semuel Oluşturma zamanı: Aralık 31, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Aralık 31, 2008 1949 yılında Erzurum'da doğan şairimiz, ilk ve orta öğrenimini de bu kentte yaptı. İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Fakültesi'nden 1973 yılında mezun olmasından sonra, kısa bir süre mühendislik yaptı ve ardından serbest ticarete başladı. Çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir, görünürde ticaretle uğraştı. Yazı hayatı, yirmi iki yaşında Sezai Karakoç'un Diriliş Dergisi'nde yayınlanan ilk şiirleriyle başladı. Sonraları ürünlerini 1977'den başlayarak Kriter, Yönelişler; Kelime ve Yedi İklim gibi dergilerde yayınladı. Cahit Koytak'ın kendisi; "İlk Atlas'tan sonra çeşitli dergilerde (Dergah, Defter, Kayıtlar, Kaşgar v.b) yayınladığı, 2-3 kitap olabilecek hacimdeki şiirlerinin, yeni bir atlas olarak kitaplaşması için, bazı haritalara, bazı zayice planlarına ait kayıp parçaların ortaya çıkmasını beklediğini" ifade etmektedir. Daha ilk şiirlerinden başlayarak bir özgünlük ve yoğunluk sundu okurlarına. İlk şiirlerinin yayınlandığı adres olan Diriliş bile tek başına bize O'nun şiirinin kalite düzeyi hakkında bilgi verebilir. Otuz yıla yakın bir süredir şiir yazan / yayınlayan bir şair olan Koytak, tek şiir kitabı olan İlk Atlas' ı 1990 yılında, Ahmet Kot'un yönettiği Yazı Yayıncılık' tan çıkardı. Şairliğinin yanı sıra, Koytak aynı zamanda usta bir çevirmen olarak karşımıza çıkıyor. İngilizce ve Fransızca'dan önemli çevirileri bulunan Koytak, 1988'de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından "yılın mütercimi" seçildi. Frantz Fanon'un "Siyah Deri Beyaz Maskesi" burada anmadan geçemeyeceğimiz değerli bir yapıtıdır. Fanon çevirisinden daha önemli bir çalışması ise Ahmet Ertürk ile birlikte hazırladığı Muhammed Esed'in The Message Of The Qur'ân'ıdır. Kuşkusuz bu yapıt ile Türkçe Kur'an çevirilerinde yeni bir döneme girilmiştir. Esed'in İngilizce'ye çevirirken gösterdiği titizliği onlar da dilimize aktarırken gösterdiler. On yıla yakın bir süre üzerinde çalışıldığını belirtirsek ne kadar titiz olduklarının anlaşılmasında kolaylık sağlamış oluruz. 'Orada Ağaçlar Nice Ve Çiçekler Nasıl?' Cahit Zarifoğlu'na Ormanın yüreğinde bir pınarsın Bülbüllerin hüzünle Tanrıyı övdüğü yerde İççeken borazanların. Udların Ve pars diyorsun - uyuyakalmış parsın Nergisin Ermiş erimiş timsahın Rüzgâr münzevi ıslığını getiriyor sadece Münzevi titrek derin Adsız bir şüphe gibi hayata karşı Müptedi imanını sınayan Yârenlerin Sen uyku tutmayan yolcusu güvertelerin Çatıkatlarının ve steplerin Nâsıra'dan geceyarısı geçiyor Ve uğramıyor dünyaya Senin trenin Issız bir istasyon vadide İpince yağmur İstim fener ve çıngırak Herşey hazır Bekliyor bedeviler seni Galileli çobanlar Kurtlar rengeyikleri Boynunda iki hayatın süsleri Ganimetleri Sen yüreklere inmede mâhir Sen seslerin sözlerin prensi. Bir Prens Olduğun Belliydi İki Kanadını Verdin Üç Arkadaşa Cahit Zarifoğlu'na Kırk yıl Ve yedi yıl Seni kuğular çağırdı yolu bitirdin Sen güvey müthiş kanatlı Çocuklara âhenk Ve sancı dağıtan Ormanı gezmeye çıkan ağaç Büyük kardeş Koş artık uykular tutamaz seni Menziller tutamaz Ne güzel sözlerin cinleri Ne Strasburg ne Baden Ne beşyıldızlı moteller çarmıhlar İmza günleri Kırk yıl Ve yedi yıl Kimse senin kadar yakıştıramadı Gurup rengi bir fular gibi Boynuna ölümü Sen uçurtmasıyla cenge katılan Göğsünde âhenkler akrepler Yıkıldın - korkma ! Yine göklerde uçurtman Kırk yıl Ve yedi yıl Tanrı denedi Ve içlerine 'kartal sürüleri' saldığın Küçük oğlanlara bıraktı seni Güvercin sekişli küçük kızlara Sen avcı leopar yürekli Tüfeğinden tüyler üveyikler fışkıran Valsler borazan çiçekleri Gittin ve birlikte götürdün sırrını Yürüyüp ormandan içeri Poesie Demoniac Bir insan boyu yukardan geçiyorum toprağı, Dünyanın ışığı arkamda