schizophrana Oluşturma zamanı: Mart 4, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Mart 4, 2009 http://img17.imageshack.us/img17/586/oguzatay.jpg BÖLÜM I “Il n’y a pas de vrai sens d’un texte” Paul Valéry “Bir metnin kesin bir anlamı yoktur”. Umberto Eco semiyolojinin sınırlarını ve ereklerini ele aldığı bir çalışmasında “yalan” kuramına değinmeden geçmez. Zira, Eco’ya göre “bir şey yalan söylemekte kullanılamazsa, doğru söylemekte de kullanılamaz: aslında hiçbir şey söylemekte kullanılamaz”. Eco’nun genel göstergebilim için doyurucu bir izlence olarak gördüğü bu tür bir yalan kuramı tam da modern dünyada dile ve söylemsel dolayıma mündemiç bir siyaset anlayışının içine düştüğü çelişkin durumun tipik bir halini vaz’eder. Siyasetin ve onun kurucu-içrek bir paradigması olarak söylemsel ve dilsel alanın aynı zamanda hayata ilişkin bir yalan olduğunu anlamak için çok fazla gerilere gitmek gerekmiyor. Yine de kadim zamanlardan bu yana bilmekteyiz ki, siyaset hiyerarşik bir iktidar örgüsü içerisinde gerçekleştirilen eylemlerin ortak dilini/adını oluşturmuştur hep. Eski Yunan’dan bu yana siyasetin temel görüngülerinden biri de meşruiyetin kaynağı olarak görülen “kurucu özne” sorunudur. Bu tür bir özne ise en nihayetinde iktidar ilişkileri içerisinde kurumsal bir devlet aygıtı ile kendisini ikame ederek bir yaşam dünyası (lebenswelt) oluşturmuştu. Hep söylenegelen şeyleri tekrar etmek pahasına da olsa herhalde Oğuz Atay bahsinde ıska geçilemeyecek en önemli özelliklerden birisi de hiç şüphesiz Tutunamayanlar’ın metinsel düzlemde Türk Edebiyatında ilk defa yazınsal alanın tüm sınırlarını zorlayarak metinlerarası bir bağlamda iç içe geçmiş metinlerden örülü çok katmanlı ve çok dilli melez bir yapının ilk olarak başarılı bir şekilde işlendiği, inşa edildiği bir yapıt olarak onu tavaf etmekten geçiyor. Yazınsal alanın sınırlarını bu denli zorlayarak edebiyatımızda, yazıldığı çevrimsel koşulları da göz ardı etmeden, söylenebilecek şey herhalde Tutunamayanlar’ın hem dile getirdikleriyle hem de dile geldiği metinsellik ile bir başlangıç eşiğinde duruyor olmasıdır. Zira, Atay’ın kendisini önceleyen Yusuf Atılgan’dan farklı olarak kurduğu sözel dünya Tutunamayanlar’da büyüsünü yitirmiş bir dünyanın yapıbozumuna girişmek gibi riskli bir gafleti de içerisinde barındırıyor: “Hiçbir şey söylemeyi istememe riskine giriyorum” (j eme risque à ne nen-vouloir-dire - Derrida). Tutunamayanlar’ın zaman haritası içerisinde yapılacak bir yolculuk bir mekana yerleşme gereksiniminden daha ziyade çıkılacak bu yolculuğun seyrini belirleyecek olan yol azıklarıdır. Temel insanlık durumuna ilişkin kökensel bir varoluştan hareket eden imgesel duraklardır yolcunun pusulası: Öncelikli pusulamız Oğuz Atay’ın ‘oyun’a olan düşkünlüğü olsa gerek. Atay’da, hep bastırılmış bir ‘unutma’ edimiyle malul bir ironi (eironeia) hakimdir. Fakat bu ironi her şeyden önce ‘oyun’un özgüllüğü içerisinde varolan ve en nihayetinde bir ‘yalan’a dönüşen bir ironidir. Richard Rorty, “ironist”i üç koşulu