schizophrana Oluşturma zamanı: Aralık 14, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Aralık 14, 2008 Nedir ''kötülük''? Işıkla karanlığın ilişkisindeki kadar kaçınılmaz, iyiliğin karşı kefesi mi? Pek az insanın geniş çapta arınabildiği, kendisini koruyabildiği, altedilmesi olanaksız bir iç ya da dış güç mü? GUSTAW HERLING’in ''Karanlıklar Üzerine Çeşitlemeler'' başlığı altında topladığı, birbirilerini bütünleyen üç son dönem öyküsünü yayımlarken, Edith de la Héronniére ile gerçekleştirdiği (1997) ''Kötülük üzerine Söyleşi''yi kitabına eklemiş olması ne denli doğru bir karar, tartışılır: Ana izleğini kurcalarken gereğinden fazla, bana kalırsa çok fazla ışık düşürüyor öykülerine; böylelikle de, düz okura yardımcı oluyor belki ama yazın okuru’nu rahatsız ediyor. Kendi payıma, yazarın yapıtını bunca ‘açıklama’ gereksinmesi duymasını yadırgamanın da ötesinde, itici bulduğumu söylemeliyim. Öte yandan, yazarın söyleşiler yaparak, üst-metinler kurarak yapıtına açılımlar getirme yolunu seçmesine en son karşı çıkacak kişi ben olurum herhalde; burada tepki verdiğim metinle üstmetinin yapıtın içinde eritileceğine, aynı kitabın bünyesinde, peşpeşe yer almaları: Bu söyleşi bu kitapta olmamalıydı demek istiyorum ya da, kimbilir, bu söyleşi böyle yapılmamalıydı: Açılım getirmek, uzantı sağlamak başka, açıklamak bambaşka. Ola ki iyi bir söyleşi partöneri değildi Herling, konuşurken kendisini tutamıyordu; günlüklerinde onca susan, yazan öznenin özel boyutunu sakınmayı yetkin bir üslûpla başaran bir yazarla karşı karşıya gelmek bu varsayımımı güçlendiriyor: ''Kötülük Üzerine Söyleşi'', yazı adamının ne kadar güçlü bir ayıklayıcı, söz adamının ne kadar zaaflarını açığa vurucu olduğunu kanıtlıyor; öykülerinde basmakalıba yüz sürmeyen kişiyle sık sık basmakalıbın tuzağına düşen konuşmacı sonuçta ''Karanlıklar Üzerine Çeşitlemeler''i yaralıyor. Gerçekçiliğin bağışlayıcılığı ''Don Ildebrando'', ''Ölmüş Bir Rahibe Üzerine Monolog'', ''Beata, Santa''; üç öykünün de ana izleği ''kötülük''. Bunun etrafında, bâtıldan gerçekötesine uzanan tamamlayıcı öğeler egemen. Yıllarca Napoli’de, güneyin ağır geleneklerinin içinde yaşamış olmasından mı, yakınlık duyduğu Buzzati ya da Sciascia gibi İtalyan yazarlarının etkisinden mi, Latin folkloru enikonu büyülemiş Slav yazarını. Öykülerine sinen boyutuyla bu ilgi oldukça dengeli; ondan ötesine geçildiğinde yer yer yadırgatıcı inanış izleri beliriyor Herling’in sözlerinde: Sözgelimi Mario Praz’ın kemgöz olduğuna ilişkin söylentilere hak verir bir edâ taşıması açıkçası beni irkiltti. İster istemez, öykülerindeki denge konusunda yeniden düşünmek zorunda kalıyorum. Kötünün, kötülüğün tezahür edişine, ete kemiğe bürünüşüne ilişkin seçimlerinde doğaüstü düzlemin belirişi sözgelimi: Burada denge bozulmuyor mu bir parça? Doğaüstünün kullanımında sınır tayin etmek bir yazarın en zorlu sınavlarından biridir: Poe’nun, Borges’in, Buzzati ya da Sciascia’nın güçleri, inanırlık andını hiçbir biçimde ihlâl etmeyen yaklaşım ve buluşlarından gelir. Fantastik ögeye, doğaüstünün periferisine, akıldışının coğrafyasına hepten kapalı olunmasını salık verecek değilim bu bağlamda, Pauwels’in dediği gibi, bilimsel önyargılara da kayıtsız koşulsuz bağlanılmasını doğru bulmuyorum. Gene de günümüzde, bir hekimin ölüm haliyle kataleptik uykuyu biribirine karıştırması bana çok inandırıcı gelmiyor örneğin, hadi duvar resminden aşağı inen figürü bir sanrı sayalım, bu tür örneklerde gerçekçilik gerçeğin ta kendisinden daha bağlayıcı görünüyor bana, yazın alanında yoksa hayatın inanılmaz olaylarla dolu olduğu doğrudur; gazetelerden