schizophrana Oluşturma zamanı: Ocak 12, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Ocak 12, 2009 Müzikaller, zaman aşımına uğramadan, her nesile iyi vakit geçirtebilmeyi başaran miras gibilerdir. Grease, Hair, Fiddler on the Roof gibi yapımlar zamana karşı koymakla kalmaz; yıllandıkça şarap gibi kıymetlenir ve yeni neslin klasikleri haline gelirler. Günümüzde izlerken beğendiğimiz, sonrasında unutup üzerine düşünmediğimiz pek çok yapım var. Hollywood güzel sese sahip yetenekli oyuncularla kaynıyor, üstelik müzikal yapımında her zamankinden fazla harcama yapılabiliyor. Tabii ki filme verilen emek ve ruh her şeyden önemli ama paranın müzikaldeki rüya gibi atmosferi oluşturmaktaki payı da göz ardı edilemez. Tüm bu etkenler 21. Yüzyıl’da klasik Broadway müzikallerinin yeniden çekilmesini ve orijinal yeni müzikaller de izleyebilmemizi sağladı. http://4.bp.blogspot.com/_35Mw1wCkf4o/SPEVQoxysfI/AAAAAAAAAHY/dj9T8aIQfnw/s320/dancer_in_the_dark.jpg 2000 yılı çok iddialı bir müzikal olan Dancer in the Dark ile kendini hatırlatır. Lars Von Trier yapımı, müzikleri Björk tarafından bestelenmiş ve Selma rolünde Björk olan bir yapımın iddialı gözükmemesi zor zaten. İzleyenlerin yorumları gayet siyah beyazdı. “Hayatımın geri alamayacağım 2 saat 20 dakikası, sıkıntıdan ağlayacaktım” ya da “Daha önce hiçbir filmin bu kadar etkisinde kalmamıştım, bu bir sanat eseridir.” gibi… İki tarafa da hak vermiyor değilim. Öncelikle Björk’ün bu film için her şeyini ortaya koyduğu gayet açıktı. Dancer in the Dark’ın en kötü tarafı, hikâyesinde çok fazla boşluklar olmasıydı, Von Trier izleyicisini sanatsal yönden büyülerken senaryo açısından manipüle etmeye çalışmış gibiydi. Film aynı zamanda hayatınızda izleyebileceğiniz en acıklı müzikallerden biri. Sizi derinden etkileyip sarsıyor ancak tekrar izlemeyi hayal bile edemiyorsunuz. Kimsenin başına bu kadar kötü şey gelemez, hiç kimse bu kadar saf ve iyi niyetli olamaz diye film boyunca kendinizi yiyip bitirirken, sonunda filme tamamen sinir bile olabilirsiniz. Her şeye rağmen gözlerini kaybeden birinin, dünyayı görmek için gözlere ihtiyacı olmadığını savunuşu ve sadece kulaklarıyla yarattığı iyimser müzikli dünya iç ısıtıyor. Selma’nın “I’ve Seen It All”ı tüm dünyaya bağırarak söylemesi ve fabrikadaki sıradan seslerin harika bir şarkıya dönüşmesini izlemek benim için filmin en unutulmaz anlarıdır. http://4.bp.blogspot.com/_35Mw1wCkf4o/SPEVYaDPFGI/AAAAAAAAAHg/dwxnRVrF2w8/s320/moulin_rouge.jpg 2001 yapımı Moulin Rouge ise hiç şüphesiz sinema tarihinin en iyi müzikallerden biri... Diğer büyük yapımların aksine risk alıyor. Herkesin seveceği bir film değil, öyle bir çabası da yok. Yine de her izleyiciyi kendine görsel açıdan hayran bırakacak kalitede. Baz Luhrmann, az ama öz film çeken bir yönetmen olarak tanınır. Moulin Rouge’daki özenerek çektiği tüm o sahnelerin, pek çok filme bedel olduğunu düşünüyorum. Hiçbir kural ve limitin olmadığı bir şehirde, tek yasağın aşık olmak olması filmi bir an en güzel masallara taş çıkartacak bir hikaye, başka bir an acımasız bir dram haline getiriyor. Nicole Kidman, Satine karakterine büründüğünde gerçekten olması gereken kişi haline geliyor: “mekândaki en göz kamaştırıcı insan”. Gelelim umutsuz romantik Christian’a… Büyük bir Ewan McGregor hayranı olarak objektif olamasam da, Christian şarkı söylemeye başladığı an çıt çıkmayışı, her düette sesinin baskın çıkışı kendi kendini kanıtlamaya yeter. Moulin Rouge’un asıl orijinal yanı ise kullanılan şarkıların