semuel Oluşturma zamanı: Şubat 17, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Şubat 17, 2009 Furuğ FERRUHZAD İranlı şair Furuğ Ferruhzad, 5 Ocak 1935'te Tahran'da doğdu, 13 Şubat 1967'de bir trafik kazasında öldü. YEŞİL DÜŞ Bütün gün ağladım aynada Penceremi ağaçların yeşil düşüneAçmıştı bahar Gövdem sığmıyordu yalnızlığın kozasına ve Kokusu kâğıtlardan örülmüş tacımın Kaplamıştı gökyüzünü baştan başa O güneşsiz ülkenin Yapamıyordum artık yapamıyordum Sokağın sesi bastırıyordu birden ve kuşların sesi Kayboluşunun sesi paltoluk çocuk kumaşı toplarının Şamatası çocukların İplerin ucunda yükselen Uçurtmaların dansı Sabun köpükleri gibi Ve rüzgâr Sevişmenin en derin ve karanlık anında esmeye başlayan rüzgâr Zorluyordu Surlarını güvenimin sessiz kalesinin Kendi adıyla çağırıyordu yüreğimi çok eski çatlaklardan sızarak Bütün gün gözlerimi diktim Gözlerine yaşamın O korkak ve kaygılı gözlere Bakışımdan kaçan Ve yalancılar gibi gizleniveren Gözkapaklarının tehlikesiz sığınağına Hangi tepe hangi doruk? Tümü dolambaçlı yolların Bir kavuşma noktası ve son Bulmuyorlar mı o soğuk ve yok edici ağızda? Ve ne derdiniz bana ey yalın ve aldatıcı sözcükler? Ne verdiniz tenin ve isteğin kaçışından başka? Daha da yalancı olmaz mıydı Başıma koyduğum ve kokular saçan Kâğıttan yapılmış taçtan daha yalancı Saçlarıma iliştirdiğim bir çiçek? Nasıl da tutuldum çölün ruhuna Ve uzaklaştırdı beni ayın büyüsü sürünün inançlarından Nasıl büyüdü yüreğimin yarım kalmışlığı Tamamlayamadı bir türlü hiç olan yarım öbür yarımı Durdum nasıl ve gördüm kayıyor Ayaklarımın altındaki toprak Ve geçmiyor tenimin bomboş bekleyişine Sıcaklığı tenimin Hangi tepe hangi doruk? Koruyun beni ey kaygılı ışıklar Aydınlık evler Çamaşırların ıtırlı tütsülerle güneşli çatılarında salındığı Koruyun beni ey olgun ve saf kadınlar Parmakları çocuğun zevkten çıldırtıcı kıpırtılarını izleyen tenleri üstünde Göğüslerinden süt kokusuyla karışık taze esintiler gelen Hangi tepe hangi doruk? Beni koruyun ey ateş dolu ocaklar, uğur boncukları Karanlık mutfaklardaki türküsü bakır kapların Yüreği biraz sıkkın mırıltısı dikiş makinalarının Kavgası sürüp giden süpürgelerle halıların Koruyun beni ey tutkulu aşklar Yatağımızı üremenin acı isteği Cadı suları ve kan damlalarıyla donatıyor Bütün bir gün boyu bütün bir gün Terk edilmiş terk edilmiş bir ceset gibi su yüzünde İlerledim ürkütücü kayalıklara En derin deniz mağaralarına ve En etobur balıklara Durmadan gerildi sırtımın incecik omurgası Bir ölüm duygusuyla Yapamıyordum artık yapamıyordum Yadsıyarak yükseliyordu yoldan ayak seslerim Daha büyüktü umutsuzluğum sabırdan Ve geçiyordu bahar o yemyeşil düş PenceremdenSesleniyordu yüreğime: "Bak Hiçbir zaman ilerlemedin Battın sen!" Çeviri: Onat KUTLAR - Celal HOSROVŞAHİ PENCERE Bir pencere, bakmaya Bir pencere, duymaya Bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan. Yalnızlığın küçücük ellerini Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla Dolduran bir pencere Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine Bir pencere, yeter bana Oyuncak bebeklerin ülkesinden geliyorum ben Bir resimli kitap bahçesinde Kâğıt ağaçların gölgesi altından Toprak yollarında geçip giden Kurum mevsiminden, kısır aşk ve dostluk deneylerinin Sıralarında veremli okulların Alfabelerin soluk harflerinin büyüdüğü yıllardan Ve karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar Ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak Uçup gittikleri O andan Etobur bitkilerin köklerinden geliyorum ben Ve hâlâ başım Dopdolu Bir deftere toplu iğnelerle Çakılan O kelebeğin yabancı sesiyle Asılınca güvenim adaletin koptu kopacak ipiyle Ve bütün kentte Parıldayan ışıklarımın yüreğini parça parça edince onlar Koyu renk mendiliyle yasanın, bağladıklarında Aşkımın çocuksu gözlerini Ve isteğimin acı şakaklarından Fışkırdığında kan Yaşamım artık Hiçbir şey olmadığında, hiçbir şey olmadığında duvar saatinin tiktaklarından başka Anladım birden yolum yok yolum yok yolum yok Çılgınca sevmekten başka Bir pencere yeter bana bir tek pencere Bilince ve bakışa ve suskunluğa