Jump to content

Zaman - Holografik Evren - Paralel Evrenler


mistik

Önerilen Mesajlar

Harika bir makale, bir çok sorunuza cevap olabileceğini sanıyorum.

 

ZAMAN SÜREKSİZDİR...

 

Doç. Dr.Haluk Berkmen

 

 

M.Ö. 490-430 yılları arasında yaşamış olan Elea'lı Zenon ilginç çelişkileri gözler önüne sermekle meşhurdu. Bu çelişkilerden biri de hareketin olmadığı iddiasıdır. Zenon şöyle bir mantık yürütmüştür:

 

Hareket halinde A dan B'ye doğru giden bir ok düşünün. Ok herhangi bir anda A ile B arasında bir noktada bulunmaktadır. Bu noktada ok sabit durduğuna göre hareket etmiyordur. Fakat hareketsiz olarak görüldüğü bu nokta A ile B arasındaki herhangi bir nokta olabilir. Şu halde ok tüm yol boyunca hareketsiz durmaktadır. Buradan da hareketin olmadığı sonucuna varılabilir.

 

Şimdi, bu şekilde bir mantık yürütme bize saçma ve hatalı görülebilir. Zira okun A dan B'ye hareket ettiğini biliyoruz. Ancak ok bu hareketini sürekli bir şekilde mi gerçekleştiriyor, yoksa süreksiz bir şekilde mi? Klasik bilimsel görüş sürekliliği savunur ve okun sürekli bir şekilde A noktasından B noktasına ulaştığını iddia eder. Bu iddianın dayandığı varsayım ise uzay ve zamanın sürekli olduğudur. Acaba gerçekten uzay ve zaman sürekli midir?

 

Sürekliliği tanımlarken aradaki farkın limitte sıfıra gittiğini kabul ederiz. Yani bir çizgi üzerindeki iki nokta sonsuz derecede yakın olmaları gerekir. Sonsuz yakınlık ise sıfır değişim demek olduğundan, "limit halde hareket yoktur" da pekala denebilir. Bu sonucun bir başka ifadesi, süreklilik bizim yaratmış olduğumuz bir varsayımdır. Zira klasik Newton fiziğinde uzay sonsuza uzanan bir arka plan olarak varsayılmakta ve nesneler bu arka plan içinde belli noktalarda yer kaplayıp hareket eden varlıklar olarak belirtilmektedirler. Zaman da hakeza nesnelerden bağımsız ölçülebilen bir büyüklük olmaktadır. Einstein'ın görelilik kuramında da zaman ve mekan sürekli ve ölçülebilen değişkenlerdir.

 

Oysa ki Kuantum kuramında durum tamamen farklıdır. Zaman ölçülebilen bir değişken değildir. Olaylara bir film seyreder gibi sürekli bakmaz, o filmin kare fotoğraflarına ayrı ayrı bakar. Her olay bir an içinde yakalanmış bir fotoğraftır. İki an arasında da sürekli bir ilişki olması gerekmez. Dolayısıyla bu kurama göre zaman tek yönlü geçmişten geleceğe doğru akması gerekmez. Kuantum kuramına göre zaman tersinirdir. Yani bir olayın filmini ters oynatacak olsak dahi bize imkansız bir olay gibi görünmez.

 

Örneğin, gündelik hayatta bir yumurta yere düşüp kırıldığında parçaları etrafa yayılıp kalır. Bu olayın filmini çekip tersten oynattığımızda yerdeki parçaların bir araya geldiklerini ve bir yumurta oluşturup yukarı doğru yükseldiklerini görürüz. Bu duruma gündelik hayatta rastlanmayışının nedeni zamanın tek yönlü akışıdır. Bu bakımdan bizim boyutumuzda zaman tersinir değildir sonucuna varıyoruz.

 

Ancak yaşam olayını incelediğimizde film adeta tersinden seyredilmektedir. Hücrenin içindeki çekirdekte bulunan ufacık DNA ve RNA moleküllerinden yeni hücreler oluştuğunu ve gittikçe bu hücrelerin bir araya gelmesiyle önce dokuların sonra da canlı varlığın ortaya çıktığını görüyoruz. Bu olay, yerdeki dağılmış yumurta parçalarının birleşip yeniden bir yumurta oluşturmalarına benziyor. Yani, yaşam oluşması için zaman adeta tersine hareket ediyor.

 

Canlı varlığın oluşması için zamanın tersine akması ne anlama gelir? Öncelikle canlı varlığın çevresine göre daha organize, düzenli bir yapı oluşturduğunu görmekteyiz. Bu da Entropinin azalması anlamına gelir. Zira Entropi düzensizliğin ölçüsüdür (Bkz. "Bilgi Yokolmuyor" başlıklı yazı, "X" Dergisi Kasım 2004). Entropinin azalması ile bilginin artması aynı anlamı taşıdığına göre canlı varlıkta bilgi artışı olmaktadır. Entropiyi azaltan ve bilgiyi arttıran varlık bizim ölçemediğimiz ışıktan hızlı hareket eden (Takiyon adını verdiğimiz) parçacıklar oldukları kanısındayım. Zira, ışıktan hızlı hareket eden parçacıklar zamanda da ters yönde (gelecekten geçmişe doğru) hareket ederler.

 

Şu halde 'şimdiki an' içinde yaşayan biz insanlar için zaman, hem geçmişten hem de gelecekten etkilenen bir yapıya sahiptir. Sadece tek yönlü akan bir zaman kavramı, bizim için sadece pratik önemi olan bir yaklaşımdan ibarettir. Gerçekte zaman süreksiz anlardan oluşmaktadır. Her an kendi içinde bir bütündür ve bir an ile diğer an arasında sürekli bir ilişkinin bulunması zorunlu değildir. An adını verdiğimiz zaman süresi son derece kısa, adeta sıfıra yakın olmakla birlikte tamamen sıfır da değildir. Bu çok kısa süre Kuantum kuramındaki Planck sabiti ile orantılı olup Planck zamanı olarak tanımlanmıştır. Tüm evren bu Planck süreleri arasında bir var olmakta, bir yok olmaktadır.

 

Bu durumda madde nasıl oluyor da yok olmadan önceki şeklini hatırlıyor? Sorusunun yanıtını "şimdiki anın hem geçmişi hem de geleceği barındırmakta olduğu".ifadesinde buluyoruz. Zaman ve mekan süreksiz ama birbirlerinden habersiz değiller. Bu haberleşme yerel etkilerle olmuyor. Yani sürekli bir etki-tepki durumu yerine anında ve ışıktan hızlı bir 'nakille' haberleşme sağlanıyor. Nakille sözünü tırnak içinde ifade ettim zira buna 'hareket' demek istemedim. Sadece bilgi nakli söz konusu. Bu bilgi nakli ile düşünce enerjisi yakından alakalı kavramlar. Bilgi naklini sağlayan düşünce enerjisidir ve düşünce enerjisini harekete geçiren de istektir, denilebilir. Enerji kaybolmayıp korunduğuna göre bilgi de korunuyor.

 

Enerjinin küçük ve sonlu paketler halinde aktarıldığı deneysel olarak kanıtlanmıştır. Bu durumu sağlayan da gene zamanın ve mekanın küçük sonlu süreler/aralıklar halinde artmasıdır. An dediğimiz bu kısa sürede hareket yoktur denilebilir. Böylece Zenon çelişkisi bir çelişki değil, günümüzün modern bilimine ters düşmeyen bir ileri görüşlülük olmaktadır.

 

Eskiden bilginin korunması büyük çapta sözlü destanlarla, masallarla ve kutsal ayinlerle olmaktaydı. Yazılı belgelerin yaygınlaşması ile birlikte bilginin korunması çok daha kolay hale geldi. Ama, bilgi kitaplara taşındı ve insanın kendi öz varlığının bilgisi olmaktan çıktı. Kitabi bilgi sayesinde teknolojik ilerlemede büyük bir sıçrama yaşandı. Günümüzde bilgisayarlar sayesinde bilgi büyük bir hızla hem birikiyor, hem de yayılıyor ama gittikçe de bizden uzaklaşıyor. Bu hızlı yayılmayı dikkatle izlemekte yarar var. İnsanlar artan bilgi karşısında katılımcı değil sadece gözlemci durumuna geçiyorlar. Daha da önemlisi, insanlar bilgiyi içlerine katmadıkları için kendi öz değerlerini ve kültürlerini korumayı da başaramıyorlar. Bir yanda küreselleşmenin getirdiği ortak değerler, diğer yanda aile ve toplumdan kaynaklanan farklı ve özel değerler insanları bir çeşit bölünmüş bir ruhsal yapı içine sürüklüyor. Sonuçta umursamaz, gözlemci ve sığ değerlerle donanmış bir toplum ortaya çıkıyor.

 

Bu durum karşısında takınılması gereken doğru tutum nedir? Mademki düşünce enerjisini harekete geçiren istektir, o zaman isteklerimizin ne olduklarını ve nereye etki ettiklerini bilmekte yarar var sanırım. İstekleri sadece maddi çıkarımız doğrultusunda yönlendirdiğimiz sürece yeni isteklerin ortaya çıkmasına engel olmayız. Bu durum hiç bitmeyen biteviye birbirini besleyen istekler zincirini yaratmaktan öteye gitmez. Bu zinciri kırabilmek öyle sanıldığı kadar da kolay olmuyor. Tutkularımız ve sorumluluklarımız bu istek zincirini sürekli besliyor.

 

İstek zincirini günümüzün yaşantısı içinde tümüyle kırmak mümkün görünmese de istekleri daha geniş bir çerçeveye yaymak pekala mümkün olabilir. Bir diğer ifade ile, isteklerimizi hem kendi yararımıza (hayrımıza) hem de bütünün yararına yönlendirmeye gayret etmeliyiz. Özellikle bilgiye bir gözlemci olarak değil, bir katılımcı olarak yaklaşmak ve onu gündelik hayatımızın bir parçası haline getirmek gerektiği kanısındayım.

 

Unutulmaması gereken şey; her anın bir fotoğraf gibi kendi başına bir değer taşıdığı ve bu fotoğrafta daima kendimizin de bulunduğudur.

