hexagram Oluşturma zamanı: Ocak 30, 2007 Paylaş Oluşturma zamanı: Ocak 30, 2007 İnisiye Adayanın Macerası **İnisiyasyon Ezoterik bilimin esasi zaten inisiyasyondur. İnisiyasyonun şimdiye kadar doğru bir tanimi yapilamamiştir. Hemen hemen her uygarlikta kendine özgü bir inisiyasyon anlayişi vardi. İnisiyasyon, bir tür tarik'e giriş manasina gelir. Tarik, "yol" demektir. Bir öğrenim yolu. Nefsini tanimada ve terbiyede, ayni zamanda eşyayi tanimada, onun kökenini bilmede ve anlamada gereken bilgileri elde edebilmek ve uygulamalari yapabilmek için bir yol ve bir gidiş tespiti lâzimdir. İşte biz bunun, eskiden olduğu gibi, şimdi de birtakim tarikatlar araciliğiyla yapildiğini görüyoruz. BİLYAY Vakfi da inisiyatik bir vakiftir. Özel bir öğretim şekli yoksa da, çoğu kez, ezoterik bilgiler verildiği için, bir tür inisiyasyondur ve bizdeki inisiyasyon şekli belirli kaliplar ve kurallar içerisinde tekrar edilen bazi şartlari içermez. Burada, fevkalâde geniş bir hürriyet ve serbestlik içerisinde Vakfa bağli olan kişiler inisiyasyonu hem kendi şuurlarinda hem de kendi vicdanlarinda, kendi kendilerine geçirirler. Hiçbir üstat onlari tutup, "Bunu şöyle yapacaksiniz, bu, şu demektir, bunun sembolü budur, bundan şunu anlayacaksin..." demez. Bu tarzda hiçbir öğretide bulunulmaz. Doğrudan doğruya bilinenler, açik ve seçik olarak anlatilir. Bunun aksiyonu doğrudan doğruya üye arkadaşa aittir. Görülüyor ki, modern inisiyatik çalişmalarla, tarihsel inisiyatik çalişmalar arasinda birtakim uygulama farkliliklari bulunmaktadir. Burada her ikisine de, yeri geldikçe değinmek suretiyle "inisiyasyon"u anlatmaya çalişacağiz. Vakifta verilen eski konferanslardan birinde Eski Misir İnisiyasyonlarindaki merasimler anlatilmişti. Bir tanim yapmamiz gerekirse, "Ruhsal bir tesirin nakledilişinde hazir olmak." diyebiliriz. Burada, spiritüel (ruhsal) bir tesir söz konusudur. Bu tesirin nakledilmesi lâzim. Kişiden kişiye, toplumdan topluma bu tesir nakledilecek. Zaten bütün inisiyatik çalişmalarin esasi, bu tesirin bir taraftan alinip, bir tarafa naklinden ibarettir ve bu nakli kolaylaştiracak bütün çalişmalar inisiyatik çalişmalardir. Bu hem objektif manasiyla çalişmadir, hem de sübjektif manasiyla... İnisiyatik çalişmaya giren kimse önce kendinin en kaba taraflarindan (içgüdülerinden) hareketle giderek en üstün şuur hâllerine kadar geçerek "insan-i kâmil" dedikleri olgun ve tekâmül etmiş, belirli bir seviyeye kadar çikmiş insan hâline gelir. İnisiyasyonun amaci budur. Bunun da meydana gelmesi için muhakkak ruhsal bir etkinin bizden geçmiş ve başka yere gitmiş olmasi lâzimdir. Bu çok önemli bir husustur. Ne vakit ki, bize gelen tesir, bizde sakli kaliyor, inisiyatik bir terbiye almiyoruz demektir. Bu bir çeşit incelmiş egoizma olabilir. Spiritüel tesiri almak ve nakletmek için üstadin (gürü, şeyh) görevi büyük kaynaktan aldiğini müride nakletmektir. Büyük tesir kaynağini müride bağlamaktir. Mürit tek basma bu kontaği kuramaz. Aslinda böyle bir