schizophrana Oluşturma zamanı: Mart 19, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Mart 19, 2009 BÖLÜM -I- 1869 yılı sonbaharında Rusya’daki bir taşra kentinde gelişen akıl almaz olaylar, bilerek bir kronik biçiminde düzenlenmiş Ecinniler romanının konusunu oluşturmakta, öte yandan da tanrı ile şeytan, iyi ile kötü arasındaki insanoğlunun öyküsü halinde açık seçik bir yoğunluk kazanmaktadır. Zaman ve uzam açısından dar bir alanla sınırlandırılmış konu bir cehennem makinesinin inceden inceye düşünülmüş mekanizması gibi işlemektedir. Tıpkı Antik tragedyalardaki gibi kaçınılmaz felaketten sonra başlangıçtaki denge yeniden kurulmaktadır. Ancak burada, Aristoteles tarafından tragedyanın önemli bir öğesi olarak görülen arındırıcı etki eksikliğini duyurmaktadır. Klasik tiyatronun kuruluş biçiminde nasıl temelin bir bölümü görünür duruma geliyorsa, Ecinniler’in yapısında da klasik Avrupa romanının geleneği gözden kaçmamaktadır. Bu yüzden insan Ecinniler’in Lesage’la[1] ya da 18.Yüzyıl İngiliz yergi romanlarıyla olan ortak noktalarını ister istemez aramaya başlamaktadır. Ancak tragedya ile vergisel ahlak romanları Dostoyevski’de özgün bir biçim alan iki ana üslup düzeyidir sadece. Kuşkusuz Ecinniler öncelikle 19 Yüzyıl Avrupa romanının dokusu içinde yer almaktadır ve Goethe’nin Werther’inden bu yana yeni biçimler altında hiç durmadan anlatılan “bir delikanlının öyküsü”nün özel bir bölümü olarak da yorumlanabilir. Romanda ayrıntılarına girilen toplumsal çelişkiler, edebi gelenekler ve çağdaş ideoloji sistemleri arasındaki çok katmanlı diyalektiği kavrayabilmek için, kitapta anlatılanların ve başka şeylerin değil de neden bunların anlatıldıklarının önce kısaca anımsatılması gerekmektedir: İki genç adam, Nikolay Stavrogin ve Pyotr Verhovenski, İsviçre’den doğdukları küçük taşra kentine dönerler. Her ikisi de insan yaşamının anlamını belirlemeye ilişkin dünya gizini çözme düşüncesine tutkuyla sarılmışlardır: Stavrogin öznel-metafizik anlamda, Verhovenski ise toplumsal ilişkilerin pratik-dünyevi alanında. Böylece bu küçük kent cinayet, yangın ve kargaşayla sonuçlanan bir dizi gizemli ve garip girişimlerin deney alanına dönüşmektedir. Sanki onlarla birlikte şeytan da kente yerleşmiş gibidir. Bunlar yazarın bir yan olaylar dizisiyle desteklediği karmaşık bir öykünün merkezini oluşturmaktadır. Bu yan olaylar, asıl olayları gizemli bir karanlık içinde bırakan yarı saydam bir perdenin yerini tutmakta, son bağlamlar da Verhovenski’nin kenti terketmesi ve Stavrogin’in intiharıyla açıklığa kavuşmaktadır. Ne var ki okurlar bu olayların anlamını, ancak romanın doğuş öyküsünün tarihsel-biyografik ayrıntılarına dayanarak çözebileceklerdir. 1867 yılında Dostoyevski Berlin, Baden-Baden, İsviçre ve İtalya’yı kapsamına alan bir geziye çıkmıştır. Floransa’da Budala’yı bitirdikten sonra Dresden’e geçmiş ve ancak 1871 yazında kesin olarak Rusya’ya dönmüştür. Bu yolculuk da öncekiler gibi oldukça üzücü geçmiştir. Dostoyevski alacaklılarından kaçarken kendisinden, sara nöbetlerinden ve Avrupa kumarhanelerinin birinden ötekine sürüklenmesine neden olan, ancak 1871’de kurtulabildiği kumar tutkusundan kaçmayı başaramamıştır. Yabancı ülkelerde geçen bu yıllar