schizophrana Oluşturma zamanı: Aralık 6, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Aralık 6, 2008 Zor Yakalanır Bir Görselleştirme, Yurdanur Salman İmge Latince imago sözcüğünden gelen “image” sözcüğü taklit, öykünme, kopya anlamlarına geliyor. Zaman içinde anlam genişlemesiyle, bireyin zihinde beliren bir resim, bir kavram, bir fikir, bir izlenim gibi anlamlar kazanmış. Daha sonra da, yazın bağlamında, söz sanatı, özellikle de eğretileme ya da benzetme için kullanılır olmuş. Türkçe’deki imge sözcüğü, okul’un okumak’la yaptığı “talihli” bağlantı gibi, imgelemek’le bağlantı içinde. Hiç değilse köken açısından hemen anlaşılıyor. Oysa imge’nin kapsamını ya da gönderme yaptığı anlamları bu ölçüde açık seçik tanımlayabilmek pek de kolay görünmüyor. XVIII. yüzyıldaki bir “imgelem” kuramına göre imge bir görselleştirme yetisiydi; bu nedenle yazın bağlamında, çoğu zaman okurda uyandırılan görsel tepkileri, “imgeleri” ortaya çıkaran bir araç olarak görülüyordu. Betimleyici şiirin gelişmesiyle, imgenin temel anlamlarından biri bu bağlamdan çıktı; bu anlama, imgenin daha dağınık, daha kaypak başka anlamları eklendi: yazınsal dilin uyandırdığı her türlü duyusal etki; her türlü çarpıcı dil; eğretileme; simge; her türlü söz sanatı. İmge ve imge kullanımı da belli belirsiz bir övgü taşıyan terimler durumuna geldi; koşukta istenmeden yaratılan bir somutluğu, bir doku zenginliğini ve beğeniyi gösterir oldu. Yeni Eleştiri’ye özgü şiir kuramı, bizden şiirleri tam anlamıyla somut birer sanat ürünü olarak, bütün şiirin kendisini “imge” olarak görmemizi istedi. Evrensel kabul görmüş genelgeçer bir değer olarak “imge” terimi, çoğu zaman eleştirel düşüncenin yönünü belirledi. Bu nedenle, yazın yapıtlarından ya da sözün yarattığı etkilerinden “imgeler” diyerek söz etmek, bu eğretilemenin ölmediğini, zorluk yaratmaya devam ederek yaşamakta olduğunu gösteriyor. “Tembel” eleştiri açısından “imge”nin taşıdığı büyük üstünlük, bu nedenle de ciddi eleştiri açısından taşıdığı tehlike, çok kaypak bir biçimde kullanılması olmuştur. Örneğin, Macbeth’te aşağıdakilerin hepsine “imgeler” ya da “imge kullanımı” denebilir: 1. Eğretilemeler, benzetmeler, sanatlı dil 2. Lady Macbeth’in çocukları 3. Macduff’ın oğlu 4. Cadıların Macbeth’e gösterdikleri vb. Bunların hepsi, “gezici imgeler” olarak, oyun içinde birer oyundur; burada dil, eylem ve karakter arasındaki ayrımlar yok olmuştur. Bütün bu işlevleri tek bir sözcük altında toplamanın amacı açıktır: Bütün oyun, tek bir simgesel sözce, bir “dramatik şiir” (ya da elbette, “imge”) olur; oyunun merkezi ağılıktaki öğeleri her düzeyde yüzer gezer kılınmıştır. Yeni Eleştiri tarafından imgelerin böyle kendine özgü bir yaklaşımla ele alınması, sözel dokunun rastlantısal bir süsleme olduğu varsayımını zedelemekten kaçındığı, eleştirel tepkiyi bütünleştirmenin bir yolunu bulduğu için gurur duyuyordu. İmge sözcüğüne aşırı yaslanmak, sözdizimini, savlamayı, kurguyu, zamansal ve bağlantısal yapıları geriye iterek bunları görünmez kılacak ölçüde yazına odaklanmak demektir; bu arada, betimlemeler ve sanatlı dil çarpıtılarak öne çıkarılmış olur. Böylece gözden kaçırılan bütün de durağan “uzamsal” bir deneyim, bir imgeler “salkımı” olup çıkar. Bu terimin kullanılması bile, bir yandan güven verici biçimde nesnel olmaya çalışırken, eleştiriyi metinde örüntüler bulma arzusunu öne çıkarmaya götürür. Buradan da şiirlerin vahiy niteliğinde, simgesel “putlar” oldukları, içlerinde barındırdıkları sürecin de “mucizecilik” ya da “vücut bulma”, başka deyişle “sözcük”e can katma olduğu