çoğunluğunun popüler şarkıların coverları olması. Marilyn Monroe klasiği Diamonds are a Girl’s Best Friend ile Madonna’nın Material Girl şarkısını iç içe kullanan, en acıklı sahnede dünyanın en mutlu şarkı sözlerine sahip Gorecki’yi kullanıp şarkıyı da hüzünlü yapabilen, The Show Must Go On’u ise adeta film için yazılmışçasına yerinde kullanan bir film benim için ancak dâhice olabilir. Filmde en çarpıcı sahnenin El Tango De Roxanne olduğunda ise çoğu Moulin Rouge hayranı hem fikirdir. Toplu tango sahnesinin dans koreografisi ve düzenlemesi, Harold Zidler rolündeki John Leguizamo’nun performansıyla da birleşince efsaneleşmiş. Filmin orijinal soundtracki Come What May dünyadaki âşık herkesin hissettiklerini en sade haliyle anlatmayı başararak, bizi Christian ile Satine’in aşkının epik olduğuna ikna ediyor. Moulin Rouge sizi nefes kesici, baş döndüren, çılgın bir yolculuğa çıkarıyor ve bu yolculuğun sonunda kalbinizi kırmayı başarıyor. Bu süreçte gözlere ve kulaklara inanılmaz bir ziyafet sunmayı da ihmal etmiyor. http://3.bp.blogspot.com/_35Mw1wCkf4o/SPEVILcXJKI/AAAAAAAAAHQ/m45YX85EPtE/s320/chicago_ver4.jpg 2002’ye baktığımızda en iyi film Oscarını kazananın Chicago olduğunu görüyoruz. Gods and Monsters adlı Broadway müzikalinin sinemaya adaptasyonu olan filmin başrollerinde Catherine Zeta-Jones, Renee Zellweger ve Richard Gere’i görmek ilk başta şaşırtıcı gelmişti. Tamam, iyi oyunculardı ama şarkı söyleyebiliyorlar mıydı? Hem de nasıl... Roxie’yi canlandıran Zellweger’ın çok güçlü bir performansı yok, içlerinde sesiyle en az dikkatı çeken o ama bu sorun değil çünkü Roxie Hart zaten yetenekliden ziyade çekici, kararlı ve hafif özenti biri olarak yazılmış. Catherine Zeta-Jones, kariyerine sahnede başlamasının da etkisiyle sesini en mükemmel şekilde kullanıyor; Velma Kelly karakterini sadece oynamıyor, baştan aşağı Velma oluyor. Chicago, cinayet, adaletsizlik, kıskançlık, tutku gibi tüm eğlenceli ve tehlikeli konuları içinde barındırarak kendini tüm müzikallerden daha ilgi çekici hale getiriyor. “Cell Block Tango” sahnesi hapishanede yere damlayan su sesleriyle başlayan ritminden, hapis yatan kadınların karanlık hikâyelerini en komik şekilde anlatımına kadar tamamen şahane. Richard Gere şaşırtacak kadar iyi şarkı söylüyor ve dans ediyor. Mahkemede yaptığı tap dansı ve “They both reached for the gun”ı söyleyişini izlerken ayağınızla ritim tutmadan edemiyorsunuz. İşini bu kadar iyi yapan 3 başrole bir de Queen Latifah’yı Mama olarak eklerseniz karşınıza bir şaheser çıkıyor. Rob Marshall’ın yönetmenlik adına ne kadar başarılı bir iş çıkardığını da söylemem lazım. Chicago’yu her müzikal severin izlemesi şart olan bir yapım haline getirmiş. http://3.bp.blogspot.com/_35Mw1wCkf4o/SPEVggRFdSI/AAAAAAAAAHo/XhO5vAJwb7c/s320/phantom_of_the_opera.jpg Başka bir Broadway müzikali olan Phantom of The Opera, 1925’teki korku filmi versiyonundan sonra 2004’te yeniden beyaz perdeye uyarlandı. Yüzünün yarısı yarayla kaplı diye hayatını ucube gibi hissederek ve çoğunluğunu operada saklanarak geçiren Phantom rolünde Gerard Butler o kadar karizmatik ki, kötü karakter sayılabilecek bu opera hayaletinin mutlu sona kavuşmasını istiyorsunuz. Emma Rossum’u, çocukluk aşkı Raoul ile yıllarca sesini geliştirmesine yardım eden “Angel of Music” zannettiği opera hayaleti arasında seçim yapmak zorunda kalan Christine olarak izliyoruz. Raoul’u oynayan Patrick Wilson ise hem sesi hem de tipiyle beyaz atlı prens olarak oldukça inandırıcı. Bazı