İşte öylesine boy atmış ki ceviz fidanı Anlatabilir artık genç yapraklarına tüm bir duvarı Ve sor aynadan Adını kurtarıcının Ve işte senden daha yalnız değil mi Ayaklarının altında titreyen yeryüzü? Yıkıntı elçiliğini, peygamberler Kendileriyle birlikte getirmediler mi çağımıza? Ve yankıları değil mi o kutsal metinlerin Bu patlamalar art arda Bu zehirli bulutlar? Ey dost, ey kardeş, ey herkes! Yazın tarihini gül soykırımının Aya vardığınızda! Düşler Ne kadar safsalar o yükseklikten düşer ölürler Şimdi dört yapraklı bir yoncayı kokluyorum ben Eski düşüncelerin gömütünde boy atmış yonca Ve soruyorum saflığın ve bekleyişin kefeninde toprak olan o kadın gençliğim miydi benim? Çıkabilecek miyim yeniden o merak merdivenlerinden? Merhaba diyebilecek miyim o iyi Tanrı'ya çatılarda dolaşan? Seziyorum zaman geçip gitti artık Seziyorum an, tarihin yapraklarından benim payıma düşendir Seziyorum aldatıcı bir aralıktır bu masa saçlarımla o garip ve kederli adamın elleri arasında Bir şey söyle bana Teninin tüm sevgisini sana bağışlayan insan Ne istiyor diri kalma duygusundan başka? Bir şey söyle bana Kıyısındayım pencerenin Ve güneşle bağlantıda... Çeviri: Arkadaş Zekai Özger Ayın Yalnızlığı Karanlık boyunca Cırcırböcekleri bağırdı: "ay, ah büyük ay..." Karanlık boyunca Şehvetli bir ahın yükseldiği Dallar, o uzun elleriyle Ve teslim olmuş esinti Gizli ve bilinmeyen tanrıların emirlerine Ve saklı bin bir nefes, toprağın gizli yaşamında Ve o ışığın gezgin çemberinde, ateşböceği Tahta tavanda tıkırtı Perdede gece Gölde kurbağalar Hep beraber Hep beraber, bir avaz Tan ağarıncaya kadar bağırdı: "Ay, ah büyük ay..." Karanlık boyunca Ay ay ışığında ışıdı Ay Kendi gecesinin yalnız kalbiydi Altın renkli öfkesinde patlıyordu Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
schizophrana Yanıtlama zamanı: Şubat 17, 2009 Paylaş Yanıtlama zamanı: Şubat 17, 2009 İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA ve bu benim yalnız bir kadın soğuk bir mevsimin eşiğinde, yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın başlangıcında ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu ve bu beton ellerin güçsüzlüğü zaman geçti zaman geçti ve saat dört kez çaldı dört kez çaldı bugün aralık ayının yirmi biridir ben mevsimlerin gizini biliyorum ve anların sözlerini anlıyorum kurtarıcı mezarda uyumuştur ve toprak, ağırlayan toprak, dinginliğe bir belirtidir. zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı sokakta rüzgâr esiyor sokakta rüzgâr esiyor ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum cılız, kansız saplarıyla goncaları, ve bu veremli yorgun zamanı ve bir adam ıslak ağaçların yanından geçiyor damarlarının mavi urganı ölü yılanlar gibi boynunun iki yanından yukarı süzülmüştür ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi yineliyorlar -selam -selam ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum soğuk bir mevsimin eşiğinde aynaların ağıtı topluluğunda ve uçuk renkli deneyimlerin yaslı toplantısında ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında gitmekte olan o kimseye böyle dayançlı ağır başıboş nasıl dur emri verilebilir. o adama nasıl diri olmadığı söylenebilir, hiçbir zaman diri olmadığı. sokakta rüzgâr esiyor inzivanın tekil kargaları sıkıntının yaşlı bahçelerinde dönüyorlar ve merdivenin boyu ne kadar kısa onlar bir yüreğin tüm saflığını kendileriyle masallar sarayına götürdüler ve şimdi artık nasıl birisi dansa kalkacak ve çocukluk saçlarını akan sulara dökecek ve sonunda koparıp kokladığı elmayı ayakları altında ezecek? sevgili, ey biricik sevgili ne de çok kara bulut var güneşin konukluğunu bekleyen. uçuş düşlediğin bir yolda bir gün o kuş belirdi sanki yeşil hayal çizgilerindendi esintinin şehvetinde soluyan taze yapraklar sanki pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz lambanın masum düşüncesinden başka bir şey değildi. sokakta rüzgâr esiyor bu yıkımın başlangıcıdır senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu sevgili yıldızlar kartondan yapılı sevgili yıldızlar gökyüzünde, yalan esmeye başlayınca artık yenik peygamberlerin