 

Çetin BAL: Bugünkü dinsel ve metafizik tasavvurlar dünyası insanların bizatihi içine girerek yaşadıkları bir realite boyutu olmaktan çok kulaktan dolma bir bilgiler bütünü olarak gündeme gelmektedir.Kimileride parapsikolojik dünyanın gerçeklerini siyasi ve ideolojik bakışına göre boyama ve topluma lanse etme gayreti içinde tarikatsel örgütlenmeler ve gerçek dışı sanal bir dünya felsefeleri olarak gerçek dışı bir zeminde insanların kullanımı için ortaya atılmaktadır.Siz okurlarımın bilmesini istediğim şey herşeyin bir olduğu ve büyük birliğin tek bir devasa zihin okyanusu olduğu gerçektir.Bu birlik içinde her şeyin bilgisi insana açıktır.Ve bu birlik içinde en uzak en yakın, en yakın ise en uzak olabilmektedir.Artık bu birliğin zihin frekanslarına kendi zihninizi ayarladığınızda uzay ve zamanın arenasında yürümek için varolmak için fiziksel bir bedenin uzuvlarını kullanmanıza gerek yoktur devasa bir zihnin bir parçası olarak uzakları görebilir, düşündüğünüz yerde olabilme imkanına erişebilirsiniz.Sadece düşünerek uzaklardaki bir cismi hareket ettirebilir, maddesel gerçeğin daha farklı boyutları içerisine geçebilme imkanına erişebilirsiniz.Dünya insanları ve bilim adamları malesef bugünkü dinsel ve ruhsal felsefelerin yozlaştırılmış bir verisyonunu yaşayan kitleleri gördükleri için ruhsal ve mistik kavramlara biraz soğuk ve hatta saçma, asılsız şeyler olarak bakmaktalar.Bugün dünya üstündeki her din karanlığın şiddetin ve cehaletin pencesine düşmüştür. Ama evren ve insanın fiziksel doğası anlaşıldıkça yepyeni bir evren modeli ve yaşam felsefesiyle karşılaşmamız kaçınılmazdır.Hepimiz bu kaçınılmaz gerçeğe doğru ilerlemekteyiz.Evrenin frekanslardan örülme bu bütüncül ve holografik yapısı aynı zamanda ''zaman içinde yolculuk'' konusunda da bize yep yeni yöntem ve yollar olabileceği konusunda fikirler vermektedir.

 

Metafizik bağlamda kuantum'un Açıklanması

 

Müçteba Erkman

 

Kuantum fiziğini anlamak için, fizik ile metafizik arasındaki bağa göz atmamız yerinde olur.Fizik; gözle görünen ve elle tutulan madde boyutundaki elemanların atom yapılarındaki değişmeleri ele alır.Metafizik; etkileriyle hissedilen fakat madde ötesi varolanları ele alır. Fakat ikiside birbirleriyle ilişki içindedir.

Evrensel enerji; fiziki olmadığı halde fiziki alanda kendini gösterir.

 

Atom maddenin parçasıdır, enerji onun içindedir, fakat maddenin parçası değildir. Elektron nüvenin etrafında hareket eden atomun parçacığıdır. Işık ise kitlesi olmayan enerji tezahürüdür. Beden fiziki varlık fakat Ruh şuur ile bedeni kontrol eden enerji titreşimleridir. Işık elektromanyetik dalgalar gibi yayılır ve şekli olmayan enerji türüdür. Kısaca, madde parçacıklarından oluşur ve kitlesi vardır. Titreşimler dalgalardır enerjiyi taşır ve kitlesi yoktur.

 

Fizik açıklamasında elektromanyetik dalgalar olsun, ışık yayılması olsun parçacıkları içine alabilmektedir.Yani içine aldıklarını etkileyebilmektedir. Bazı hallerde elektronlar ışığı yönlendirebilmektedir. Bu enerji etkisine 'Foton' denir. Kısaca kitlesi olmayan ışık parçacıklarının özeliğini gösterir. Elektronlar ise parçacıkların özelliğini taşımakla birlikte dalgalarında özelliğine sahiptir. Elektronların oluşturduğu dalgaların yansıma karakteri vardır. Bu sebeple meydana getirdikleri elektromanyetik alan değildir. Parça veya dalga kendi başlarına bir şey olmayıp aynı şeyin iki kısmıdır. Böylece foton ve elektron birbirlerini tamamlayan bir bütündür.

 

Yukardaki açıklamadan anlaşılacağı gibi GERÇEK, fiziki ve fiziki olmayan varolmadır. Beş duygumuz varlığımızın fiziki yönüdür ve fiziki olmayan tarafı ise ruhsal varlığımızdır. Kuantum bilgiside iki yönün bütünsel birleşimidir. Fiziki ve fiziki olmayan şeyler kendi başlarına bir şey ifade etmez ve onlar aynı gerçeğin içindeki mutlak birliğin tamamıdır. Fakat özellikleri gereği ayrıcalıkları vardır. Fiziki olan sınırlı bir alan içine kapalı durumdadır. Fiziki olmayan evrenin içine sınırsız olarak yayılmıştır. Kuantum fiziği açıklaması ile fiziki olmayanda fiziki olanla beraber gerçeği oluşturur.

 

Kainat fiziki görüşün içindedir, fakat fiziki olmayan ruhsal varlık kainatı kapsayan evrensel enerji dalgasında bir hücre gibidir. Buna göre fiziki bilinç, zaman ve mekan içinde, fiziki olmayan mutlak bilinç, zaman ve mekan ötesinde kalmaktadır. Fiziki alanda sinyal taşıyan dalgaların hızı vardır. Fakat fizik ötesi alandaki dalgalarda hız yoktur. Aynı anda gitmesi istenen yerde belirir. Fiziki maddecikler bütüne bağlıdırlar. Dalga ve Ruh evrende birleşiktir. İki tarafta mutlak içindeki gerçeğin kendisidir. Her an ve geçmiş, şimdi ve gelecek birbirine bağlıdır. İşte kuantum fiziği herşeyin etkilenmesinin sadece geçmiş değil, geleceğinde etkilendiğini açıklar.

 

 

Bu bilgiye göre zaman ve mekan kendi içinde yer almaktadır. Evrensel enerji gerçeği bilinmesine rağmen fizik ötesi olduğundan, insan şuuru ile ona ulaşamıyor. Çünkü şuur beyinde bedenin bir parçasıdır. Şuuru oluşturan beyin hücrelerinin anlayış kapsamında olanlarına nöron denir. Onlarında bir diğeriyle olan binlerce haberleşme bağlantısı vardır. Her nöron aldığı işareti ötekine işleme koyduğunu bildirir. Nöronların hepsi biyolojik taramayla uyum içinde değişirler. Kısaca, dış olayların iç durumu etkileyerek hafızaya kayıt yapmalarıyla hatırlama işlemi mümkün olur. Beynin bu karmaşık göreviyle şuur meydana gelir. İlgili beyin, hücrelerinin bulunduğu ortamda duygusal algılama yaparlar. Deneyimlerinden öğrenerek kayıt ettikleri farklı derecede olur. Beyin fiziksel olduğundan bedendeki beş duyguyla bağlantılıdır. Şuur nöronların ortak fonksuyonuyla mutlak içinde bedenin parçacıklarıdır. Kişi, şuurunun kapasitesi nispetindeki mantığıyla varlığının analizini yapar. Şuur evrim içinde oluşan kimyasal beynin harika bileşimidir, fakat aktivesinde sınırlıdır.

 

Evren şuurun dışında kalan dışsal görüştür. Yüksek şuur beynin dalga kategorisi içindedir. Yeri ve mekanı olmadığından evren içinde devamlı titreşir. Böyle olmasına rağmen dalgalar fiziki kısımlarla birlikte çalışır. Kişinin bir yüksek şuuru varsa da, aslında evrendeki yüksek şuurla bir zihindir. Bütün evreni kaplayan O tek zihin bütün zihinleri birleştirir. İşte o gerçek içinde her ruh bir bütündür. Bilinç üstünde ona bir ifadeyle "YARATAN" denir. Aynı zamanda evreni kaplayan dalga titreşimleri olarak varlığı bilinmektedir. Geçmiş hal ve gelecek ile bağlantısı vardır. Yüksek şuur her şeyi bilen alimsel zekanın bir ürünüdür. Mademki geleceklede bağlantısı vardır, o halde gelecek O ilahi zeka tarafından bilinmektedir. Buna göre yüksek şuurla uyumlanıldığında, gelecekte olacakları bilmek gayet tabiidir. Fiziki aracımız olan bedeni ona göre hazırlamanın yolları vardır.

 

Fiziki varlığımız evrenin içinde, fakat evrensel enerji kendi içimizdedir. Fiziki olmayan bu enerji merkezlerine 'Çakra' adı verilir. Bu merkezlerin uyandırılması, yani titreştirilmesi gereklidir. Konsantrasyon ve nefes alma metotlarıyla oluşturulan enerji, tepe çakrasından yüksek şuurla teması sağlar. Yüksek şuur evrensel olduğundan yüksek zekanın sonsuz enerjisiyle devamlı temastadır. Çakralar, fizik ötesinden gelen evrensel enerjiyi fiziksel güce çevirirler. Evrensel enerji evrenin neresinde olursa olsun kullanılmaya hazır bulunur.

Evrensel enerjinin çakralar aracılığıyla bedende nasıl fiziki güce dönüştüğüne bir göz atalım. Bedenin uygun yerlerine yerleşmiş salgı bezleri bulunur. Yüksek şuur ile uyumlanıpta evrensel enerjiyle temas kurulduğunda çakralar kendi frekanslarında titreşirler. Kendileriyle bağlantılı salgı bezlerinde üretilen salgıyı sinir sistemi yoluyla hormonlara dağıtır. Şuurun yüksek şuurla uyumlanmasının tek yolu meditasyondur. İnsan şuuru fiziksel beynin bir ürünüdür. Beynin sihhatli olması onu geliştiren doğru gıdalarla mümkündür. Beyinde oluşturulan harika kararlardan yalnız fiziki yaşamı değil, astral alemdeki ruhunun mertebesinide belirler. Şahsın şuuru kendisine ait olduğundan belirli sınır içinde işlemini görür. Fakat yüksek şuuru, beynin dalga katagorisi içinde evrenin heryerindedir. Bu prensip kanununa göre beyinlerde meydana gelen dalgalar aynı bütünün içinde yeralır.

 

Buradan görülüyor ki, yüksek şuur fizik ötesi aslımız olan ruhumuzun titreşimleridir. İster bedenli, ister bedensiz olan ruhlar evreni sınırsız kaplayan evrensel enerjiyle daimi temastadır. Mutlak içinde zaman ve mekan ötesi bu alemdeki ilahi planın bilinmesi bir mucize sayılmaz. Geleceklede temasta olan yüksek şuurun kapıları açıldığında kişiye bilgiler sunulur. Yüksek şuuruyla uyumlu olanlar evrensel enerjiyi şuurunda düşündüğü canlılar üzerinde titreştirebilirler. Nerede olurlarsa olsunlar kuantum teorisine göre fiziki olanı fiziki olmayan enerjiyle etkileyebilirler. Şifa göndermenin temel gerçeği bundan ibarettir. (Düşünce gücüyle maddeyi etkilemekte yine aynı prensibe dayanır).

