Jump to content

Ölüme Karşı Ölüm-Ivan Illich


semuel

Önerilen Mesajlar

Ölüme Karşı Ölüm

 

 

 

 

 

 

 

Tüm toplumlarda baskın ölüm imgesi yaygın sağlık kavramını belirler. Belirsiz bir tarihte gerçekleşecek belli bir olayın toplumsal yönden koşullanmış beklentisi olarak böylesi bir imge, kurumsal yapılar, köklü mitoslar ve hakim toplumsal karakter tarafından şekillendirilir. Bir toplumun ölüm imgesi, o toplumun insanlarının bağımsızlık, kişisel bağlılık, özgüven ve canlılık düzeyini gözler önüne serer. Metropolitan tıp uygarlığının nüfuz ettiği her yerde, yeni bir ölüm imgesi ortaya çıkmıştır. Bu imge yeni teknikler ve bu tekniklere karşılık gelen ethos üzerine kurulu olduğu için, uluslarüstü bir karaktere sahiptir. Ama bu tekniklerin kendileri kültürel anlamda yansız değildir; somut biçimlerini Batı kültürleri bünyesinde edinmiş ve Batı ethos’unda ifade bulmuşlardır. Beyaz adamın ölüm imgesi tıp uygarlığıyla birlikte yayılmış, kültürel sömürgeleştirme açısından önemli bir güç haline gelmiştir.

 

“Doğal ölüm” imgesi, yani ileri bir yaşta ama henüz sağlıklıyken, tıbbi gözetim altında öleceğimize yönelik beklenti, çok yakın bir dönemde ortaya çıkmış bir idealdir. Ölüm imgesi geride bıraktığımız beş yüz yıl içinde beş ayrı aşamadan geçmiştir ve şimdi yeni bir değişim geçirmek üzeredir. Bu aşamaların her birinin ikonografik bir ifadesi vardır: (1) ondördüncü yüzyılın “ölüm dansı”; (2) iskeletin başı çektiği Rönesans dansı, diğer bir deyişle “Ölüm Dansı”; (3) Ancien Regime altında, kocamış şehvet düşkününün yatak odası sahnesi; (4) tükenmenin ve hastalığın hayaletleriyle savaşan ondokuzuncu yüzyıl doktoru; (5) yirminci yüzyılın ortalarında, hastayla ölüm arasında duran doktor; ve (6) hastanede yoğun bakım altında ölüm. Doğal ölüm imgesi bu gelişimin her aşamasında yeni bir dizi tepki geliştirmiş ve giderek tıbbi bir kimliğe bürünmüştür. Doğal ölümün tarihi, ölüm karşısında verilen mücadelenin tıbbileşmesinin tarihidir.

 

Ölüm ayini dansı

Kilise ondördüncü yüzyıldan bu yana bir pagan geleneğine karşı savaşım vermekte, insanların mezarlıklarda, ellerinde kılıçlar, ya da çıplak, kendilerinden geçerek dans etmesini engellemeye çalışmaktadır. Buna karşın, yayımlanan yasaklama emirlerinin sıklığının da işaret ettiği gibi, bu savaşım sonuç vermemiştir, yaklaşık bin yıldır kiliseler ve mezarlıklar dans salonları gibi hizmet vermektedir.

 

Ölüm yaşamın tazelenmesi için bir fırsattır. Mezarlarının üstünde ölülerle dans etmek, canlılığın coşkusunun açığa çıkmasını sağlar, birçok erotik şiir ve şarkıya esin verir. Ama ondördüncü yüzyılın sonlarında dansın bu anlamı değişmiş gibi görünür; canlılarla ölülerin buluşmasından ibaret değildir artık, düşünüme, içgözleme dayalı bir deneyime dönüşmüştür. İlk Ölüm Dansı 1424’te Paris’te bir mezarlığın duvarına resmedilmiştir. “Cimetiere des Innocents” adlı resmin aslı kayıptır, ama nitelikli kopyalar onu yeniden kurmamızı sağlar: Burada kral, köylü, Papa, katip ve hizmetçi, birer cesetle dans eder. Partner, özgün giysisi ve çehresiyle ötekinin ayna imgesidir. İnsan kendi bedeni biçimindeki ölümünü yanında taşır ve yaşamı boyunca onunla dans eder. Ortaçağ boyunca, insanın karşısına, insana içkin bir ölüm çıkar; her ölüm, kurbanına ait rütbenin simgesiyle gelir: Kral için taç, köylü için tırmık. İnsanlar ölen atalarıyla mezarlarının üstünde dans etmeyi bir yana bıraktıktan sonra, herkesin bir yaşam boyu kendi ölümlülüğüyle dans ettiği bir dünya temsiline yönelirler. Ölüm insan biçimli bir figür olmaktan çıkar, korkunç bir özbilince, açık duran mezarın sürekli farkındalığına dönüşür. Henüz bir yüzyıl sonrasının iskelet-adamı çıkmamıştır sahneye, insanlar Ortaçağın son demlerinde onun müziğiyle dans etmeye başlamamışlardır daha. Ölüm henüz herkesin kendi kocaması ve çürüyüşüdür. Bu dönemde gündelik yaşamda ayna önemli bir rol oynamaya başlar ve “ölüm aynası”nın gölgesinde yaşam hayallerle dolu bir hüzne boğulur. Chaucer ve Villon’la birlikteyse ölüm haz ve acı kadar yakın ve duyusal bir niteliğe bürünür. […]

 