üstada hayatimizin çeşitli devrelerinde muhtaciz. İlk üstadimiz da annemizdir. Doğa ile olan ilk kontaği annemiz verir bize. Sonra baba, öğretmen ve bilinmeyen üstatlarimiz hayatimiz boyunca bu işe devam ederler. Bu spiritüel tesire inisiyasyonda "zincir" ismi de verilir. Bu, sonsuz sayida halkalardan meydana gelmiş bir zincirdir. Üstat, aşaği yukari zamanin başlangicina kadar götürülen bir başa, fiilen mevcut bir irtibat sayesinde bağli kabul edilir. Üstat, bu şekilde çok eski, arkaik bir kaynağin halkasidir. İnisiye olacak kişi de bu bağlanti halkalarindan birini alir ve ona bir bağlanacak yer gösterilir. Bu da o büyük uzun zincirde bir yer işgal eder. Dolayisiyla devamli olarak o spiritüel tesirin müritten geçmesi sağlanir. Talep edene (talip) bu tesir bir kontak araciliğiyla verilir. İnsanlar şüphesiz ayni zamanda da aksiyonla ilgili yaratiklardir. Hareketin, spiritüel tesiri birinden diğerine geçirmek bakimindan büyük bir niteliği vardir. Bu yüzden merasimler icra edilir: Vücut hareketleri, vücut hareketlerinde kullanilan sembollerin şuurda bir tür çözümlenmesiyle meydana gelen psişik hareketler, astral dalgalanmalar... Mantal, fizik ve spiritik safhada olan her türlü hareketle bir nevi girdap meydana getirilir ve kontak temin edilir. Zaten bu kontak temin edilemezse, o kişi "inisiye" olarak kabul edilmez. Üstadin bir büyüklüğü de bunu anlamasidir. Zaten üstadin, üstat oluşundaki hikmet budur. Müridin, yukarida anlatildiği şekilde objektif ve sübjektif hareketi meydana getirip getiremediğini anlar. Dişindan görünen hareketle bellidir. Yani inisiyasyonun adabina uygun hareket edebilir. Hatta hareketinde de bir düzgünlük olabilir. Ama gerçekten psişik olarak da gereken olgunluğa gelmiş midir? Şuuraltiyla üstün şuuru arasinda kontakti temin edebilmiş midir? İç mücadelede kaba güçleri yenerek üstün güçleri galip mi getirmiştir? Bu önemlidir. Bütün bunlarin anlaşilmasi da üstada kalmaktadir. Burada Muhiddin Arabi'nin sözünü hatirlamak yerinde olacaktir: "Mürşit seçmekte çok dikkatli olunuz. Mürşidin bazi nitelikleri yoksa, o nitelikleri tamamlamak için, o nitelikler kendinde bulunan başka bir mürşide gidiniz." der. Birçok inisiyatik merasimlerde üstat çiraği öper. Aslinda insanlarin belirli zamanlarda birbirlerini (kutlamak veya saygisini, sevgisini belirtmek üzere) öpmesinin folklorik anlami budur. Alnindan öpmek, belirli şekilde iki yanağindan öpmek, küçüğün büyüğünün elini öpmesi, tarzindaki hareketlerin en eski hatiralari inisiyatik merasimlerde tesirlerin soluk vasitasiyla iletilmek istenmesinin sembolüdür. Anadolu'da "ocak" tabir edilen birtakim küçük spiritüel merkezler vardir. Ruhani merkezlerdir bunlar. "...Bana hocam (dedem, ninem) elini verdi, ben de birçok kimseyi, onun söylediği şekilde tedavi ediyorum..." der. Burada anlatilmak istenilen şey, bir kimseden diğerine geçen spiritüel bir tesirdir. Ocaklar'da spiritüel bir tesirin bir kimseden diğerine (lâyik olana) geçirilmesinin bir örneğini