Jump to content

Hasan Ali Toptaş


semuel

Önerilen Mesajlar

HASAN ALİ TOPTAŞ - BİYOGRAFİ

Hasan Ali Toptaş, 1958 yılında Denizli'nin Çal ilçesinde doğdu. 1975'de liseyi bitirdikten sonra Uşak Meslek Yüksek Okulu'na girdi. 1980 öncesinin kargaşasında okula ancak bir yıl devam etti ve öğrenimini yarıda bıraktı. Bir süre işsiz güçsüz dolaştı. 1981'de, başka çıkar yol bulamadığı için memuriyet sınavına girdi ve Çivril Vergi Dairesi'nde veznedar olarak çalışmaya başladı. Burada, yaklaşık beş yıl boyunca, homurdana homurdana makbuz kesip para saydı. 1985'te Maliye Bakanlığı'nın iki yıllık kurs sınavını kazanıp (aslında bahane edip) mesleki öğrenim görmek üzere Ankara'ya geldi. 1987'de, o güne dek çeşitli dergilerde çıkan öykülerini Bir Gülüşün Kimliği adlı kitapta topladı. 1988'de, İzzet Kılıçlı, Cemil Kavukçu ve Tamer K. Bilgin ile birlikte Yazıt dergisinde yer aldı. Aynı yıl, Maliye Bakanlığı'nın kursunu bitirip Sincan Vergi Dairesi'nde icra memuru olarak yeniden göreve başladı.

1990'da ilk kitabında olduğu gibi yine maliyetini kendisi karşılayarak Yoklar FısıltısıÖlü Zaman Gezginleri adlı öykü dosyasıyla Çankaya Belediyesi ile Damar edebiyat dergisinin düzenlediği yarışmada birincilik ödülü aldı ve bu dosya Çankaya Belediyesince kitaplaştırıldı ama, önceki kitaplar gibi Ölü Zaman Gezginleri de okurla buluşamadı, kitapçılara ulaşamadı. Aynı yıl yazar, Sonsuzluğa Nokta adlı yayımlanmamış romanıyla Kültür Bakanlığının düzenlediği yarışmada mansiyon aldı. Romanını yayımlatacak yayınevi bulamayınca, artık hiçbir şey yazmayacağım diye tutup yalnızlık teması üzerine şiirsel metinler yazdı ve bu metinler Kavram Yayınlarınca kitaplaştırıldı.

Yazar, 1994 yılında Gölgesizler adlı yayımlanmamış romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü'nü aldı. Gölgesizler'in yayımlanmasından sonra 1996'da Kayıp Hayaller Kitabı adlı romanı yayımlandı. Ardından, yazar, Bin Hüzünlü Haz adlı romanını yazdı ve gene yayımlatacak yayınevi bulamadı. Her kapıdan geri çevrilen bu romanı, sonunda Adam Yayınları kitaplaştırma cesaretini gösterdi ve roman 1999 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünü aldı. Ertesi yıl, aynı roman, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri tarafından en iyi roman ödülüyle ödüllendirildi.

Bütün romanları Adam Yayınları tarafından yayımlanan Hasan Ali Toptaş, halen Sincan Malmüdürlüğünde memurluk yapıyor ve roman yazıyor.

Yapıtları:

Ben Bir Gürgen Dalıyım – Roman

Bir gürgenin ümitleri, kaygıları nelerdir biliyor musunuz? Hangi hayallerle, düşlerle dalar rüyalarına? "Büyüyünce" bir oyuncak mı olmayı ister, bir gitar mı? Son dönem Türk edebiyatının en önemli isimlerinden Hasan Ali Toptaş'ın ilk çocuk kitabı Ben Bir Gürgen Dalıyım'ı okurken çocukların güzelliğini, Beşparmak Dağları'nda yaşayan bir gürgenin çocuksu saflığında bulacaksınız

Sonsuzluğa Nokta - Roman

Sıradışı bir yazarla karşı karşıyadır Türk Edebiyatı. Hasan Ali Toptaş, olağanüstü yetenekte bir dil ve kurgu ustasıdır; Türk edebiyatının en güçlü romantik kalemidir. O, geleceğin Türk edebiyatına damgasını vuracak birkaç yazardan biridir. - Yıldız Ecevit

