jump to content

Kıyamet Senfonisi


schizophrana

Önerilen Mesajlar

http://img134.imageshack.us/img134/6217/huge3dfirewallpaper1024ob5.jpg

 

 

 

Sonsuza kadar sürmez bu çirkin zafer.

Bu kıyamet senfonisi bir gün biter.

Döner kırlangıçlar sürgün diyarlardan.

Ve melekler bir gün gelir elbet güler.

Elbet güler…

(Almôra-Kıyamet Senfonisi)

 

 

Dünyanın eski haliyle ilgili birçok hikâye duymuştu ve tüm o hikâyeler masal gibi geliyordu şimdi ona. “Eskiden her şey farklıymış değil mi? Dünya, gökyüzü, insanlar…”

I.BÖLÜM

ESKİ DÜNYAYA AĞIT

 

Güneş ışıklarını çoktan çekmişti dünyanın üstünden. Lanetli bir karanlık kaplıyordu yıllardır mavi gezegeni. Ve çok ender de olsa gözler önüne çıkmaya karar verdiğinde güneş, yakıcı huzmelerini gönderiyordu dünyaya. Kendini ufuklarından kovan insanlardan intikam alır gibi.

Ağaçların yeşili eskilerde kalmıştı çoktan. Şimdi çorak, zehirli toprağın üstünde tek tük, çıplak tekinsiz yaprak ve odun yığınları vardı. Yapraklarında dolaşan zehir yüzünden zehirliydi meyveleri ağaçların. Ve topraklarına dökülen kan yüzünden insafsızdı, sertti hepsi. Gölgelerinde ne bir insan, ne başka bir canlı barındırırlardı.

Kuşlara ev sahipliği yapmayı bırakmıştı çoktan gökyüzü. Şimdi sonsuz ufuklarının tek hâkimi kanatlarının altında ölüm taşıyan parlak, metal kuşlardı.

Yağmur vazgeçmişti bin bir derde gebe toprağı sulamaktan. Şimdi zehir suluyordu toprağı ve zehir filizleniyordu topraktan her sulanışıyla.

Kuşlar çoktan terk etmişlerdi gökyüzünü. Kim bilir başka bir diyarda mavi kalmış bir gökyüzünde uçuyorlardır belki hala.

Ve tek bir ses bekliyordu insanoğlu. Bu rezalete son verecek kıyamet senfonisinin sesini.

 

II.BÖLÜM

ANNE VE KIZI

 

Metal kuşlardan biri kanatlarındaki ölümü köhne kasabaya bıraktı ve kayboldu kızıl gökyüzünde. Kuşun hedefi olan kasaba çarşısı bir anda bir toplu mezarlığa dönüştü. Sağa sola saçılmış et parçaları, çukurlarda küçük gölcükler oluşturan kan birikintileri ve kesif bir ölüm kokusu kaldı geriye.

Derken bir dükkân yıkıntısının içinden küçük bir kız çıktı. Gökyüzüne baktı ürkek ürkek. Yok, o kuşlar bir daha uğramayacaklardı bu gün. Yeterince can almışlardı, yeterince beslenmişlerdi. Harabeye geri döndü kız yıkılmış duvarların üstünden geçti ve bir zamanlarda dükkânın deposuna inen merdivenlerin başına geldi.

-“Hadi anne!“ diye bağırdı kız. “kuşlar gitti.”

Merdivenlerin aşağısından bir ayak sesi gelmeye başladı. Ses yavaş yavaş yakınlaşıyordu. En sonunda ince yapılı uzun boylu bir kadın çıktı merdivenlerden. Yüzünde tek bir kırışıklık yoktu ama saçları bembeyazdı. Bedeni genç birine aitti ama sesi yaşlıydı.

-“Bu sefer ki çok şiddetliydi herhalde” dedi kızına. “Bütün dükkânlar yıkıldı mı?”

Kız;

“Evet, anne” dedi “hepsi yıkıldı”

Kadın gözlerini o parlayan kuşların yaptığı bir saldırıda kaybetmişti. Yine kasaba çarşısında kızıyla alışveriş yapıyordu ki birden gökleri inleten bir ses duydu. Saklanmalarına fırsat kalmadan gelmişti ölüm kuşları. Ve hiç kimse kendini toparlayamadan kanatlarındaki alev toplarını bırakıp kaçmışlardı. Kadın patlamaların uzağında sayılırdı ama bir patlamadan hemen önce patlamaların olduğu yere bakmış olması onu karanlığa mahkûm etmişti. Karanlığa gömülen tek kişi o değildi o gün. Birçok kişi ölmüş kalanlar ise onun gibi kör olmuştu.

Kadın kızının elinden tutarak harabelerden çıktı. Yürürken ayakları kan göllerine batıyor, insan parçalarına çarpıyordu.

“Çok kişi öldü mü?” diye sordu kızına

“Hayır, anne çarşı çok kalabalık değildi” diye yalan söyledi kız annesine. Annesi ölümü sevmezdi, üzülürdü ölen her kişinin ardından. Kız da annesini üzmek istemezdi.

Annesi anlamıştı kızın yalan söylediğini ama bozuntuya vermedi.

