schizophrana Oluşturma zamanı: Aralık 15, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Aralık 15, 2008 I. Kürsü, Kadavra ve Lavta Hava kararmaya başlamış, çok hafif bir esinti çıkmıştı. Çanlar çalmaya başladığı zaman bir ara dışardaki sesler, çalgılar susmuş, onun yerini çığlık çığlığa havalanan kuşların sesleri almış, sonra da çok geçmeden dışarıdaki çılgın müzik yine her yeri kaplamıştı. Kız elindeki lavtayı ve masanın üzerindeki tefi duvara asarken, üstat elinde iki kollu bir şamdan ve bir yağ lambası ile odaya girdi. “Işık hazır” dedi, “Hiç olmazsa yemeğimizi yiyelim; karanlık çöküyor. Kendi müziğimize fırsat bulursak belki yarın akşam devam ederiz.” Halkın dışarıda hep bir ağızdan söylediği şarkılar, şimdi çalgıların sesini de bastırıyor, evin içini bile dolduruyordu. “Bu gece de böyle geçecek sanırım” dedi kız. “Eğer Kilise işe el koymazsa!...” dedi üstat, “Papazlar her an ellerinde tütsüler, dualar okuyarak ‘kötülüğü’ kovmak için ortaya çıkabilirler.” Şamdanı ve lambayı masanın üzerine bırakıp pencereye gitti, “Akşam üzerinden beri halk burada. Eve gelirken de gördüm. Meydanda toplanmışlar, şimdi dans ediyorlar. Baksana, bazılarının elinde meşaleler de var.” “Kendilerinden geçip yerlere yuvarlanıncaya kadar da dans edecekler” dedi kız, “Kaçıncı gece bu! Bu da yeni başlayan bir hastalık olabilir mi acaba? Sabahlara kadar, bayılıncaya kadar dans etmek?” “Anatomi dersi sırasında bugün benim de aklıma geldi bu. Belki de şimdi göremediğimiz, bedende yerini bulamayacağımız bir hastalık başlamıştır. Kim bilir?” dedi üstat. “Belki doğrusu budur. Onlar iyileşmeye başlamıştır da biz hastayızdır” diye hafifçe güldü kız. “Olaylara tersinden de bakman hoşuma gidiyor” dedi üstat; “belki de Kara Ölümü karşılamanın ya da kovmanın en güzel yolu budur. Hep gülmek ve dans etmek!...” “Havalar ısınıyor, ama biraz daha var” dedi kız, “Akşamları hâlâ soğuk. Pencereyi kapayalım, istersen.” “Kapayalım” dedi üstat, “Ocağı sonra yakarız, ama Kara Ölüme karşı hangi pencereyi, hangi kapıyı kapayacağız? Tüm bilebildiğimiz şu küçücük delikten görebildiğimiz kadar,” diye de ekledi. “Yahni çok güzel olmuş” dedi üstat, “Benim için neler yapıyorsun, neleri göze alıyorsun!” Şarabından da bir yudum aldıktan sonra kâseyi masanın üzerine bırakırken, kızın gözü duvarda hareket eden gölgeye takıldı. Bir an için ikisinin gölgesi birbirine karışmıştı. “Ebegümecileri arka bahçeden topladım” dedi kız, “Bahar geliyor diye nasıl da coşmuşlar! Ne ki, çiçekler açmaya başlamamış daha. Yoksa masaya birkaç çiçek de koyacaktım.” Sonra da üstadın gözlerinin içine baktı, “Benim için göze aldıklarının yanında bütün bunlar nedir ki?” diye ekledi. Üstat “Ben yapılması gerekeni yaptım” diye yanıtlarken, kız elini üstadın elinin üzerine koydu, “Dünyada ilk kez bir kızı, beni, öğrencin olarak kabul etmen hayatımı öylesine değiştirdi ki!” dedi, “Hele bugün!... Herkes sahnede kadavranın başında bir “berber cerrah” ya da bir “erkek” yerine bir “kız” görünce nasıl da şaşırdı!” Parmaklarıyla üstadın elini hafifçe okşuyordu, “Sanki yeniden doğdum bugün. Umarım diğer büyük üstatlar buna karşı çıkmaz, onlar ile aranı açmaz bu” dedi. “Ben her zaman kadavrayı açımlamanın aşağılık bir iş olmadığını savundum” dedi üstat, “Onlar buna çok öncelerden hazırlıklı... Kürsüden eli değnekli bir adama bambaşka bir dilde yönergeler verdikten sonra, onun da bunu günlük dile çevirip bir başkasına, üçüncü bir kişiye kadavrayı açtırtması hep tuhaf göründü bana. Kendi işimi kendim yapmalıyım ve herşeyi yakından kendim de görmeliyim. Benim kürsüden inip