 

En önemli olan; bir şeyi tasarlarken içinizde sevgi titreşimlerinin daimi ve saf olmasının sağlanılmasıdır. Bu, ilahi zekanın yaratma prensibinde vardır. Kainat kurulduğundan itibaren değişiklikler ve gelişmeler yüksek zeka tarafından yapılan planın tatbikatından başka bir şey değildir. Fiziki bilgi açısından bakıldığında şuurumuz olayların analizini sınırlı mantık içinde yapmaktadır. Asıl gerçek, şuur ötesi boyutunda mantık dışında kalır. Şuur üstü olayların sebebinin yalnız ilahi zekanın planı gereğince yapıldığını bilir ve tabii karşılar.

 

Şuurda üzüntüye sebep olan yanlış düşünceler salgı bezlerindeki ifrazatı etkiler. Hormonlarda hastalıklara sebep olurlar. Etrafınızdaki ve medyadan işittiğiniz üzüntülü haberlerin etkisi altında kalmayın. Burada olmanın maksadını yüksek şuurunuza uyumlanarak algılayın.Varolmanızın sebebini bilirseniz ilahi görevinizi doğru yaparsınız. Ruhi tekamülünüzün tek yolu budur. Kendinizi ilahi sevginin kucağına bırakın. Eski elbiselerinizi bıraktığınız gibi aslınız olan ruhunuz bir gün bedeninizi terk edecektir.

 

 

IŞIKTAN HIZLI PARÇACIKLAR

 

Doç. Dr. Haluk Berkmen

 

Avrupa'da 18. yüzyılda gelişen "Aydınlanma" dönemi aslında bir tepki felsefesidir. Zira, orta çağ adı verilen karanlık dönemde insanlar din adına korkunç işkenceler görmüşlerdir. Hatta meydanlarda, herkesin gözü önünde, ateşte yakılmışlardır. Bu türden, tamamen akıl ve mantıktan yoksun, vahşi davranışlara karşı bir tepki olarak aklın ve mantığın esas ölçüt olması gerektiği görüşünü savunmuştur, düşünürler.

 

Bu noktaya kadar tamam. Fakat akıl ve mantığı her türlü bilginin şekillendiricisi olarak kabul etmek, bir felsefe değil bir ideoloji olmaktadır. Zira ideoloji, kısıtlayıcı, inanç içeren, tek yönlü bir bakış açısıdır. 18. yüzyıla kadar din ideolojisi her türlü dünyevi ve uhrevi yaklaşımın tek ölçütü olduğu gibi, 18. yüzyıldan itibaren akıl ve mantığın süzgeci tek ölçüt sayılmaya başlanmıştır. Sezgiler ve içe bakış red edilmiş, onların bilimde yer alamıyacakları savunulmuş ve dış gözlemle deney esas tutulmuştur.

 

Günümüzde bu dışa dönük ve tümüyle nesnel bakış açısı sorgulanmaktadır. Her nekadar nesnel (objektif) bakış açısı tarafsız olduğunu savunsa dahi, gene de dış dünyanın bir yorumu olmaktan öteye gidememektedir. Dış dünyadan duyu organlarımıza ulaşan birtakım verileri biz yorumlayarak anlayabiliyoruz. Hiçbir zaman dış dünyanın aslını, esas dokusunu bilemiyoruz. Pozitif bilimler, ölçümü esas olarak kabul ederler. Her olayı ve nesneyi ölçmek isterler. Zira pozitif bilimlerin dili matematiktir ve matematiğin abecesi de sayılardır. Matematiksel bir ifade sayısal bir ifade demektir. Sayı ise ölçüm gerektirir.

 

Ancak, doğada her türlü yapı ve oluşum ölçülemez. Uzayın sonsuz büyük boyutları ve elementer parçacıkların sonsuz küçük boyutları söz konusu olduğunda ölçüm yapmakta temel zorluklarla karşılaşıyoruz. Bu zorluklar daha hassas ve güçlü aletler geliştirerek giderilebilecek türden zorluklar değildir. Yani ölçüm tekniğinin bir limiti bulunmaktadır ki, bu limit hem pratik hem de kuramsal olarak aşılamaz.

 

Ayrıca, kendi içimize dönüp baktığımızda sevgi, aşk, kin, nefret vs..gibi hislerin var olduklarını kabul ediyoruz ama bunları sayıya döküp ölçemiyoruz. Bu bakımdan günümüzün bilimi özneyi dışlar. Özneden gelen bilgileri yok sayar. Sadece nesnel bilgilere değer verir. Yani günümüzün bilimi katılımcı değil, gözlemci bir bilimdir.

 

Günümüzün postmodern felsefesi bu yaklaşımı sorgulamaktadır. Zira gözlem yaparak gerçeği bulmak mümkün değildir. 20. yüzyılda gelişen "kuantum kuramı" gözleyen ve gözlenenin bir bütün oluşturduklarını ve bunların birbirlerini etkilediklerini iddia etmiştir. 1982 yılında ise deney yoluyla bu iddianın doğru olduğu kanıtlanmıştır. Yani, biz gözlem yaparak dış dünyayı olduğu gibi değil, kendi görüş ve inancımızı da katarak algılıyoruz. Alet kullanarak ölçüm dahi yapsak gene de aletin verdiği sayıları yorumlamak gerekiyor. İşte bu noktada kendi görüş ve inançlarımız devreye giriyor. Genelde deney ve gözlemler bir kuramı doğrulamak veya red etmek için yapılır. Yani temelde bir görüş söz konusudur. Eğer gözlem ve deneyler bu görüş ile açıklanamazsa yeni bir görüş getirilir. Ama yeni görüş de sadece bizim zihnen yaratmış olduğumuz bir modelden öteye gitmez. Doğanın aslına yine ulaşamayız.

 

Doğayı anlama uğraşımız daima bir ikilem içermektedir. Herhangi bir nesnenin varlığından söz edebilmek için o nesneyi çevresinden yalıtmak ve belirtmek durumundayız. Nesnenin kendisi ile içinde bulunduğu arka zemin ikilemi (ayırımı) olmadan ne bilim yapılabiliyoruz ne de kavram üretilebiliyoruz. Bu düalistik (ikilemci) yaklaşımımız sonucunda evrende her varlığın bir karşıtını ve her etkinin bir tepkisini bulmaktayız. Maddenin karşıtı olan anti-maddeden ve çekici kuvvetlerin karşıtı olan itici kuvvetlerden söz ediyoruz. Ancak, bizlere farklı gibi görünen bu olgular, bir madalyanın iki yüzü gibi, tek bir gerçeğin iki farklı tezahürü (yansıması) olarak algılanmalıdır. Zira, doğanın aslında ikilik değil teklik vardır. Fakat varlıklar aleminde ikilikten de kaçış yoktur. İkilik olarak algıladığımız her olgunun altında gizli duran bir temel simetri yatmaktadır. Evrende her varlık, en küçükten en büyüğe, bu temel simetriyi yansıtır.

 

Işık konusunda, örneğin, 'ışık hızı' aşılması mümkün olmayan bir limit hız olarak kabul edilir ve tüm evrenin sadece ışıktan yavaş hareket eden parçacıklardan ibaret olduğu var sayılır. Oysa ki görelilik (rölativite) kuramına göre ışık hızından daha yüksek hızlarda hareket edebilen parçacıklar var olabilmektedirler. Takiyon adı verilen bu parçacıklar zamanda geriye doğru gitmekte ve sanal kütleli olmaktadırlar. Işıktan hızlı ve sanal kütleli parçacıkları hiçbir aletle gözleyemeyiz. Sanal (imajiner 'kök içinde eksi bir sayı') kütleli bir parçacığı gözlemek mümkün değildir, çünkü sanal kütle ölçülemez. Bir diğer zorluk da Takiyonların gelecekten geçmişe hareket etmelerinden dolayı bizim ölçüm aletlerimizle girişime girmelerinin olanaksız oluşudur. Biz, neden sonuç içinde geçmişten geleceğe gelişen olayları ölçeriz. Tersini ölçemeyiz, zira evrenimizde nedensel olaylar hep geçmişten geleceğe doğru gelişirler.

 

Bu nedenselliğin bir diğer yansıması da Termodinamiğin ikinci prensibinde belirir. Bu prensibe göre kendi haline bırakılan kapalı bir sistem içindeki parçacıklar hep düzenli bir dağılımdan en düzensiz dağılıma doğru hareket ederler. Bir kapalı kap içindeki hava molekülleri her tarafa eşit miktarda yayılırlar. Bir köşeye toplanıp diğer hacmi boş bıraktıkları görülmez. Yani doğada hep düzenden düzensizliğe doğru bir değişim vardır. Bunun nedeni ise evrenimizin ışıktan yavaş hareket eden maddesel parçacıklardan oluşmuş olmasıdır. Bu nedenle de zaman geçmişten geleceğe doğru ilerler, gibi görünür bizlere.

 

Peki ama Takiyonlar nasıl davranırlar? Işıktan hızlı hareket ettiklerine göre onların termodinamiği bizimkinin tam tersi olacaktır. Düzensizlikten düzene doğru hareket edeceklerdir. Işıktan hızlı hareket ettiklerinden onların en yavaş hızı da ışık hızı olacaktır. Takiyonlar düzen sağlayıcı parçacıklardır ama bizim evrenimizle etkileşmeleri mümkün müdür? Evet, bunu da Kuantum kuramının belirsizlik prensibi sağlar. Nasıl ki radyoaktif bir çekirdek aniden bir gama ışını salarsa ve bu ışın ne zaman salınacağı bilinemezse, aynı şekilde hudut bölgede (ışık hızı bölgesinde) Takiyonlar bizim evrenimize geçip etkileşirler. Bu olaya 'Tünel

 

Olayı' da denir. Bir tünelden geçer gibi bir başka alemden (evrenden) bizim evrenimize geçerler ve anlık bir etkileşme ile tekrar kendi evrenlerine dönerler. Bu öylesine kısa bir süredir ki "on üzeri eksi kırk saniye" gibi bir süre içinde etkileşme sona erer. Ama olay sürekli bir tekrar içindedir. Bu kısa süreyi ölçecek hiçbir alet henüz yoktur, olacağı da şüphelidir. Zira belirsizlik prensibi dolayısıyla ölçülen hakkında kesin bir bilgi de edinmek olanaksızdır. Şimdi Takiyonların etkisini görelim.