Bin Hüzünlü Haz – Roman

Adamakılı kirlenip de kim olduğunu anlamak, dünyada insanoğlunun işleyebilceği ne kadar suç varsa hepsini kocaman bir mıknatıs gibi varlığında toplamak” isteyen bir kahraman var karşımızda. Öte yandan yüzünü bile bilmediği bir sevgiliyi bulmak için umudunu kaybetmeden mahşeri bozkırları, hayat dolu ormanları, gizemli dağları aşıyor, entrikalı saraylara varıyor. Hasan Ali Toptaş, “Gerçek dünyadan yola çıkarak, kelimeler aracılığıyla yeni bir dünya kurmaya çalıştım” dediği romanında okuru dilin büyülü dünyasını yeniden keşfe davet ediyor

Gölgesizler – Roman

Bir köyde aniden birileri kaybolur, ama bu öyle bir kayboluştur ki sanki buharlaşmış ya da yer yarılmış içine düşmüşlerdir... Cıngıllı Nuri, Güvercin, onları aramaya kente kadar giden Muhtar, aklını yitirip kar neden yağar diye sorup duran Cennet’in oğlu, tıraş bıçağı almaya gidip kaybolan berber çırağı... Düşle gerçek olanın birbirine karıştığı, neredeyse şiire varan melodik bir üslupla yazılmış bir “kayıp insanlar, kayıp hayatlar” öyküsü Gölgesizler; “ruhu daralmış” insanların, “birdenbire derisi dar gelmiş bedenine; elleri kollarına, ayakları bacaklarına uymaz ve gözleri görmesine yetmez olmuş” insanların, kendilerini ve aynadaki diğer insanları arayışlarının öyküsü. Gölgesizler, gerçeküstü anlatımı ve sınırlarda gezinen olağanüstü dili ile tüm okurları kavrayacak, zorlayacak, şaşırtacak ve zenginleştirecek bir roman.

Kayıp Hayaller Kitabı – Roman

Yüzyılın son çeyreğindeki Türk edebiyatının birkaç kilometre taşından biri Hasan Ali Toptaş. O bir kurgu-dil sanatçısı; ödün vermez bir biçim ustası; yirminci yüzyıl edebiyatının vardığı çizginin en uç noktası." -Yıldız Ecevit Küçük bir kasabadaki eski bir aşkın izlerini takip eden okuru, duvarları hayallerden oluşmuş bir labirent bekliyor "Kayıp Hayaller Kitabı"nda

Ölü Zaman Gezginleri - Öykü

Zamanın ve mekânın sonsuzca çeşitlendiği ve bu gelgitler içinde yok olduğu, hayalle gerçeğin, yaşamla ölümün birbirinin içinde eridiği öyküler bunlar. Var mı yok mu bilemediğiniz, zamanın hangi boyutunda, hangi köyün, hangi kentin hangi sokağında olduklarını kestiremediğiniz kadınlar, erkekler, garsonlar, bekçiler, köpekler; zamanda gezen ve gezdikleri yerlerde boşluklar bırakan, şöyle ya da böyle hep var olan gezginler...Hasan Ali Toptaş her kelimeyi ağırlığına, kokusuna, tadına göre seçerek yerleştirdiği öykülerinde, okuru kendi iç dünyasında, öncesi ve sonrasıyla zamanda ve dilin büyülü atmosferinde doyumsuz bir gezintiye çıkarıyor.

Yalnızlıklar Şiir - Şiir

Hasan Ali Toptaş'ın ilk kez yayımlanan yapıtı Yalnızlıklar, bir yalnızlıklar atlası, alfabesi, sözlüğü. Bu sözlüğün bir maddesinde "kendimizi alıp kaçtığımız dilsiz bir at" oluyor yalnızlık. "Yelesi bakışlarımızda savruluyor, nal sesleri duruşumuzda." Diğerinde hem yazıyor, hem okuyor ama kelimeleri yok. Çünkü "bütün kelimelerden oluşmuş bir kelime" o. Sonra "ölülerin dönüp dönüp bizde yaşaması" oluyor. Ya da öldürmek nihayetinde. Hasan Ali Toptaş'ın kelimelerin sınırlarını genişlettiği, okurun gözüne kelimelerden sinema kareleri sunduğu bir yapıt Yalnızlıklar

Hasan Ali Toptaş: Hayat beni edebiyata çağırdı

"Uykuların Doğusu" adlı romanıyla "Orhan Kemal Roman Armağanı Ödülü"nü kazanan yazar Hasan Ali Toptaş, "Edebiyat Tanrısı"nın yaptığı jestlerle 34 yıldır yazdığını söyledi.