-“Hadi yürüyelim.” dedi “Evimize gidelim”

Kız, annesini kolunda tutarak yürütmeye başladı. Uzaklaşmadan önce son bir kez daha baktı toplu mezarlığa dönüşen çarşıya. Çok ölüm görmüştü kız. Kimsenin bir saat sonra yaşıyor olacağından emin olamadığı bir dünyadaydı. Gördüğü ölümler katılaştırmıştı ruhunu. Ama bu seferki başkaydı. Kasaba nüfusunun neredeyse yarısı ölmüştü. Sabah birlikte oyun oynadığı bir arkadaşını gördü cesetlerin arasında. Oyuncak bebeğine sarılmıştı küçük kız. Yüzü sanki korkunç bir rüyanın dehşetiyle buruşmuştu.

İki damla yaş aktı kızın gözünden ve annesinin elinden tutarak eve doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Burada daha fazla durmayı kaldıramayacaktı. Yine o rahatsız edici sessizliklerden birini yaşıyordu anne kız eve giderken. Kız bu sessizliği bozmak için sordu:

-“Anne o kuşların geleceğini nasıl anladın?”

-“Tanrı’nın adaleti kızım. İnsan bir şeyini yitirdiğinde Tanrı ona ait başka şeyleri güçlendirir ki eksikliği biraz olsun giderilsin. Ben de kör olduğumdan beri görmeye yarayan tek şeyin göz olmadığını fark ettim.”

-“Peki, anne Tanrı bir şeyi kaybettiğinde başka bir şeyi güçlendirmek yerine bir şey kaybetmene izin vermese daha kolay olmaz mı?”

-“Tanrı hiç bir şeyi kaybetmemize izin vermeseydi ne için çabalardık kızım? İnsanın yaşamasını sağlayan şey bir şeylerin kaybolması ihtimalinin yarattığı korkudur büyük ölçüde.”

-“Ama bu kadar kayıp çok anne. Çok.”

Yolun geri kalanını sessizce yürüdüler. Beş on dakika sonra kaldıklar küçük eve varmışlardı. Kız evi görünce huzurla dolmuştu. O kuşların evlerini de harabeye çevirdiklerinden korkmuştu yol boyunca.

Evlerine girdiler ve yırtık bir divanın üstüne oturdular. Annesi derin düşüncelere dalmış gibi başı önünde dururken kız divanın dibindeki pencereden dışarıyı izliyordu. Dünyanın eski haliyle ilgili birçok hikâye duymuştu ve tüm o hikâyeler masal gibi geliyordu şimdi ona.

-“Anne” dedi kız sesinde bariz bir merakla. “Eskiden her şey farklıymış değil mi? Dünya, gökyüzü, insanlar…”

-“Evet.” Dedi annesi çocuğa. “Her şey farklıydı.”

-“Eskiden dünya nasıl bir yerdi anne”

-“Ben senin yaşında bir çocukken mavi bir gökyüzü vardı üstümüzde. Gökyüzüne yükselen büyük, gri binalar vardı. Göğe ulaşmak için yağılmış giydiler. İnsan o binaları görünce çok küçük olduğunu düşünürdü.”

-“Pek küçük olduklarını hissetmek insanları korkutmaz mıydı?”

-“kimse kafasını kaldırıp da binaların ne kadar büyük olduğuna bakmazdı kızım. Kimse ne kadar küçük olduğunu anlamaz, kime korkmazdı.”

 

 

-“Kimse binalara bakmıyorsa o binalar neden yapılıyordu anne?”

-“Başta binaların göğü delip tanrıya ulaşmak için yapıldığını zannederim. Daha sonra binaların kendini tanrı zanneden insanlar tarafından yapıldığını öğrendim.”

-“Kendini tanrı zanneden insanlar mı?”

-“ Evet. İnsanlar küstahtır yavrum. Dünyaya dair birçok şey elde ettiklerinde o şeyleri kendilerinin yaratıklarını düşünürler. Ve zamanla dünyaya ait en önemli gerçekleri unutur kendi yaratıklarını düşündükleri şeyler arasında yaşarlar.”

Kız gözlerini uzaktaki yapraksız bir ağaca dikti.

-“Eskiden ağaçlar nasıldı anne? Şimdiki gibi dallarıyla insanları öldürürler miydi?”

-“Ben ağaçların yeşil olduğu, insanın içini açtığı son yılları gördüm kızım. O zamanlar toprak da farklıydı ağaç da. Toprak yağmurlarla sulanırdı, ağaçlar toprağı koruyan heybetli askerler gibi yükselirdi. Ama şimdiki ağaçlar gibi can almazlardı.”

-“Eskiden de o parlak kuşlar var mıydı anne. Eskiden de ölüm saçarlar mıydı insanların üzerine böyle?”

-“Vardı kızım. Eskiden de parlak kuşlar ağızlarından ateş ve demirle yoğrulmuş ölüm püskürten yaratıklar vardı. Ve hepsi kendini tanrı zanneden insanların elindeydi onların. Hepsi durmaksızın savaşırdır. Durmaksızın ölüm dağıtırdı.”