 

Sanal kütleli Takiyon evreni bizim evrenle çok kısa süreler içinde etkileşmektedir. Her etkileşme bir ufak değişim, bir yeni denge durumu demektir. Gündelik hayatımızdan bir benzetme yaparak anlamak istersek alternatif şehir ceryanına benzetebiliriz. Şehir ceryanı sürekli olarak artıp azalır. Yani, sürekli olarak çok kısa aralıklarla bir var olur bir yok olur. İşte Takiyonlar bu tür bir etki ile evrenimize düzeni getirmektedirler. Işıktan yavaş hareket eden parçacıklar Entropiyi (düzensizliği) arttırırken, gelecekten geçmişe hareket eden Takiyonlar Entropiyi azaltarak düzeni sağlarlar. Sonuçta bizim evrenimizde gördüğümüz her türlü doğa yasasının nedeni Takiyonların getirdiği etkidir.

 

Olaya Takiyonların yarattığı iki zıt kuvvet olarak da bakabiliriz. Takiyonların her var oluşu bir itme kuvveti ve her yok oluşu bir çekme kuvveti yaratıyor da diyebiliriz. Bu durumda sürekli olarak itme ve çekme kuvvetlerinin denge durumu söz konusudur. Bu iki kuvvet birbirlerine eşit veya çok yakın iseler nesne varlığını sürdürür veya çok yavaş bir değişim içinde olur. Eğer bunlardan bir tanesi diğerine göre hayli üstün ve güçlü ise cisim ya büyür ve genişler veya küçülür ve daralır. Evrende her var olan bu tür bir değişim içinde değil midir? Yıldızlar ve galaksiler dahi doğuyorlar ve belli (bize göre oldukça uzun) bir süre sonra da yok oluyorlar.

 

Yeni Çağ bilimi Takiyonların da varlığını kabul etmek durumundadır. Zira evrende her varlığın bir simetrik karşıtı olması gerekmektedir. Ancak bu simetrik karşıta bir hasım olarak değil, aynen Yin ve Yang gibi, bütünsel teklikten doğan tamamlayıcı bir eş olarak bakmak gerektiği kanısındayım.

 

HOLOGRAFİK İNSAN

 

Doç. Dr. Haluk Berkmen

 

Yirmi birinci yüzyıla girmiş olmamıza rağmen, hala pek az ilerleme kaydetmiş olduğumuz konulardan biri de beynin yapısıdır. Özellikle belleğin beyindeki yerini tespit etmek için çalışmalar halen devam etmektedir. Bir bakış açısına göre bellek beyin içinde yaygın bir şekilde vardır, veya diğer bir deyişle, belleği oluşturan tüm bilgiler kodlanmış olarak çeşitli beyin bölgelerinde kayıt edilmiş durumdadırlar.

 

Bu tür özelliklere sahip bir fiziksel sistem geliştirilmiş durumdadır ve adı da Hologram´dır. Belleğin bir hologram olarak beyinde kayıt edildiğini iddia eden beyin cerrahı Karl Pribram 1969 yılında Holografik Model görüşünü ileri sürmüştür.

 

Holografik Modeli anlayabilmek için holografik kayıt sistemini anlamak gerekir. Hologram, monokromatik (tek renkten oluşmuş) ışık kullanarak yapılmış olan bir tür fotoğrafa benzer. Ancak, ayrıntıya girildiğinde fotoğraftan da oldukça farklı olduğu görülür. Tek bir dalga boyu (renk) içeren ışık hüzmesi ikiye bölünerek biri hologramı yapılacak olan cisme, diğeri ise doğrudan kayıt eden ortama (fotoğraf kağıdına) yöneltilir. Cisim üstünden yansıyıp kayıt ortamına ulaşan ışık hüzmesi diğer (doğrudan gelen) hüzme ile girişime girer. Sonuçta bu iki hüzmenin girişim çizgileri kayıt ortamında sabitleşir. Cisim kaldırıldıktan sonra, aynı tek renkli ışık hüzmelerinden biri kayıt ortamından yansıtılıp diğer hüzme ile havada girişime girdiğinde uzayda üç-boyutlu cismin görüntüsü belirir. Cismin üç-boyutlu görülmesinin nedeni bir mercek kullanılmamış olmasıdır. Fotoğraftan farklı olarak, cismin iki boyutlu tek bir görüntüsü yerine cismin çeşitli bölgelerinden yansıyan pek çok ışık dalgasının, yaygın bir şekilde, girişim çizgilerinin kaydı yapılmış olmaktadır.

 

İnsanın bir kendi iç elektriksel dalgaları ve bir de duyu organlarından gelen elektriksel-kimyasal dalgaların girişimi beyinde nöronların karmaşık bağlar kurup holografik olarak bellek dediğimiz bilgi deposunu oluşturmaları pekala mümkündür. Hologramın ilginç bir özelliği da kayıt ortamının ufak bir parçasında dahi cismin 3-boyutlu görüntüsünü yeniden oluşturacak bilgilerin tümünün depolanmış olduğudur. Şu halde beynin herhangi bir ufak parçası dahi belleğin tümünü barındırabilecek özelliklere sahiptir. Demek ki kayıt eden ortamın her bir noktasında tüm bilgi kodlanmış durumdadır ve bu ortamın en küçük parçası dahi bütün hakkında tüm bilgileri barındırmaktadır.

 

Holografik kayıt bize çok büyük ve çok karmaşık bir yapının dahi çok küçük bir bölgeye kodlanarak sığabileceğini göstermektedir. Sadece insan değil her canlı varlık evrenin bir holografik kaydı olabilir. Aynı görüşün bir başka ifade şekli de insan yapısında evrenin tüm bilgilerinin kodlanmış olabilecekleridir. Bu ifadeyi sadece beden veya bellek olarak değil, tüm ruh-beden bütünlüğü çerçevesinde anlamak gerekir. İnsan kendini tanımakla kendinden çok daha büyük ve karmaşık bir gerçekle tanışmış olur. Kendini tanıyan insan bir yandan birlik duygusuna erişirken öte yandan sonsuzlukla da temasa geçmiş olur. Zira evrenin uzay-zaman sonsuzluğuna holografik olarak zamanda 'şimdi' ve mekanda 'burada' noktalarından sıçrama yapmak mümkündür.

 

İnsanla evren arasındaki bu yakın ilişkiye değinmiş olan fizikçi, (1930'lu yıllarda Nobel fizik ödülünü de kazanmış olan) Paul Dirac'tir. Dirac'ın ileri sürmüş olduğu Antropik Prensibine göre "Fizik biliminde bazı sabit sayılar az bir miktar farklı olsalardı evrenimiz bugünkü durumuna asla ulaşamazdı ve bu çok farklı oluşan evrende insan da ortaya çıkamazdı". İnsan evrende tesadüf eseri oluşmuş bir varlık değildir ve evrenle bütünsel bir ilişki içindedir.

 

Antropik Prensibin 'İnsanı merkez yapan prensip' olduğu sanılabilir. Oysa ki, bu yaklaşım ben-merkezci (egoist) bir bakış açısı olmayıp sadece insanı dışlamış olan nesnel bilime öznel insan yapısını katmak olarak algılanmalıdır. Zira evreni gözleyen ve evren hakkında fikir yürütüp model geliştiren insan ile evren 'içiçe'dirler. Bu ilişki sadece yerel olmayıp zaman ve mekândan bağımsız, bütünsel bir ilişkidir.

 

Eğer insan varlığın bütünsel bir holografik kaydı ise bu kayıtta zaman ve mekandan bağımsız, çok eski dönemlerden kalma, bilgiler, tecrübeler, imgeler ve simgeler bulunabilir. Hatta Sigmund Freud ile aynı dönemde yaşamış olan Carl Gustav Jung'un iddia ettiği gibi 'arketipler' dahi bulunabilir. Arketipler en eski dönemlere ait modeller, imgeler ve simgelerdir. Örneğin, insan arketipini 'Anima' (dişi) ve 'Animus' (erkek) arketipi olarak iki temel motif veya kavram olarak düşünebiliriz.

 

Anima, doğuran ve koruyan dişi özelliği ile doğayı ve doğa güçlerini temsil eden bir Tanrıça motifi olarak insanlık tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Eski toplumlarda Ana-Tanrıçalara büyük önem verilmesi, insan yaşamının doğaya bağlı oluşu ve toprak ürünlerinden bolluk ve bereket beklentisi ile yakından ilişkilidir. Anadolu ve Mezopotamya Tanrıçaları hep bolluğu ve bereketi simgeliyorlardı. Animus ise, insanın bedensel (kas) gücünü ve uygulayıcı yönünü belirtir. Ayrıca, Anima her erkeğin hissi ve duygusal yanını, Animus ise her dişinin karar veren yönetici yanını temsil eder. Öyle anlaşılıyor ki, her insanda holografik olarak kayıt edilmiş olan hem erkeklik hem de dişilik özellikleri bulunmaktadır. Bu özellikler birbirleri içinde uyumlu bir girişim ve kaynaşım içinde oldukları sürece insan dengeli ve huzurlu olur. Birinin diğerine fazlaca üstün gelmesi halinde karşı cinsi etkileyip kontrol altına almak arzusundan doğan dengesiz bir karakter ortaya çıkar. Doğru olan Yin-Yang simgesinde olduğu gibi, birleşmiş ve kaynaşmış, dengeli bir kişilik elde edebilmektir.

 

Yin-Yang simgesi, bir daire içinde siyahla beyazın simetrik ve estetik girişimidir. Yin-Yang simgesine benzeyen diğer bir simge de 'Mandala' denilen şekildir. Bu şekilde evrensel belleğin etkisini görmek mümkündür. Carl Jung tedavi ettiği hastalara serbest resim çizmelerini istemiş ve birçoğu mandala simgesini çizmiştir. Onlar için mandala genellikle birliktelik ve bütünsellik ifade etmektedir. Dıştaki daire evreni, kozmozu belirtirken içteki artı işareti veya yıldız insanı simgeler. İkisi bir arada evrenle bütünleşmiş, tüm varlık içinde birliğe ulaşmış insanı simgelerler. Ortadaki 8 yapraklı Lotus çiçeği aydınlanmış insanı, yani Budha öğretisindeki 8-katlı yolu izleyen bilge kişiyi simgeler. Yin-Yang motifi ile mandala motifi arasında birçok benzerlikler vardır. Her ikisi de ruh-beden birlikteliğine ulaşmış insanı simgelerler ve de holografik bir kayıt olarak evrenin bütünlüğünü yansıtırlar.