Toptaş, ortaokul 2. sınıfta Orhan Kemal'in "Gurbet Kuşları" adlı romanını okuduktan sonra yazmaya heves ettiğini ve hemen büyük boy bir defter aldığını anlattı.

Her gün defterin yarım sayfasını yazdığını, sayfanın geri kalanına ise bir arkadaşının, yazdığı metne uygun resim çizdiğini dile getiren Toptaş, "O zamanki sabrım ve tecrübem kitabı bitirmeye yetmedi. 50-55 sayfa yazdıktan sonra yarım bıraktım. Yazdığım konu 'Gurbet Kuşları' kitabına da çok benziyordu" diye konuştu.

Toptaş, ilk öyküsünün 1975 yılında Denizli'de bir yerel gazetede yayınlandığını dile getirerek, "Bir Gülüşün Kimliği" adlı ilk öykü kitabının 1987 yılında, "Yoklar Fısıltısı" adlı kitabının ise 1990 yılında çıktığını anlattı.

Bu iki kitabı da kendi parasıyla bastırdığını ifade eden Toptaş, şöyle devam etti:

"Bunun üzerine yazı yazmaya küstüm. Yazdığım kitapları hep ben mi bastıracağım, memuriyetten aldığım maaşla matbaaya taksit mi ödeyecektim? 'Ya ben iyi yazamıyorum ya da yazdıklarımı insanlar anlamıyor' diye düşündüm. Her iki durumda da yazmayı bırakmam gerektiğine karar verdim. 'Edebiyat Tanrısı' diye bir şey varsa, benim bu kararımı duymuş olmalı ki bana tuhaf jestler yapmaya başladı."

"Sonsuzluğa Nokta" adlı ilk romanının 1993 yılında Kültür Bakanlığı'nın roman yarışmasında ödül aldığını ve bakanlık tarafından basıldığını dile getiren Toptaş, aynı yıl Çankaya Belediyesi'nin düzenlediği öykü yarışmasında da "Ölü Zaman Gezginleri" adlı öyküsüyle birincilik ödülünü kazandığını ve bu kitabının da belediye tarafından basıldığını belirtti.

"Edebiyat Tanrısı"nın yaptıklarının bununla da bitmediğini anlatan Toptaş, yalnızlık teması üzerine şiirsel dosyasının da Kavram Yayınları tarafından yayınlandığını söyledi. Toptaş, "Aynı yıl bütün bunlar oldu ve hayat beni edebiyata geri çağırmış oldu" dedi.

Hasan Ali Toptaş, "Yalnızlıklar" adlı şiirsel dosyasının Flemenkçe'ye çevrildiğini ve bu yılın şubat ayında Hollanda'da tek kişilik oyun olarak sahnelenmeye başlandığını belirterek, gelecek sonbaharda Türkiye'de sahnelenecek tek kişilik oyunu Hollandalı yönetmenin yöneteceğini, Mahir Günşiray'ın da oynayacağını söyledi.

1994 yılında ikinci romanı "Gölgesizler"i bitirdiğini, o romanıyla da Cumhuriyet Gazetesinin düzenlediği "1994 Yunus Nadi Roman Ödülü"nü aldığını dile getiren Toptaş, "Kayıp Hayaller Kitabı" adlı romanının 1996'da çıktığını, "Bin Hüzünlü Haz" adlı romanının da "1999 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü"nü aldığını bildirdi.

Toptaş, 2005 yılında "Uykuların Doğusu" adlı romanının çıktığını ve bu romanla da "Orhan Kemal Roman Armağanı Ödülü"nü kazandığını hatırlattı.

5 roman, 3 öykü kitabı, şiirsel metinlerden oluşan kitap, bir de "Ben Bir Gürgen Dalıyım" adlı çocuk kitabı olduğunu belirten Toptaş, 34 yıldır yazdığını vurguladı.