aynı zamanda büyük bir yalıtlanma dönemi de olmuştur. Sadece Rusya’ya yabancılaşmakla kalmamış -ki bu durum onu özellikle bunaltıyordu-, yurt dışında yaşayan Rus göçmenleriyle, yazar ve devrimcileriyle de ilişki kuramamıştır. Kızı Sonya’nın ölümüyle daha da ağırlaşan bu maddi ve ruhsal bunalımlı durumda Dostoyevski Ecinniler’i yazmaya başlamıştır. Büyük Bir Günahkârın Yaşamı romanının taslağı üzerinde çalışırken Dresden kitaplığında Rus ve Avrupa gazetelerini büyük bir ilgi ile okuyan Dostoyevski günün birinde heyecan verici bir haberle karşılaşmıştır; 12 Kasım 1869 günü Moskova’da, devrimci-anarşist “Halkın Öncü Komitesi” terör grubunun önderi Sergey Neçayev, gruptan ayrılmak isteyen ziraat akademisi öğrencisi Ivanov’u pusuya düşürerek öldürmüştür. Basının bu politik cinayetle ilgili haberleri o yıllarda Dostoyevski’nin ideolojik tavrına uygun düşen bir malzeme sağlamıştır. Batı Avrupa, burjuva, toplumuna olduğu kadar devrimci anarşizme de yönelik politik nefreti bu olayla adeta büyük ölçüde onaylanıyormuş gibi görünmekteydi. Moskova’da Razumovskiy parkındaki cinayetin üzerinden daha bir ay geçmeden Dostoyevski Ecinniler’in ilk satırlarını yazmaya başlamıştı bile. Dostoyevski nihayet çağıyla ilgili en önemli temayı bulduğuna inanmıştı. 1870 yılı şubatında ozan Maykov’a şunları yazıyordu: “Şimdi enfes bir konuyu ele aldım. Bir parça Suç ve Ceza’ya. benziyor, ama gerçekliğe çok daha yakın ve günümüzün en önemli sorununa değiniyor.” (1). Yaşam Öyküm’le ilgili ön hazırlıklar ve taslaklar daha çok bu yeni romanına yaramıştır. Dostoyevski gözde düşüncelerinden bir bölümünü güncel bir malzeme üzerinde yerelleştirmek için sanki bu cinayet haberini beklemiş gibidir. Suç ve Ceza’da bireyin sorunsalı olarak sınırlı kalan ideolojik cinayet motifi şimdi çok daha geniş bir bağlam içinde irdelenecekti. Yazar Rus devrimci hareketini betimleyerek, kanısına göre hareketin merkezinde bulunan teröristleri halktan ve tanrıdan yalıtlayarak, Batı Avrupa’daki sosyalist düşünceler ve örgütlerle olan “uşakçasına” ilişkilerini ortaya çıkararak bir taşla iki kuş vurmak istiyordu. Romanın ilk bölümünü Rus Ulağı’na gönderdikten sonra 8/20 Ekim 1870 tarihleri arasında bir gün başredaktör Katkov’a otantik malzemeyle kendi çalışması arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyordu: “Öykümdeki en önemli olaylardan biri İvanov’un Neçayev tarafından öldürülmesidir. Şunu da hemen belirteyim ki İvanov, Neçayev ve cinayetin ayrıntılarıyla ilgili bilgilerimi sadece gazetelerden edindim. Hem daha çok bilgim olsaydı bile tüm ayrıntıları kopya etmeyi düşünmezdim... Ayrıca imgelemim kendi yolunu izlemektedir, ve belki de gerçeklikten büyük ölçüde ayrılmaktadır...” (2). İmgeleminin “kendi yolunda” gitmesini hangi düşüncenin sağladığını 9/21 Ekim 1870’te Maykov’a yazdığı mektupta açıklamakladır: “Ulusunu ve ulusallığını yitirenler, atalarına ve tanrısına olan inançlarını da yitirirler. Bilmek istediğiniz romanımın konusu işte budur. Adı da Ecinniler ve bu ecinnilerin bir domuz sürüsünün içine nasıl girdiklerini anlatmaktadır.” “Ecinniler Ruslardan oluşan bir domuz sürüsünün, yani Neçayev’in, Serno-Soloviç’in vb. içine girmiş ve bunlar boğularak ölmüşlerdir ya