 

Evrendeki temel simetriden "X" dergisindeki birçok yazımda söz ettim. En büyükten en küçüğe kadar tüm varlıklar arasındaki bu benzerlik ve ortak gizli simetri holografik bağların varlığına işarettir. Bizim için önemli olan bu bağların farkına varmak ve sonsuzlukla iletişim içine girebilmektir. Medyumların, şamanların (kamların), şifacıların, Reiki enerjisi ile temas kuranların ve telepati gücüne sahip olanların pratikte yaptıkları, bu farkındalığı uygulamaya koyarak insanlığa faydalı olabilmektir.

 

Klasik bilim bu gibi öznel güçleri görmezden gelse de Yeniçağ biliminin insan-evren ilişkisine önem vereceği kanısındayım. Çünkü insan evrenden kopuk, bağımsız bir nesne olmadığı gibi, tam tersine evrenin küçük bir modeli, bir holografik kaydıdır. Burada insanın özel bir konumu olduğunu söylemek istemiyorum. Canlı veya cansız her varlıkta bu holografik kayıt değişik seviyelerde olduğuna göre, her varlığın da insanın olduğu kadar önemi ve evrende insana eşdeğer bir konumu vardır. Unutmayalım ki, holografik kayıttan eksiltilen her parça bütünsel gerçeğin biraz daha bulanık hale gelmesi ve netliğini kaybetmesi sonucunu doğurur.

Bu bakımdan, her insan kendindeki holografik kaydın farkına varıp, onu hem kendi hayrına hem de bütünün hayrına kullanabilirse bütünsel gerçek daha net olarak ortaya çıkabilir.

 

BÜTÜNCÜL EVREN

 

Doç. Dr. Haluk Berkmen -Fizik-

 

 

Yaklaşık bir yüzyıldır pozitif, 'olgu' bilimin yararlarını mühendislik ve tıp alanlarında görmekteyiz. Olguculuk, tarihsel olarak, Avrupa'da Aydınlanma dönemi ile gelişen yeniçağ bilimlerindeki başarıların bir sonucudur. Deney ve gözleme dayanan olgu bilimin en güçlü aleti ise matematiktir.

 

Doğayı açıklamak için kullanılan matematik büyük çapta insan ürünüdür. Doğada sadece 'Rasyonel' ve 'İrrasyonel' dediğimiz pozitif sonlu ve sonsuz sayılar vardır. Örneğin tam sayılar ve tam sayıların bölümünden oluşan kesirli sayılar rasyonel iken 'pi' sayısı veya 'kök 2' sayısı irrasyonel sayılardır. Öte yandan, eksi sayılar ve sanal sayılar doğada yoktur. Hatta sıfır sayısı bile yoktur doğada. Boşluk olarak tanımlanan 'vakum' kesinlikle mutlak boşluk değildir. Zira doğa boşluğu sevmez. Yıldızlar arasındaki hava boşluğu aslında elektromagnetik enerji ile dolu olup boş değildir. Yani sıfır kavramı da insan zihninin yarattığı bir düşünce ürünüdür. Şu halde doğayı açıklamak için kullanılan matematik de insan zihninin ürünüdür.

 

Yirminci yüzyılın başlarında geliştirilmiş olan Kuantum kuramına göre gözleyen ve gözlenen birbirinden ayrı ve bağımsız değildir. Biz (bilim adamları) bir doğa olayını gözlerken onun bir matematik modelini yaparak anlamaya ve açıklamaya çalışıyoruz. Yani, akıl ve mantığımızı kullanarak doğanın kendisini değil, kendimizi, kendi zihnimizi ortaya koymuş oluyoruz. Örneğin, ışık ile yapacağımız bir tür deney bize ışığın dalgasal bir yapıya sahip olduğunu söylerken, bir diğer farklı deney ise ışığın küçük enerji paketleri olan ve parçacık gibi davranan foton'lardan meydana geldiğini söyler. Şu halde ışık hem dalga özelliğine sahiptir hem de parçacık.

 

Sadece ışık değil tüm 'madde' dediğimiz nesneler dalga ve parçacık özelliği gösterebilirler. Zira her nesne aslında bir enerji türüdür. Enerji türleri ise kesin hudutlarla belirtilemeyen ve sürekli değişim içinde olan yapılardır. Kuantum kuramı maddeyi enerji olarak tanımlar ve maddeler arası etkileşimleri enerji alanlarının etkileşimi olarak görür. Demek ki tüm evreni birtakım enerji alanlarının ortamı olarak görebiliriz. Hareket ise enerji alanları arasında bir çeşit alış-veriş veya dalgalanma olarak açıklanabilir.

 

Aynı durum insanlar için de söz konusudur. Her insan bir enerji alanıdır. Her insan çevresi ile sürekli enerji alış-verişi yapmaktadır. Beslenmeden tutun da büyümeye, hatta düşünmeye kadar her hareketimizde bir enerji alış-verişi vardır. Fiziksel bedenin çevresinde de göze görünmeyen bir enerji alanı bulunmaktadır. Bu alan da çevredeki diğer enerji alanları ile etkileşir, titreşime girer ve rezonansa ulaşır. Bu olayı aynı titreşen bir diapazonun diğer bir diapazonu da titreştirmesine benzetebiliriz. İki diapazon aynı rezonans frekansına sahipse birine vurduğumuzda diğerinden de ses gelir.

 

Kuantum kuramı için 'zaman' ölçülebilir bir büyüklük değildir. Mutlak zaman diye bir şey yoktur. Zaman her cismin bulunduğu uzay bölgesine ve hızına bağlı olarak değişen göreli bir kavramdır. Ancak zaman tamamen hayal ürünü de değildir. Sadece sürekli değişebilen yumuşak bir yapı olduğunu bilmek ve zamana fazlaca önem vermemek gerektiğini belirtmek istiyorum.

 

Önemli olan 'an'dır. Her olayın oluştuğu an önemlidir. Bizler sürekli an içinde varlığımızı sürdürürüz. An kavramı ise noktaya benzer. Nasıl ki noktanın boyutu yoksa an'ın da boyutu yoktur. Zaman ise bir süre içerdiğinden çizgi gibidir. Nokta boyutsuz olup çizgi tek boyutlu bir yapıdır. Bunlar birbirine indirgenemez. Aynı şekilde zaman da an'a indirgenemez. Fakat an denilen noktasal zamanın sonsuzluğa açılabilen bir özelliği vardır. Diğer bir ifade ile, an içinde kalabilen insan zaman ötesi ilişkilere girebilir. Bu tür yerel olmayan ilişkileri Kuantum kuramı da kabul etmektedir. Kuantum Kuramı şu savı doğrulamıştır:

 

"Eğer bir yapı başlangıçta bir bütün oluşturmuş ise, o yapıyı parçalasanız dahi parçalar arasında etkileşim yerel olmayan bir biçimde devam eder."

 

Bu ifadenin anlamı şudur. Bütün parçalarından fazladır. Bütünü oluşturan parçalar, bütünden ayrılsalar dahi bütünle etkileşmeye devam ederler. Parçalar bütünden tamamen bağımsız bir varlık sürdüremezler. Parçalar arası ve bütün ile parçalar arasında yerel olmayan bir etkileşim vardır. Parçalarda hem bütünü hatırlayan (asıl yapıyı unutmayan) özel bir hafıza vardır hem de yeni dış etkilerden birbirlerini haberdar etme yeteneği vardır. Bu özel hafızaya "korunum yasası" da diyebiliriz. Doğa varlığını korunum yasaları sayesinde sürdürür. Eğer korunum yasaları olmasa ne madde oluşur ne de düzgün hareket.

 

Bir örnek olarak dünyanın güneş etrafındaki dönüşü vereyim. Dünya güneş etrafında düzenli bir şekilde döner. Ne güneşin içine düşer ne de kopup uzayda kaybolur. Dünyanın dönüşünden oluşan 'merkazkaç' kuvveti ile güneşin çekim kuvveti her an dengededir. Ancak dünya bir daire boyunca dönmez bir elips boyunca döner ve güneş bu elipsin odak noktalarının birindedir. Bu nedenle dünyanın hızı değişkendir. Güneşe yaklaşırken hızlanır, uzaklaşırken yavaşlar. Nedeni ise açısal momentumun korunumudur. Eğer bu korunum yasası olmasa mevsimler bu kadar düzenli olmaz, dünya yörüngesinde kalamazdı. Korunum yasaları parçalar ile bütün arasındaki yerel olmayan ilişkinin devamını sağlarlar. Eğer bu parçalardan herhangi birine bir dış etki olursa bütün anında etkilenir ve bu dış etkiden haberdar olup kendini yeniden düzenler.

 

Evren de aynı şekilde bölünmez bir bütündür. Bizim uzayda ayrı birer nesne olarak gözlediğimiz yıldızlar, nebüla ve galaksiler belli bir dönemde bir arada bir ateş topu şeklinde bir bütün oluşturmakta idiler. Bu ateş topunun etrafa saçılıp genişlemesi sonucu bugünkü evren oluştuğuna dair görüşler ve işaretler vardır. Uzayda görünen her cismin bir ilk büyük patlamadan oluşmuş olduğu iddiası vardır. Bu görüş doğru ise eğer, evrende her nesne diğer her nesne ile yerel olmayan bir iletişim içindedir. Her nesne aynı zamanda enerji olduğundan evrende bütünlüğü sağlayan evrensel enerjinin varlığından söz edilebilir.

 

İnsan istediği taktirde evrensel enerjiyi harekete geçirip yerel olmayan bir iletişim kurabilir. Buna 'İstek Yasası' diyebiliriz. Bu yetenek her insanda vardır, ama istek olmadıkça yetenek harekete geçmez. İnsan kendini beş duyu ile kısıtlamadığı taktirde istek yasasını harekete geçirerek birçok açıklanması zor olan işler başarabilir. Öncelikle an içinde bulunmak ve trans (vecd) haline geçerek zaman kavramından uzaklaşmak gerekir. Bu yasayı harekete geçirebilen Asya Türklerinin Kam dedikleri şaman kişilerden söz edeyim. Kamlar manevi güçlerini kullanabilen ve bu sayede elde ettikleri bilgileri uygulayabilen insanlardır. Kamların evrensel enerjiye hakimiyetleri şu alanlarda belirir.

 

1.) Hastalıkların tedavisi (Şifacılık).

2.) Ruhsal irtibatlar (Medyumluk)

3.) Kehanet çalışmaları (Duyular ötesi algılar).

4.) Doğa olaylarını etkileme.

5.) Diğer insanlarla ruhsal etkileşme.