görüyoruz. Onlarda belirli bir kültür, bilgi olmayabilir. Hatta nefsaniyetleri de vardir ama, belirli bir aksiyonu gayet sadakatle ve dürüstlükle yaparlar. Onun göreceği vazifede başka bir şey istenmez. Bu kadar dürüstlük ve egoizma onun için yeterlidir. İnisiyasyon Şartlari Merasimi tamamlayan üstat bir birey olarak hareket etmez. O bir zincir halkasidir. Kendini aşan bir tesirin, kuvvetin aktaricisi durumundadir. Demek ki hem üstat hem de mürit bakimindan hiçbir şekilde bireylik meselesi ortaya çikmamaktadir. İnisiyasyon için üç ana şart aranir: 1- Eksiksiz bir niteliğe sahip olacak mürit. Bulunduğu ortamdaki anlayişa uygun olmak şartiyla eksiksiz nitelikleri olacak. Hiç değilse o tarikin, o inisiyasyonun aradiği şartlari içermesi lâzimdir. Örneğin Ahiler'in 8 -10 kadar bu şekilde giriş şarti vardir ki, oldukça ilginçtir. Ve incelendiği zaman, gerçekten "insan-i kâmil"i aradiklari bellidir. Mütekâmil insanin niteliklerini istemektedirler. 2- Düzenli bir şekilde bilgileri ve tesirleri kabul etme yeteneğinde olacak. Karakter ve yapi bakimindan birtakim mükemmel özellikleriniz olabilir. Ama bunun yani sira düzenli bir şekilde alicilik da istenir. Yani bir tür iyi nitelikte medyomluk ve psişik hassasiyet istiyorlar. Hiç değilse kendi kendine revelasyonlari (derin sezgisi, vahyi) olan duyarli kişi araniyor. Hem kendindeki hazineden, hem doğadan, hem de icap ettiği zaman ruhsal dünyadan... Bunlari gerekli kilmaktalar, çünkü mürit ileride, akmakta olan spiritüel tesiri başkalarina aktaracaktir. Bu tesiri yansitacak, başka istikametlere yöneltebilecek yetenekte olmalidir. 3- Kişisel olarak, bir şeyi gerçekleştirmek yeteneğinin bulunmasi lâzimdir. Kendi iç benliğini gerçekleştirdikten sonra, kişiliğinin de iyice gelişmiş olmasi gerekir. Görüldüğü gibi, artik inisiyasyon günümüzde, bazi inisiyatik topluluklarda olduğu gibi, baştan savma merasimlerle yürüyen bir iş değildir. İnisiyasyona girecek olan müritte gerçekten fiziksel, ahlaksal ve zihinsel nitelikler olmasi gerekmektedir. Kişi ruhsal ahenk içerisinde olmalidir. Kompleksli insanlar (her türlüsüyle) böyle bir İnisiyasyona giremezler. Kişi hislerine hâkim olmalidir. Yani "his realitesi"ni atlatmiş olmalidir. Bireyliği teşkil eden bütün unsurlarda bir denge bulunmalidir. Çünkü esasinda inisiye kendi topluluğuna değil, kendi bireyliğine dayanir. Üstadina ya da hocasina değil. Kendi kendisini ne derecede geliştirmişse, o derecede iyi bir inisiyedir. Onun için bu çok önem verilen şartlardan biridir. Hastalik ve psişik eksiklikler hiç kabul edilmez. İnisiyasyona kabul edilmek için emredici dört şart vardir. Bunlarin arasinda her tarikata mahsus özel şartlar da öne sürülebilir. En genel olanlari dört tanedir: 1- Beden Temizliği Burada "temizlik", temizlik kelimesinden bildiğimiz olan, muntazam olarak banyo yapmak kastedilmez. Beden temizliğini asil meydana getiren husus, bedenin beslenmesinde meydana gelen temizliktir. Kirlian metotlariyla ortaya çikan bedene ait tesirlerin doğru ve doğal beslenmeyle muntazam hâle getirilmesidir. Alkol, esrar, afyon gibi zehirler, aşiri ve karişik yemekler ve aşiri cinsel istek, doğal olmayan gidalar yasaktir. Yani bedeni en iyi şekilde muhafaza etmek prensibi söz konusudur. Bildiğimiz ve hepimizin uyguladiği temizlikten başka yukarida açiklamaya çaliştiğimiz anlamda bir temizliğin de bulunmasi şart koşulmaktadir. 