savına geçivermek çok kolaydır. Yazının, metinsel dokusu’na saygıdan yola çıkan bir hareket, içine yazınaltı ya da yazınüstü bir yapıyı sokarak biter. Yapıtın, açıkça görülen (ama soyutlama olarak bir yana atılan) düzeninde de, kapalı bir “gizli” örüntünün aranmasını gerektirir. İmgelerin incelenmesi, bunların sanatçının amaçladığı dışavurumlar değil, onun aracılığıyla iş gören daha büyük bir gücün (o Yüce Zihin’in vb.) dışavurulması olduğu varsayımına doğru ilerler. “İmge”nin, sözel çözümlemeyle pek ilişkisi yoktur; en ikna edici çözümleyiciler de bundan pek yararlanmazlar. Bu tutum, orada, “yapıt”ta bulunan şeye saygı göstermemiz gerektiği talebiyle bağlantılı görülmüştür, ama bu bağlantı zayıftır, bu deneycilik de sahtedir. Bir sava göre “imge”, eğretilemeyle ilgili sözel verileri bulandırır. “İmge”nin gerçek bağlantıları, şiiri az çok “daha derin” bir yapının içine “yerleştiren” bir dizi varsayımdır. Bu, yazını yüceltiyor gibi görünebilir, oysa uzun erimde yazını yoksunlaştırır, çünkü yazınsal aracın çeşitliliği ve akışkanlığı yerine, karar verilmesi başka yerlerde yatan “imgeler”den oluşan bir gölge-oyununu geçirmiş olur. İmge Kullanımı Bu, modern eleştiride çok yaygın olarak kullanılan ama taşıdığı anlamlar açısından en büyük çeşitliliği gösteren terimlerden biridir. Şiir okurunun deneyim olarak yaşadığı ileri sürülen “zihinsel resimler”den tutun da o şiiri oluşturan bileşenlerin tümüne kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Bu geniş kullanım yelpazesine örnek olarak şu önermeler alınabilir: İmge, “sözcüklerden oluşturulmuş bir resimdir”; “şiirin kendisi de çok sayıda imgeden oluşturulmuş bir imge olabilir”. Bununla birlikte, bu terimin birbirinden ayırt edilebilecek üç yaygın kullanımına da sık rastlanır; bu üç anlamında, imge kullanımının şiiri soyut’a karşılık somut kıldığı söylenir. 1) “İmgeler topluluğu” (başka deyişle, bir arada ele alınan “imgeler”) bir şiirde ya da bir yazın yapıtında gönderme yapılan bütün nesneleri ve duygu algılamalarının niteliklerini göstermek için kullanılır; bu göndermeler, birebir betimleme yoluyla, anıştırma yoluyla, şiirin ya da yapıtın içindeki örnekli benzetmelerin ya da eğretilemelerin benzetilenleri yoluyla yapılır (ikincil göndermeler). “İmge” terimi, gönderme yapılan nesnenin görsel olarak yeniden yaratılmasını anıştıran bir terim olarak anlaşılmamalıdır; şiiri okuyanlardan bazıları bu görsel imgeleri görürler, bazıları görmezler; görsel imgeleri görenlerin arasında da, görülen resimlerin açık seçikliği ve ayrıntıları büyük ölçüde değişiklik gösterir. Ayrıca, bu kullanımında “imgeler topluluğu” terimi, yalnızca görme duyusunun özelliklerini değil, işitme duyusunu, dokunma duyusunu, sıcağı ve soğuğu algılama duyusunu, koklama duyusunu, tat alma duyusunu ve hareket duyusunu da içine alır. 2) İmgeler topluluğu terimi, daha dar anlamda, gözle görülebilir olan nesnelerin ve sahnelerin betimlemelerini göstermek üzere kullanılır; özellikle de bu betimlemeler canlı ve özgülse. 3) Son zamanlardaki en yaygın kullanımıyla “imgeler topluluğu” terimi, sanatlı dil’i, özellikle de eğretilemelerin ve örnekli benzetmelerin benzetilenlerini gösterir. 