Danse macabre

Ahlak oyunlarında ölüm yeni bir kostüm ve yeni bir rolle çıkar ortaya. Onbeşinci yüzyılın sonunda artık yalnızca bir ayna imgesi değildir, “son dört şey” içinde baş rolü ele geçirerek, kıyamet, cehennem ve cennetin önüne geçer. Ne romanesk rölyeflerde mahşerin dört atlısından biri olmakla, ne Pisa mezarlığından ruhlar çalan yarasa benzeri Maegera olmakla, ne de Tanrı’nın emirlerini yerine getiren bir ulak olmakla yetinir. Bağımsız bir figür haline gelmiştir, her adamı, kadını ve çocuğu önce Tanrı adına çağırır, hemen sonra kendi egemenlik haklarını dayatır. 1538’de genç Hans Holbein bir best-seller olan ilk resimli ölüm kitabını yayımlamıştır: Danse Macabre konulu bir ağaçbaskı. Dans eden çiftlerin çürüyen etleri dökülmüş, partnerler çıplak iskeletlere dönüşmüştür. İnsanla ölümlülüğün kördüğümünün yerini doğanın gücünün gölgesinde çılgınca bir tükenmişlik alır. Alman mistiklerinin “yeni tapınma”sının renk kattığı samimi ayna imgesinin yerine, doğanın eşitlikçi gücü, herkesi yakalayıp ayrım gözetmeksizin yok eden bir yasa uygulayıcısı gelir. Yaşam boyu süren bir birliktelik değil, anlık bir olaydır artık.

 

Ölüm burada, çizgisel zamanın son bulduğu ve insanın sonsuzlukla buluştuğu bir noktaya dönüşür, oysa Ortaçağda sonsuzluk, Tanrı’nın varlığıyla birlikte, tarihe içkin görülmüştür. Dünya bu varlığın gizlerinden biri olmaktan vazgeçer; Luther’le birlikte, Tanrı’nın kurtardığı bir çürümüşlük ülkesine dönüşür. Saatlerin çoğalması bilinçteki bu değişimi simgeler. Dizisel zamanın yaygınlaşması, zamanın kesin ölçümünün ve olayların eşzamanlılığının tanınmasıyla birlikte, kişisel kimliğin tanınması için de yeni bir çatı oluşturulmuştur. Kişinin kimliği, yaşam süresinin tamamlanmışlığı üzerinden değil de, bir olaylar, edimler dizisi üzerinden belirlenmeye başlanır. Ölümse artık bir bütünün sonu değil, bir dizinin kesintiye uğramasıdır.

 

Ağaçbaskıyı izleyen elli yıl içinde, hakim figür olarak iskelet, kitapların baş sayfalarında yerini almıştır, tıpkı bugün dergi kapaklarında çıplak kadın resimleri olması gibi. Ölüm zamanı sayar ve saat kulesinde çanı çalar. Birçok çan tokmağına kemik biçimi verilmiştir. Zamanı gece gündüz eşit uzunluğa getiren yeni makine, tüm insanları da aynı yasanın buyruğu altına alır. Reformasyona varıldığında, ölümden sonra yaşam, buradaki, yani aşağıdaki yaşamın dönüşmüş bir devamı olmaktan çıkmış, cehennem formunda korkunç bir cezaya ya da göklerdeki pederimizden gelen ve kesinlikle hak edilmemiş bir armağana dönüşmüştür. İçkin lutuf, ancak inançla elde edilen bir hakka dönüşür. Böylece onaltıncı yüzyılda ölüm, öncelikle öte dünyaya göçüş olarak anlaşılmaz, vurgu yaşamın sonundadır. Açık mezar cennetin ya da cehennemin kapılarından çok daha yakındadır ve ölümle buluşma ölümsüzlükten çok daha kesindir; ayrıca kraldan da, papadan ve hatta Tanrı’dan da daha adildir. Yaşamın amacı değil, yaşamın sonu haline gelmiştir.

 

Sonluluk, sınırlılık ve kişisel ölümün yakınlığı yalnızca yeni zaman anlayışının sonucu değildir, aynı zamanda yeni bir bireysellik anlayışının etkisidir. Dünyadaki kilise militanlığından cennette varılacak kilise zaferine uzanan yolda ölüm, her iki aşamayı da eşit düzeyde ilgilendiren bir olay olarak görülür. Şimdi her adam, kendi ölümüyle, son ölümüyle yüzleşir. Doğaldır ki, ölüm böyle bir doğa gücü haline gelince, insanlar da ölüm sanatının inceliklerini öğrenerek bu konuda uzmanlaşmak isterler. Yayın piyasasının ilk basit kılavuz kitaplarından biri olan Ars Moriendi’nin farklı versiyonları sonraki iki yüzyıl boyunca en çok satanlar arasında yer almıştır. Birçok insan okumayı onu çözmeye çalışırken öğrenmiştir. “Tam bir centilmen” olmanın yollarını öğretmeye heves eden Caxton, 1491’de Westminster Press’ten Art and Craft to Knowe ye Well to Dye adlı kitabını yayımlar. […]

 

Popüler imgelemde ölümden sonra yaşam konusunda yeni bir merak uyanır. Ölü bedenlerle ilgili fantastik korku öyküleri ve sanatsal araf temsilleri bir arada yaygınlaşır. Onyedinci yüzyılın hayaletlere ve ruhlara yönelik grotesk ilgisi Tanrı’nın yargısından çok ölümün çağrısıyla karşı karşıya gelen bir kültürün giderek artan kaygılarını ifade eder. […]