yerine getiren bir kimse olarak tanımlar: İronistin, öbür sözcük dağarlarından, karşılaştığı insanların, nihai kabul ettiği sözcük dağarlarından etkilenmiş olmasından ötürü kendisinin halihazırda kullanmakta olduğu nihai sözcük dağarı hakkında radikal ve süregiden kuşkuları vardır; kendisinin şimdiki sözcük dağarı içerisinde ifade edilen argümanın bu kuşkuları ne garantileyeceğini ne de dağıtacağını idrak eder; kendi durumu hakkında felsefe yapması ölçüsünde kendi sözcük dağarının gerçekliğe başkalarınınkinden daha yakın olduğunu, kendisine ait olmayan bir güçle ilişki içinde olduğunu düşünmez. Kendilerini betimlerken başvurdukları terimlerin değişmeye maruz olduğunun daima farkında olmalarından ötürü kendilerini asla gereğinden fazla ciddiye almayan, kendi nihai sözcük dağarlarının ve böylece benliklerinin olumsallığının ve kırılganlığının daima farkında olan ironistler bu kavramın Sokratik felsefe içerisindeki hakikate ulaşmanın bilgisini veren diyalektik bir süreç bir biçim olduğunu da göz ardı etmezler. İroni, tam da bu anlamda, bir soruşturma, sorguya çekme ve verili tüm gerçekliklerin üzerinden yürütülen bir şüphe girişimi olarak varolur. Atay’ın komik olanın sınırlarından aşırdığı alaysılık ve yer yer grotesk’e el veren dilsel kurgusu, aslında modern dünyanın birer prototip kahramanı olarak Selim Işık ve Turgut Özben ikilisinde yaşam bulur. Aynı zamanda hep bir anokranizma’yı da içlerinde barındırırlar: Hayatta tutunabildikleri tek şey kendi gölge-fenomen’leridir. Aidiyet formları yoktur ve hep bir uçurumun kıyısında yaşarlar. Atay’ın gizliden gizliye okurdan sakladığı şey de budur aslında. Ne Selim Işık ne de Turgut Özben intihar etme özgürlüğüne sahip değildirler. Onları asıl yıkıma götüren şey de kendilerini aşağıya itebilecekleri bir uçuruma sahip olamayışlarıdır: Selim Işık, yalnızlığa dayanamayan biridir. Her ne kadar ilk bakışta, yalnızlığın ve çevresiyle uyuşmazlığın, yaşantısında önemli bir yer tuttuğu kolayca ileri sürülebilirse de Selim bu yargıya da aman vermeyen biri olarak tanımlanır romanda. Bütün dünyanın ona dargın olabilirliği varsayımı bile olsa olsa aceleyle varılmış bir sonuçtur. Oysa Süleyman Kargı’nın düştüğü dipnotlarda gerçekte, kimse onun kadar çevresine yakınlık duyamaz denir. Süleyman Kargı Selim ve onun şahsında tüm tutunamayanlar için esaslı bir parantez açar: “Tarih, işine gelmeyen tüm belgeleri Selim ve Selim gibilerden gizlemiştir”. Selim’in yazgısıyla özdeşleşen Turgut Özben’in de istasyon istasyon gezerek en nihayetinde helezonik bir yok oluşa doğru gitmesi bunun en güzel göstergesidir. O yüzden Turgut’un kanlı–canlı bir yok oluşuna tanık olamayız. Metin içerisinde, yazının içerisinde varolan bir yok oluştur bu. Selim’in ölümü de yine yazı içerisinde gerçekleşmiştir. Turgut Özben’in yazgısı tıpkı onun gibi ilençli bir yazgıyı paylaşan Oedipus’un trajedisinde de vardır. Aslında Oedipus daha en başından, doğduğu zaman cezalandırılmış ve böylece babası Laios’un intikamı zaten alınmıştı[1]. Yazgısından bir türlü