 

Tüm bu faaliyetler Maji (İlm-i-Ledun) olarak algılanmış ve pozitif bilim tarafından red edilmiştir. Ancak insanın kendi hayrına olduğu kadar bütünün hayrına yapılan bu tür faaliyetler İstek yasası sayesinde olur. Örneğin, şifacılıkta önemli olan hasta kimsenin şifa bulmak için gösterdiği istektir. Bu istek olmadan şifacı başarılı olamaz. Keza medyumluk da isteğe dayanır. İnsan istemedikçe kendisine hiçbir ruhsal bilgi aktarılmayacaktır. Duyular ötesi algılama da aynı şekilde istek yasası sayesinde gerçekleşir.

 

Evrende bir de temel bir benzeşim olduğunu söyleyebiliriz. Çekirdek etrafında dönen elektronlardan oluşan atom ile güneş etrafında dönen gezegenlerden oluşan güneş sisteminin benzeşimi bir tesadüf değildir. Bu temel benzeşim adeta bir doğa yasası gibidir. İstek yasasını kullanarak Benzeşim yasası denebilecek bir mekanizmayı harekete geçirmek mümkündür. Doğa olaylarını ve diğer insanları etkilemek için yapılan törenlerde temel yaklaşım Benzeşim yasasıdır. Örneğin Avustralya yerli toplumlarında yağmur yağdırmak için yapılan törende katılanlar sağanağa yakalandıklarında yapacakları hareketleri taklit ederler. Bu taklitte Benzeşim yasası geçerlidir. Benzeşme yoluyla taklit edilen gerçekleşecektir. Aynı şekilde, eski dönemlerde, bir insanı veya hayvanı etkilemek için ona benzeyen bir heykel veya resim yapılır ve benzeşim yasası ile simge üzerinde çalışılırdı. Örneğin eski mağara dönemi insanları ava çıkmadan önce avlamak istedikleri hayvanın resmini duvara çizer ve bir de mızrak saplarlardı. Böylece resim ile ertesi gün oluşacak gerçek olay arasında benzeşim yoluyla bir bağ oluşturmayı amaçlarlardı. Birçok eski mağara resim ve heykellerinin esas nedeni budur.

 

Bu tür yaklaşımda şu mantık geçerlidir. "Bugün nasılsa yarın da öyle olsun. Burada nasılsa orada da öyle olsun". Görülüyor ki istek yasası ve benzeşim yasası uygulanırken ne zaman ne de mekan bir kısıtlama getirmiyor. Gerçekten de zaman ve mekan büyük çapta kendi kendimize akıl ve mantığımızla yarattığımız birer kısıtlamadır. Ruhumuz ne zaman ne de uzay ile kısıtlıdır. Ruhumuz evrenin enerjisi ile etkileşim haline girdiği taktirde hiçbir olayın tesadüf olmadığını anlar. "Tesadüf" dediğimiz şey, bizim olaylara nesnel olarak bakışımızdan kaynaklanır. Olayların uzay ve zaman içinde birbirlerinden bağımsız bir şekilde oluştuklarını varsaydığımız sürece tesadüfi bir şekilde geliştikleri kanısına kapılırız. Oysa ki her varlık diğer her varlıkla sürekli bir ilişki içindedir. Bu gerçeği en iyi sezebilenler mistik yönlerini inkar etmemiş olan kişilerdir.

 

Paralel Evrenler

 

Bilimadamları artık paralel evrenlerin hatta sayısız paralel evrenin var olduğunu ve bizim de o evrenlerden birinde yaşadığınızı düşünüyorlar. Diğer evrenler; zaman, uzay ve maddelerden oluşuyor ki bazılarında siz de farklı bir formda yaşıyor olabilirsiniz. Yine ilginçtir, bilimadamları bu paralel evrenlerin bize olan uzaklıklarının bir milimetreden az olduğuna inanıyorlar. Aslında yerçekimi de bizim evrenimizle beraber varolan başka bir evrene dair küçük bir ip ucu.

 

Paralel evrenler yılarca belirsiz bir konu olarak kaldı. Bilimkurgu yazarları, var olabilecek farklı kainatlar üzerine yorum yapmaktan hoşlanıyorlardı. Bir keresinde Elvis Presley'in hala yaşıyor olabileceği ya da İngiliz İmparatorluğunun hala tüm gücüyle hüküm sürüyor olabileceğini söylediler. Muhafazakar bilim adamları ise tüm bunların absürd olduğunu ileri sürdüler. Oysa şimdi görülüyor ki bu iddia aslında çok da absürd değilmiş. Paralel evrenler var ve birçok bilimkurgu yazarının yazmaya cesaret edebileceğinden çok daha farklılar.

 

Çok Daha Büyük Boyutlar

 

Hepsi superstring teorisinin, hiperuzay ve kara delik olgularının bilimadamlarının varolan evreni tanımlamaya yetecek üç boyutun yeterli olmadığını anlamalarına neden olmasıyla başladı. Aslında tam 11 boyut olduğu düşüncesinde bazı bilimadamları. Araştırmayı bitirdiklerinde evrenimizin sallandıkça yer değiştiren sayısız baloncuğun arasında duran bir baloncuk olduğu sonucuna varmışlardı.

 

Bir düşünün: ya iki "baloncuk evren" birbirine çarparsa? Cambridge Üniversitesi' nden Prof.Neil Turok, Pennsylvania Üniversitesi' nden Prof.Burt Ovrut ve Princeton Üniversitesi' nden Prof.Paul Steinhardt bunun yaşandığına inanıyorlar. Peki ya sonuç? Büyük bir Big bang ve sonunda yeni bir evrenin- bizim evrenimizin- oluşumu. Bu fikir tüm bilim dünyasını şaşırttığı gibi uzlaşımsal big bang teorisini de baş aşağı çevirdi. Demek ki Big bang yani büyük patlama herşeyin başlangıcı değil. Bundan önce de zaman ve uzay vardı. Aslında Big bang ler her an olabilmekte.

 

 

Paranormal

 

"Paranormal", uzayda aynı boşluğu dolduran fakat normal şartlar altında birbirleri ile etkileşimi olmadığı varsayılan "paralel dünya veya evren"lere denir Her evren sadece kendisine göreceli olacak şekilde gerçektir. Ne zaman bu evrenler arası ayrım karmaşası olur ve iki evren arası bir etkileşim gerçekleşirse, buna "paranormal olay" denir. "Hayaletler", "ruhlar", "cinler", "zamanda bükülmeler" ve diğer doğa üstü olayların tamamı, paralel evrenlerden birisinin diğeri içerisinde geçici olarak "gerçek" olmasına bağlanabilir. Peki böyle bir şey gerçekten olabilir mi? Cevap olağandışı görünse de: "Evet"tir.

Bilindiği gibi atomu oluşturan atomaltı parçacıklar , "Dalga özelliği" içeren zerrelerine kadar parçalanabilir. Öyleyse her madde dalgalardan oluşur. Bu dalgaların frekans, genleşme, kutuplaşma, vs… gibi çeşitli karakteristik özellikleri vardır. Kuantum fiziğinin, maddenin atom altı boyutunun tuhaf karakterini inceleyen birkaç modeli vardır. Bunlardan birisi de "Paralel Evrenler Teorisidir." Diğer teorilere göre daha fazla açıklama getirmiş olsa da, az anlaşılır olması günümüz bilim adamlarınca geçerli model kabul edilmesini engellemiştir. Bilim adamları günümüzde tercihlerini "Copenhag Teorisi"nden yana kullanmalarına rağmen, aralarında paralel evrenlerin de bulunduğu diğer teorilerle eşit geçerliliği olduğunu itiraf ederler.

 

Dalga boyları aynı maddelerin özniteliklerinin de aynı olduğunu görmek için müspet bilimin çerçeveye bakış açısını biraz genişletmek yeterli olacaktır. Aynı özelliklere sahip dalga boyları birbirlerine göreceli olacak şekilde gerçektir. Diğerlerinden farklı özelliklere sahip dalga boyları olması halinde (Mesela frekans) üstteki durum geçerli olmayacaktır.

Aynı dalga boylarından meydana gelen maddeler evrenleri oluşturur. Diğer dalgalar birbirlerinde etkilenmezler ve farklı frekanslara sahip radyo dalgaları gibi havada birbirleri ile karışmadan varlıklarını sürdürürler.Öyleyse pek çok evren aynı boşlukta var olabilmektedir.

Maddenin doğal dalgasındaki bir iniş çıkış onu diğer evrenlere yaklaştırabileceği gibi kısmen eşleşebilir de. Bu durumda, evrenlerden biri diğeri için gerçek olabilir. Eğer evrende yaşayanlar da bu gerçeklik içinde yer alırsa, hayalet ve ruhlar için bir açıklama getirilebilir.

Eğer ruhlar ve öteki varlıklar diğer evrenin birer parçası iseler, ya evrenler arasındaki frekansı değiştirme metodları geliştirmiş ya da bir kısa bir süre için de olsa bizim evrenimizin bir parçası olmanın yolunu bulmuşlardır. Eğer bu etkileşim tam olarak gerçekleşirse en az herkes kadar somut olurlar, bu etkileşim mükemmelin biraz altında olursa saydamlık söz konusu olabilir; genel izlenim de bu yöndedir. Daha düşük uyumlar yine evrenler arası etkileşim ile sonuçlanabilir fakat bu sonuç gözle görülemeyecek düzeydedir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Zamanda yolculuk

 

"Zaman" belki de dalga boylarındaki frekansların sürekli ve istikrarlı bir değişimidir. Öyleyse "zaman" da paralel evrenler değişimi ile açıklanabilir. Bu da geçen her dakikanın kendisi için paralel bir evren oluşturduğu anlamına gelir. Aslında tüm paralel evrenler farklı zaman dilimleri içerisindeki bu evrendir. Öyleyse zaman akışı vücudumuzu oluşturan maddelerin dalga boylarındaki sürekli ve istikrarlı değişimin sonucudur ve daima bizim bir evrenden başka bir evrene geçmemize neden olur.

 

O zaman bu kurama göre, ruhani dünyalar bir değişim içerisinde olan paralel evrenlerdir. Bu oluşum zamanda yolculuğa da olanak tanımaktadır. Tek yapılması gereken kişinin bünyesini oluşturan maddelerin dalga boyunu değiştirmenin bir yolunu bulmaktır. Eğer bu değişim gerçekleştirilebilirse, şu anki zamandan başka bir zamana yolculuk söz konusu olabilir. Paralel evrenler arası geçiş dizgesindeki aksaklıklar zamanda bükülmenin etkilerini açıklar. O halde hayalet tren, cin vs… gördüklerini iddia eden kişiler aslında geçici olarak başka bir süreç içerisinde yer almışlardır.

 

Çetin BAL: Burdaki zamanda yolculuk kavramı zamanın enerjisel yapıda bir dalga formu olduğuna vurgu yapmaktadır.Bu Bilimsel ifade benim kendi zaman dalgaları kuramımla da benzer olan ve zamanın dalga teorisini destekleyen bir ifadedir.