da mutlaka boğulacaklardır; ama şeytanın terkettiği akıllanmış adam İsa’nın ayakları dibinde oturmaktadır. Böyle olması da gerekir zaten. Rusya’nın yarattığı bir pisliktir bu. Doğallıkla bu alçaklarda geriye, Ruslara özgü hiçbir şey kalmamıştır” (3). Dostoyevski bu hiç çekinmeden açıkladığı roman-tasarımını daha Ecinniler’in ilk yarısını tamamlamadan arkadaşına bildiriyordu. Bu iki mektup romanın son biçimiyle karşılaştırıldığında (son bölüm Rus Ulağı’nda ancak 1872 yılı sonunda yayımlanmıştır), o zaman düşünce, taslak ve biçimlendirme arasındaki çelişkilerin 1870 Ekiminde henüz aşılmamış olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durum Dostoyevski’nin 1870 Ekiminden 1871 ilkbaharının sonlarına kadarki mektuplarında çok belirgin bir biçimde görülmektedir: “Çok korkuyorum; sonunu getirebileceğimden endişeliyim; umutsuzluk içindeyim.” Maykov’a yazdığı 2/14 Mart 1871 tarihli bu mektubun son satırlarında şöyle demektedir: “Korkudan bir fare gibi titriyorum. Bu düşünce beni büyüledi... acaba üstesinden gelebilecek miyim, yoksa yüzüme gözüme mi bulaştıracağım? Tek tasam bu” (4). 1871 yazında ailesiyle birlikte Petersburg’a dönen Dostoyevski böylece Neçayev davasını yakından izleyebilme olanağına kavuşmuş ve romana karşı ilgisi yeniden artarak büyük bir hızla Ecinniler’in ikinci bölümünü yazmaya koyulmuştur. Basında çıkan mahkeme belgelerinin bir bölümünü doğrudan doğruya romanına temel almıştır. 1872 yılının başlarında Moskova’ya giden Dostoyevski, Ivanov’un öldürüldüğü Petrovskiy-Razumovskiy parkını ve cesedinin atıldığı küçük gölü çevreleyen mağaraların durumunu yerinde incelemiştir. Moskova’daki bu park 3. kitabın 6. bölümünde betimlenen Şatov’un öldürüldüğü Skvoreçniki parkının aynısıdır. Buna koşut olarak Stavrogin-süjesi de gelişmekteydi. Ancak Dostoyevski 1871 yılı sonunda ikinci kitabın son bölümü olan Stavrogin’in İtirafları’nı redaksiyona teslim ettiğinde romanın dergide yayımlanışı yeniden kesintiye uğramıştır. Katkov bu bölümü yayımlamayı kesinlikle reddediyordu. Romanın bu üçüncü ve son bölümü ancak 14 aylık bir gecikmeyle 1872 yılı sonlarında yayımlanabilmiştir. Romanın doğuş öyküsü, Ecinniler’in ilk taslaklardan 1873’te kitap halinde yayımlanışına kadar bir evrim geçirdiğini göstermektedir. Bu evrim süreci içinde kitabin son şekli başlangıçtaki tasarıdan hayli uzaklaşmıştır. Ayrıca karakterlerin ve süjenin son biçimi sanki güç bela uyum sağlıyormuş gibi görünmektedir. O günlerde eleştirmenlerin bir bölümü Ecinniler’i bir gazeteci tarafından kaleme alınmış 60’lı yıllardaki siyasal davalar konusunda bir kronik, başka bir bölümü ise Rusya’daki devrimci “nihilistler”e karşı kin dolu bir yergi, kimileri de genç bir kızın çektiği aşk acılarına ilişkin dokunaklı bir roman ya da sonuçta vicdan azabı çekerek cehennemi boylayan aylak günahkârın Ortaçağ’a özgü gizemli oyunlarının başarısız bir çeşitlemesi olarak görüyorlardı. Son on yıl içinde yayımlanan romanla ilgili taslaklar ve notlar, elyazmasının dergide ve kitap halinde basılmasıyla sadece bir rastlantı sonucu saptanmasının, yazarın yaratıcı ve çelişkili niyetlerine ilişkin tartışmaya bir son verdiği savını neredeyse haklı çıkarmaktadır. Ancak bu görünürde başına