bıçağı elime almam, sözümün arkasında durduğumu gösterir onlara.” “Bana da beni ne kadar sevdiğini gösterir” dedi kız ve uzanıp üstadın dudağına hafifçe bir öpücük kondurdu ve ekledi, “Biraz daha yahni ister misin? Senin için yaptım. Şarabımız da var hâlâ.” “Olabilir” dedi üstat, “Gerçekten çok lezzetli olmuş, ama çok olmasın. Soylular ne derse desin, şişmanlığın iyi bir şey olmadığını biliyoruz biz.” Sonra da kızın gözlerinin içine bakarak “O çevirmen, sonra o Berber Cerrah, elinde sopası, benim ne söyleyeceğimi beklerken, sen de dönmüş bana bakıyordun. Seninle göz göze geldiğimiz o an hissettim bunu. Aramızda o çevirmen ile Berber Cerrahın ne işi olabilirdi? Kürsüden inmem gereken an, bu an, dedim kendi kendime ‘Onu böyle kadavranın yanında yalnız bırakamam’ dedim.” “Bu benim için nasıl büyük bir şerefti aynı zamanda” dedi kız ve bunu söyler söylemez, bu kez üstat uzanıp kızın dudaklarına bir öpücük kondurdu. “Baksana” dedi kız, “Sanki bilmeden dışarda insanlar bile benim mutlu günümün bayramını kutluyorlar!” “Mutlu günümüzün” dedi üstat, “Beden yoldaşı bulmak kolay. Akıl ve gönül yoldaşı bulmanın ne demek olduğunu sen bana sor!” Dışarıda sesler bütün gücüyle devam ediyordu. Bir an için pencereden içeriye cılız bir ışık demeti girip kayboldu. Bunu da uzaklardan gelen bir gökgürültüsü izledi. “Yağmur gelecek sanırım” dedi kız. “Evet, yolda olmalı” dedi üstat. Müzik ve bağırışlar bir ara durur gibi oldu, ama sonra daha da coşmuş bir biçimde devam etti. “Sen bugün kadavranın başında yanımda olmasaydın da, ikimizin o birlikte görmüş olduğu durumu sadece ben sana aktarsaydım, yine de bana inanır mıydın?” diye alçak bir sesle sordu kız. Görmüş olduğundan değil de, konuşmasının duyulmasından çekinir gibi bir hâli vardi. Üstat çok doğal bir sesle “Ters tarafa açılan mideden söz ediyorsun, değil mi?” dedi, “Böyle birşeyi bugüne kadar ne benim elime geçen kitaplarda okudum ne de bir başkasından duydum.” O da birden sesini alçaltmak gerektiğini duyumsadı ve “Karın boşluğunda ters duran bir mideye kim inanır ki?” dedi. Sonra da âdeta fısıldayarak, “Bu gördüğümüz basit bir şey değil. Nerelere kadar gider biliyor musun?” Gözlerini kızın gözlerinin içine dikmiş, bir taraftan da onu korkutmamak için hafiften gülümsüyordu. “Eğer herkeste aynı biçimde bir mide varsa, mide biçimine ait bir idea da vardır. O zaman ‘Tüm evrende tek bir mide vardır’ bile diyebiliriz. ‘Dünyadaki bütün mideler, o mide ideasından pay aldıkları için vardır’ demektir bu. Peki ama, sağa değil de, bugün gördüğümüz gibi o sola doğru açılan mideyi nereye koyacağız o zaman? Neyle açıklayacağız bunu?” “Neyle açıklayacağız?” diye gözlerini açarak soruyu yineledi kız. Üstat sesini daha da alçaltarak “Bambaşka, ters yöne bakan bir mide ideası daha mı var? Yoksa mide ideası yok da, ‘mide evrenseli’ midenin kendisinden sonra mı varoluyor? Biz mi var sanıyoruz?” “Tanrı’ya karşı gelmek anlamına mı gelir bu soruyu sormak?” diye endişelendi kız. “Hayır, Tanrı’ya değil, ama bizden önceki büyük üstatlara, onların kutsal gibi kabul ettikleri kitaplara karşı gelmek anlamına gelir. Daha başka nerelere gider ya da bunu nerelere çekerler kestirebilir misin?” Yanıtı beklemeden sürdürdü konuşmasını, “Bu adam yedikleri ile hep sol tarafını besliyormuş! Solda da o ‘adı şimdi gerekli olmayan’ oturduğuna göre, bu kadavra onun adamı imiş! Biz de bunu kesip biçebildiğimize göre? Hele sen, bir kız olarak buna gücün yettiğine göre, ya ikimizin de birden birer aziz olması gerekir ya da tam tersi. Onun, yâni ‘adı şimdi gerekli olmayan’ın’ yardımcıları olmamız