 

HOLOGRAFİK BEYİN ve HOLOGRAFİK EVREN

 

Beyin adını verdiğimiz, hücrelerden ve moleküler bir yapıdan oluşmuş, bilincimizi ortaya çıkaran yapı, esas itibariyle sonsuz titreşimlerden ibârettir... Hologramik bir yapıdır. Bakın bu konuda Dünyanın en ünlü hocalarından Stanford Üniversitesi Nörofizyoloji kürsüsü eski Profesörü olan, halen Virginia`da Radford Üniversitesi Beyin merkezi başkanı Karl Pribram ile fizikçi Einstein`ın talebesi olan ve 1992`de vefat eden ünlü fizikçi David Bohm`un en son bilimsel bulgularını inceleyen ve yine 1992 sonunda ölen Amerika`lı araştırmacı Michael Talbot, l992 yılında yayınlanan son kitabı "The Holografic Universe"te neler diyor: "Evrenin yapısı tüm bilim adamlarını her zaman meşgul etmiştir. Çeşitli görüşlere ilâveten zaman ve mekâna bağlı olmayan elektron bulutları, meteorlar, kar taneleri bir hayâl âleminde yaşadığımızın göstergeleri olabilirler. Bu görüşü bazı mistikler -sûfiler- de savunmaktadır. Bu konuda günümüzde giderek artan sayıda bilim adamı da aynı görüşleri paylaşmakta; paranormal ve mistik olaylarla, telepati, psikokinesis ve dokunmadan cisimleri hareket ettirebilme özelliklerinin bu nedene nasıl dayalı olabileceğini araştırmaktadırlar.1980`de Dr. Kenneth Ring yaptığı ölüm öncesi deneyleri sonucunda: ölümü, bilincin bir hologramik boyuttan diğerine geçişi olarak tanımlamıştır. 1987`de fizikçi Alain Wolf, yakaza hâlindeki rüyaları, bilincin başka boyutlara seyahati olarak tanımlamıştır.1982`de Paris'te fizikçi Alain Aspect, Teorik ve Uygulamalı Optik Enstitüsünde atomaltı parçacıkların bulutumsu hareketlerinin kesinlikle holografik özellik gösterdiğini deneyle göstermiştir.

 

Bütün bunlardan hareketle şu sıralarda bilim, beynin fonksiyonlarının açıklanmasında, en iyi modelin "hologram" olduğunu kabul etmekte. Pribram 1970`lerde teorisinin doğruluğunu ispatlayacak yeterli delil elde etmişti. İlâveten beynin motor merkezlerinin belli bantlardaki frekanslara tepki verdiğini bulmuştu. Fakat onu rahatsız eden mesele, beynimizde görüntü değil de hologram oluşuyorsa neyin hologramı oluşuyordu? Gerçek ne idi?..Örneklemek gerekirse bir masa etrafındaki topluluğun polaroid filmini çekip, resimde birbirlerine girmiş dalgalar yığını görseniz acaba hangisi gerçektir? Gözlemcinin gördüğü dünya mı? Beynin algıladığı dalgalar mı? "Holografik beyin" modelinin mantıksal sonucu şu: Objektif gerçek diye gördüğümüz dağ, deniz, ağaçlar, evler, lâmbalar, fincanlar mevcut değil; veya en azından, bizim algıladığımız gibi mevcut değil!... Belki de mistiklerin, sûfilerin asırlardır söyledigi gibi, gerçek, sadece bir hayâl âleminde yaşadığımızdır; ve asıl olan dalgalardan meydana gelen bir senfoninin nağmeleridir. Nöro-fizikçi Pribram, burada takıldı; konunun kendi dışında olduğunu düşünüp araştırınca da fizikçi David Bohm'un çalışmalarını buldu!.. Böylece hem kendi sorusunun cevabını aldı, hem de "tüm evrenin hologram yapıya sahip oldoğunu" öğrendi.

 

 

HOLOGRAFİK EVREN: Davit Bohm'un evrenin holografik yapıya sahip olduğu iddiası, atomaltı parçacıkları araştırması sırasında başladı. Kuantum fizikçilerinin şaşırtıcı gerçeği, maddenin bölünebilir en küçük parçasına geldiğiniz zaman, ulaştığınız, parçanın normal davranış göstermediğidir. Çoğumuz elektronun, çekirdeğin etrafında dolaşan minicik bir küre olduğunu düşünürüz. Fakat gerçek bu değildir!. Elektron bazen parçacık davranışı gösterebilir, ancak en-boy-derinlik gibi hiç bir ölçümlemeğe gelmez.Yani bildiğimiz objelerden değildir. Fizikçilerin diğer bir keşfi de elektronun gerek parçacık, gerekse dalga özelliği gösterdiğidir. Bir elektronu kapalı bir televizyon ekranına yönlendirirseniz küçük ışık noktası elde edersiniz. Bu onun parçacık özelliğindendir ama tek özelliği de değildir. Aynı zamanda enerji bulutu şeklinde uzayda dağılan bir dalga gibi de davranır. Hiç bir parçacığın yapamayacağı şekilde, iki deliği olan bir engelden, ikisinden de aynı anda geçebilir. Elektronlar birbirleriyle çarpıştıklarında girişim örnekleri meydana getirirler. Yani hem parça hem de dalga özelliği gösterirler. Bu bukalemun özelliği bütün atomaltı parçacıkları için geçerlidir. Daha önce yanlız dalga hareketi gösterdiği zannedilen herşey içinde geçerlidir. Gama ışınları, X ışınları, radyo dalgaları gibi. Hepsi dalga ve parçacık özelliği gösterir. Bu iki özelliği gösteren şeylere fizikçiler "Kuanta" demektedirler ve evrenin ana dolgusunun olduğuna inanmaktadırlar. Belki de en hayret verici olay kuantanın sadece, bizim baktığımız zaman parçacık özelliği göstermesidir. Fizikçiler, elektronun bakılmadığı zaman, daima dalga hareketi gösterdiğini deneyle bulmuşlardır. Bir yılanın çölde kum üzerinde gittiği gibi, düz hareket ettiğini sandığımız şeylerin aslında, dalga hareketi yaptığını düşünün. Fizikçi Nick Herbert, dünyayı, sadece baktığımız zaman madde görüntüsü veren, aslında durmaksızın akan bir dalga çorbası olarak ifade etmektedir. Bohm'un bulduğu en enteresan hâllerden biri de bağımsız görünen atomaltı parçacıkların birbirleri ile ilişkisidir. Kuantum fizikğinin kurucu babalarından Neils Bohr, atomaltı parçacıkların sadece bir gözlemci tarafından izlendiğinde meydana çıktığına göre, parçacıkların özellikleri ve karakteristikleri hakkında görüş bildirmek anlamsızdır sonucunu çıkarttı. Elektronların gözlemci olmadan da var olduğunu baz aldı. Bu bazla atomaltı parçacıkların bilimle açıklanmayı bekleyen bir boyutu olduğunu keşfetti. Bu duruma "KUANTUM POTANSİYELİ" adını verdi. Bütün uzayda mevcut olduğunu; yer çekimi ile manyetik sahaların aksine, etkisinin uzaklıkla azalmadığını ortaya koydu.

 

Kuantum potansiyeli, parçaların tüm tarafından organize edildiğini söyler!.Bohm, atomaltı parçacıkların bağımsız olmadıklarını söylemekten öte; görünmez herşeyi düzenleyen bir sistemin varlığına öncelik verdi. Bu, plazmadaki ve süper iletkenlikteki elektronların hareketlerini açıkladığı gibi, ilişkilerini de göstermektedir. Yani Kuantum Potansiyel, elektronların gelişi güzel dağılmadığını, kendi başına hareket eden bireylerin oluşturduğu bir pazar kalabalığı gibi değil, organize bir bale dansı gibi olduğunu açıklamaya çalışır. Parçaların, birleşerek meydana getirdiği bir makine değil, yaşayan bir organizmanın, bütünlüğünü oluşturan parçaları görür. İlginç bir sonuç da, Bohm'un kuantum fiziği açıklamasına göre; atomaltı parçacıklarında sâbit bir yer söz konusu olmayacağı için uzayda her yer eşittir ve herhangi birşeyi başkasından ayırmak imkansızdır. Gerçekten Kuantum Potansiyeli uzayda geçerli olduğuna göre, bütün parçacıklar, mekânsız olarak birbiri ile ilişkidedir. Ve evrende sonsuz sayıda sınıflandırılabilecek düzen hiyerarşisi olabileceğini söyledi. Bundan dolayı da, düzensizlik dediğimiz dağılımların dahi, belki de çok yüksek seviyede, bizim bilmediğimiz bir düzenin parçası olabileceğini açıkladı.

 

Hologramı inceledikçe, holografik film üzerindeki girişimlerin, düzensiz gibi görünmesine rağmen gizli bir düzen içerdiğini buldu. Bohm, düşündükçe daha çok ikna oldu ve evrenin akan dev bir hologram olduğu kanısına vardı. 1980`de de bu görüşlerini açıklayan "WHOLENESS AND THE IMPLICATE ORDER" adlı kitabı ile bu görüşlerini açıkladı. Bohm'un en önemli tesbitlerinden biri ise, günlük yaşamımızın gerçekte bir holografik görüntü olduğu idi!. Mevcûdiyetin derinliklerindeki gizli iradeyi vurgulayarak, fizik dünyamızın görüntüleri ile objelerin doğumunun, bir holografik filimden, hologramın doğumuna benzediğini söyledi. Bu en derinde saklı gerçeğe "GİZLİ"; mevcut dünyamıza da "GÖRÜNÜR" düzen dedi. Böyle söyledi, çünkü evrendeki tüm şekillerin, bu görünür ve gizli gerçeklerin sonucu olduğunu gördü. Örneğin elektronların, uzayda her zaman var olmalarına rağmen, sadece incelendiklerinde ortaya çıkmalarını, bu gerçeğe bağladı. Holografik filmi de aynı şekilde gizli, hologramı da görünür; diye değerlendirebiliriz. Bu iki düzen arasındaki devamlı akış, parçacıkların, pozitronium atomunda nasıl şekil değiştirdiğini açıklamaktadır. Bu şekil değişiklikleri tek gibi görünebilir, örneğin, bir elektron gizli kısma geçerken; bir foton çözülüp, görünür hale gelip onun yerini alabilir. Bu da kuantanın bazen parçacık, bazen dalga özelliği göstermesinin açıklamasıdır. Hologram, statik bir görüntü olduğundan, evrendeki katlanıp açılmalardan meydana gelen dinamik hareketi, Bohm, "HOLOMOVEMENT" (holohareket) olarak adlandırdı. Atomaltı seviyedeki yetersizliği, holografik hareket açıklar. Bir şey holografik olarak organize edilirse, orada her türlü mekân anlayışı kalkar. Ayrıca holografik filmin küçük bir parçasının, tümdeki bilgiyi taşıması, bilginin de mekânsızca dağıldığını gösterir.

