raskolnikov Oluşturma zamanı: Ocak 13, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Ocak 13, 2009 Deniz Deniz Garip bir şekilde korkardım. Kah pamuk tarlasından dönen kadın ırgatların arasında elinde çapa aletiyle kırıta kırıta yürürken, kah nişanlık kızlara nakış öğretirken görürdüm onu. En derinden bakardım, ama hep en derine kaçardım. O Mezopotamya'nın eşsiz kenti Nibyasun'un cesur transeksüeli Feride'ydi. Kimliğinde Ferit yazıyordu. Ama sanki doğduğu gün kentin kuzeyinde yer alan antik höyükte yaşadıklarına inanılan bir huri bedenini esir almıştı. Bu yüzden herkes ona Feride derdi. Nibyasun'un erkek egemen yapısına, ilkel dini politik ortamına rağmen vazgeçmezdi kadınlığından. Ne kaşlarını almaktan, ne ağda yapmaktan, ne poşuyu başörtüsüne dönüştürmekten, ne de daracık bluejeanin paçalarıyla, gömleğinin aşağı uçlarını göbeğinin üzerinden bağlamaktan. Bir de Beyrut malı kaçak sürmeleri de çekti mi iri kara gözlerine adeta bir Mısır prensesine dönüşürdü Feride. Güneş ikindiye varır varmaz, ardına Mezopotamya'nın bahar güneşini alıp Nibyasun'u salına salına kıvrımlar şeklinde ortadan bölen nehir boyunca kırıta kırıta şehvet yolculuğuna çıkardı. Irmağın iki yanında boylu boyunca uzanan pamuk tarlalarının, koyun güden çocukların, tandır yakan kadınların, ırmağa olta atan yakışıklı delikanlıların ve ikindi ezanının arasından ağır ağır geçtikten sonra, kuzeydeki Doğu Toroslar yönüne yol alırdı. Hepimizi geçtikten sonra sırtındaki montu indirip beline bağlar, adımlarını da daha bir kırıtarak atardı. Feride o her zamanki günaha davet eden adımlarıyla şehrin dışındaki bahçelerin arasından gözden kaybolur kaybolmaz, mutlaka Nibyasun'un bir kaç bitirim delikanlısı bu kez külhanbeyi edasıyla aynı yöne doğru yürürdü. Rivayete göre o yolculukların sonunda biz çocuklara anlatılmayacak derecede hoş olmayan şeyler yaşanırdı. Ama biz yine de duyardık. İşte nedense o anlarda daha bir korkardım. İnsanın sevdiğinden kaçması bu olsa gerek. Ben Feride'den hep kaçardım. O inatla ortada durdukça, ben daha uzaklara kaçardım. O tarihler Nibyasun'un bahçeli müstakil evlerinde herkes koyun keçi beslediği için ben de çobanlığa heveslenmiştim. Önümde koyunlar, yolumun üzeri olduğu için her sabah ve her akşam evlerinin önünden geçerdim. İstisnasız her seferinde aralı duran bahçe kapısına acaba görür müyüm diye ürkek ürkek göz atardım. Çoğu zaman elinde örgüsüyle kapı eşiğinde otururdu. Kaçamak kaçamak bakışır tek kelime konuşmazdık. Ben 4-5 yaşım kadar küçüktüm, o 17-18 yaşı kadar büyüktü. Ben belki daha da küçüktüm ondan kaçacak kadar da büyük. O belki daha da büyüktü, kadın olacak kadar büyük. Bir gün önümde koyun sürüsü tam da onların evinin önünden geçerken, etrafında bir kaç gelinlik kızla bağdaş kurduğunu, onlara nakış öğrettiğine şahit olmuştum. İçimden "ben de onlarla beraber nakış işlesem" diyordum, kim bilir hangi yakışıklı erkeklerle evlenmenin hazırlığı içindeydiler. Peki Feride de evlenecek miydi? "Ayol sen bu hızla koca masa örtüsünü artık babaanne olduğunda anca bitirir, torununun çeyiz sandığına koyarsın. Ben masa örtüsünü daha gecen sene ördüm" diyen Feride'ye, "Ne yapalım kız biz senin gibi hızlı değiliz. Hem sen özgürce çarşıya gidip geliyon. Nerde biz de izinsiz çarşıya çıkma?" şeklinde cevaplıyordu