1930’lu yıllardan sonra gelen eleştirmenler, en çok da Yeni Eleştirmenler, kendilerinden önce gelen yorumculara göre, imgeler topluluğu teriminin bu anlamını vurgulamak açısından kendilerinden önce gelen yorumcuları kat kat geride bırakmışlardır: İmgeler topluluğu, şiirin temel bileşeni olarak şiirin anlamını, yapısını ve etkisini belirleyen başlıca etken olarak anlaşılmalıdır. * Bu yazı, Roger Fowler’ın A Dictionary of Modern Critical Terms/Modern Eleştiri Terimleri Sözlüğü (Routledge, New York, 1987) ile M.H. Abrams’ın A Glossary of Literary Terms/Yazın Terimleri Sözlüğü’nden (Harcourt Brace College Publishers, Fort Worth, 1988) yararlanılarak hazırlanmıştır. İmaj Değil, İmge, Oğuz Demiralp Geçenlerde önemli bir gazetenin ilk sayfasında “Herşey imaj” gibisinden bir “manşet” atılmıştı. “Önemli olan ne, nasıl olduğun değil nasıl göründüğün, insanların seni nasıl bildiğidir” demek istenmişti. Böylece çağımız kültürünün kısa bir tanımı da yapılmıştı. İki açıdan ilgimi çekti bu “mesaj”. Önce “imaj” sözcüğünün anlamı; sonra Türkçemizde imge sözcüğünün “imaj”dan ayrı olarak kullanılması açısından. İmaj sözcüğünün buradaki anlamını ilk paragrafta yazıverdiğimiz iki tümceyle zaten açıklamış olduğumuz söylenebilir. Ancak bu anlamın üzerinde biraz daha durmakta yarar var. Çünkü gerçekten “her şeyin imaj” olduğunun kolaylıkla öne sürülebileceği bir çağda yaşıyoruz. Anamalcılıkla ilgili eleştirel kuramlara dayanarak durumu açıklamak kolay. Her şeyin, herkesin meta yönünün ağır bastığı bir dönemden geçiyoruz. Her düzey ve düzlemdeki ilişkiler ağı açısından geçerli bir tanı bu. Metanın kullanım değil değişim değerinin temel alındığı düzenin gereği. Güzel, hoş görünmek, iyi açıdan poz vermek, yükselen değerlere uygun bilinmek gerek. Onun için herkes kendinin ve malının görsel ya da yazılı promosyonunu yapmak zorunda. Kısacası, imaj yaratımı gerçeği olduğundan başka göstermek ve gerçeğin göründüğü gibi olduğuna inandırmak sanatı. Anamalcı dizgenin olumsuz yönlerini dengeleyen aktörel değerlerin kök salmadığı toplumlarda bu sanatın gücü nerdeyse tanrısallaştırılıyor. Gerçek iyiden iyiye yitip gidiyor gözden, bilinçten. Yaşam, gölgeler arasında çığlık ve kahkahalarla oynanan sözde barok bir parodiye dönüşüveriyor. Platon’dan başlayarak bir “imaj / imge” düşmanlığı geleneği vardır insanlık tarihinde. Özellikle görsel imaj / imgeye yöneliktir bu olumsuz tutum. Ancak yazılı olanı da, imgeseli, yapıntıyı, giderek sanatı hedef alabilen bir akımdır bu. Suretin, resmin, öykünün, şiirin, hakikatı aktarayım derken “tahrif” ettiğini, bir yalan dünya ortaya çıkarıp insanları yanılttıklarını öne sürer bu akımın savunucuları. “İmaj” sözcüğü üzerinde durdukça bunlar insanın aklına ister istemez geliveriyor. “İmaj / imge”nin genellikle yapılan basit tanımı “gerçeklik yanılsaması” biçimindedir. Ele aldığımız “imaj” kavramı söz konusu olunca bu tanımı “gerçeklik yanıltması” diye değiştirmek gerekebilir. Elbette, “imaj” sözcüğü bizi Platon’un, ikonoklastların safına itmemeli. Çünkü “imge” sözcüğü var elimizde. Sanatın, giderek insanın zihinsel etkinliğinin özü olarak. İmge dar anlamıyla şiirde görüntü yaratan söz sanatlarını anlatan bir kavram olarak bilinir. Türkçede de daha çok bu anlamıyla kullanılır olmuştur. Neden “her şey imgedir” demiyoruz acaba? Belki de “imge” sözcüğü medyatik kulağa oturmadığından. Ama ben iyiye yoruyorum bunu. Sanata, şiire bilinçsizce de olsa bir saygının anlatımı gibi görmek istiyorum. Türkçenin, hem imaj hem de imgeyi kullanarak, imge kavramının olumlu anlamına ayrı bir yaşama alanı sağlandığını düşünmek istiyorum. Yalnızca şiirdeki söz sanatları değil, gördüğümüz binlerce resim, fotoğraf, film karesi de imgedir. İster görsel ya da yazısal, ister yapıntısal olsun imge insanın dünyayı nasıl gördüğüdür. Ancak burada görmek eylemi yaratıcıdır. Dünyanın, nesnenin aynısı olan imge yoktur. İmge; öznenin nesneyi yakalama, nesneye ulaşma, onunla barışma çabasıdır. Doğadan