"Uykuların Doğusu" adlı romanından çok etkilendiğini ve hala bu duygularından uzaklaşmaya çalıştığını kaydeden Toptaş, "İnsan gördüğü şeylerin toplamı kadar uyanık, görmediği şeylerin sonsuzluğu kadar uykudadır. Bu düşünce üzerine inşa edilmiş bir roman. İçinde birçok birbirini doğuran, birbiriyle çelişen, çarpışan hikayeler var" diye konuştu.

Haber: Dergibi

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Birçok yazarın üslubunu, tekniğini ve edebiyat hakkındaki düşüncelerini etkilemiş olan Borges’in gözlerine gece yavaş yavaş iner. Kendi ifadesiyle, neredeyse yarım yüzyıldan fazla sürer bu iniş. 1955’te de, sonunda o ‘acıklı ân’ gelip çatar ve Borges artık kendi başına okuyup yazamayacağını anlar.

 

O günlerde, fokur fokur kaynayan kocaman bir kazandır Arjantin; huzursuzluk her yeri köşe bucak sarmakta, kilise Peron’a karşı ateş püskürmekte, ordunun desteğini kazanan muhalefet de ayağa kalkmış, öfkeli bir güç halinde iktidara doğru yürümektedir. Derken, bilindiği gibi, pabucun bir hayli pahalı olduğunu anlayan Peron, 1955 Eylül’ünde koltuğuyla birlikte Arjantin’i de terk ederek apar topar Madrid’e sığınır. İktidara gelen Aramburu hükümeti de aynı yılın sonunda Borges’i alır, Ulusal Kitaplık Müdürlüğüne atar. Borges’e göre bu durum, Armağanlar Şiiri’nde de belirttiği gibi, tanrının ona yaptığı ilahi bir şakadır. Tanrı, cenneti bir bahçe ya da saray olarak değil de bir kitaplık olarak düşünen kulunu, tam da kör olduğu anda, raflarında bir milyona yakın kitap bulunan Ulusal Kitaplık’ın başına getirmiştir çünkü. Başka bir deyişle, oldukça cömert davranarak ona hayal ettiği cenneti vermiş, ama tutup gözlerini de geri almıştır.

 

Borges, sonraki yıllarda bu görevinden bir şekilde uzaklaştırılır. Uzaklaştırılınca da, zaman zaman çeşitli toplantılarda edebi konuşmalar yapmaya başlar. 1977’de, Buenos Aires’teki Teatro Coliseo’da yaptığı yedi konuşma, sağda solda kesilip biçilerek yayımlandığı ve plaklara kaydedilip sorumsuzca dağıtıldığı için, bir anlamda korsanların elinden kurtarılarak 1980’de kitaplaştırılır.

 

Bu kitap aşağı yukarı on yıl önce, Celâl Üster tarafından Yedi Gece adıyla bizim dilimize de çevrildi biliyorsunuz. Çevrildiği günden beri de, tahmin edileceği gibi, benim başucu kitaplarımdan biri oldu. Sanıyorum, iki üç kez Can Yayınları, bir kez de İletişim Yayınları baskısını okudum bu kitabın. Tabii, her okuduğumda da bazı kelimelerin peşine düşüp başka başka kitaplara gittim ve oralarda, her biri birbirinden keyifli birçok yolculuk yaptım. Biliyorsunuz, Borges’i okurken bu tür yolculuklar yapmamak insanın elinde değildir; çünkü o kelimeleri işaretparmağıyla başparmağının arasına yerleştirdi mi, tıpkı toprakaltından çıkarılan eski çağlara ait madeni bir kalıntının üzerindeki tortuları temizliyormuş gibi, teni o kelimelerin ruhuna temas edinceye dek, iyice ovalar. İnsanın aklına da, mızmız birer kurtçuk halinde kımıldanıp duran bir yığın soru serper bu arada.