buyrukluğun ve düzensizliğin ardında, Ecinnilere çok iyi düşünülmüş, ama oldukça güç kavranabilen bir yapı kazandıran ideolojik motiflerle kompozisyon araçları gizlenmektedir. Maksim Gorki 24.1.1935 tarihli eleştirisinde bu duruma dikkati çekmektedir: “...Dostoyevski’ye karşı tutumum oldukça uzun bir süre önce oluştu ve artık değişeceğini de sanmıyorum. Ancak Ecinniler romanının Academia-yayınevince mutlaka basılmasından yanayım... Dostoyevski’nin romanı öteki birçok kitabından çok daha özenli ve seçik bir biçimde kaleme alınmıştır. Karamazov Kardeşler’in yanı sıra Ecinniler yazarın en başarılı romanlarından biridir” (5). BÖLÜM -II- Nikolay Stavrogin romanda ilk kez göründüğünde “yirmi beş yaşlarında pek yakışıklı bir gençtir”, ve başlangıçta Stavrogin’i bize kendi bakış açısından tanıtan anlatıcı için “o zamana kadar eşine rastlamadığı efendi bir adam”dır (6). Bu duruma, genç adamın adeta maskeye benzeyen ve insana tiksinti veren yüz ifadesi bir karşıtlık oluşturmaktadır. Stavrogin’in çocukluk ve ilkgençlik günlerini anlatan bölümün başlığı “Prens Harry” adını taşımaktadır, ki yazar bununla Shakespeare’in aynı adlı oyunundan. IV. Henri’nin zevk düşkünü ve başlangıçta herkesçe yanlış anlaşılan oğlunu anıştırmaktadır. Bu Rönesans kişisi halkla ilişkilerinde ruh sağlığını korumaktadır. Haz dünyasıyla amaçlı eylemlerini birleştiren prens Shakespeare’in olumlu karakterlerinden biridir, ve Stavrogin’le karşılaştırıldığında önce benzerlikler göstermesine karşın, daha sonra bilinçli bir karşıtlık etkisi yaratmaktadır. Dostoyevski kahramanının ikili karakterini vurgulamakta, onu bir yandan “karanlık bir kişilik” ve “canavar” olarak, öte yandan da “gerçekten acınacak bir kişi” ve “gerçek bir Rus karakteri” diye nitelemektedir. Bir çiftlik sahibesiyle bir generalin oğlu olan Nikolay Stavrogin olaylara karışmadan önce klasik Avrupa roman kahramanlarının tipik gelişim aşamalarından geçmiştir: Mesleki bir kariyer, kuşkulu serüvenler ve dönemin düşünceleriyle ideallerini inceleyiş, özel öğretmenler, Petersburg süvari alayı, başkentin eğlence dünyası ve 19. Yüzyılda Rousseau ile Karamzin’in düşüncelerini paylaşan Rusların gözde dinlence yeri İsviçre dağları. Toplumsal eğitimin basmakalıp kuralları Stavrogin’i kusursuz bir efendi olarak yetiştirmiş, ama yarı çılgın bir hale de getirmiştir. Yaşamı öylesine hor görür ki, ne uygunsuz şakalar yapmaktan ne de suç işlemekten çekinir. Çağının gerçekliğini anlamamak ve değiştirmeye çalışmamak için gerekli zekâya fazlasıyla sahip olan Stavrogin gitgide kendi gevşekliğinin ve güçsüzlüğünün bilincine varır. İnandığı için değil, tersine can sıkıntısından ve yaşamı ilgisizce küçümsediğinden anarşist Verhovenski’nin grubuna katılır. Ancak yine de bir beyzade, zayıf karakterli, şımarık bir “efendicik” olarak kalır. Romanla ilgili ilk notlarda Stavrogin henüz “prens” diye tanımlanırken Dostoyevski şunları yazmaktadır: “Prens can sıkıntısından ne yapacağını bilmeyen, Rus yüzyılının yarattığı bir kişidir. Herkese yukardan bakmakta ve kendine bağlı kalmasını, yani çiftlik sahipleri, batıcılar ve nihilistlerle araya mesafe koymasını bilmektedir… ancak bir soru yanıtsız kalmaktadır: Bu durumda kendisi neyi temsil