kopan varlık olarak insanın alın yazısıdır. İmge; dünyayı kurcalama, açınlama, anlama, dile getirme çabasıdır. İnsansal dünyayı kurucu başlıca etkinliklerden biridir. Dünya ile ilişkiye girmiş imgelemin ürünüdür. Türkçede “herşey imgedir” deyince ortalama bir kişinin bunu şiirsel ya da entelektüel bir söyleyiş olarak algılaması olasılığı büyüktür. Bu algılama, bilerek ya da bilmeyerek, imge sözcüğünün hakkını vermek olur. Aslında insan dünyasında herşey imgedir. İmajın da imgelem ürünü, insan varlığının aynı katmanlarından kaynaklandığı doğrudur. Ancak burada kurmacadan çok yutturmaca söz konusudur. İmaj imgesel etkinliğin saptırılmasıdır. İmaj dış gözün boyayıcısı, imge iç gözün ürünüdür. Her şeyin imaj mı yoksa imge mi olacağını insanın kendisi belirleyecektir. Görsel İmgeler, I.A. Richards Bundan sonra, imgelem’in, özellikle de görsel imgelemin şiirsel okumadaki yeriyle ilgili güçlükler gelmektedir. Bunlar kısmen bizim görselleştirme ve öteki duyulardan imge üretme yeteneğimizin son derece farklı oluşu gibi kaçınılmaz bir olgudan kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda, gözde bir imge tipi kadar, bir bütün olarak imgelemimizin de zihinsel yaşamlarımızdaki önemi, şaşılacak ölçüde değişiklik gösterir. Bazı zihinler imgeler olmaksızın hiçbir şey yapamaz, hiçbir yere varamaz; başkalarıysa her şeyi yapabilir, her yere gidebilir, imge kullanmaksızın her düşünce ve duygu durumuna ulaşabilir görünür. Genellikle şairlerin (ama asla her zaman, bütün şairlerin değil) olağanüstü imgelem yetenekleri olduğu kuşkuludur; bazı okurlarsa okurken imgelemin yerini vurgulamaya, buna karşı dikkatli olmaya, hatta şiirin değerini kendilerinde uyandırdığı imgelerle ölçmeye yapı olarak uygundur. Ama imgeler düzensiz şeylerdir; bir zihinde uyanan canlı imgelerin, şiirin aynı dizesinin bir başkasında canlandırdığı eşit derecede canlı imgelerle benzerlik taşıması gerekir, ve her iki grup imgenin de şairin zihninde varolabilecek imgelerle herhangi bir ilişkisi olması gerekmez. Eleştirel yanılgıların belalı bir kaynağıdır bu. İlgisiz Birliktelikler ve Genel Yanıtlar Karşılaşabileceğimiz on önemli güçlüğün ilk ikisinden, doğru görüşün karşısındaki daha özel, daha az genel engeller grubuna geçiyoruz şimdi. Düzensiz imgeleme gelince (ister görsel imgelem isterse öteki duyulara ait imgelem olsun), hoşlandıkları ve yararlandıkları imgelem türleri bakımından son derece değişik insanlar olduğu kabul edildiğinde, Şiir X’a konusunda ve başka yerlerde söylenmiş olan şeylere eklenecek fazla şey yoktur. Bazı okurlara göre, okumalarında her türden imgelem haklı olarak son derece önemli bir rol oynar. Fakat –görselleştirme ya da imge-üretme tipi dışında– aynı derecede iyi okurlar için imgelerin belirmemesi, belirse bile özel bir önem taşımaması, bunları şaşırtmamalıdır. Görselleştiricilere, şair imgelem yoluyla çalışır gibi görünebilir, fakat bu izlenim onların zihinsel yapılarının bir vergisidir, farklı yapıdaki insanların aynı sonuçlara ulaşmaları farklı yollardan olur. Bununla birlikte, görselleştiriciler özel bir tehlikeye açıktır. Karşımızda beliren canlı ve kusursuz imgeler, özelliklerinin ve ayrıntılarının büyük kısmını şairin denetiminin tamamen dışındaki kaynaklara borçludur. Onların şiirin anlamının dokusunda önemli bir bağ olarak kullanılması ya da şiirin onlarla değerlendirilmesi çok tehlikeli bir yoldur. Şiirin anlamı bizim için aslında kendi imgelememizde somutlaştığı ve gerçekte orada yansıdığı için, buna hakkımız vardır elbet. Birçok okurun kendi imgelemlerini, anlama götüren en