surelerine nasıl sığınılabilir? biz binlerce bin yıllık ölüler gibi birbirimize varırız ve o zaman güneş cesetlerimizin boşa gitmişliğini yargılayacak. ben üşüyorum ben üşüyorum ve sanki hiçbir zaman ısınmayacağım sevgili, ey biricik sevgili, "o şarap meğer kaç yıllıkmış?" bak burada zaman nasıl da ağır ve balıklar nasıl da benim etlerimi kemiriyorlar neden beni hep deniz diplerinde tutuyorsun? ben üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum ben üşüyorum ve biliyorum yabanıl bir gelinciğin tüm kızıl evhamlarından birkaç damla kandan başka hiçbir şey arda kalmayacak. çizgileri bırakacağım sayı saymasını da bırakacağım ve sınırlı geometrik biçimler arasından enginin duyumsal düzlemlerine sığınacağım ben çıplağım, çıplağım, çıplak sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak ve aşktandır tüm yaralarım benim aşktan, aşktan, aşktan. ben bu başıboş adayı okyanusun devriminden geçirmişim ve dağ patlamasından. ve paramparça olmak o birleşik varlığın giziydi en değersiz zerresinden güneş doğdu. selam ey masum gece! selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini inanın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren! ve senin pınarının kıyısında, söğütlerin ruhları baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık dünyasından geliyorum ve bu dünya yılan yuvasına benziyor ve bu dünya öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki seni öpüyorken kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar. selam ey masum gece! pencereyle görmek arasında her zaman bir aralık var. niçin bakmadım? bir adam ıslak ağaçların yanından geçtiği zamanki gibi... niçin bakmadım? annem o gece ağlamıştı sanırım benim acıya ulaştığımı ve dölün biçimlendiği gece benim akasya başaklarına gelin olduğum gece İsfahan'ın mavi çini tınlamasıyla dolduğu gece ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün içine dönmüştü ve ben onu aynada görüyordum ayna gibi duru ve aydınlıktı ve ansızın çağırdı beni ve ben akasya başaklarının gelini oldum. annem o gece ağlamıştı sanırım. bu tıkalı küçük pencereye nasıl da boş bir aydınlık uğradı niçin bakmadım? tüm mutluluk anları biliyorlardı senin ellerinin yıkılacağını ve ben bakmadım ta ki saatin penceresi açıldı ve o özgün kanarya dört kez öttü dört kez öttü ve ben o küçük kadınla karşılaştım gözleri, simurgların boş yuvaları gibiydi baldırlarının kımıltısında giderken sanki benim görkemli düşümün kızlığını kendisiyle götürüyordu gecenin yatağına. acaba saçlarımı yeniden rüzgârda tarayacak mıyım? acaba bahçelere menekşe ekecek miyim ve sardunyaları pencere ardındaki gökyüzüne koyacak mıyım? dans edecek miyim yeniden bardaklar üstünde? kapı zili acaba beni yeniden sesin bekleyişine doğru götürecek mi? "bitti artık" dedim anneme "hep düşünmeden önce olur olanlar gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim boş insan güvenle dolu, boş insan bak dişleri nasıl çiğnerken marş söylüyor ve gözleri nasıl yırtıyor dikizlerken ve o nasıl ıslak ağaçların yanından geçiyor dayançlı, ağır, başı boş. saat dörtte, damarlarının mavi urganı ölü yılanlar gibi iki yanından boynunun yukarı süzülmüş oldukları an ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi yineliyorken -selam -selam sen asla o dört su lalesini kokladın mı hiç?... zaman geçti zaman geçti ve gece akasyanın çıplak dallarına düştü gece pencere camlarının ardında kayıyor ve soğuk diliyle geçmiş günün artıklarını içine çekiyor. ben nereden geliyorum? ben nereden geliyorum? böyle bulaşmışım gecenin kokusuna? mezarımın toprağı tazedir hâlâ o iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum... ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili! ne de sevecendin yalan söylerken ne de sevecendin aynaların göz kapaklarını kapatırken ve avizeleri tel saplarından koparırken ve acımasız karanlıkta beni aşk ovalarına götürürken ta ki susuzluk yangınının uzantısı olan o şaşkın buğu uyku çimenliğine oturdu ve o karton yıldızlar sonsuzun çevresinde dönerlerdi. sözü neden sesli söylediler? bakışı neden görüşmenin evinde konuk ettiler neden okşayışı kızoğlankız saçların arına götürdüler? bak burada nasıl sözle konuşanın bakışla okşayanın ve okşayışla ürkmekten dinginleşen canı sanı direklerinde çarmıha gerilmiştir. ve gerçeğin beş harfi olan senin beş parmağının dalı onun yanaklarında nasıl iz bırakmıştır! suskunluk nedir, nedir, nedir ey biricik sevgili? suskunluk nedir söylenmemiş sözlerden başka ben susuyorum fakat serçelerin dili doğa şöleninin akan sözcüklerinin yaşam dilidir serçelerin dili yani; bahar. yaprak. bahar. serçelerin dili yani; meltem. koku. meltem. serçelerin dili fabrikada ölüyor. bu kimdir, bu sonsuzluğun caddesi üstünde birlik anına doğru yürüyen ve her zamanki saatini matematiğin eksiltmeler ve ayırmalar mantığıyla kuran bu kimdir bu, horozların ötüşünü gündüzün yüreğinin başlangıcı diye bilmeyen kahvaltı kokusu başlangıcı diye bilen kimdir bu, başında aşk tacı taşıyan ve gelinlik giysileri içinde çürüyen. demek sonunda güneş aynı zamanda umutsuz kutuplarının ikisine birden ışımadı. sen mavi çini tınlamasından boşaldın. ve ben öyle doluyum ki sesimin üzerinde namaz kılıyorlar... mutlu cenazeler üzgün cenazeler suskun düşünür cenazeler güleryüzlü, güzel giysili, obur cenazeler belirli saatlerin duraklarında ve geçici ışıkların kuşkulu zemininde ve boşunalığın çürük meyvalarını satın alma şehvetinde... ah, kavşaklarda ne insanlar var olayları merak ediyorlar ve bu, dur düdüklerinin sesi zamanın dişlisi altında bir adamın ezilmesi gerektiği, gerektiği, gerektiği bir anda ıslak ağaçların yanından geçen adam... ben nereden geliyorum. "bitti artık" dedim anneme, "hep düşünmeden önce olur olanlar gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim selam sana ey yalnızlığın garipliği, odayı sana bırakıyorum kara bulutlar her zaman çünkü arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir ve bir mumun tanıklığında apaydın bir giz var onu o sonuncu ve o en uzun yalaz iyi biliyor inanalım soğuk mevsimin başlangıcına inanalım düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım işsiz devrik oraklara ve tutsak tanelere. bak nasıl da kar yağıyor. belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el durmadan yağan karın altında gömülmüş olan ve bir dahaki yıl, bahar pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde ve teninde fışkırdıklarında uçarı yeşil saplı fıskiyeler, çiçek açacak olan o iki genç el sevgili, ey biricik sevgili inanalım soğuk mevsimin başlangıcına. Çeviri: Haşim HÜSREVŞAHİ Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
semuel Yanıtlama zamanı: Aralık 30, 2011 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 30, 2011 YENİDEN MERHABA DİYECEĞİM GÜNEŞE Yeniden merhaba diyeceğim güneşe Gövdemde akan nehirlere Bulutlar gibi uzayıp giden düşünceme Benimle birlikte kuru mevsimlerden gecen Bahçemdeki ağaçların hüzünlü büyümesine Gecenin kokusunu hediye eden kargalara Yaşlılık biçimim olan ve aynada yaşayan anneme Tekrarlanan şehvetimle döllenen yeryüzüne Yeniden merhaba diyeceğim Geliyorum, geliyorum, geliyorum, Saçlarımla: Yeraltı kokularının devamı Gözlerimle: Karanlık tecrübesiyle Duvarların ötesinden kopardım dallarımla, Geliyorum, geliyorum, geliyorum, Ve aşkla dolu avluda bekleyen kıza Yeniden merhaba diyeceğim. çev: Cavit MUKADDES 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
schizophrana Yanıtlama zamanı: Ocak 15, 2021 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 15, 2021 "Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir seni, kendinde tekrarlayarak çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek. Ben bu ayette seni ah çektim, ah ben bu ayette seni ağaca ve suya ve ateşe aşıladım. Yaşam belki uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği yaşam belki bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı. Yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur. Yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır. Ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi, şapkasını kaldırarak. Başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle “günaydın” diyen"... -F.F Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.