 

Buna eş zamanlı olarak, tıp çevresinin, insanlara, birey olarak ölümle haysiyetli bir biçimde buluşma konusunda yardımcı olmayı amaçlayan faaliyetleri de yaygınlaşır. Kişinin hastalığının, ölümün yaklaştığının kabullenilmesini mi, yoksa tedaviye devam edilmesini mi gerektirdiğini belirlemeye yarayan yeni araçlar icat edilir. Eğer mabetteki pınara atılan çiçek suya batarsa, tedaviye para harcamanın gereği yoktur. İnsanlar ölüm geldiğinde hazır olmak, son dansta atılacak adımları iyice bellemek isterler. Acılı ölüm karşısında yeni çarelere, yöntemlere baş vurulur, ama bu yöntemlerin çoğunu, ölmekte olan kişinin bizzat kendisinin bilinçli bir biçimde uygulaması gerekir, çünkü artık o yeni bir rol oynamaktadır ve bunun için bilincinin yerinde olması gerekir. Çocuklar ölmekte olan annelerine ya da babalarına yardımcı olabilir, ama bunun için anne ya da babanın ağlamaması, ağlayarak evladını kendisinden uzaklaştırmaması gerekir. Kişinin yatağından yakında onu yutacak olan toprağa ne zaman indirileceğini, arkasından ne zaman dua edilmeye başlanacağını bizzat kendisinin belirlemesi gerekir. Yanındakilerse, ölümün mekana girişini kolaylaştırmak için bütün kapıları açık tutmaları gerektiğini, ölümün korkmaması için ellerinden geldiğince sessiz olmaları gerektiğini, ve kişi son nefesini verirken, ona saygı göstererek gözlerini başka bir tarafa çevirmeleri, bu en mahrem anda onu yalnız bırakmaları gerektiğini bilirler.

Tipik bir onbeşinci ya da onaltıncı yüzyıl ölümünde, ne rahibin ne de doktorun ölen kişiye yardım etmesi beklenir. Tıp yazarları ilkesel olarak hekimin yapabileceği iki şey olduğunu yazarlar: Ya hastanın iyileşmesine yardımcı olur, ya da kolay, hızlı bir ölüm getirir. Bir hekimin facies Hippocratica’yı, hastanın ölümün kollarına düşmüş olduğunu gösteren özel işaretleri tanıması beklenir. İyileştirirken de, ölümü kolaylaştırırken de, doğayla birlikte hareket edilmelidir. Palermo, Paris ve Fez’deki tıp okullarında, tıbbın yaşamı uzatıp uzatamayacağı sorusu şiddetli tartışmalara neden olmuştur. Birçok Arap ve Yahudi doktoru bu gücü peşinen reddeder, doğanın düzenini bozmaya yönelik bu çabanın küfür kabilinden bir günah sayıldığını öne sürerler. […]

 

Yeni ölüm imgesi insan bedeninin bir nesneye indirgenmesine yardımcı olmuştur. Bu zamana kadar, bir cesedin tüm diğer varlıklardan farklı, bambaşka bir şey olduğu düşünülmüştür, cesede neredeyse insan gibi muamele edilir. Hukuksal açıdan da durum böyledir: Bir ölü yaşayanlara dava açabilir, yaşayanlar ölüye dava açabilir. Sanıkları ölü olan birçok dava görülmüştür. Halefi tarafından zehirlenerek öldürülen Papa VIII. Urbanus, yargılanmak üzere mezarından çıkarılır, yetkisini kar amaçlı kötüye kullandığına hükmedildikten sonra sağ eli kesilir, ardından bedeni Tiber’e atılır. Hırsızlıktan suçlanarak asılan bir adamın, asılmasının ardından, dolandırıcılıkla suçlanarak boynunun vurulması mümkündür. Ölüler tanıklık da yapabilir. Kadın ölü kocasının anahtarlarıyla para kesesini kasketinin üzerine koyarak, hâlâ kocasını reddedebilir. […]

 

Doğal ölüm anlayışının ortaya çıkması ölüme ve hastalığa yönelik yeni tavırların gelişmesine neden olmuştur, bu tavırlar onyedinci yüzyılın sonlarında yaygınlaşmaya başlar. Ortaçağ boyunca insan bedeni kutsal sayılmıştır; oysa artık neşter cesedin her bölgesine girme hakkı kazanır. Neşterin ölü bedende kesikler açmasına tepki veren Gerson bunun düpedüz “dine küfür, yaşayanların ölüye yersiz zulmü” olduğunu söyler. Ama aynı dönemde ahlak oyunlarında ölüm kişileştirilerek sahneye çıkar, ölü beden ilk kez Rönesans üniversitelerinde bir öğretim aracı olarak yer alır. 1375 yılında Montpellier’de izinli ve halka açık ilk diseksiyonun [teşrih] gerçekleşmesinin hemen ardından, bunun gerçek bir ahlaksızlık olduğuna hükmedilir ve sonraki birkaç yıl boyunca yinelenmesine izin verilmez. Bir nesil sonra, Alman imparatorluğu sınırları içinde yılda bir kadavraya diseksiyon yapılması izni çıkar. Bologna Üniversitesi’nde de her yıl Noel’den hemen önce bir cesedin parçalanmasına izin verilir, ancak tören ayin alayının yürüyüşüyle başlar, ardından şeytan çıkarma seansı gelir, tüm bu uygulamalarla birlikte cesedin parçalanması toplam üç gün sürer. […] Ölüm karşısındaki tavır o kadar hızla değişir ki, 1561 yılında Venedik Senatosu cellatlara, teşrih için uygun cesetler sağlanması için Doktor Fallopius’tan direktif almalarını emreder. Rembrandt 1632 yılında “Doktor Tulp’un Dersi”ni yapar. Halka açık operasyonlar ressamların gözde temalarından biri haline gelir ve özellikle Hollanda’da, karnavallarda, alışıldık bir etkinlik olarak gerçekleştirilmeye başlanır. Ameliyatların televizyona ve filmlere konu olmasına giden yolun başlangıcıdır bu. Hekim anatomi bilgisini ilerletmiş, hünerlerini sergileyecek kadar güçlenmiştir; ama kaydettiği bu gelişme, tedavi yeteneğiyle karşılaştırıldığında orantısızdır. Tıbbi ritüeller, dehşet veren bir olay haline gelen ölümün yarattığı kaygı ve sıkıntıyı bastırmaya yarar. Bugün bilimsel niteliği olan cinsel yaşam rehberlerinin Playboy ya da Penthouse gibi yayınlara rakip çıkmasına benzer bir biçimde, Vesalius’un anatomisi de Danse Macabre’ye rakip çıkar.