 

Kozmosta herşey, gizli iradenin kesintisiz holografik yapısı olduğundan; parçalardan söz etmek anlamsızdır!. Bu muslukları, ana kaynağın parçaları olarak anlatmaya benzer. Bu yüzden elektron, ilk temel madde değil; holohareketin bir görünüşüdür. Evrendeki herşey bir halının motifleri gibi TÜME bağlıdır. Einstein, uzay ve mekânın, birbirine bağlı olduğunu söylediği zaman dünya hayret etmişti. Bohm bu görüşü bir basamak daha yükseltti. Ve, "evrende herşey birbirinin devamı olarak süreklilik arzetmektedir" dedi. Bunu gözönüne alınca, herşey, aynı şeydir; "SOM, BÖLÜNMEZ, TEK"

 

Evrende, canlı-cansız ayırımı anlamsızdır. Hareketli ve hareketsiz maddeler ayrılamıyacak kadar iç içedir ve yaşam da evrenin bütünlüğü içinde sarmalanmıştır. Bilincin, yaşamın ve gerçekte herşeyin evrenin dokusunu oluşturması, şaşırtıcı sonuçlar verir. Hologramın bir parçasının, tümün özelliklerini içermesi gibi; eğer ulaşmasını bilirsek, baş parmağımızın ucunda Andromeda galaksisini bulabiliriz! Kleopatra ile Sezar'ın buluşmasını da! Prensipte, geçmiş ve gelecek, uzay ve zamanın, küçük bir kıvrımında yer almaktadır. Aynı şekilde, vücudumuzdaki her hücre, tüm kozmosu içerir. Her yağmur damlası ve her yaprak da!..

 

 

 

 

 

Alıntılar:

 

1- ( ZAMAN SÜREKSİZDİR...Metafizik bağlamda kuantum'un Açıklanması...IŞIKTAN HIZLI PARÇACIKLAR ...HOLOGRAFİK İNSAN...BÜTÜNCÜL EVREN...Paralel Evrenler...HOLOGRAFİK BEYİN ve HOLOGRAFİK EVREN )

 

 

 

Kaynak: http://www.zamandayolculuk.com/cetinbal/sayfa14.htm

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Altmış iki yaşında kemik kanserinden ölen, 20. yüzyılın en popüler bilim adamlarından ünlü astronom ve biyolog Carl Edward Sagan'a göre; eskiden Samanyolu, şimdi ise Gökada ya da Galaksi tabiri ile bilinen sistemde tam 400 milyar güneş mevcut. Gökadamız, diğer Galaksilere nisbetle orta boy büyüklükte sayılıyor. Ondan daha da büyükleri mevcut. Güneş sisteminin içinde bulunduğu Galaksi, merkezinden ise otuz iki bin ışık yılı uzaklıkta...

Gökadamız, Andromeda ve Güney üçgeni sarmallarıyla beraber yanlarına otuza yakın Gökadayı da katarak yerel Gökadalar takımını meydana getirmektedir.

Her bir Gökadada milyarlarca yıldızın uydularıyla beraber olduğu düşünüldüğünde, insanoğlu mantığın ve aklın ulaşamayacağı rakamlar ve büyüklüklerle karşılaşmış oluyor.

Sagan, son kitabı "Soluk Mavi Nokta"da, sınırları bilinmeyen evrende, galaksiler arasında ve güneş sisteminde dünyamızın yerini, uzaktan soluk mavi nokta olarak dahi fark edilemeyen ve matematiksel bir bütünlük ifade etmeyen toz tanesi (1) olarak kabul etmekte. Bu akıl almaz uzantı içinde Güneş Sistemimizin varoluş tarihi ile ilgili bilgiler ise kısaca şöyle:

Evrenin genişlemesini, bir balonun küçülmesindeki ya da film makinasındaki gibi geriye saran bilimadamları, kainatın 15 milyar yıl önce yüksek sıcaklık ve yoğunluktaki bir yapıdan patlama ile doğduğunu saptadılar. Ünlü Gökbilimci Hobble; "Eğer kainat giderek büyümekte ise, insan ister istemez bu tarifi mümkün olmayan kütlenin bir zamanlar çok küçük miktarda olduğu kanaatine varıyor. Büyük patlamanın başladığı öyle bir an var ki, o an kainatın doğumu olmaktadır" diyor.

"Big bang"i açıklamaya yardımcı olan başka bir gözlem de, 15 milyar yıl sonra, uzayın en ufak noktasında var olan kozmik ışınlar oldu. Kısa dalga boyu radyo ya da mikrodalgalar şeklinde yayılan bu ışınlar, bilimadamlarına evrenin doğuşu hakkında önemli ipuçları verdi... Dahi bilimadamı Hawking, yeni kitabında evrenin büyük patlamadan önce bir bezelye tanesi kadar olduğu görünüşü yansıtıyor. Bize göre ise Evren bir tek Big Bang ile sınırlı olmayıp sonsuz big-bang'lar ile, yani 'boom' larla var olmuştur. Dolayısıyla kainat sonsuz ve sınırsız bir şekilde mevcuttur. Dünyamız insanından öncesine ait notlar bunlar. Güneş'ten 149 milyon 596 bin km. uzaklıktaki Dünya, Radyoaktif ölçümlere göre tam 4.6 milyar yaşında. Bu aynı zamanda sonu Pluto olan Gezegenlerin de yaşıdır.

Evet; Belirli ritimlerle dönüşler neticesinde, yani Dünya kendi ekseni etrafında dönüşüyle, gündüz gece kavramlarını ortaya koyarken Güneş etrafındaki turuyla da seneyi oluşturuyor. Astronomi yönünden sonsuzluğa varan ölçülere ve süreye karşılık, zaman da izafiliğini koruyor. Ve biz asla zamanın neresinde olduğunu saptayamıyoruz. Yaşantımızdaki süre "zamandan ve mekandan" münezzeh yaratıcı güç tarafından globalleştirilmiş bir sınır ve bir kesit olacak hale getirilerek bizlere sunulmuş; "Asr" kavramıyla...

Dünya şu anda orta yaş grubunda sayılır. Güneş bir yıldız olarak daha sonraki evresinde, merkezindeki hidrojenini yakarak bitirecek, yapısı değişmeye genişlemeye başlayacak ve Dünyayı yutacaktır. Şu andaki hidrojen yakıtı yarıda olduğuna göre, büyüyüp bir "süper nova" haline dönüşmesine, kısaca ölümüne 4.5 milyar yıl daha var. Bu aynı zamanda dünyanın da ölümüdür. İnsanın Arz'da yani dünyada ne zaman ortaya çıktığı, hayat bulduğu kesin bilinemiyor. Yapılan tespitler, araştırmalar insanlık tarihinin 200 milyon yıl önceye gittiğini vurgulamakta.

19. yüzyılın ortasından itibaren insanın doğa üstü güçlerce yaratılmadığı, yaşamının diğer canlılar gibi belirli sürecin, yani Evrensel bir oluşumun tabii sonucu olduğu bilimsel verilerle anlaşıldı. Yani insan, evrimleşme sonucu, maden, nebat, hayvan ve insan dizilimiyle var olmuştur. Çeşitli fikirler arasında, insanın maymundan türemiş olduğu gerçeği "Darwinizm görüşü"ne pek itibar edilmemiştir. Aşamalar incelendiğinde, onun bir Homo erectus (dik yürüyen), Homo faber (alet yapan), Homo lingua (konuşan, dili olan), Homo symbolicus (soyutlayabilen), Homo Curiosus (araştıran) ve nihayet bir Homo Sapiens (akıl sahibi) olduğunu görüyoruz. İnsana özgü tüm bu özelliklerin, hiçbir primatta bulunmamasıdır.

Bu evrim süresinde, kayda değer bir şey de, bundan tam 75 milyon yıl önce yaşamış, sonra yok olmuş bir dinazor neslinin olması. Bunlar da Dünyamız sonrasına ait olan bilgiler. İşin ilginç yönü "Kozmik takvim denilen" bu sürede insan yaşamının ne kadar yer tuttuğudur. Dilerseniz bunu da matematiksel işlemlerle saptayalım. Evrenin varolduğu kabul edilen Big-Bang anından, yaşadığımız şu ana kadar geçen 15 milyar dünya yılı, bir "Kozmik Yıl"dır. Güneş, dünya senesiyle 4,5 milyar, kendi senesine göre ise, henüz 8 yaşında bulunmaktadır.

Çünkü, içinde yer aldığı Samanyolu Galaksinin merkezine, bugüne kadar ancak 8 tur atabilmiştir. Güneş'in bir turu, Dünya yılıyla 255 milyon yıldır. (Hesaplamalar sonucunda 2.040 milyon yaşında olması gerekir. Bu rakama, termonükleer tepkimelerle geçen süre ve proto gezegen devresi dahil edildiğinde, Güneşin yaşı 4.500 milyon yıl olmaktadır.) Şimdi, bu astronomik veriler ışığında hesaplayalım. Evrenimizin yaşı varsayılan 15 milyar dünya yılını 12 ay olarak düşünürsek, 4.500 milyon yaşında olan Güneş'in yaşı, 3.6 ay (yaklaşık 4 ay) eder!.. İnsanın dünya üzerindeki varoluş süresini, 200 milyon yıl, 15 milyar dünya yılını da 8766 saat (365 gün x 24 saat= 8760+6= 8766) olarak kabul ettiğimizde, 200 milyon yıldır varolan insanoğlunun kozmik takvime nisbetle, dünya üzerindeki hayatiyeti 5 gün gibi bir süreye sığmaktadır. Buna benzer bir hesaplama ile ortalama 70 yaş ömrü olan bir insanın yine kozmik takvime göre dünya yaşamı 8.6 sn., bilemediniz 9 sn. civarındadır. Ve bizler, hayatımıza bitmez tükenmez bir kavga ve ego ile insanlık onur şeref ve haysiyetine yakışmayacak bir şekilde sıradan, şartlanmaların oluşturduğu değer yargıları ve yorumlarla devam ederken, hiç diyebileceğimiz bir süreye sığan yaşantımızın saliselelerle ifade edilebilecek kesitlerini, nasıl ve ne yönde değerlendirebileceğimizi tekrar gözden geçirelim.

Doğru olan da budur.

 

Burhan Sanus

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...