binlerce ‘inanılması güç olay’ haberi derleyen Charles Fort’un çabasını anımsayalım: Bu olağanüstü bütünlük, yorumlamaya kalkışıldığı an deli saçmasının eşiğine varmıştır. Nietzsche’nin mührü ''Kötülük'', Bataille’ın da gözde alanlarından biriydi. Ne var ki, onun bu kavramı ele alışıyla Herling’in bakışaçısı arasında, Bronte üzerine denemesi bir yana, pek ortaklık kurmak olası değildir. Bataille, insanlık tarihinin en ibliscil figürlerinden biri olarak karşımıza çıkan Gilles de Rais’nin kötülüğü önünde bile büyülenir: Orada, çocuktaki masum ama sınırsız olabilen fenanın bir benzerini bulmuştur. Şüphesiz Bataille’da, ‘iyinin ve kötünün ötesi’ne geçen Nietzsche’nin mührü apaçık görülür, Hıristiyan aktöresinin ötesinde eldeğmemiş bir ahlâk tanımı arayışından birebir etkiler devşirmiştir. Herling’in ''kötülük'' karşısındaki konumu çiftyanlı bir görünüm arzediyor. Kilise’nin iyi ile kötü’yü sırt sırta, biribirilerine bağımlı sayan yaklaşımını benimsemiyor ama, Hıristiyanca bir ''kötülük'' tanımından da hepten vazgeçmiyor. Egemen anlayıştan ayrıldığı ana nokta, kötülüğün birbaşına, karşıt kutbundan bütün bütüne bağımsız biçimde varlığını sürdürdüğüne, hattâ pekiştirdiğine inanç duyması. XX. yüzyılın seyrine, XXI. yüzyılın ilk yıllarında Dünya’ya bakarak, Herling’in büyük, kolektif ''kötülük''ler hakkındaki saptamaları olsa olsa doğrulanabilir. Her okur, çevresinden eksik olmayan küçük, bireysel ''kötülük''leri gözünün önüne getirerek o düzlemde de hak verebilir yazara. Sorunsa, sorun bir adım ötede, kesin yanıtlarından yoksun olduğumuz, gene de herkesin, hepimizin yanıt arayışından vazgeçemediği, tek kafalı çok kollu bacaklı, çok kafalı tek gövdeli sorularla yüzyüze duruşumuzdan doğuyor: Nedir ''kötülük''? Işıkla karanlığın ilişkisindeki kadar kaçınılmaz, iyiliğin karşı kefesi mi? Pek az insanın geniş çapta arınabildiği, kendisini koruyabildiği, altedilmesi olanaksız bir iç ya da dış güç mü? Ete kemiğe bürünme gücü Herling’in kahramanlarının, sonuçta yenilseler de, olağanüstü bir savaşım verdiklerini görüyoruz. Kötülüğün yenilmezliğini, buna karşın başa çıkılmaya çalışılması gerekirliğini vurguluyor yazar. Kimisinin elinde değil: Çünkü ele geçirilmiş, Herling’e göre. Bataille’ı büyüleyen, Herling’i yılgıya düşüren Kötü’nün ete kemiğe bürünme gücü, kararlılığı. Don Ildebrando’ya kötülüğün handiyse genetik transferle geçişini aktarıyor öyküsünde ya, de la Héronniére’le söyleşisinde buna gerçekten inandığını görüyoruz. Ele geçirilme, zaptedilme, denetim altına alınma: İblis’in, cinlerin ifritlerin genellikle başarılı olduklarını düşünüyor Herling. Aynı söyleşide, Jeremias Gotthelf’in ''Siyah Örümcek''inden (''Kara Büyü'' diye de çevrilebilir o başlık) söz ediyor: Tanrısından el alarak, siyah örümcekleri hasımlarını öldürmekte kullanan (bir) iblisin öyküsü. Bu gönderme ilgimi çekti; Thomas Mann da, hem de ''Doktor Faustus’un Günlüğü''’nde, evrensel edebiyatın en hayranlık duyduğu örneği saydığı bu anlatıya değinir. Öylesine bir seçim değildir Gotthelf’in kitabı: ''Okumalarım, üzerinde çalıştığım konunun az ya da çok yakınında gerçekleşiyor'' sözüyle Doktor Faustus’a, ''şeytanla anlaşma''ya işaret eder. Herling’in ''kötülük'' üzerinden İblis’e uzanış biçimi, ister istemez Faustus’lara ve Doktor Faustus’a, Thomas Mann’ın Nazizmin yükselişine koşut biçimde Almanların daimon ile aynı masaya oturuşlarını simgelediği büyük romanına götürdü beni. Günlüğünde, 22 Kasım 1988’de, hem Mann’ın romanına hem de Jaspers’in ''Alman Suçluluğu'' (1946) başlıklı temel kitabına değiniyor Herling. Bir yıl sonra, 25 Ekim 1989 günü, bu kez de Hannah