schizophrana Oluşturma zamanı: Şubat 22, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Şubat 22, 2009 Siz bu mektubu okurken ben ölmüş olacağım. Knut Hamsun, Victoria Bir mektup neden yazılır? Çoğu zaman yanıtı kendi giziyle birlikte bir gölge gibi aramıza karışan yanıltıcı bir sorudur bu. Tıpkı bir mektup yazmak isteyip de adresini bilmeyen Oğuz Atay’ın ironik kurgusal anlatısında olduğu gibi. Öyleyse bir mektup adresi belli olsa da olmasa da neden bir “başka”sına gönderilme ihtiyacı içerisinde yazılır? Yazılıp da gönderilmeyen bir mektup yok mudur? İlksel bir yazı deneyimi olarak mektup pek çok anlatım biçiminden çok daha farklı bir biçeme ve ayrımsal bir özdenliğe sahiptir. Bu anlamda da zaten bir mesaj iletiminden çok daha ayrı bir şeydir. Göndereni ve alıcısı apaçık belli olan bir iletiye sahip olması onu gündelik yaşamdaki aktarım ve anlatım biçimlerinden ayıran özsel bir dolayıma sahip olmasını sağlamıştır. Anlatılan şeyin anlatı kişisi tarafından yazıya aktarıldığı metinsel bir yapı olarak mektup duyguların daha dolaysız dile geldiği bir uzama sahiptir. Onun için de zaten göndergesi olan nesne ile çok daha köklü bir uzlaşıma sahiptir. O halde bir mektup giderek nasıl bir yazı yitimine (agraphia) yol açabilir? Küçük Harvey’in kedisi Charles’ın ezilmesi üzerine yazdığı “Sevgili Tanrı” diye başlayan mektubunu hatırlayalım. İlksel ve ebedi bir yalnızlık ve bu yalnızlığın bir yazgı olarak boynumuza yüklendiği imsel bir çıkış noktası değil midir bu mektup? Küçük Harvey gönder(eme)diği mektubunda bir açıklama ister “Sevgili Tanrı”dan: “bunu sen yaptırdıysan, niye yaptırdığını söylemek zorundasın bana.” Düpedüz tutsaklık yaratan bir türdür mektup. Geçmiş bir gelecek imgesinin bellekte iz bıraktığı unutulmama ânının yazı sayesinde “öteki”ne iletildiği bir bilinç akışı olması onu hep zihinsel bir sürekliliğin hayatın anlamını soğurtan imgeselliğin aracı haline getirmiştir. İşte bu yüzden mektup uzak, çok uzak bir geçmiş imgesinin silinmesinden korkan bilincin yazıya döküldüğü son çabadır. Fazlaca bir şey beklemez: her doğal dil gibi söylenemez olanı dile getirir, sınırlar çizer ama hiçbir zaman son noktayı koymaz. Dolayısıyla gönderilip gönderilmeme kaygısı olmaz kimi mektuplarda. Hele ki aşk mektuplarında. Şunun şurasında becerebildiğimiz tek şey değil mi “öteki”nin belleğinde bir kalıcılık bırakmak. Ardı arkası kesilmeyen yüce bir dinginlik duygusu. Sözün noksan kaldığı, tükendiği anda yazıya dökülen kendi belleğimizden arta kalan son pişmanlık sözleridir biraz da mektuplarda dile gelen. Kendi dünyasından sürgün edilmiş insanoğlu için bulup bulabileceği en son sığınak en son yurttur mektuplardaki satırlar. O satırlar arasından sızan aşk ve sevgi sözcükleri. En çok da gönderilemeyen ve gönderilemediği için de hiçbir zaman unutulmayan bir yürek burkuntusu olan mektuplar. İnsanın kendi yazgısını kelimelere döktüğü biricik yalnızlığı, varolma biçimidir mektup. Bir gölge gibi zamanı kovalar mektuptaki her satır, her cümle, her nokta. Hayatın durağanlığına virgül, süreğenliğine ise bir nokta koyma telaşı içerisindedir. Dile getirdiği anlamı yoğunlaştırarak onu dolaşıma sokan bir özelliğe sahip olması da hep bundan olsa gerek. Gönderilemedikleri müddetçe mektupları, yerleşiklik duygusunun dile geldiği mekânsal bir bağlam içerisinde hep sınırın ardında yatan imgeleme duyulan özlemin açığa çıktığı ve neredeyse kendisini bir zorunluluk olarak dayattığı birer üst-anlatı olarak görmek yerinde olacaktır. Zira, çoğu zaman gerçek birer yolculuktur mektup. Ne göndereni ne de adresi belli olmayan bir yolculuk. Bir yalnızlık ve bu yalnızlığın bir yazgı olarak kendi boynuna yüklendiğini bilen bir kişi için yola çıkardığı her mektup, adresi belli olsun olmasın, en nihayetinde bir yurt edinme tutkusuyla doludur. Biraz da bundan olsa gerek: bir yere, bir yöne doğru atılan adımların ağır aksak ilerlediği kör metinler ortaya çıkarır mektuplar. Öyle ya da böyle bir yön seçmiştir kendisine. Marquis de Sade’ın Vincennes hapisanesindeyken eşine, Halil Cibran’ın Mey Ziyade’ye, Kafka’nın Milena’ya, Oğuz Atay’ın ise kırılgan okurlarına gönderdiği mektuplarda hep böylesi bir yön seçme duygusunun ağırlığı hissettirir kendisini. Belleğimizi yakıp kalemin ucunu düğümleyen soru da bu noktadan sonra hissettirmez mi kendisini: Yazılan bu mektuplar kendilerine nasıl bir yön duygusu sermişlerdi ki şimdi önümüzde gerçek birer post-scriptum olarak durabilsinler? Her şeye rağmen yazmak: en çok da unutmamak, kayda geçmek için yazmak. Mektubun hayatımızı yönlendiren en belirgin özelliklerinden biri de bu olsa gerek. Kimi zaman unuttuklarımızı yeniden bilinç düzeyine çıkartmak gibi bir çabaya alet olur mektuplar. Geçmişi ve gelecekteki şimdiyi açığa çıkartmanın en özgün yoludur mektup yazmak. Bir unutuşlar ırmağı (Lethe) içerisinde yer alan bilincimizin önümüze çıkardığı tuzaklara karşı bundan daha etkili bir yol ne olabilir ki? Zaman içinde yazıya sinmiş gerçekliğin varlığını bir başkasına onaylatan bir nesne olmaktan çıkar mektup. Yitirdiğimiz nesnelere karşı duyduğumuz bağlılık duygusundan kaynaklanan bir yüceliktir bu. Kişinin varoluşunun en temel göstereni, en mahrem alanını imler böylece. Varlığa içkin ama hayata tamamen kapalı bir metindir. Hayata düşülmüş son bir not, son bir derkenardır artık. Hiç yazılmamış bir mektup gerçek bir mektup değil mi? Ahmet Bozkurt Alıntıdır. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.