 

Burjuva ölümü

Barok tarzı ölüm aristokratik bir biçimde düzenlenen cenneti dengeler. Kilise tonozu yargı gününü betimlerken barbarlara, halka ve soylulara farklı yerler ayırsa da, aşağıda Ölüm Dansı, makam ve rütbe gözetmeksizin önüne gelenin canını alan orakçının işlerini betimler. Ölümün saldığı korku dünyevi ayrıcalıkları küçümser, ama aynı zamanda meşrulaştırır da. Öte yandan, burjuva ailesinin yükselmesiyle birlikte, ölümün eşitlikçiliği son bulur; gücü yeten parasını verip ölümü uzaklaştırır.

Yaşamın uzatılmasının hekimlerin yeni görevi olduğuna ilişkin ilk yorumlar Francis Bacon’dan gelir. Bacon tıbbın görevlerini üçe ayırır: “Birincisi, sağlığın korunması, ikincisi hastalığın iyileştirilmesi, üçüncüsü, yaşamın uzatılması”. Bunun yanı sıra söz konusu üçüncü görevi şu sözlerle över: “Yaşamın uzatılmasıyla ilgili üçüncü görev, henüz çok yeni ve çok eksikli olmasına karşın, tıbbın en soylu görevidir.” Tıp çevresi bu görevi üstlenmeyi aklının ucundan geçirmemiş; ancak yaklaşık bir yüzyıl sonra, bu işe para yatıran bir çevre ortaya çıkınca kolları sıvamıştır. Yeni bir zengin tipidir bu, emekli olup ölmek yerine, iş başında, doğal tükenmişlik yüzünden ölmekte ısrar eder. Sağlığı yerindeyse ve kendisini güçlü hissediyorsa, ne kadar yaşlı olursa olsun, ölümü kabullenmek istemez. Montaigne fazlasıyla kibirli bulduğu bu insan tipiyle alay eder: “Bu son, uç noktada ölme bilinci … aşırı yaşlanma sonucunda gücün tükenmesi sebebiyle ölmeyi ummak, daha erken gelecek bir ölümden kaçınmak, boş kibir değil de nedir … sanki bir adamın düşüp boynunu kırması, bir deniz kazasında boğulması, veremden ya da vebadan ölmesi doğayla çelişirmiş gibi … yalnızca genel, yaygın ve evrensel ölüme doğal ölüm demek zorundayız.” O zamanlar bu tür insanlar azdı, 1830’a gelindiğindeyse sayıları epey artmıştır. Cennete gitmeyi uman vaiz, ruhun varlığını inkar eden filozof, sermayesinin bir kat daha arttığını görmek isteyen tüccar bir araya gelerek, doğayla uyum içindeki tek ölümün, onları masaları başındayken yakalayan ölüm olduğu konusunda fikir birliği ederler.

Önceleri, yalnızca papa ve kral, ölecekleri güne kadar görev başında olmakla yükümlüydüler. Yalnızca onlar fakülteye başvuruyordu; Salerno’dan Araplar ya da Padua ve Montpellier’den Rönesans adamlarına danışıyorlardı. Kralların saray hekimleri vardı, berberlerin halka verdiği hizmeti bu hekimler krallara veriyordu: Onları hacamat ediyor, bağırsaklarını temizliyor ve hatta zehirlerden koruyorlardı. Krallar ne başkalarından daha uzun yaşamak için çaba sarf ediyor, ne de hekimlerinin, ileri yaşta onlara daha itibarlı bir yaşam sağlamasını bekliyorlardı.

 

Buna karşılık yeni yaşlılar sınıfı ölümde mutlak ekonomik bir değer için mutlak bir bedel görür. Yaşlanan muhasebeci, ölümü ondan uzaklaştıracak bir doktor arar; son yaklaştığında, doktoru tarafından resmen emekli edilmeyi, ardından son yemeğinin servis edilmesini, o gün için ayırdığı şişenin açılmasını ister. Böylece sağlık düşkünlüğü ve ardından çağdaş hekimin ekonomik gücü ortaya çıkar.Daha uzun yaşama olanağı, ölümden önce işten ayrılmanın reddedilmesi, tedavi edilemez durumlar için bile tıbbi yardım talep edilmesi; bunlar güç birliği ederek yeni bir hastalık kavramının gelişmesini ön ayak olur: İleri yaşta amaç edinebilecek türden bir sağlık. Fransız Devrimi’ne yaklaşılan yıllarda zenginlerle güçlülerin sağlığı bu tür bir sağlıktır; bir kuşak sonra kronik hastalıklar gençler ve gösteriş meraklıları arasında moda olur, veremli gibi görünmek erken gelen bir bilgeliğin simgesi, sıcak iklimlere yolculuk etme gereksinimiyse deha göstergesidir artık. Bir türlü iyileşmeyen hastalar için sürekli tıbbi bakım, bazen zamansız ölümlere sebep olsa da, üstünlük işaretidir.