duyarlı ve yararlı gösterge olarak bulabileceğini de yadsıyamam ben. Fakat şiirin değeri imgelemde değildir. Yanlışı daha kaba haliyle koyacak olursak: ‘güzel bir resim’ çağrıştıran bir şiir, sırf böyle olduğu için iyi bir şiir kabul edilemez. Özellikle çoğu okurun imgeleminin ayrıntısı, olasılıkla, ilişkisiz olacak, ancak rastlantısal olarak şiirin anlamıyla ilişkili durumlara bağlı olacaktır; imgelemin genel karakteri ve onun verdiği duygu daha önemli olabilir. Böyle bir noktayı tartışırken çok uyanık olmak zorundayız, çünkü şiirin farklı okurların zihinlerindeki geniş yaşantı depolarının kâh birine kâh ötekine girdikçe dokunabileceği ilgili bağlantı lifleri herhangi bir dış gözlemcinin izleyemeyeceği kadar değişik, karmaşık ve gizlidir. Bu anlamda, herhangi bir şiirde bir okurun keşfedebileceğinden çok daha fazla şey vardır. Bir imgede, bir okura amaç dışı görünen bir nitelik bir başkası için temel olabilir. Deneyimlerini esas olarak gözleri yoluyla edinenler, imgelemlerindeki ince ayrıntılara haklı olarak aşırı önem verebilirler. Bununla birlikte, daha az duyarlı ve daha kaotik görselleştiricilerde imgelem, ilişkisizlik için sık rastlanan bir durumdur. Görsel İmgeler ‘Görselleştirme’ terimine öyle bir eğretileme boyutu verilmektedir ki, çoğu kez ‘bir şeyi somut bir tarzda düşünmek’ anlamında kullanılmaktadır. Bizi, görsel ya da başka türden imgeler kullanmaksızın somut olarak düşünemeyeceğimiz varsayımına götürmedikçe, bir zararı da yoktur bunun. Fakat aslında birçok kimsenin son derece özel ve somut biçimde düşünüp, görsel imgeleri hiç kullanmaması da mümkündür. Birçok kimse görsel imgelemi kullandığını düşünür, aslında, konuyu daha yakından incelediklerinde, olan şeyin, gözbebeklerinin hareketlerinin devinduyumsal (kinaesthetic) imgeleminden başka bir şey olmadığını keşfedeceklerdir. Fakat herhangi bir türden imgelem olmadan ya da en azından (bu nokta tartışmalıdır çünkü) düşünülen şeye yakından denk düşen herhangi bir imgelem olmadan da somut olarak düşünmek mümkündür (bu nokta tartışmalı değildir). Kullandığımız imgelem (eğer kullanıyorsak tabii) çok noksan, belirsiz ve tutarsız olabilir, buna karşılık düşüncemiz zengin, ayrıntılı ve tutarlı olabilir.1 Bu noktada karışıklık ve önyargı, en çok, zihinsel temsil için gerekli olan şeyle ilgili çok basit bir fikir yüzündendir. Var olmayan görüntü, ses vb. zihinlerimizde resmedilecekse, imgelerin gerekebileceğini düşünebiliriz (geleneksel olarak ruhbilimciler de böyle düşünmektedir); çünkü imgeler, yeteri kadar birbirine benzeyen görüntüler, sesler vb. onları temsil edecek tek şeydir. Fakat bu temsil ile benzerliği birbirine karıştırmaktır. a’nın A’yı temsil edebilmesi için a’nın A’ya benzemesi ya da A’nın kopyası olması hiçbir şekilde zorunlu değildir. a’nın, herhangi bir yoldan, A ile aynı etkiye sahip olması yeterlidir. Açıkça, a da A da burada, yüksek sesle okursak, bize aynı sesi çıkarttıracak etkiye sahiptir – başka ortak etkilere de sahiptir. Özetle, sözcüklerin şeyleri temsil etme tarzıdır bu. Bir sözcüğün bir şeyi temsil edebilmesi için –inek sözcüğü bir ineği temsil eder– ineğe benzeyen bir inek imgesini anımsatması zorunlu değildir; gerçek bir inek algısının uyandırabileceği, oldukça çok sayıda duygu, kavram, davranış, eylem yönseme vb. grubunu harekete geçirmesi yeterlidir.2 Sözcükler genellikle, ne kadar uzak geçmişte olursa olsun, yerine kullanıldıkları şeye benzemez. Yine de, -yansıma biçiminde ve, belki de bundan daha önemli olarak, dil ve dudak hareketlerinde- benzerlik izleri farkedilebilir. Şiirde sözcüklerin