sahnelerin daha hızlı ilerlemesini istediğiniz zamanlar olmuyor değil, mesela Butler’ın gürleyen, hafif İskoç aksanlı o ilginç sesini duymadığınız anlar… Opera hayaleti ile Christine’in son düeti “Point of No Return” filmin zirveye ulaştığı an. Ondan böylesine histerik bir ses ve oyunculuk beklemediğim için sonda ismini görene kadar o olduğuna inanmadığım Minnie Driver, karakteri Carlotta’yı Phantom kadar parlatmayı başarmış. Joel Schumacher, Phantom of The Opera’yı olabileceği en iyi halde seyirciye sunuyor ve özellikle melodileriyle insanı filmin içine çekiyor. http://2.bp.blogspot.com/_35Mw1wCkf4o/SPEVtRZxvWI/AAAAAAAAAHw/BCymMuEBAvs/s320/hairspray_ver12.jpg 2007’ye geldiğimizde birbirinden olabildiğince zıt iki müzikal hatırlayabiliriz. Genç yeteneklerle dolu Hairspray ve daha önce de hakkında yazdığım Tim Burton yapımı Sweeney Todd. Hairspray John Travolta’yı anne olarak izlememize imkân vererek zaten baştan hiç unutulmayacak bir film oldu. Mükemmel bir müzikal ya da sanat eseri değil ama çok, çok eğlenceli bir film. Başladığı andan bitene kadar suratımda kocaman bir gülümsemeyle oturdum. Bir arada tüm oyuncu kadrosunun çok güzel bir uyumu var, tam olmak istedikleri yerde oldukları gayet belli oluyor. James Marsden’i, Corny Collins rolünde izleyince oyunculuğu bırakıp kendi şovunu sunmasını istedim. John Travolta’nın, Tracy’nin kilolu annesi Edna olarak ekranda her belirişinde gülmemek elde değil. Christopher Walken ile karı koca olarak yaptıkları dans ve düet ise komediyi katlıyor. Michelle Pfeiffer, Velma’dan hoşlanmamanızı başarılı performansıyla sağlarken, Queen Latifah “büyük, sarışın ve güzel” Motormouth Maybelle karakteriyle filme son imzayı atan kişi oluyor. Gençlerden en göze çarpanın Seaweed olmasını tamamen Elijah Kelley’nin sesi ve dansından taşan enerjiye bağlıyorum. Müzikal komedi olmasına rağmen Hairspray, siyahlara karşı ırkçılık ve dış görünüşün toplumdaki önemi gibi yan konuları da işlemeyi ihmal etmiyor. http://3.bp.blogspot.com/_35Mw1wCkf4o/SPEV2B3bZyI/AAAAAAAAAH4/p8KDfTauNL0/s320/sweeney_todd_ver5.jpg Öte yandan, Sweeney Todd görebileceğiniz en karanlık ve kanlı müzikal. Müzikallere Burton yaklaşımının nasıl olacağını merak edenler cevabını bu filmde buluyor. Johnny Depp ve Helena Bonham Carter hem ayrı ayrı performansları hem de bir arada yarattıkları kimya ile bu film için biçilmiş kaftan gibiler. Ailesinin başına gelenleri unutup affetmeye niyeti olmayan Benjamin Parker’ın, Sweeney Todd adıyla çıktığı intikam yolculuğunda izleyiciyi hem korkutucu hem eğlenceli şarkılar, harika koreografi edilmiş sahneler ve oldukça estetik görünümlü vahşet bekliyor. En iç açıcı ve eğlenceli sahneler, By the sea şarkısı ile Mrs. Lovett’in hayal dünyasına girdiğimiz zamanlardı ama Todd’ın Hâkim Turpin’i traş ettiği sahnedeki Rickman-Depp düeti de bir o kadar iyiydi. My Friends ise Johhny Depp tarafından o kadar hüzünlü bir şekilde seslendiriliyor ki, Mrs. Lovett’ın “I’m your friend, too Mr.Todd.” diyerek araya girdiği anla beraber kolayca benim favorim haline geldi. Sweeney Todd tüm vahşeti ve normalde mide bulandırıcı olabilecek sahneleri Tim Burton dokunuşuyla maskeliyor, seyirciye sunduğu şeyin ne olduğu altın tepside sunulurken fark edilmiyor. Filmin sonundan fazla bir etki umup tüm hikâyenin çözülmesini beklemek yerine, yolculuğun tadını çıkarırsanız; yılın sadece en iyi müzikalini değil, en iyi filmlerinden birini izlemiş olursunuz. Kaynak Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.