 

Öte yandan yoksulların hastalıkları için durum bunun tam tersidir, onları öldüren hastalıklar, tedavisi olmayan hastalıklar olarak anılır. Doktorların uygulayabileceği tedavi yöntemlerinin, onların hastalıklarının ilerlemesine nasıl bir etkide bulunacağının bir önemi yoktur; tedavisi olmayan hastalık tanımı, zamanla, doğal olmayan yollarla ölmeye mahkum insanların hastalıkları anlamına gelmeye başlar ve bu fikir burjuvanın yoksul imgesine de uyar; cahil, üretken olmayan kişiler. Bu tarihten sonra, doğal yollarla ölebilme yeteneği, tek bir toplumsal sınıfa atfedilir; hasta sıfatıyla ölmeye parası yetenlerden oluşan bir sınıftır bu.

 

Sağlık, eceliyle ölmeyi bekleme ayrıcalığına dönüşür, bu amaç için nasıl bir tıbbi bakım gerektiğinin önemi yoktur. Önceki bir dönemde, ölüm elinde bir kum saati taşıyordu. Ağaçbaskılarda kurban ölümü reddettiğinde, hem iskelet hem de izleyici buna gülüyordu. Şimdi orta sınıf kum saatini ele geçirmiş, ölümün ne zaman geleceğini bildirmesi için de doktor tutmuştur. Aydınlanma, doktorun ciddi bir hastalığın sonucuna etki etmede yeni bir aşama kat edip etmediğini doğrulayamasa da, doktora yeni bir yetki tanımıştır.

 

Klinik ölüm

Fransız Devrimi ölümün tıbbileştirilmesi sürecinin kısa bir süre için askıya alınmasına neden olur. Devrimin ideologları, üçlü ideal üzerine kurulu bir toplumun zamansız ölümün dehşetiyle karşılaşmayacağına inanır. Ama doktorun klinik gözünün açılması, ölüme yeni bir perspektiften yaklaşmasını sağlar. Ondokuzuncu yüzyıl tüccarları kendilerine, besleyip barındırdıkları şarlatanların yardımıyla bir ölüm imgesi oluşturmuştur, ama şimdi halkın görüşünü klinisyenler şekillendirmektedir. Ölümün Tanrı’nın çağrısından “doğal” bir olaya, ve ardından bir doğa gücüne dönüştüğü anlattık; yeni bir değişim geçirecek, artık yalnızca, hem sağlıksız hem de yaşlı olan kişide doğal görülecek; bunun dışında her ölüm, “zamansız” olacaktır. Artık ölümün sebebi doktorun tanımladığı belirli hastalıkların sonucudur.

 

Ölüm belirsizleşerek metaforik bir biçim alır, onun yerine katil hastalıklar gelir. Ölüm kavramı altında değerlendirilen genel doğa gücü, klinik ölüme neden olan bir dizi özel etkene dönüşür. Bu kez sayısız “ölüm” ortalıkta gezinmeye başlar. Ondokuzuncu yüzyıl hekimlerinin özel kütüphanelerindeki kitapların ex libris’lerinde doktor, ölüm döşeğindeki hastasının yanı başında, kişileştirilmiş hastalıklarla savaşırken resmedilir. Doktorların bazı hastalıkların gelişimini engelleyebileceğine yönelik umut, ölümün üstesinden gelebilecek güçte olduklarına ilişkin mitosların doğmasına neden olur. Söz konusu mesleğe atfedilen yeni güçler klinisyenin toplumsal konumunda bir değişim getirir. […]

 

Sendikanın doğal ölüm talebi

Yirminci yüzyılda, hasta sıfatıyla, klinik eğitim görmüş doktorların gözetiminde ölmek bir vatandaşlık hakkı haline gelmiştir. İleri yaşta tıbbi bakım, sözleşmelerde koşul olarak yer alır. Müdüre masasının başında gücünün tamamen tükenmesi sebebiyle, yani doğal yolla ölme ayrıcalığı tanıyan kapitalist düzene yanıt olarak işçi, emekliliğinde tıbbi bakım talep eder. Burjuvanın, ileri yaşta ofiste aksi bir ihtiyar olarak var olmayı sürdürme umudunun yerini, yaşamın son yıllarında kent karmaşasından uzaklaşma, emeklilik maaşıyla geçinme ve bu arada etkin bir cinsel yaşam sürme rüyası alır. Ardından işçiden, doğal ölüm hakkına erişme yolunda yeni bir talep gelir: Her tür klinik durum için yaşam boyu tıbbi bakım. Yaşam boyu kurumsal tıbbi bakım toplumun tüm fertlerine borçlu olduğu bir hizmete dönüşür.