etmektedir? Bulduğu yanıt, hiçbir şeyi temsil etmediğidir... Ne var ki, o yüce ruhlu bir kişidir ve bir hiç olmak kendisini tatmin etmemekte, tersine üzmektedir. Hiçbir düşüncel temele dayanmadan sadece can sıkıntısı duymaktadır” (7). Yazar Stavrogin’i kendilerine örnek alan Kirillov ile Şatov’a, başlangıçta Stavrogin’in ortaya attığı, ama kendisini heyecanlandırmayan düşünceleri benimseterek savundurmuştur. Mühendis Kirillov tanrı ve dünya karşısındaki mutlak özgürlüğünü kanıtlamak için, insanlığın mutlu bir geleceği ve yaşam adına intihar etmek zorunda olduğuna inanmaktadır. Ancak Dostoyevski metafizikmiş gibi görünen bu paradoksu önemli bir güncelliğe sahip edebi bir biçime sokmaktadır. Romanla ilgili notlarında şöyle demektedir: “Kirillov’un kişiliğinde, gerçeğe ulaşmak için kendini gecikmeden feda etmeyi öngören bir halk düşüncesi yaşamaktadır. 4 Nisan günü gözleri kapalı ölüme giden mutsuz kişi bile (sözü edilen 4 Nisan 1866’da çar II. Aleksander’e suikast girişiminde bulunan D.V. Karakozov’dur) suikast anında kendi gerçeğine inanıyordu. Her şeyi gerçek için feda etmek - işte bu, günümüz kuşağının ulusal özelliğidir. Tanrı onları kutsasın ve kendilerine gerçeği anlamaları için akıl versin. Çünkü sorun, gerçek kavramından neyin anlaşılması gerektiğidir. Bu roman işte bu yüzden kaleme alınmıştır” (8). Dostoyevski Kirillov-Karakozov örneğinde sadece genç kuşağın tutkuyla gerçeği arayışını değil, bu kuşak içindeki, soyut-mantıksal ve kendince tutarlı önermelerde bulunma yeteneği ile gerçekliğin akıl almaz bir şekilde göz ardı edilişi arasındaki çelişkiyi de sergilemektedir. Doğallıkla bu önermeler ve zorunlu olarak öne süren kişiler de toplumsal gerçeklik karşısında başarısızlığa uğramaktadırlar. Bu durum hem Kirillov’un intihar-kuramı hem de Karakozov’un suikast girişimi için geçerlidir. Şatov yaşamın anlamını tanrıyı aramada, “tanrıyı kendinde taşıyan” Rus halkında, ve dünyayı ahlak yönünden yenileştirmekle görevli tek güç olan Rusya’da görmektedir. Ancak bu görünüşe göre taşkın milliyetçi-gizemli savunuya yine de gerçekçi özellikler karışmaktadır. Şatov’un tanrıyı arayış kavramı öncelikle bu dünyayı hedeflemektedir. Tanrı onun için tüm halkın ve dinin bireşimsel kişiliğidir (licnost), bu halkın iyi ile kötü hakkındaki canlı tasarımıdır. Toplumsal ahlak sistemi olma işlevini yerine getiren tanrı ve din, yeni bir toplum için aslında temel oluşturmayan bilim ve akıl karşısında dengeyi sağlamaktadır. Bu açıdan ele alındığında Şatov’un “Tanrıtanımaz” kavramına, Stavrogin’i nitelerken, nasıl bir sosyal-tarihsel içerik verdiği anlaşılmaktadır: “Siz tanrıtanımazsınız, çünkü bir beyzadesiniz, son beyzade. İyi ile kötüyü ayırt edemiyorsunuz, çünkü kendi halkınıza artık ilgi duymuyorsunuz. Yeni bir kuşak gelecek, hem de doğrudan doğruya halkın bağrından çıkarak ve siz onu hiç anlamayacaksınız” (9). Kendisini etkilemeyi başaramayan Kirillov ve Şatov’la konuştuktan sonra Stavrogin manevi kişiliğini yitirdiğini farketmektedir. Gelecek tasarıları her ne kadar karşıt ve verimsiz olsa da Kirillov ile Şatov dünyayı değiştirmeye tutkuyla hazır oluşları nedeniyle Stavrogin’in karşısında yer almaktadırlar. Onlar gerçeği aramaktadırlar ve düştükleri