Arendt’in Eichmann Kudüste ’sine uzanıyor. Arendt’in o kitabında odağa aldığı ''kötülüğün sıradanlığı'' kavramına çok yüklenen olmuş; Herling, 1953’te yazdığı bir yazıyla güçlü bir destek vermiş Arendt’e (ne yazık ki bu yazıya ulaşamadım), de la Héronniére’le 34 yıl sonra yaptığı söyleşide bir kez daha dönüyor konuya. Kötülüğün sıradanlığı ''Kötülüğün sıradanlığı'' kavramı besbelli yanlış anlaşılmış o dönemde. Arendt de, onu bu bağlamda onaylayan Herling de, sanıldığından çok daha ağır bir yorum getiriyorlar: Daimon toynaklı, boynuzlu, çatal kuyruklu bir doğaüstü yaratığın Eichmann’a, Goebbels’e ya da Hitler’e sızmış halinden ibaret değil onların gözünde: Herkesin, hepimizin etrafında kol geziyor İblis: Kötü, birbaşına yaşama hakkını insan üzerinden elde etmiş durumda, ''suçlu Almanlar''ın yerini başkalarının alması, bizim almamız an meselesi; tek, uygun koşullar oluşsun. Herling’in asıl tasası başka ama: Yenilmez bir ısrarla, her kitabında, Sovyet Cehennemi’nde, sosyalist düzenlerde İblis’e faturasını çıkarmanın peşine düşüyor. Kendi deneyimleri bir yana, en güçlü dayanağını Bulgakov-Şalomov ikilisinden aldığı göze çarpıyor. İtiraf etmek gerekirse, bu ısrarı değil de, başkalarının ısrarlarına katlanamaması okur kimliğimle beni tedirgin ediyor: Kundera’ya neredeyse kin kusuşu (Havel’i bütünüyle haklı bularak), Lanzmann’ı (Polonyalıların ''payı'' üzerinde yoğunlaşma biçimi nedeniyle) neredeyse aşağılamaya yönelmesi, bana kalırsa duygusal ve tartımsız çıkışlar. Oysa, Lanzmann’ın yaklaşımını farklı okumak eldedir: Shoah’yı ''Alman Suçluluğu''na kilitlemeyi, bir adım ötesine geçmemeyi başaracak ölçüde inatçı bir kişiliği olmasına karşın, ''Polonyalı Suçluluğu''na da sıçramak gerektiğini vurgulamıyor muydu? Ola ki Napolili Polonyalıyı öfkelendiren işin bu boyutuydu oysa, İblis’in ulus tanımadığını, ayırmadığını en iyi bilenlerden biriydi. İblis’in vazgeçilmezliği İblis’le anlaşma konusuna dönmek istiyorum. Herling, Stalin karşısında büyülenenleri, ‘gereğinden uzun’ bir süre SSCB’de olup bitenleri görmezlikten gelenleri kabullenmekte güçlük çekenlerin başında geliyor. Almanya’da yaşananların, seçkinlerin ve kitlelerin saltık bağlanışının açıklamasını yapmakta, bir noktadan sonra yaşanan tıkanış ortadadır, öte yanda. Jaspers’in ''bütün Almanların suçluluğu''na parmak bastığı anda, karşı cephede ''herkes suçludur, herkes günahkâr'' mantığının ağır basabilmesi üzerinde durmak gerekir: İlk günâh(lar)ı çıkış noktasına alan, İnsan’ı doğası gereği İblis’le anlaşmaya yatkın gören bir ''kötülük'' yorumu, ister istemez. Tektanrılı dinlerde Şeytan figürünün taşıdığı anlam boyutuna yaklaşıyor. Orada, her şeye karşın , İblis’in vazgeçilmezliğinin vurgulandığını, zaman zaman da (Hallac-ı Mansur örneğindeki gibi) alabildiğine farklı bir bakış açısıyla sahiplenildiğini görüyoruz. Bu dünyaya, bu yaşama kötülüğün bütün bütüne egemen olmaması için tek çıkar yol iyiliğin, ötedünyaya, öteki yaşama geçişin anahtarı olarak gösterilmesiydi. İnsanın özüne ilişkin umutsuzluğunu besleyen, pekiştiren kötü’yü yenenlerin iyi’ler olmadığını öğrenmesidir. Her şey gelir güce dayanır. Kötü’ye gücünden dolayı tapılır. Gücü kendinde toplayan iyi bir çırpıda kötü’ye dönüşecektir. Tam bu noktada, ''Siyah Üçgen''de Malraux’nun Goya’ya eğilişi aklıma geliyor: ''Bir agnostik için, daimon’un olası tanımlarından birisi, İnsan’da onu yok etmeye yöneltendir''. Edebiyat, bütün bunlar üzerinde düşünmemizi de sağlıyor ki, bana kalırsa, bu, aslında hiçbir şey değildir. Milliyet Kitap Ekim 2005 Kaynak:karakutu.com Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.