kalıyor hep: Yanlışlar ve doğrularla boyanmış dünyanın. Şeylerin titreyen örtüsü üzerinde Dayanmak ve durmak bilmeyen 'Düşünce'yim ben. Çıplak kuru bir kemik, Üzerine söz yazılmış deri, İnsan beyniyle beslenen ejderim. Saf olmayan, Ama saflığa çağıran sanat, Acı veren tutkuyum, Maskeler çizen sözlerle. Yüzlerin ve maskelerin birliğiyim. Kusursuz bir cinayet tasarlar gibi Ölçerek atıyorum adımlarımı. Dokunduğum şeylerde, Bozduğum sûretlerde Yok ederek parmak izlerini Küçük, sıradan hayatımın. Varım, çünkü yoğaltıyorum dünyayı. Kader yetişemiyor bana: Çünkü tırmandığım yolları, Çıktığım her zirvede zekayı O örümcek ağırdan merdiveni Dönüp yukarı çekiyorum hemen. Ve arkamdan üst üste koyarak Güzel ve çirkin demeden milyonlarca hayatı Tırmanıyor kader, Hatır gönül dinlemeyen avcı, Almak için boynumu kıran ipten Ta burçlara astığım Bu cansız silueti. Yalnızlık Kayzer'den Daha Güçlüdür Yalnızlık Kayzer'den daha güçlüdür Ve Roma'dan daha uğultulu Yastığa gömebilir misin onu? Duvara asabilir misin? Bir âyin elbisesi Ya da bir geyik postu gibi? Ruhundan sızarak senin ve belkemiğinden Odanı dolduracak belki de dünyanı Ve üstüne çıkaracak tekneni, dalgaların Yalnızlık... Bitişik yataktaki hasta: Başının altında elleri Ve gözleri tavanda - sabaha kadar Alçak sesle Tanrı'yla konuşuyor Ve bazen de seninle. Hepimiz Hrant’ız’ bence ne demektir? Sevgili eşine yazdığı o, yürekleri dağlayan mektubuyla bu şiire esin veren Rakel Dink Hanımefendi’ye… seni tanımıyordum, Hrant, yeterince tanımıyordum, evet, fakat gördükten sonra o gün küskün bir çocuk gibi orada, kaldırımda, yüzükoyun uzanmış, öyle büyük, destansı, öylesine tıpatıp kendine, özgürlüğe, hak edilmiş onura benzeyen bir erinçle uyurkenki resmini, hani, yalnız kendine değil, hayır, ölecekse, ölümü, iyi, güzel ve doğru bir şeyler uğruna olsun isteyecek herkese, yani her ölümlüye benzeyen güzellikte… ve kuşkusuz, en çok da, mahallenin bıçkınlarıyla, efeleriyle baş edemediği için hırsından gizli gizli ağlayan, kendi yüreğini kemiren, gün günden budandığını, yontulduğunu ve lokma lokma yutulduğunu hisseden mahallenin sessiz çocuklarına güç veren dirilikte uyurkenki resmini gördükten sonra o gün, artık diyorum ki, kendime: vursalardı beni de, Hrant gibi, ben şahsen, zaptiyenin örtbas muşambasıyla değil, hayır, Agos gazetesiyle örtsünler isterdim cesedimi; Agos gazetesiyle örtsünler, ne fark eder, yalnızca, senin gibi, perçemim, potinlerim, bir de - biraz iş çıksın diye yoksul şairciklere, çömez muhabirlere - benim de potinlerimdeki iki romanesk delik görünecek biçimde… ki, böylece, resmin geri kalan kısmını güvercinler doldursun! senin o, İsa Peygamber’inkini andıran yakışıklı alnını kanatıncaya kadar duvara vura vura sonunda kalbimizde açmayı başardığın mucizevi gedikten gökyüzüne saçılan güvercinler... hani şu, sen susunca, senin o koskocaman, o, Tanrının eliyle okşanmışçasına sıcak olduğu anlaşılan yüreğinin sesini, ‘sessizliğin sesi’ni, sonsuzluğun sesini açıkça işitilir kılan, daha gür, daha beyaz, daha cesur kanat vuruşlarıyla gökleri çatırdatan ‘tedirgin güvercinler’... seni tanımıyordum, fazlaca tanımıyordum, fakat vursalardı beni de, Hrant Dink, senin gibi, her şeyi göze alıp, cenaze namazımı Tanrı’nın ‘Meryem Ana’ evinde o evin avlusunda kılsınlar isterdim, ‘bizimkiler’! kılsınlar, ne fark eder? kılsınlar ki, böylece, Tanrı’yı bir mülk gibi çitlerle çevirmeye kalkışan ferisiler bütün mülklerin, mabetlerin O’na ait olduğunu bilsinler! seni tanımıyordum evet, tanımıyordum, fakat seni, öyle haksız, öyle mızıkçılıkla oyundan çıkarılmış bir çocuk gibi gördükten sonra, dostum, büyük kalkış gününde aynı oyuna çağırılan iki kafadar gibi kalkıp da koşabilmek için sana komşu mezardan, belki daha cesur, daha kanatlı şeyler, delice mizansenler hayal etmeli ve diyebilmeliyim ki, vursalardı beni