 

İşte, sözünü ettiğim bu harika kitabı ben üç gün önce, bir gece vakti elime yeniden aldım. Daha doğrusu, almadım da, kitap öteki kitapların arasından sıyrılıp bana kendini bir şekilde sundu sanki. Derin sırlarla dolu yumuşak bir fısıltı halinde, neredeyse boşluğa Borges’in yüz hatlarını da çizerek, nazikçe sundu. Ben de durur muyum, hemen açıp rastgele karıştırmaya başladım onu. Sonra, sayfalar boyunca bir o yana bir bu yana gezinirken, ‘Binbir Gece Masalları’ başlığını taşıyan bölümde durdum ve birdenbire Borges’in şu cümlelerini okudum: “Biliciler İskender’e Doğu’da ve Batı’da saltanat süreceğini bildirmişlerdi. Doğu’nun ve Batı’nın iki boynuzuna hükümdarlık ettiği için İskender İslam ülkelerinde hâlâ ‘Çift Boynuzlu İskender’ diye anılır.”

 

Hemen dönüp bir kez daha okudum aynı cümleleri. Ardından da, Borges’in bu konuda en azından bir cümle daha söylemesi gerektiğini düşündüm. Benim bildiğim kadarıyla, Doğu’daki kıssaların, mes’ellerin ve halk hikâyelerinin içinde üç İskender vardı çünkü. Bunlardan biri, günümüzde yaşamını oyun kâğıtlarının sinek papazı olarak sürdüren, herkesin bildiği Makedonyalı İskender’di; nâm-ı diğer Büyük İskender. Öteki İskender, İsa’dan iki bin yıl önce yaşadığı rivayet edilen, asıl adı Münzir olan ve yaşadığı dönemde Arap topraklarından kalkıp Çin’e kadar giden Yemenli bir emirdi. Üç İskender’den en az bilinip en çok tartışılanı da, adı Kur’an’da anılan İskender’di. Makedonyalı adaşı gibi Doğu’yu ve Batı’yı görme mutluluğuna eriştiği için, Zül Karneyn (zül: sahip, karn: boynuz, eyn: iki) diye adlandırılan İskender. Yine benim bildiğim kadarıyla, aynı adla anılan bu üç İskender, tarihçiler, hikâyeciler ve müfessirler tarafından her zaman birbirine karıştırılırdı.

 

Doğu kültürüne onca yakın olan Borges’in bu karışıklığa bir kalem bile değinmeden Büyük İskender’i “Çift Boynuzlu İskender” (Zül Karneyn) diye adlandırıp geçivermesi, biraz tuhaftı bana göre. Üç gün önce işte bu tuhaflığı gördüğümde, birden, bu konuyu bir başkasıyla konuşma ihtiyacı duydum. Aklıma, elinde Hazer İçin Birkaç Sarı Gül’le kimi zaman Çukurova’nın kavurucu sıcağında, kimi zaman Asi nehrinin serinliğiyle genişleyen Amik’te, kimi zaman da Mısır’a ve Babil’e doğru kayan yıldızları görebilmek için Agra dağının zirvesinde gezinip duran Hüseyin Ferhad geldi tabii. Sırtından şaman göyneğini hiç çıkarmayan bu şairin dizlerinde ne de olsa her zaman açık duran bir Doğu haritası vardı ve bana bu konuda her zaman bir şeyler söyleyebilirdi. Böyle düşünür düşünmez, gece baca demeyip hemen telefonla aradım onu. İnsana tâ Çin Seddi’nde yankılanıyormuş gibi gözüken o sıcak ve karayağız sesiyle bana M. Sıddık Gümüş’ün Hakikat Kitabevi tarafından yayımlanan Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye adlı kitabını işaret ettikten sonra, “Kimin kim olduğunun ne önemi var Hasan Ali, aslolan yazıdır,” dedi Hüseyin Ferhad. Hemen ardından da, “Rimbaud için şimdi Adana’da Seyhan nehrine dokuz adet siyah gül atıyorum, yarın sabah da İmrü’l Kays’ı anma törenine katılmak üzere Ankara’ya geleceğim,” diye ekledi.