etkilerinin bir kısmını, üzerlerinden fazla oynamamaya dikkat edersek, bu benzerliklere verebiliriz. Çünkü sözcüklerin temsil ve uyarma gücü, temsil ettikleri şeye benzemekten çok benzememekten gelir. Bir sözcük, anlamı gibi olmadığı için asıl, aralarında çok büyük farklılıklar olan şeyleri temsil edebilir. O zaman bir imge (bir kopya olarak temsil edebildiği sürece) ancak birbirine benzeyen şeyleri temsil edebilir. Öte yandan, bir sözcük son derece farklı şeyleri eşit derecede ve aynı zamanda temsil edebilir. Dolayısıyla, olağanüstü duygu bileşimleri ortaya çıkarabilir. Bir sözcük, çok sayıda farklı etkilerin karşılaşabileceği ya da birleşebileceği bir noktadır. Düzyazı tartışmalarda yarattığı tehlikelerin, dikkatsiz şiir okurlarını yanıltmasının nedeni de budur, fakat bir ustanın ellerinde kullanılınca o garip büyülü etkilerinin de nedeni budur. Bazı sözcük birleşimlerinin –kısmen tarih yoluyla, kısmen de yarattıkları belirsizliklerden gelen coşkusal etkilerin yan yana gelmesiyle– başka hiçbir şeyin zihinlerimizde yaratamayacağı ve sürdüremeyeceği bir gücü vardır. Bu güçlere birtakım gizemler vermek, sözcüklerin ‘açıklanamaz’ gizeminden söz etmek ve onların anlam tarihleri ve çok eski geçmişleri üzerine romantik hayallere dalmak kolaydır. Ama bu güçlerin incelenebileceğinin, eleştirinin en gereksinim duyduğu şeyin, şiirselleşmeye daha az yüz verip daha ayrıntılı çözümleme ve araştırmaya girmek olduğunun farkedilmesi daha iyi bir yoldur. (I.A. Richards, Practical Criticism – A Study of Literary Judgment, 1929) İngilizceden çeviren: Mehmet H. Doğan Gerçeğe Uygun On Tez, Wayne C. Booth Benim bildirim genellikle eğretilemeli olduğu için sempozyuma katılan bazı kişiler söylemek istediğim şey hakkında, özellikle de Mailer’den aldığım pasaj üzerine şaşkınlıklarını dile getirdiler. Aşağıda, bildirinin kanıt olarak gösterdiği, imlediği ya da dayandığı gerçeğe uygun on “tez”i bulacaksınız. 1. Eğretilemenin ne olduğu bir tek yanıtla asla belirlenemez. Sözcüğün kendisi bugün, bizim benzerlik ve farklılık kavramlarımızın bütün belirsizliğinin konusu haline geldiği için, benzerliklerin ve farklılıkların birbiriyle nasıl bir ilişki içinde olduğuna değgin felsefi görüşlerin indirgenemez çokluğu, her zaman, eğretilemenin ne olduğu ve ne olmadığı arasında farklı sınırlar üretecek olan çelişkili tanımlamalar doğuracaktır. Dolayısıyla, donmuş, tek tanımlamalara değil, bu “temelde tartışmalı kavramın” sınıflandırmalarına gereksinimimiz vardır. 2. Bir eğretilemenin söylediği, kastettiği ya da yaptığı şey, bağlamının değişmesiyle, bir dereceye kadar değişebilir olacaktır. Sempozyumdaki bildirilerin herhangi birinde geçen her eğretileme, anlamın değişik ayırtılarını (nüans) dile getirmek için yapılmış olabilir; onlardan her biri, ironinin kolay sapaklarını kullanarak, söyler gibi göründüğü şeyin tersini söylemek için yapılmış bile olabilir. 3. Bu tür dönüştürümler olsun ya da olmasın, alıcının yorum işlemi, dile getirilen şeyin bir parçasıdır; konuşanın egemenliğinde yapılmış olan yorumlama eylemi, bir “bağ” oluşturur, ki bu da “anlam”ın bir parçasıdır. Böylece eğretilemeyi yorumlama eylemi, bizim eğretilemesiz olarak aldığımız bazıları için gerçeğe uygun (literal; başkaları için normal olan şey) şeylere bağlanmaktan hep daha yoğun olacaktır. 4. Böylece, bir eğretilemenin ne anlama geldiği sorusu aslında birçok farklı sorudur. Eğer “anlam”la “bir sözcenin ortaya çıkardığı her şeyi” ya da “bir konuşmacının dile getirdiği her şeyi” kastediyorsak, o zaman çoğu eğretilemenin anlamı çoğu beyanın onayladığından, hatta eğretilemeli anlamların gizemli ya da dile gelmez olduğunu ileri sürenlerden çok daha zengindir. (Donald Davidson’un, bu anlam kavramı ile söylemek arasındaki kökten farklılığa dikkat edilsin.) 