de, senin gibi, bu yaşlı şakağımdan, benim de, o güvey uykusunun tadından, o gençlik, güzellik uykusunun tadından adını, kimliğini unutan cesedimi bir ‘karambol’ eseri Balıklı Mezarlığı’na defnetsinler isterdim; üstümü de, meselâ, Lavtacı Nazaret’in, Hamparsum’un, Nikolaki Ağa’nın iyi cins bir vatan toprağı gibi demli ve bir rast semai gibi ağır, kederli ‘ermeni’ toprağıyla örtsünler! evet, evet örtsünler, ne fark eder? örtsünler ki, böylece, efeliğin şanını, kanın ve kanla karılmış gücün verdiği sarhoşluğu burada kurtlara, çakallara, şahinlere bırakıp büyük göç katarına katılmasını bilen, yani senin gibi, Hrant Dink, şakaklarında ve potinlerinde delik, ama boyunlarında ne haç, ne ay yıldız, ne süleymanın mührü, simurgunu arayan bütün kanatlıların, bütün ‘tedirgin’ sakaların, bülbüllerin, çayırkuşlarının ve güvercinlerin orada, ‘eskilerin’ sözüyle, ‘sınıfsız ve devletsiz’, çitsiz ve çepersiz çayırlarında, ebediyetin, kendi soylarına soplarına boş verip, sabah akşam yalnızca Tanrının adını yücelttiklerini öğrensin zeolotlar! ve simurgun gökçe diriliğini, gökçe doğurganlığını, ölülere yaşama, taşlara kanatlanma tadını veren bir neşide olarak eklediklerini sabah akşam ötüşlerine… CAHİT KOYTAK, 26 Ocak 2007 “YOKSULLARIN VE ŞAİRLERİN KİTABI’ Agos Hrant'ın Ardından Sayi:567-09 Şubat 2007 Örtücü Entelijensiya bir gazeteyle her şeyi örtebilirsiniz, ağaçları, çiçekleri, çimenleri örtebilirsiniz; boydan boya bütün bir manzarayı, baştan sona bütün baharı, bir uçtan ötekine tüm memleketi, hatta efsane tadına ulaşıncaya kadar gerilere doğru tekmil tarihi bir gazete kâğıdıyla örtebilirsiniz, sahipsiz bir cesedi örter gibi, gün ortasında kalabalık bir kaldırımda… ama kuş seslerini örtemezsiniz, ezan seslerini, çan seslerini örtemezsiniz, rüzgârın uğultusunu, göğün gürültüsünü, rahmetin çatılarda, kaldırımlarda, taşların ve kalplerin üzerinde şakırdayışını, örtemezsiniz, beyler, örtemezsiniz gazete kâğıdıyla! 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
schizophrana Yanıtlama zamanı: Aralık 31, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 31, 2008 Neyi Ki Çok İstersen Neyi ki çok istersen Verir sınamak için Neyi ki çok istersen Nice dertlerden sonra Yurduna dönenlerin - yıkık Omuzları gibi Şu alçalan tepeleri Ve onları akşamın kırbacıyla Yaralayan - şu umursuz Göğü bile Koyar sınamak için Küçülte küçülte Bir çiğ damlası gibi İstersen avucuna Olanca ağırlığıyla onu Kaldırabilirsen eğer Şiirin ince parmaklarıyla Ya da sabrıyla - Ömür boyu Tutulmuş bir çığlığın Ve koyabilirsen eğer Bir seher vakti onu Tanrı aşkıyla ürperten Bir gülün dudağına Cahit Koytak Korkuyorum Upuzun soluk günler Artık ne gencim Ne yeterince yoksul Ne de yollara düşecek kadar budala Ne olacağım Yarab! O hercaî bulut tepemde hâlâ Otuz yedi yaşındayım: korkuyorum. Cahit Koytak Sisle Örtülü Yollar Gecenin Sahibi Ağustos böceğinin yüreğine İndiriyor sırrını Ve ağustos böceği Sesine ardıç ağacının Bilgeliğini katıp Ateşten cümlelerle Tanrı'nın sözlerini öğretiyor Öteki böceklere Sessiz ve uzun hıçkırıklar Sessiz ve uzun Yıldızların kristal hıçkırıkları Böceklerin mahzun Ağustos böceği, sesine yıldızların Parıltısını katıp Tanrı'nın yollarını gösteriyor Yolunu kaybedenlere Sisle örtülü yolları O'nun Yanından geçip giden Dipsiz uçurumların Sisle örtülü yollar Sisle örtülü her şey Sisle örtülü ruhum. Cahit Koytak Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
CREMATORY Yanıtlama zamanı: Aralık 31, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 31, 2008 Korkuyorum Upuzun soluk günler Artık ne gencim Ne yeterince yoksul Ne de yollara düşecek kadar budala Ne olacağım Yarab! O hercaî bulut tepemde hâlâ Otuz yedi yaşındayım: korkuyorum. Cahit Koytak Bunu bir kitapta okumuştum, Teşekkürler Serena Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.