 

Doğrusu, Ankara’da oturmama rağmen, pek dışarı çıkmadığım için, İmrü’l Kays adına benim böyle bir tören yapılacağından haberim yoktu. Bu yüzden, ertesi gün olup bitenleri görünce bir hayli şaşırdım. Yıllardır yaşadığım Ankara, Ankara değil gibiydi çünkü; her yere İmrü’l Kays’ın dizelerini taşıyan dev afişler asılmış, caddeler süpürülüp silinmiş, binalar iç açıcı renklere boyanmış, balkonlar, teraslar ve pencereler renk renk çiçeklerle donatılmış, Kızılay’ın göbeğine de şöyle her köşeden rahatça görülebilecek yükseklikte kocaman bir kürsü kurulmuştu. Üstelik, bir yanıyla Tandoğan’a, bir yanıyla Sıhhiye’ye, bir yanıyla da Meclis’i aşarak Kuğulu’ya doğru genişleyip giden müthiş bir kalabalık vardı bu kürsünün çevresinde. Kalabalığın içinde de, kelli felli politikacılardan yabancı diplomatlara, şairlerden romancılara, hikâyecilerden eleştirmenlere, işçilerden öğrencilere, sendikacılara, memurlara ve ev hanımlarına kadar hemen hemen herkes vardı.

 

Derken, Hüseyin Ferhad’ı, açılış konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ettiler. Sözlerine, “Şu an rüyada gibiyim,” diye başladı Hüseyin Ferhad. Ardından da, kendi adının John Cornford’la, Zîn’le, Sultan Galiyev’le, Lebid’le, Ehmedê Xanî’yle, Yulug Tigin’le, Puşkin’le ve İmrü’l Kays’la anılacaksa bir anlam ifade edeceğini belirterek, cahiliye dönemi Arap edebiyatının önde gelen yedi şairinden biri olan ve Arap edebiyatına doğa temasıyla birlikte kafiye yeniliklerini de getiren İmrü’l Kays hakkında bazı bilgiler verdi.

 

Sonra, alkışlar eşliğinde, uzun boylu biri çıktı kürsüye. O da, asıl adı Adi ya da Muleyka ya da Hunduç olan İmrü’l Kays’ın çocukluğunu Kinde kabilesine reislik yapan babası Hucr’un sarayında geçirdiğini, bir kız için yazdığı aşk şiiri yüzünden babasının onu kabileden kovduğunu, sonra bin pişman olup geri çağırdığını, ama çok geçmeden Kays’ın yeniden çöllere kaçtığını, sonra orada serseri bir grubun başına geçip kendini sadece müziğe, içkiye ve şiire verdiğini, babası öldürülünce öç almak için kabile savaşlarına katıldığını, bir süre sonra yapayalnız kalıp Teyma emirine sığındığını, emirin onu Bizans imparatoruna gönderdiğini, sonra İmrü’l Kays’ın bir rivayete göre hanedandan bir kadına âşık olduğunu, bu yüzden Ankara civarına sürgün edildiğini, sonra armağan olarak peşinden kendisine zehirli bir gömlek gönderildiğini ve bu gömleği giyince de bir çeşit deri hastalığına yakalanıp acılar içinde öldüğünü anlattı. “Vasiyeti üzerine İmrü’l Kays, Ankara yakınlarındaki Asip dağına gömülmüştür,” dedi ardından da.

 

O sırada, Kızılay meydanını dolduran kalabalık hafifçe dalgalandı. Hatta, “Asip dağı da neresi?” diye haykırdı birkaç kişi. Kürsüdeki adam, sadece haykıranlara değil, aynı zamanda zamana da yanıt verircesine; “Bunu bilen yok,” dedi kederli bir yüzle.

 

İşte o zaman, kalabalık bir kez daha dalgalandı ve herkes birbirine dönerek, bu dağın mutlaka bulunması gerektiğini söyledi. Öyle ki, bir anda binlerce kalpten oluşan kocaman bir arzuya dönüştü Ankara. Ardından da, insanlar nerede olduğu bilinmeyen Asip dağını bulmak için dört bir yana koşmaya başladılar.

 

“Boşuna yorulmayın, şimdiye kadar kimse arayıp sormadığı için, büsbütün kaybolmasını istemedim de ben o dağı alıp Bin Hüzünlü Haz’ın içine sakladım,” diye bağırdım ben de o sırada.

 

Hatta, sesimi duyurabilmek için kürsüye çıkıp aynı sözleri mikrofondan söylemeyi düşündüm ama, Hüseyin Ferhad durdurdu beni.

 

“Yapma,” dedi usulca. “Seni kimse duymaz.”

 

Milliyet Sanat

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...