kaçamayan Oedipus’un gözlerini kör ederek kendisini cezalandırması ve yeryüzünde bir lanetli gibi yaşamaya mahkum etmesi bu özgürlüğün gecikmiş öde olsa farkına varılmasıdır. Turgut Özben’in Oedipus’un sahip olmadığı komplekslere sahip olması ise onun trajedisini şüphesiz daha modern kılan bir olgu. Turgut Özben’in böyle bir özgürlüğün farkına varması durumu yine metinsel düzlemde gerçekleşir: “metnin dışında hiçbir şey yoktur” (il n’y a pas de horstexte - Derrida). Kimi zaman oyunsuluğa fazlasıyla yaslanan bir ironiyle kimi zamansa ince bir lirizmle. Onu bir ‘yalan’a dönüştüren edim ise tam da budur. Bu ‘yalan’ı Atay’ın ironisi özgürleştirir: “Hayatım ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu. Sen evlendin ve oyunu bozdun. Bütün hayatımca nasıl oynayabilirdim? Sen de dayanabildin mi? Sen de ürkütücü bir gerçekle bozdun bu oyunu. Herkesin belirli bir işle uğraştığı bu kocaman dünyada yalnız başına oradan oraya sürüklendin canım kardeşim benim. (…) Sen bütün oyunların yarısında çıktın aslında. (…) ölmek bile, kendilerine böyle bir görev verilenlerin işidir. Kendine oyunlar buldun: başkalarının katılıp katılmadığına aldırmadığın oyunlar.(…) Ben de bir oyun yazsam, sonunda haklı çıkmak için kendini öldürdüğünü söylesem (…) Ben oyun istemiyorum artık; ne oyun ne de gerçek, senin ölmen gibi bir gerçek, beni sarsmamalı Selim (Tutunamayanlar, s. 31-32)”. Çarmıhtaki İsa ile alay ederek cezalandırılan Yahudi’nin durumunda (der ewige jude) olduğu gibi bir gezginlikle maluldur Turgut Özben de. İlençli ve lanete uğramış bir Yahudi gibi dolaşmakta, Tutunamayanlar’da yarım kalan yolculuğunu, halen daha, sürdürmektedir. Kendi geçmişini ararken aslında olmayan geçmişine ve köksüzlüğüne de ağlamaktadır Turgut Özben ve tüm tutunamayanlar. Vernant, J.-P. (1981): Mythe et tragédie en Gréce ancienne, Paris : François Maspero, p. 75-9 BÖLÜM II ...Atay’ın roman boyunca yaptığı en önemli şey, sözü kendisine aracı kılarak giriştiği arkeolojik deneydir. Kazıdığı her sözün, her dilin altında temel insanlık durumuna ilişkin kökensel arketiplere ulaşan yazarın aslında bu durumdan çıkartılacak bir kurtuluş reçetesi vermek gibi bir derdi de yoktur. Oysa Atay çözümsüzlüğe doğru giden kahramanlarını örgen bir dilin içerisine hapsetmek istemez. Roman boyunca giriştiği serüven sonucunda tutunamayanların arasında bir birey olarak kendisinin de hep varolduğu sonucuna ulaşan Turgut Özben de dahil Atay’ın tüm kahramanları kendilerini sınırlayan ve onları yokoluşa doğru götürebilecek olan bir varoluş kaygısının içerisinde hep dönenip dururlar. Bu varoluş sorunu en nihayetinde sonlu bir eylemdir. Fakat Atay’ın kahramanları, garip bir şekilde hiçbir zaman bunun farkında değillerdir: “Bizim için hüküm hep aynıdır. Kısa bir hükümdür: beklediğimiz ve inanamadığımız bir hüküm. Yalnız bizim için çıkarıldığını sandığımız, oysa sayısız kopyası olan ayrıntılara inmeyen bir hüküm. Biraz para verilince, biraz tatlı davranınca yumuşayan ve gene de aslında hiçbir biçiminin bizim için önemi