büyük yanılgılara karşın, gelecekte akılla tutkuyu anlamlı bir şekilde birleştirecek olan devrimci gençliğin öncüleridirler. Stavrogin ise yenilmiş, çaresiz bir biçimde ahlaki nihilizmine teslim olmuş, kendi kendini yok etmenin çekiciliğine kapılmıştır. Apokalips’teki karar romanda onun için verilmektedir: “Ne soğuksun ne de sıcakkanlı; sadece ılıkkanlı olduğun için çıkarıp atacağım seni bağrımdan.” Stavrogin figürü Ecinniler’in doğuşundan önce tip ve karakter olarak çoktan biçimlenmişken, romanın ana çizgileri daha çok genç Verhovenski figürünün etkisi altında ortaya çıkmıştır. Yazar romanla ilgili notlarında onu “Neçayev” diye tanımlamakta, böylece bu temel örneği gözden kaçırmadığını belirtmektedir. Bu figürün evrimi, Dostoyevski ile dönemindeki sosyalist hareketin teori ve pratiği arasındaki ilişkilerin ne denli karmaşık ve çok katmanlı olduğunu göstermektedir. Katkov’a yazdığı mektupta Neçayev-Verhovenski hakkında şöyle demektedir: “Pyotr Verhovenski’m ile Neçayev arasında benzerliklerin bulunmaması mümkündür... Bu kişinin elimde yarı komik bir figür haline gelişine ben bile şaştım, bütün olay da bu işte... ancak yalnızca ayrıntı ve geri plan” (10), “Neçayev sosyalist değil, bir asidir. İdeali de kargaşa ve yıkım, ‘benden sonrası Nuh tufanı’” (11). Bu notlar Verhovenski’nin romandaki itirafına uymaktadır: “Ben sosyalist değil, bir dolandırıcıyım” (12). BÖLÜM -III- Dostoyevski bilinçli olarak bu temel örnekten uzaklaşıp kahramanın karanlık kişiliğini vurguladığında belirli bir ideolojik tasarımı izlemektedir. Ecinniler’e ilişkin notlarında “Neçayev’in ilkeleri”ni şöyle özetlemektedir: “Kendi çıkarlarını devletin, ahlakın, dinin ve toplumun üstünde tutmak. Toplum içinde amaçlarına ulaşmak için tüm çarelere (kabagüç, yalan, hile, cinayet, iftira ve hırsızlık) başvurmak” (13). Bu “ilkeler” garip bir fenomene dikkati çekmektedir: Devrimci anarşist Neçayev eylemlerini, Max Stirner’in felsefesindeki kendini korumaya ve tatmin etmeye ilişkin burjuva-bireyci bir ilkeyi temel alarak örgütlemektedir. Neçayev-Verhovenski ile kuramcısı Şigalev’in çizdikleri sahte-sosyalist toplum düzeni tasarısında burjuva ideolojisinin bir ilkesi -kişilik ideali olarak sınırsız iktidar ve mülkiyet çabası ile buradan doğan deha ve kitle arasındaki doğal çelişkiye ilişkin yapıntı- aşırı biçimlere sokularak ad absurdum’a vardırılmaktadır. Verhovenski’nin çağın sosyalist kuramları karşısında açığa vurduğu nefreti de ilginçtir: “Bence bütün bu kitaplar, Fourier’ler, Cabet’ler... bütün bunlar, yüz-binlercesi yazılabilecek roman gibi şeylerdir, estetik bir şekilde zaman geçirmekten başka bir şey değildir” (14). Kendisi için, genel bir yıkımdan sonra, Şigalev’in sosyalizmle artık ilgisi bulunmayan eşitlik ilkesidir geçerli olan sadece: “Şigalev... Fourier’den daha cesur, Fourier’den daha güçlü... O eşitliği buldu, Şigalev’de herkes köle ve kölelikle eşit. Daha da olmazsa iftira ve cinayet, ama önemli olan eşitlik”(15). Böylece sosyalizm artık bir maske, bir bahane yerine geçmektedir. Örneğin Huxley’in Yeni Dünya’sında (1932) betimlenen 20.Yüzyıldaki olumsuz sosyal düşüklüklerin ve de faşist toplum kuramıyla pratiğinin dahicesine öncelenişi bu noktada özellikle