5. Buradan, herhangi bir eğretilemenin iyi olup olmadığı kararının, kaçınılmaz biçimde onun bağlamına bağlı olduğu sonucu çıkar: sözlü ya da yazılı metinde çevresinde ne vardır, kim kime ne amaçla söylüyor bu eğretilemeyi. Fakat “bağlam” da bir başka tartışmalı kavramdır: farklı eleştirel amaçlar farklı bağlamlar ortaya çıkarır, farklı bağlamlar yükler. 6. Belli bir toplumsal bağlamda belli bir amaç üzerinde anlaşanlar için değer yargıları basit, açık, ve herhangi bir kimsenin bu belirsizlikler vadisinde akla uygun olarak isteyebileceği kadar kesin olabilir. (bkz. yukarda ‘yayın balığı’.) 7. Bununla birlikte, tanınabilir bir eğretilemenin bilerek kullanımı (herhangi bir normal dışılığın, herhangi bir değişmecenin bilerek kullanılmasında özel bir durumdur bu) konuşanın karakteriyle ilgili yargıları kaçınılmaz bir biçimde çağırdığı için, bu tür yargılar alışılmış anlamda basit ustalıklı yargılar değildir. Hiçbir jüri üyesi eğretilemeyi yapan kişinin karakteriyle olan bu uygunluğa karşı çıkamaz. Herhangi bir eleştirmen, belli bir eğretilemenin onu yapan kişi üzerine ne ima ettiğini açıklayarak bu uygunluğu daha ileri yargı düzeylerine taşıyabilir. 8. Yani ustalıkla ilgili yargılar her zaman karmaşıktır, ya da maksatlı sorularla karmaşık hale getirilmeye yatkındır, maksatlı yargılarsa, bunları üreten ve bunlar tarafından üretilen kültürlerde etkili olan karakter yargılarını gerekli kılar. Hoşlandığımız eğretilemelerin çoğu, Mailer’inkiler gibi, son derece karmaşıktır ve bizi “ustalık” konularının ötesine taşıyan soruları düşünmeye zorlayan bağlamlar içine sarılıdır. 9. Karakterleri ve kültürleri yargılayacak eleştirmen için kaynaklar, bizim bilinen “yazınsal eleştiri” kavramlarımızın düşündürdüklerinden çok daha zengindir. Mailer’in en iyi eleştirisi, aynı olayların bir başka tarihi, değişik eğretilemelerle yüklü başka bir tarih olabilir pekâla; ya da felsefi bir araştırma, bir din alanı ya da epik bir şiir olabilir. 10. Kültürümüz için iyi bir ölçü, bu tür eleştiriyi yapabilme, yani Mailer’in yaratıcı, cesur, fakat sonunda tersine işleyen patlamasıyla rekabet edebilecek ve onu geliştirebilecek eğretilemeli vizyonlar yaratma kapasitesi olurdu. İngilizceden çeviren: Mehmet H. Doğan Eğretileme Üzerine Son Düşünceler, W. V. Quine Haz işten önce gelir. Oyun oynayan bir çocuk yaşamın sorumlulukları için alıştırmalar yapıyordur. Genç impalalar boynuzlarıyla itişip kakışırken eskrimcilik oynamaktadırlar. Cyrl Smith, sanat için sanatın eski önemli teknolojik atılımlara götüren ana yol olduğunu söylüyor. Eğretileme yolu da öyle: şenlikli düzyazıda ve yüksek şiirsel sanatta çiçeklenir, fakat bilimin ve felsefenin gelişen sınırlarında da yaşamsal önemdedir. Gazların moleküler kuramı ustaca bir eğretilemeden ortaya çıkmıştır: bir gaz, saçmalık derecesinde küçük cisimlerin çok büyük bir sürüsüne benzetilmişti. Eğretileme o denli yerindeydi ki, harfi harfine doğru olduğu açıklandı ve böylece hemen ölü bir eğretileme haline geldi; hayal edilen minyatür cisimlerin gerçek olduğu açıklandı ve “cisim” sözcüğü hepsini kapsayacak şekilde genişledi. Son yıllarda, moleküller elektron mikroskoplarla gözlemlenmekte; ama ben ilk başlangıçtan söz ediyorum size. Ya da ışık dalgalarını düşünün. Esir diye bir şey olmadığına göre, dalgaları olacak bir madde de yoktur. Öyleyse, “dalga” sözcüğü eskiliğinden