olmadığını bildiğimiz bir hüküm. (Tutunamayanlar, s.35)” Tutunamayanlar aslında hepimize tanıdık gelen ince nüanslarla ilerler. Atay da zaten bu nüansları okuruna sunarken bile, tıpkı kahramanlarının da yaptığı gibi hep bir ‘oyun’ içerisinde, oyunun özgürleştiren doğası içerisinde yapar bunu. Atay’ın oynadığı oyun kahramanlarını özgürleştirmez belki, ama okuyucusunu da özgürleştirmek gibi bir gayesinin olup olmadığı ise ayrıca sorulması gereken bir sorudur: “Önce kelime vardı diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık… Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu” (Tutunamayanlar, s. 154). Zaman algımızı ve zaman haritamızı bölen, yeniden inşâ eden metinsel bir yapısı var Tutunamayanlar’ın. Zaman, kendi içine kapanan süreğen bir imgeler evreni olarak belirir Atay’da. O yüzden Tutunamayanlar’ı oluşturan en önemli işlevsel süreçlerden biri de Turgut Özben’in roman boyunca giriştiği ‘okuma’ ve ‘arayış’ evreleridir. Bu arayışın hangi dünyaya ait bir arayış olduğunu bilmeyiz gerçekte. Roman boyunca verilmek istenen gerçeklik de budur zaten. Romanın anlam katmanları arasında belirgin geçişler yoktur. Kafka’nın yapıtlarında açığa çıkan dünya nasıl ki, herhangi bir ansiklopedik bilgi tarafından kayıt altına alınmamış ve yine herhangi bir dünya düzeni tasavvuruna dayandırılmamışsa aynı durum Tutunamayanlar’da da bir eksiklik ve yarım kalmışlık hâlesi içerisinde devam eder. Bir kere her şeyden önce, bir okur olarak hiçbir zaman, romanın zaman haritasına sahip olamayız. Roman son derece belirsiz bir zaman dilimi içerisinde örmüştür yapısını: “Olay, XX. Yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evinde başlamıştı. O zamanlar daha Olric yoktu, daha o zamanlar Turgut’un kafası bu kadar karışık değildi (…) O zamanlar, henüz, Olric yoktu; hava raporları da günlük bültenlerden sonra okunmuyordu. (Tutunamayanlar, s.25) ”. Bu zamansızlık hâli romana bir eylemsizlik kipi yükler. Kafka’dan tanıdığımız bu eylemsizlik hâli giderek, neredeyse, Hénry Michaux’nun Plume’sinde somutlar kendisini. Bir açmaza, sonu belirsiz bir yokoluşa götürür bireylerini. Bu durum, en yalın haliyle, Jacques Derrida’nın öngördüğü şekilde; oyuna girmenin, oyuna yakalanmanın, daha en başından itibaren hep bir oyun içerisinde olma hâlinin getirdiği kaygıyla ve dayattığı kesinlikle, gerçekten de merkezleşmiş bir yapı kavramı dahilinde, oyunun menzilinin ötesinde olan bir kesinlikten, kurucu bir eylemsizlikten inşâ edilmiş, kurulmuş bir oyun kavramına götürür bizi . Bu oyun kavramı, Johan Huizinga’nın öngördüğü şekilde bir başlangıcı olan ve belli bir noktada biten bir oyundur: bir gelenek gibi süreklidir ve tekrarlanır; hep bir sonuca yöneliktir . Oyun oynamayı geçiş olguları açısından ele alarak onu bir “yapmak” edimi içerisinde algılayan D.W. Winnicot da, insanın dışarıda olanları denetleyebilmesi için düşünmek ya da istemekle kalmayıp bir şeyler yapması gerektiğini ve bir şeyler yapmanın da zaman aldığına vurgu yaparak oyunun potansiyel bir mekân içerisinde