2- Duygusal Bir Asalet Duygusal asalet, insanlara karşi gerçekten insanca duygular içinde kalmaktir. Şefkatiyle, merhametiyle, onlarin haysiyetini kendi haysiyetiymiş gibi korumakla vs. Duygu bakimindan bir kişiye karşi küçük menfaat hesaplari içinde bulunmamak. Örneğin, bir kimseye bir samimiyet gösteriliyorsa, en ufak bir çikar olmadan samimiyet göstermek. Bir kimseye açikça, onun faydasi için kusuru yüzüne vuruluyorsa, en ufak bir hissi eziklik altinda kalinmaz. Büyük üstatlar bunu yaparlardi. 3- Mantal Safhada Zihin Genişliği Bu, bir inisiye adayi için pek çok şey ifade eder. Zekâ ister, aklin belirli biçimde bazi kurallara bağli olarak çalişmasini ister, çok iyi müşahede kabiliyeti ister, birbirine bağlanarak giden bir mantik kabiliyeti ister vs. Her şeyi belirli ve kaba açilardan görmek değil, daha seyyal ve çok değişik açilardan görmenin maharetini de ister. Bu zaten insanlara karşi "müsamahali olmak" bakimindan da gereklidir. Her şeyin bir tekâmül içerisinde mevcut olduğunu, her şeyin bir icabi bulunduğunu, tekâmül için her şeyin yapildiğini anlayabilmesi gerekir. Bunu başarabilecek yetenekte olmasi gerekir. 4- Spiritüel Yükseklik Burada ruh yüksekliği değişik anlamlar içeriyor ama, esas anlatilmak istenen "olgun bir varlik" olmaktir. Yeteneksiz insan inisiye edilmez. İşte bundan dolayi da halka uygun inisiyasyonlar meydana getirilmiştir. Halk için özel sihirli kiliçlar, hayat sulari vs. Bu şekilde halk da düşünülmüştür. Ama bütün bu sembollerin yüzeysel anlamini bilebilirler. Örneğin, siradan sade bir vatandaş için "kiliç" sembolü gerçekten "yedi başli canavar"! öldürmek için güzel bir silahtir. Ama inisiye edilmiş bir yetenekli mürit, bu sembollerle anlatilmak istenen daha kapsamli manayi bilir. Sade insan bir sembolü olduğu gibi bilir, inisiye daha başka bilir. İşte gizli öğreti buradan ortaya çikmaktadir. Folklorik anlamda inisiyasyonla, bilimsel anlamdaki inisiyasyon arasindaki fark bu şekilde ortaya çikmaktadir. Esasinda Hint'te Gürü, Müslümanlarda Şeyh, Lâtinlerde Jeron, gerçek spiritüel babalardir. Hz. İsa'nin babasi gibi... O, kendi inisiyatörüne "baba" derdi. O, İsa'nin rabbi (mürebbii)dir ayni zamanda. Spiritüel tesirleri O'ndan alip insanlara dağitirdi. Onun için inisiyasyondan geçmek ikinci bir doğuş anlamina gelir. İkinci doğuş belirli ham insanin ölümüyle başlar. Burada ölürsünüz, burada doğarsiniz. Örneğin, şimdiki modern inisiyasyonlarda (Roz Kruva, Tampliye, Fran Masonlar'da) bunun sembolik çalişmalari yapilir. Bunun için bir tabut kullanilir. İnisiye tabuta yatirilir. İnisiyatör gelir, ona birtakim