dolayı saygınlığını sürdürdükçe, ışık dalgalarından söz etmek, en iyi, eğretilemeli olarak anlaşılır. Ya da “dalga”yı özgürce değişmeye bırakır, eğretilemeyi öldürürüz. Bilimin felsefi saçakları boyunca, temel kavramsal yapıları sorgulayacak ve onlara yeni biçimler verecek yolları el yordamıyla aramak için nedenler buluruz. Eski deyimler burada elimizi bırakır, ancak eğretileme yeni düzenin resmini çizmeye başlayabilir. Cesaret başarılı olursa, eski eğretileme ölebilir ve değişen perspektife uygun düşen yeni bir açıklayıcı deyim içinde mumyalanabilir. Din ya da onun büyük bölümü, her zaman eğretilemeye bulaşmıştır. David Tracy’nin yazısına göre, meseller Hıristiyanlığın “kurucu dili” olmuştur. Tefsirciler, her eğretilemeyi daha yeni bir eğretilemeyle yorumlayarak birbiri ardından ortaya çıkar. Bunlarda derin sırlar vardır. Hakikate uygun içerik konusunda da, eğer böyle bir şey varsa, bu eğretilemeli gerecin iletmesi istenen bir sır vardır. O zaman ikinci sıradan bir sır var demektir. Bu dolaylılığa ne gerek var? Eğer bildiri, düşünüldüğü kadar acil ve önemli ise, neden ilk ağızda doğrudan doğruya vermeyiz onu? Her iki soruya da verilecek kısmi bir yanıt gizemsel yaşantının doğasında yatıyor olabilir: içeriksizdir o ve bunun için de gerçek iletişime direnir, fakat insan yine de duyguyu usta işi bir eğretilemeyle başkalarında da uyandırmayı deneyebilir. Eğretileme, bilimin genişleyen sınırlarında ve ötesinde bize yardımcı olmasının yanında, dili ilk öğrenişimizde bile kendini gösterir; ya da, buna tam eğretileme denemezse bile, ona benzer bir şey. Bir vesileyle bir sözcük ya da cümlecik duyarız, ya da rastlantıyla kendimize ait anlaşılmaz bir şeyler söyleriz, bir anlam çıkmış olabilir bundan ve alkışlanırız. Daha sonra bize göre ilk duruma benzeyen bir başka vesileyle, aynı deyimi tekrarlarız. Burada, eğretilemede olduğu gibi, durumların benzerliğidir önemli olan. Durumların öznel benzerliğiyle deyimi uygulamamızı genelleştiririz, ta ki öteki insanların davranışından örneksemeyi çok uzağa götürdüğümüzü ve onun yerleşik kullanışını aştığımızı görünceye kadar. Eğretilemenin can alıcı noktası benzeşme yoluyla yaratıcı genişleme ise, o zaman, ilk sözcüğün ya da deyimin birbirini izleyen her uygulamasında yeniden bir eğretileme yaparız. Fakat bu ilkel eğretilemelerin, düşüne taşına yapılmış daha ince eğretilemelerden farkı şudur: gittikçe genişleyen standart kullanım depomuza doğrudan eklenirler. Ölü doğmuş eğretilemelerdir bunlar. O zaman, dilbilimsel kullanımı, ana gövdesinde gerçekçi (literalist), süslemelerinde ise eğretilemeli olarak düşünmek yanlıştır. Eğretileme, ya da ona benzer bir şey, hem dilin büyümesini hem de onu edinişimizi yönetir. Bunun ardından bir incelme, arınma olarak gelen şey, daha çok kupkuru haliyle bilisel söylemin kendisidir. Bilimin üzerinde inceden inceye uğraşılmış iç uzantıları, değişmeceleri temizleyerek yaratılmış tropikal cangılda açık bir alandır. İngilizceden çeviren: Mehmet H. Doğan Kaynak Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
dogon Yanıtlama zamanı: Aralık 6, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 6, 2008 Böyle konulara ilgili olman ne kadar etkileyici:) Sana tavsiyem bizim okulundan hocalarında bulunduğu ve bir çok yetenekli ve değerli tasarımcının çıkardığı grafik tasarım dergisini okuman:) Sakın yanlış anlaşılmasın isminden dolayı sadece grafik tasarım değil sanata dair de çok güzel araştırmalar röportajlar,emitim bölümleri araştırmalar filan yok yok yani:) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.