 

Bunun ardından sözlüklere “doğal ölüm” maddesi girilir. 1909’da yayımlanan önde gelen bir Alman ansiklopedisi, doğal ölümü bir karşıtlık kurarak tanımlar: “Doğal ölüme karşıt olarak anormal ölüm, ya hastalık, ya şiddet, ya da mekanik bozukluklardan kaynaklanır.” Ünlü bir felsefe sözlüğü doğal ölüm için şunları söyler: “Doğal ölüm, öncesinde bir hastalık gözlemlenmeyen, belirlenebilir özgül bir nedeni olmayan ölümdür.” Düşsel nitelikleriyle birlikte bir dehşet kaynağı olmayı sürdüren ölüm kavramı, toplumsal gelişim kavramıyla iç içe geçer. Klinik ölüme ilişkin eşitlik taleplerinin yasal geçerlik kazanmasıyla birlikte, burjuva bireyciliğinin çelişkileri işçi sınıfında da yaygınlaşır. Doğal ölüm hakkı, sanayinin kötülüklerinden bağımsızlık ya da kişisel bakım için yeni hak ve özgürlükler olarak değil, tıp hizmetlerini eşit biçimde tüketme hakkı olarak formüle edilir. “Eşit klinik ölüm”e ilişkin bu sendika yaklaşımı, 1792’de Paris’te Ulusal Meclis’te önerilen idealin tersidir; köklü bir biçimde tıbbileşmiş bir idealdir bu.

 

Yeni ölüm imgemiz sanayi ethos’una da uyuyor. İyi ölüm, geri dönüşü olmayan bir biçimde, standart tıbbi bakım tüketiciliği haline gelmiştir. Nasıl ki yüzyılın başında insan, zorunlu olarak cahil doğan ve üretken biri olmak için en az sekiz yıl eğitim görmesi gereken bir öğrenci olarak tanımlanıyorduysa, bugün de doğuştan hasta; yani, doğru dürüst bir yaşam sürmesi için her tür tedaviden faydalanması gereken bir hasta olarak damgalanıyor. Zorunlu eğitim tüketiminin iş yerinde ayrımcılığın meşrulaştırılması için bir araç olarak kullanılması gibi, sağlık hizmetlerinin tüketimi de sağlıksız çalışma koşullarının, kentlerin pisliğinin, ulaşım güçlüklerinin yarattığı sıkıntının azaltılması için kullanılır. Doktorlar yaşam kurtarmak için sanayinin silahlarını kuşanmışken, daha az zararlı çevre koşulları için mücadele etmenin ne anlamı olabilir ki?

 

Son olarak, “yoğun bakımda ölüm”, ölümün nedenleriyle ilgili en ilkel yanılsamaların dirilmesini destekler. […] Bu yanılsamalar uyarınca ölüm her zaman doğa üstü bir açıklama, ya da suçlanacak birini gerektirir: Bir düşmanın laneti, bir büyücünün büyüsü, Parsi’nin elindeki pamuk ipliğinin kopması ya da Tanrı’nın ölüm meleğini göndermesidir ölümün nedeni. Kendi ayna imgesiyle dans eden Avrupa ölümü, bir başkasının iradesinden bağımsız bir olaydır; doğanın, herkesin kendi başına yüzleşmesi gereken acımasız gücüdür. Ölümün yakınlığı, yaşamın kırılganlığının, narinliğinin en ince ve en tutarlı ifadesidir bu anlamda. Ortaçağın sonlarında “doğal” ölümün keşfi, Avrupa lirik şiirini ve dramasını besleyen en önemli kaynaklardan biri olmuştur. Ama aynı zamanda, ölümün bu yakınlığı, doğadan gelen dışsal bir tehdit olarak algılanmaya başlanınca, yeni ortaya çıkan mühendislik açısından başlıca sorunlardan biri haline gelir. Eğer mühendis dünyaya, pedagog-eğitimciyse bilgiye hakim olabildiyse, neden biyolog-hekim ölüme hakim olamayacaktı ki? Doktor, insanla ölümü arasına girmeye yeltenince, ölüm dört yüz yıl önce kazandığı önemini ve insana yakınlığını yitirir.

 