varolduğunu dillendirir. Önemli bir ayırıma da dikkat çeker Winnicot: “bu oyun alanı iç ruhsal gerçeklik değildir. Bireyin dışındadır, ama dış dünya da değildir” . Tutunamayanlar’da okur, hep zamandan örülü bir oyun içerisinde bulur kendisini. Bu oyunun dışına bir türlü çıkamaz. İronik metaforların dünyasında gittikçe başkalaşan (alloíôsis) duyumsallıkların (aísthêsis) kol gezdiği bir yaşam oyunudur bu. Öznesi bizatihi varlığın kendi mevcudiyeti olan bir çiftekatlanma (redoublement) söz konusudur bu oyunda. Tutunamayanlar’da çiftekatlanma olarak niteleyebileceğimiz metinsel örgü, kendi içerisinde çoğalan, bütünü parçalayan, tek bir merkez düşüncesini yok sayarak gerçekliğin yittiği bir uzamda varolan ontik bir mevcudiyeti mümkün kılan bir yapıya sahiptir. Hep eksik metinlerle ilerler Tutunamayanlar. Öznesini yitiren tüm kahramanları gibi o da kendi oyunu, kendi yalanı içerisinde yarım kalan bir gölge-fenomen’dir. Romanda birbirine eklemlenen metinlerin bir bütün oluşturamaması tam da yazarın vurgu yapmak istediği o şizoid parçalanmayla eşanlı yürüyen imgesel süreğenliğin metinsel bir yansımasını verir. İşte bu yüzden, “Atay’ın kitabına metaforik okumalarla yaklaşmak çok yanlış olur; Atay ironisi metaforların da tutunamaması üzerine kurulu bir ironidir çünkü. Metaforların tutunamadığı boşuğu metonimiler, anlamı hep açık, hep kaygan, hiçbir zaman tamamlanmayacak anlam imaları alır” diyen Jale Parla oldukça pürüten bir noktadan bakmaktadır Atay’a. Zira, tam aksine, kendi metnine dahi oyunlar kuran bir yazar olarak Atay’ın, bu bilmecelerden örülü metnine metaforların özgül dünyasından yaklaşmak hiç de yabana atılır bir tutum olmasa gerektir. Atay’ın Tutunamayanlar’a başlarken oynadığı oyun, metni esrarengiz ve ucu açık kılma adına yapılan tüm köşe kapmacalar roman geleneğinde hiç de yeni bir şey değildir. Oğuz Atay romana bir gazetecinin önsözü ile başlıyor. Daha romana başlamadan başlayan bir oyunun içine sokulur okur, hem de tüm metaforik imlemleriyle. Sonun başlangıcına dair verilen ilk veriler aslında bu bitimsiz oyunun, ironinin ilk habercisidir. Yayıncının açıklamaları ve nihayetinde Turgut Özben’in mektubu hep aynı amaca, aynı oyuna hizmet etmektedir. Cervantes’in Don Quijote’de, Umberto Eco’nun Gülün Adı’nda ve daha pek çok yazarın yaptığı hep aynı yazınsal topos’un bir devamıdır. Yarattığı durumlarla ve kişilerle oyun oynayan, aynı zamanda onlara içeriden bakarak özdeşleşebilen içrek, ironik bir dili vardır Atay’ın. Neredeyse bütün dillerin ve kültürlerin bir parodisi, bir özeti yer yer de groteskleşen melez bir dildir bu duyumsallığı dışlamadan metne nüfuz eden bir dildir bu. Tutunamayanlar her şeyden önce kendi metinsel bütünlüğü içerisinde yazıyı ve metni kutsar. Tüm ilişkileri ve tüm kahramanları hep bir yazma edimi içerisinde varolmaktadırlar. Yazı dolayımında ilerleyen ve yine yazı dolayımında çıkmaza giren bir çözümsüzlüğün dünyasıdır Tutunamayanlar’ın dünyası. Yazar: Ahmet Bozkurt Kaynak Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.