kızın biri, Feride'nin üstünlüğünü kabul ediyordu. Bir diğeri, "Feride kız ölümü gör söyle. Kimmiş bizim enişte, tanıyor muyuz?". Feride altta kalır mı? "Tanırsınız tabii, hem de çok iyi. Fırıncı Ali'nin ortanca oğlu. Ne haber?". Bir anda kızlar kahkahaya gömülürken, az evvel aldığı cevap karşısında moraran kız, "Aaa desene senle kuma oluyoruz" diyerek şenliğe şenlik katıyordu. Tüm bunlar gerçek miydi. Gerçekten Feride o kızın sözlüsüyle evlenebilir miydi? Anlatılanlar ne kadar da tuhaf gelmişti bana. Gelip bu olayı alaylı bir şekilde evdekilere anlatmıştım. Ya da alay ederek anlatmak zorunda kalmıştım. Ne tuhaf. Ama sadece nakış kısmını. Ertesi gün ablamın nakış düzeneğini batırırken yakalanmıştım. "Eşşek herif, sen kadın mısın ki?" benzeri laflarla çok kötü azarlanmıştım. Başka bir gün gene evlerinin önünden geçerken, bu kez içerden feryatlarını duymuştum. Feride'nin yalvaran feryatları ve acımasızca inen tokatlar. Seslerden ağabeyinin dövdüğü apaçıktı. Kürtçeyle "Lan sen nasıl kadın iç çamaşırı giyersin" diyordu dövenin sesi. O da yalvararak onu affetmesini bir daha giymeyeceğini söylüyordu. Ama o durumda bile ağabeyine tıpkı bir kadın gibi yakarıyordu. Bu kez şahit olduğum olayı alaycı bir şekilde evdekilere nedense anlatamamıştım. Galiba üzülmüştüm. Acımıştım. Gece yıldızlar altında uyumaya koyulduğumda hala o feryatları aklımdaydı. Korkmuştum. Ben de mi öyle olacaktım. Ama zaten ben kadın iç çamaşırları bulamazdım. Çünkü ben gene kapı aralığından bakmış ve Feride'nin suratına atılan o kırmızı ince tuhaf iç çamaşırını görmüştüm bir an. Ve kesinlikle bizim evde ona benzer bir şey bulmam imkansızdı. Dolayısıyla endişe etmeme gerek yoktu. Bazen de bizim arkadaş grubu içinde Feride'ye laf atanlar olurdu. "Kız Feride geldi", "kız Feride geldi" diye alay ederlerdi. İçimden o lafların ona değil de bana geldiğini hissederdim. Üstlerine atılmamak için kendimi zor tutardım. Ben bunları düşünürken Feride çoktan hepsine küfrü basmış bir güzel de pataklamış olurdu. Çocuklar evlerine kaçar ben öylece dururdum. Suskunluk aramızdaki empatinin dışavurumuydu belki de. O da bunun farkındaydı sanki. Bana hiç bulaşmazdı. Tuhaf bir şekilde beni anladığını o yüzden bana merhamet etiğini bile düşünürdüm. Çok sonra anladım, Feride'nin dövmediği aslında kendi küçüklüğünün suskun haliydi. O zamanlar 12 Eylül sonrası durgun dönemdi. Feride'nin de aslında en rahat olduğu dönem. Daha doğrusu kötünün iyisi. Asıl felaket sonra gelecekti. 90'lara doğru Nibyasun'da sular taşmaya başladı. Her gece yaşanan çatışmalar, sokağa çıkma yasakları, karartma geceleri, kitlesel yürüyüşler ve nihayet ideolojik çatışmalar. Bu yeni savaş ortamı ne aşka, ne transseksüelliğe ne de Feride'ye hayat hakkı tanıyabilirdi. Büyük bölümü Marks'ın Dass Kapital'ini, geri kalanının ise Seyyid Kutub'un Yoldaki İşaretleri'ni okuyarak toplumu dönüştürmeye çalışanların hiçbirinin kitabında Feride'den söz edilmiyordu. Çünkü gri yoktu, siyahla beyazın savaşı tüm acımasızlığıyla sürüyordu. Bir taraf Feride'yi seküler bir ağızla sapkınlıkla suçlayıp kesip atarken, diğer taraf kıyametin alameti sayıyordu, Humeyni'nin yıllar önce verdiği "Transseksüellerin ameliyatla kadın olması dine uygundur" fetvasına rağmen. Bu iki çatışan grubu hizaya getirmeye çalışanların