Doktor-ölüm ilişkisindeki değişim, söz konusu izleğin ikonografik yorumunu dikkate aldığımızda açıkça ortaya çıkacaktır. Ölüm Dansı çağında hekime pek rastlanmaz; benim görebildiğim kadarıyla, ölümün doktora bir meslektaşı gibi davrandığı tek resimde, ölüm bir eliyle yanı başındaki yaşlı adamın elini tutar, diğer elindeyse idrar dolu bir bardak vardır; adeta hekimden, tanısını doğrulaması istemektedir. Ölüm Dansı çağında iskelet-adamın şakalarının çoğunun konusu doktorlardır. Daha önceki bir dönemde, ölümün henüz etten kemikten olduğu sıralarda, ölüm doktorun ayna imgesini sorguya çeker; doktorun insanın içorganlarıyla ilgili bildiğini sandığı şeyleri ona doğrulatmaya çalışır. Sonraları, etsiz bir iskelete dönüşen ölüm, doktorun yetersizliğiyle alay eder, saygınlığını hafife alır, en az doktorun kendisinin dağıttığı ilaçlar kadar tehlikeli ilaçlar verir ona, onu da dansa çekerek, sıradan ölümlülerden farkı olmadığını gösterir. Barok ölüm doktorun her işine karışır, doktorun fuarda sattığı malzemelerle alay eder, muayenelerine müdahale eder, deney tüplerini kum saatlerine çevirir, ya da bir veba hastanesinde doktor kimliğine bürünür. Onsekizinci yüzyıldaysa yeni bir motif çıkar ortaya: Ölüm, hekimin karamsar tanılarıyla alay eder, doktorun ölüme mahkum ettiği hastaların yakasından düşer, bu oyunlardan büyük zevk alır. Ondokuzuncu yüzyıla kadar, ölüm doktorla ya da hastayla uğraşır, çoğunlukla araya girer, süreçleri tersine çevirir. Yarışmacılar hasta yatağının iki yanında saf tutmuştur. Ancak klinik hastalık ve klinik ölümün ortaya çıkmasından sonra, doktorun kendi inisiyatifini kullanarak ölümle hastanın arasına girdiği resimler yapılır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraysa artık doktor iskeletle dövüşmeye başlar, genç kadını ölümün kollarından çekip alır, ölümün elinden orağını kapmaya çalışır. 1930’a gelindiğinde, beyaz önlüklü güler yüzlü bir adam, ağlayan iskeletin peşinden koşmaktadır; Marle’nin terapi sözlüğünün iki cildinin yardımıyla, bir sinek gibi ezer onu. Diğer bir resimdeyse doktor bir elini kaldırarak ölüme durmasını işaret eder, diğer eliyleyse genç kadının kollarını yakalamıştır, ölümse genç kadının ayaklarına sarılmış durumdadır. Max Klinger kanatlı bir devin tüylerini yolan bir hekim sunar. Bazen bir odaya hapsedilir iskelet, bazense kemikli kıçına tekmeyi yer. Artık hastadan çok doktor mücadele etmektedir ölümle. Eğer bu kavgadan galip ayrılan ölüm olursa, ilkel kültürlerde olduğu gibi, suçlanacak birisi bulunur: Suçlanan bu birisinin, yine, yüzü yoktur ama gücü, yetkisi vardır; suçlanan bir kişi değil, bir sınıftır. […]

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yoğun bakımda ölüm

Şeytansı ölümün tüm formlarının çok yönlü dışlanmasına nüfuz etmediğimiz sürece, toplumsal düzenlenişimizin derin yapısını tam olarak kavrayamayız. Önde gelen kurumlarımız, “insanlık” adına, ölüm saçan failler ve sınıflara karşı dev bir savunma programı yürütmektedir. Hatta bunun topyekun bir savaş olduğu bile söylenebilir. Bu savaşta sağlık programlarının yanında, refah, uluslararası yardım ve kalkınma programlarının da rolü vardır. Tüm renklerden ideoloji bürokrasileri de bu haçlı seferine katılmıştır. Haksızca işleriyle hastalık ve ölüme sebep olan ya da bunlara göz yuman diktatörlerle kapitalistleri alt etme yolunda; devrimler, baskılar ve hatta iç savaşlar ya da devletlerarası savaşlar bile meşru kılınabilir.

İlginçtir, ölümün alt edilmesi gereken bir düşman olarak algılanmaya başlanmasıyla, büyük-ölümün sahneye çıkması eşzamanlı olmuştur. Hem “gereksiz ölüm” kavramı bizim için oldukça yenidir, hem de dünyanın sonu imgesi. Ölüm, benim dünyamın sonu, ve kıyamet, yani dünyanın sonu, iç içe geçmiş durumdadır; her ikisine karşı tavrımızda gözlemlenen değişimde atom bombasının rolü büyüktür. Çünkü bu olayla birlikte, kıyamet mitolojik bir beklenti olmanın ötesine geçerek gerçek bir olasılık haline gelmiştir. Artık kıyamet Tanrı’nın iradesi sebebiyle, insanın suçu yüzünden ya da doğa yasalarının bir koşulu olarak gerçekleşecek bir olay değildir, insanın doğrudan kendi iradesiyle vereceği bir kararın sonucudur. Atom ve kobalt bombaları arasında tuhaf bir analoji vardır; ikisinin de insanın iyiliği için zorunlu olduğu iddia edilir ve ikisi de insana dünyanın sonunu getirme gücü verir. Tıbbileşmiş toplumsal ritüeller, kendi kendine alevlenen bu ölüm karşıtı savaş aracılığıyla kurulan toplumsal denetimin bir yüzünü temsil eder. […]

Endüstrinin baskınlığı, birçok geleneksel dayanışma ilkesine zarar vermiş, yer yer bunları bütünüyle yok etmiştir. Endüstriyel tıbbın kişisiz ritüelleri insanlar arasında sahte bir birlik kurar. Ekonomik kalkınmanın hedefi olarak hastane ölümünü işaret eder ve tüm üyelerini özdeş bir “arzulanır ölüm” kalıbıyla ilişkilendirir. Tüm insanların aynı ölüm türüne doğru ilerlediğine ilişkin mitos, zenginlerin cephesinde suçluluk duygusunu azaltır, çünkü bu yolla yoksulların çirkin ölümleri gelişmemişliğe bağlanabilir – ki aynı zihniyete göre, bu gelişmemişliğin çaresi, sağlık kurumlarının daha da yayılmasını sağlamaktır.