gerekir ki bize kadavrayı açmamıza izin versin!” “Ama böyle bir şey yok ki!” dedi kız. “Yok, ama” dedi üstat “Bunu sen ve ben biliyoruz. Bildiğimiz bir şey daha var: O da başkalarının neyi görmek ve neyi görmemek istedikleri...” “Bizim ikimizin önünde duranı başkaları da görmüyor mu? Onlar bu açımlamaya devam edemezler mi?” diye sordu kız. “Cesaret edemezler” dedi üstat. “Görseler bile, görmüş olamazlar!” “O zaman Doğu’ya gidelim” dedi kız, “Orada kimse görüp başka bir şey gördüğünü söylemek zorunda değilmiş.” Üstat lambaya gözlerini dikmiş, hiç kımıldamadan önündeki ışığa bakıyordu. “Deneyin ve gözlemin gücüne ben de inanıyorum, ama başkaları gözlerinin önündekini kabul edemiyorlarsa biz ne yapabiliriz?” dedi. Üstadın kâsesine biraz daha şarap koyarken, “Düşünebiliyor musun? Yarın göğüs boşluğunu açınca, ya adamın kalbi de sol yerine sağda çıkarsa o zaman ne olacak?” diye sordu kız. “İşte bu tam bir felaket olur” dedi üstat, “Düşünsene bir kez. Kalbin dört odası var ve kandan gelen ruhun bedene dağıtıldığı yer sağda: Yâni kalp solda değil, insanı kötülüğe karşı koruyacak yerde değil de sağda! Sanki kötülüğe karşı koymamış da geri çekilmiş gibi. Hayır! Böyle bir şey karşımıza çıksa bile, bunu şimdiden söylüyorum; böyle birşeyi görmüş olmayacağız!” Biraz önceki önerisini “Doğuya gitsek” diye telaşla yineledi kız, “Orada Anatomi daha ileri değil mi? Herkes böyle söylemiyor mu?” “Evet, sanırım biz yanlış yoldayız” dedi üstat. “Haydi, diyelim ki bu sola açılan mide konusunu örtbas ettik, ama başka genel sorunlar da var. Kadavrayı açarken en çabuk kokuşan organlardan en geç kokuşanlara doğru gitmek zorunda kalıyoruz. Kadavrayı içten dışa doğru açarken çevredeki birçok ince yapıya zarar verdiğimizin, bazı ayrıntıları gözden kaçırdığımızın ben de farkındayım, ama doğrusunu öğrensek, bilsek ne yapabiliriz?” “Burada durmayalım o zaman” dedi kız, “Doğu’ya gidelim. İnsan’ı aramıyor muyuz? Belki başkaları da bize katılır.” “Evet, insanı anlamaya çalışıyoruz, ama başka kimler bunu göze alabilir? “Şu anda en azından ikimiz yok muyuz?” dedi kız. “Evet, en azından ikimiz varız” dedi üstat, “Ama bu çok zor ve tehlikeli bir yolculuk olur.” Tam o sırada kuvvetli bir ışık yine duvardaki küçük pencereden içeri sızdı ve bu kez şiddetli bir gökgürültüsü hemen her yeri sarstı. Boşanan sağanağın sesi giderek güçleniyordu. Dışardaki müzik ve çığlıklar yatıştı ve onun yerini düzensiz bağırışlar aldı. Sesler giderek uzaklaşıyordu. Üstat oturduğu yerden kalktı ve pencereye yöneldi; içerisini yağmur kokusuna karışmış bir bahar serinliği doldurdu. “Dağılıyorlar. Artık bir şey görünmüyor dışarda” dedi. O sırada kız da pencereden bakmak için üstadın yanına gelmişti. Dönünce kızla göz göze geldiler. O zaman hiç bir şey konuşmadan birbirlerine sıkıca sarılıp öpüşmeye başladılar. Üstat kızın boynundan sonra sol memesinden de öperken bir ara kulağını tam onun kalbinin üzerine koydu ve gülerek “En azından şuna sevinmeliyiz ki senin kalbin normal yerinde. Hem de benim için atıyor, bunu duyabiliyorum” dedi. Sonra da, “Haydi” dedi “Şu tefi bana ver şimdi. Lavtayı da sen al. Yatmadan önce birlikte biz de birkaç şarkı söyleyelim.” “Bugün için bir şiir bile yazdım” dedi kız, “Bakalım müzik ile birlikte nasıl olacak?” Sonra da lavtanın teline tam dokunacakken, durdu, “Biz ne dersek diyelim, Güneş nasıl olsa yarın yine Doğu’dan doğacak, değil mi?” Üstat gülümseyerek başını öne eğdi ve “İçimizdeki Güneş daha önemli” diye yanıtladı. Refik Algan Umursamaz Uykucu Kitabı'ndan Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.