Feride hakkındaki resmi görüşleri ise Hortum Süleyman olayıyla kendini gösteriyordu bir başka şehirde. Kısacası antik kentin sürgün transeksüel hurisine kimse yaşam hakkı tanımıyordu. Ailesinin zoruyla evlendirilmek isteniyordu. Gidip yukarı köylerden Feride'ye uygun kız aranıyordu. O nu tanıyan bir arkadaşım vardı. Ne zaman görüşsek hep ondan söz ederdi. Ne hinoğlu hindi. Sanki anlıyordu. Büyük bir heyecanla Feride’yle ilgili olayları merak ettiğimi nasıl da seziyordu. "Duydun mu?" derdi ve söze devam ederdi. "Feride için ailesi şu köyden bir kız beğenmişler. O da çaresiz hazırlık yaptı. Takım elbise giydi. Ay gör bi de tutturmaz mı, 'keşke biraz daha fondöten sürseydim. Dur rimel de çekeyim mi, ne olacak ki?'. Ben de, 'Ayol sen kafayı mı yedin, damat bakmaya değil kız bakmaya gidiyonuz' diye uyardım. O da ne yapayım 'elimde değil' diyordu. Haa sonuç ta tam fiyasko, aile galiba onları gerisin geri yollamış. Kız da bir içim suymuş hani, hiç verirler mi Feride'ye". Feride'ye hayatının belki de son kararını vermek zorunda bırakılırken, artık ben de büyümüştüm, ama bir kadın kadar değil. Okumalıydım bir adam kadar okumalıydım. Doktor avukat olmalıydım. Ama erkek doktor, erkek avukat olmalıydım. Çocukluğumdaki Feride'yi öldürmeliydim. Okudukça onu sanki biraz daha öldürüyordum. Lisedeki erkek sıra arkadaşımın kapkara keman kaşları altından süzülüp kara sevdaya çoktan salan yemyeşil gözlerine rağmen, öldürmeye devam ediyordum Feride'yi. Ne acı Feride hiç okumamıştı. Belki okuma yazma dahi bilmiyordu. Ama o kadın olacak kadar cesurdu, bense bir kadını daha doğmadan öldürmeye çalışacak kadar korkak. Aradan yıllar geçti. İçimdeki Feride'yi öldürme adına geldiğim İstanbul'da okumaya devam ettim. Bir gün Nibyasun'dan Feride'yi tanıyan o ortak arkadaşımıza rastladım. "Belki inanmazsın ama Feride yurtdışında evlendi" dedi. "Ameliyat mı oldu?" dedim. "Yok, be damat oldu, kadınla evlendi. Çocuğu da doğmuş galiba" dedi. "Demek yenildi" dedim. "Efendim" dedi karsımdaki. "Hiççç" dedim. Her şey yalandı demek. Hazırladığı çeyizler, Fırıncı Ali'nin oğluyla evleneceği, "kız Feride" "kız Feride" alayları, bitirim erkelerle çıktığı şehvet yolculukları. Hepsi mi yalandı. Feride her şeyi bırakıp Ferit mi olmuştu. Kentin dışındaki höyükte hurilerin yaşadığı da yalan mıydı peki? O gün özellikle Mısır Çarşısı'na gidip Arap işi sürme bir de poşu aldım, evde aynanın karsısına geçip bir güzel süslendim. Daracık bir kot giydim. Gömleğimi belimin üstünden bağladım. Poşuyu da tam kalçalarımın üzerine. Sonra da salına salına Kazancı Yokuşu'ndan Taksim Meydanı'na doğru şehvet yolculuğuna çıktım. Bin bir büyük yalanın ve bin bir çeşit zamane putperestliğinin kıyısında yol alan, tanrının meleklerine uzanan kirli ellere kendini kurban seçen bir Sodome Fahişesiydim artık. Nibyasun'da Ferit'in bedeninde öldürülen o arsız huri şimdi daha bir kendinden emin, daha kararlı ve daha bir cesurdu. Günaha çağırma sırası bendeydi. Keman gibi kaşlarının altından yemyeşil bakan bir çift göz Nibyasyun'da düştüğüm zindandan içeri çoktan girmişti bile: "Şişşt fıstık, adın ne ?" "Feride" diye mırıldayan dudaklarda yeni bir hikaye başlıyordu artık, Ferit'e inat. Kaynak: Gaciİstanbul Dergisi 2006 alıntı.... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.