 

Doğaldır ki, tıbbileşmiş ölümün, endüstriyel anlamda yüksek toplumlarda üstlendiği rolle, taşrada üstlendiği rol arasında fark vardır. Endüstriyel bir toplumda günlük yaşamdaki tıbbi müdahaleler baskın sağlık ve ölüm imgelerini değiştirmez, aksine onları besler. Tıbbın desteğiyle yaşayan seçkinlerin ölüm imgesini kitlelere yayar ve gelecek kuşaklar için sürekli çoğaltır. Ama “ölümü engelleme” yöntemleri, tüketicilerinin hastane ölümüne dinsel yollarla hazırlandıkları kültürel bağlamının dışında uygulanırsa, hastane temelli tıbbın büyümesi kaçınılmaz biçimde bir sömürgeci müdahalecilik örneği olacaktır. Toplumsal ve siyasi bir ölüm imgesinin dayatılması söz konusu olacak, insanlar sağlık ve ölümle ilgili geleneksel kavrayışlarını terk etmeye zorlanacaktır. Kültürlerinin birliğini sağlayan kendi-imgeleri dağılacak, bağımsız bireyler, yüksek toplumsal değerlerin baskın olduğu uluslarüstü bir kitleye eklemlenecektir. Tıbbi ölüm umudu zenginleri sınırsız sigorta harcamalarına zorlar, yoksullarıysa kapana kıstırır. İnsanların ölürken ölüme karşı gerçekçi bir tavra sahip olamamaları, burjuva bireyciliğinin çelişkilerini güçlendirir. Burkino Faso-Mali sınırını bekleyen gümrük memurlarından biri bana ölümün, sağlıkla ilişkisi açısından nasıl bir önem taşıdığını açıkladı. Ondan, Nijer kıyısındaki insanların, neredeyse her köyde ayrı bir dil konuşulan bu bölgedeki toplulukların birbirlerini nasıl anladığını öğrenmek istemiştim. Onun için bunun dille bir ilgisi yoktu: “Oğullarını bizim gibi sünnet ettikleri ve bizim gibi öldükleri sürece onları anlarız.”

 

Meksika’da birçok köyde, sosyal sigorta görevlilerinin ziyaretlerinin nasıl sonuçlandığına tanık oldum. Bir kuşak boyunca insanlar geleneksel inançlarını korur; ölümle, ölmeyle ve yasla nasıl baş edeceklerini bilirler. Yeni hemşire ve doktor, onlardan daha bilgili oldukları yanılgısıyla, onlara kötü klinik ölümlerin oturduğu bir Panteon’dan söz ederler; andıkları tüm kötü ölümlerin bir çaresi vardır, her çarenin de bir bedeli. İnsanların sağlıklı yaşam koşullarını modernleştirmek yerine, hastane ölümü ideali hakkında vaazlar verirler. Verdikleri hizmet aracılığıyla, köylüleri sonsuz bir arayış içine sokarlar – uluslararası bir tanımı olan iyi ölümün arayışıdır bu; öyle bir arayıştır ki, onları sonsuza dek tüketici kılar. […]

 

Ölümün tıbbileşmesi aracılığıyla, sağlık hizmetleri diğer tüm inançları dışlayan bir dünya dini haline getirilmiştir, bu dinin kuralları zorunlu derslerde öğretilir ve ahlaki çerçevesi, çevrenin bürokratik yeniden yapılandırılmasına uygulanır; cinsellik bile kitabına göre yaşanır, hijyen kaygısı yüzünden, iki kişinin bir kaşığı paylaşması kötülenir. Zenginlerin yaşam tarzlarına hakim olan, ölüm karşıtı mücadele, kalkınma havarileri tarafından bir dizi kurala çevrilir, dünyanın yoksul nüfusunun yaşamlarını bu kurallara göre sürdürmeleri emredilir.

Ancak fazlasıyla endüstriyel toplumlarda evrilen bir kültür, ölüm imgesinin, yukarıda açıkladığım ticarileşme sürecini olanaklı kılabilirdi. Bugün uç bir noktaya varan “doğal ölüm”, artık insan organizmanın tedaviyi reddettiği ana dönüşmüştür. İnsan artık son nefesini vermiyor ya da kalbi durduğu için ölmüyor; elektroensefalogram düz bir çizgi çizdiği zaman ölüyor. Toplumsal anlamda kabul gören ölüm, insan yalnızca üretici olarak değil, aynı zamanda tüketici olarak da, işe yaramaz hale geldiği zaman gerçekleşiyor. Büyük emek verilerek eğitilen bir tüketicinin, tamamen kaybedildiğini kayda geçirmekten başka çare kalmadığında gerçekleşiyor. Ölüm tüketici direnişin nihai biçimi kabul ediliyor.

 

Geleneksel olarak ölüm karşısında en korunaklı konumda bulunan kişi, toplumun ölüme mahkum ettiği kişidir. Ama idam edilmeyi bekleyen mahkumun da, intihar etmesi olasılığı, toplum açısından bir tehdit unsuru yaratır. Belirlenen saatten önce kendi canına kıyması yetkeye meydan okuması anlamına gelecektir. Bugün, bu anlamda, kendi ölümü için kurulan sahnede en korunaklı konumda bulunan kişi, kritik bir durumda olan hastadır. Onun ne zaman ve hangi kesip biçmelerden sonra öleceğine, sağlık sistemi aracılığıyla eylemde bulunan toplum karar verir. Toplumun tıbbileşmesi doğal ölüm çağının sonunu getirmiştir. Batılı, kendi ölümünü yönetme hakkını yitirmiştir. Sağlık, ya da özerk mücadele gücü ondan esirgenir, son nefesinde bile. Teknik ölüm ölme karşısında bir zafer kazanmıştır. Mekanik ölüm diğer tüm ölümleri yenmiş ve yok etmiştir.

 

Ivan Illich

Çeviren: E. E. Ç.

Cogito sayı 40

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...