-“Eskiden insanlar da farklıydı değil mi anne?”

-“Evet kızım. Daha kolay yaşardı insanlar eskiden. Ölümün gölgesi bile çok uzaklarındaydı onların. O yüzden az düşünür, çok severlerdi. Dünyayı bile çok severdi insanlar. O kadar ki kendilerinden sonra kimseye kalmasını istemediler dünyanın. Kıskanç bir sevgili gibi zarar verdi her insan dünyaya.”

“Kendini tanrı zanneden insanlar tanrıcılık oyununu abarttılar. Yaratılanı bozup tekrardan yaratabileceklerini düşündüler. Ama çamurdan heykeller yapan bir çocuğun yaptıklarına benzedi ‘yarattıkları’ şeyler.”

Kadının gözleri buğulanmıştı. Kız meraklı gözlerle annesine bakıyordu. Aralarında birkaç saniye süren bir sessizlik oldu ve kadın kızının herhangi bir şey sormasına fırsat kalmadan anlatmaya devam etti:

-“Bir dünyada birden çok tanrı olamayacağını düşündüler. Ve en büyük olmak için savaştılar senelerce. Büyük adamlar büyük kuşlarını birbirinin üstüne salarken olan hep kullara oldu. Suları zehirlediler önce, yağmuru kestiler kanla suladılar çorak toprağı. Hastalıklar saldılar üstümüze, felaketler. Ve lanet olası savaşları hala bitmedi. Hala üstünde bir şey bırakmadıkları bu koca dünyanın sahibi olmak için uğraşıyorlar.”

Kadın ağlıyordu artık hıçkırıklar arasında konuşmaya devam etti:

-“Geceyle gündüzü, baharla kışı birbirine karıştırdılar. Zamanın sınırlarını bozdular ne zaman bu hale geldi dünya? Ne zaman büyüdüm? Ne zaman yaşlandı ruhum?”

“Bir tek tanrımız vardı inandığımız. Kendilerine tapanlar ona tapmamızı da yasakladılar sonra. Yaratılanları yaratıcıya düşman etmeye çalıştılar.”

Kız ağlamakta olan annesini elini tuttu. Ve sordu:

-“Peki, tanrı anne, peki tanrı tüm bunlar olurken ne yaptı.”

-“O dünyayı sonlanmak üzere yarattı kızım. Ve dünyanın sonlanışını izledi. Dünyaya bağlananları gazabıyla yakmak, onların açtığı ateşten kendinse sığınanları mutlu etmek için. Kendilerine tapanların zaferleri uzun sürmeyecek tatlım. Merak etme.”

-“Peki, ne zaman bitecek anne bu çirkinlikler.”

-“Son nota çalındığında yavrum, kıyamet senfonisinin son notası çalındığında”

Derken yer sarsıldı hafifçe. Kadının yüzü bir anda gelen bir bilgelikle aydınlanmıştı sanki. Kızını kollarının arasına aldı ve bekledi.

Parlak kuşun kasabaya bıraktığı ölüm tohumu kalan canlıları da silmişti insan nüfusundan. Anne kız için son nota çalmıştı.

 

 

3.BÖLÜM

SON NOTANIN ÇALINIŞI

Orkestra şefi, İsrafil’e son notayı çalması için emir verdi. İsrafil yaratılışının amacı olan görevi yerine getirmek üzere evrene son bir kez baktı ve orkestra şefinin ona sunmuş olduğu enstrümanı kullanarak sonu başlattı. Onun çıkardığı sesle beraber büyük düzen birden muazzam bir kaosa dönüşmeye başladı. Bir zaman daha sona ermişti. Her şey bir anda olmuş gibiydi meleklerin gözünde. Ama geçen süre çok uzundu. Ve sonra ana rahminde kıpırdayan bir cenin gibi bir ışık gözüktü sonsuz yokluğun içinde. Her şey yeniden başlayacaktı. Her şey en baştan yaratılıp en saf haliyle emanetçilerine teslim edilecekti. Ve emanetçiler onu kirletecekti ve İsrafil yine burada sonu başlatmak için bekliyor olacaktı.

Bu siteden alıntılanmıştır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

3.bölüm son notanın çalınışı

Orkestra şefi, İsrafil’e son notayı çalması için emir verdi. İsrafil yaratılışının amacı olan görevi yerine getirmek üzere evrene son bir kez baktı ve orkestra şefinin ona sunmuş olduğu enstrümanı kullanarak sonu başlattı. Onun çıkardığı sesle beraber büyük düzen birden muazzam bir kaosa dönüşmeye başladı. Bir zaman daha sona ermişti. Her şey bir anda olmuş gibiydi meleklerin gözünde. Ama geçen süre çok uzundu. Ve sonra ana rahminde kıpırdayan bir cenin gibi bir ışık gözüktü sonsuz yokluğun içinde. Her şey yeniden başlayacaktı. Her şey en baştan yaratılıp en saf haliyle emanetçilerine teslim edilecekti. Ve emanetçiler onu kirletecekti ve İsrafil yine burada sonu başlatmak için bekliyor olacaktı.

 

hoş.. etkileyici..paylaşım için teşekkürler:)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...