belirgin bir duruma gelmektedir. Verhovenski uydurduğu eşitlik yalanı için sahte bir veliahta gereksinim duymaktadır. Mariya Lebyadkina’nın Stavrogin’in kişiliğinde gördüğüne inandığı sahte prensin çarlık tacını giymesi de gerekmektedir; tıpkı Karamazov Kardeşler’de Büyük Engizisyoncunun herkesi aldatarak İsa’nın yerini alması gibi. Sosyalist kuramların yetersizliği karşısında Dostoyevski’nin uğradığı düş kırıklığı ve sahte-sosyalist bir devrimden duyduğu tiksinti uzun süre etkilerini sürdürmüştür. Bu noktada Marx’ın düşülküsel sosyalizme yönelik eleştirisini anımsatmak yararlı olacaktır. Ekonomi-Felsefe Elyazmaları’ndaki özel mülkiyeti tanımlayışı yalnız burjuva ulusal ekonomisini değil, “mülkiyetsizlikle mülkiyet arasındaki karşıtlığın önemsiz” olduğu eşitlikçi “kaba komünizm”i de hedef almaktadır: “Bir yandan maddi mülkiyetin egemenliği onun (kaba komünizmin) karşısında öylesine büyüktür ki, özel mülkiyet olarak herkes tarafından sahip olunmaya elverişli bulunmayan her şeyi yok etmek ister; zora başvurarak yetenekten vb. yalıtlanmak ister. Fiziksel, dolaysız mülkiyet onun için yaşamın ve varolmanın tek ereğidir... Özel mülkiyetin ilk olumlu kaldırılışı, yani kaba komünizm, kendisini olumlu ortaklık olarak kabul ettirmek isteyen özel mülkiyet alçaklığının görünüş biçimlerinden biridir sadece” (16). Bu “kaba komünizm” kapitalizmin basit bir şekilde olumsuzlanmasıdır yalnızca ve bu biçimiyle kapitalizmle aynı düzeyde bulunmaktadır. Kapitalizmin temel yasaları, Marx-öncesi sosyalizm kuramları ve Rusya ile Avrupa’daki devrimci örgütlerin anarşist eylemleri arasındaki işte bu içsel bağı Dostoyevski şaşılacak bir kesinlikle saptamıştır. Ecinniler’in kitap olarak yayımladığı 1873 yılında Marx, Bakunin’in ve Rusya’daki temsilcisi Neçayev’in anarşizmini acımasızca eleştirerek Neçayev-olayının nedenleri üzerine bir inceleme kaleme almıştır. Marx 1869 yılında Mihail Bakunin tarafından kurulan anarşist Uluslararası Sosyalist Demokrasi Birliği’ni, “kendi kısıtlı düşüncelerini utanmadan Birliğimizin (Uluslararası İşçi Birliği) kapsamlı programının, görkemli çabalarının yerine geçirmeye çalışan” (17) bir güruh olarak nitelemektedir. Marx Neçayev-olayını da ele alarak şöyle sürdürmektedir sözlerini: “Bu güruh nihayet Rusya’da Uluslararası İşçi Birliği’nin yerini alarak onun adı altında dolandırıcılıklar yapmış, adi suçlar ve bir de cinayet işlemiştir; hükümetle burjuva basını bütün bunlardan Birliğimizi sorumlu tutmaktadır. “Marx bu örgüte özgü anarşist düşüncelerin burjuva kökenini açığa çıkarmıştır (Bakunin’deki dünya imgesinin, Proudhon’la Marx Stirner’in eklektik bir şekilde bir araya getirilen düşüncelerine dayanması bir rastlantı değildir). “Her şeyi biçimsizleştirmek isteyen, her şeyi yıkan bu anarşistler burjuvazinin ahlaksızlığını aşırı şekilde abartarak anarşiyi ahlakın içine de taşımaktadırlar.” Marx’a göre “Birlikçi (Bakunin’in Birliği) ahlak” “tümüyle Hıristiyanlıktan kaynaklanmaktadır” ve “katolik, yalnız incil’e dayanan ve kutsal Roma kilisesinin yerine kendi koyu anarşist ve her şeyi yıkan devrimlerinin ‘kutsal edimleri’ni” (18) geçirmektedirler. Bu siteden alıntılanmıştır Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.