şeyler söyler, gözlerini kapatir. Orada yarim saat kalir. Eski Misir'da bir gün tabutun içinde kalinirdi. Fakat Misir'daki inisiyasyonda (zaten yetenekli olan) müride astral seyahat yaptirilirdi. Bu devrede rahibin rehberliği altinda mürit daha diriyken bizzat ölümü tadar. Bunun deneyini yapar. Bu, doğrudan doğruya ruh ve beden ilişkisinin gevşetilmesi dolayisiyla psişik varliğin astrale geçirilmesi suretiyle oranin varliklariyla irtibat kurulmasidir. Bir dizi astral seyahatlerde mürit hayatinda o zamana kadar görmediği şeyleri görür. Tekrar tabuttaki bedeniyle irtibatini kuvvetlendirir ve gözlerini açtiği zaman âdeta artik o bambaşka bir insandir. Büyük bir merasimle tabuttan çikarilir. Ve kendisine, "artik sen dirildin," denir. Burada kendisine yardim eden inisiyatör onun "babasidir." Biyolojik babasi değil, spiritüel babasidir. **Ezoterizmde Merkez ve Kalp Nedir? Bütün spiritüel etkilerin geldiği kaynağa merkez denir. Tesirler zinciri bu merkezden insanlara doğru uzanip gelir. Hatta derler ki, spiritüel bir coğrafya vardir. Bu ruhsal coğrafyanin tepeleri, dağlari, ovalari da vardir. Elbette bu, görünenin ötesinde, anlaşilan, hissedilen, fakat sonradan birçok noktalarda objektifleşmiş hâldedir. Coğrafya olarak bazi öyle yerler vardir ki, yukarida belirtilen spiritüel tesirleri taşimak bakimindan diğerlerine nazaran daha yeteneklidir. Kutsal coğrafya hemen hemen mabetlerin kurulma yerlerini tayin etmiş bir coğrafyadir. Fakat burada söz konusu mabet önemli mabetlerdendir. Bunlar çok ilginç, çok değişik mabetlerdir ve yeryüzünde çok az vardir. Eskinin Delf Mabedi bu merkezlerden biridir (Yunanistan'da Trakya bölgesinde). Meşhur Örfe ve Fisagor'un insanlari yetiştirdikleri büyük mabet Delf büyük bir merkezdi ve oradan dünyanin hemen hemen her tarafina spiritüel etki yayilirdi. Böyle merkezleri daha önceleri Misir'da da görüyoruz. Onlar daha etkili inisiyasyonlar veriyorlardi. Bizim çağimiza ait inisiyasyonlar Delf'le başlar. Daha sonralari Dünya'da büyük merkez görevini Kudüs, üzerine almiştir. Kudüs gerçekten pek çok dinin ortaya çikişinda spiritüel tesirlerin birikim yeri olarak çalişiyordu. Hatta Hz. Muhammed için de bir rezervuar vazifesi görmüştür. Ayni şekilde bu Kutsal Coğrafya'da Mekke, Roma, Yukatan bölgesindeki bazi yerler, Peru, Tibet'in (Himalaya'larin) güneyine bakan eteklerinde birçok yerler hâlâ vardir ve vazifelerini görmektedirler. Orta Fransa'da büyük katedrallerin vaktiyle bu görevi yürüttükleri bilinmektedir. Çünkü onlarin yapilişinda bile inisiyatik bilgiler kullanilmiştir. O devrin bilinen matematik ve geometrisiyle böyle eserleri inşa etmeye imkân yoktu. Bu merkezlere bağlilik, oralara yönelmek, hac etmekle sembolize edilmiştir. Mürit için merkez önce şeyhidir. Hatta ilk çalişmalarda üstat müride kendi simasini yansitir. Kendi suretini vererek, "Beni düşüneceksin." der. Mürit, bu şekilde kendini şeyhine teslim eder. Bu merkez sonralari (mürit geliştikçe) yavaş yavaş gelişir. Nihayet bu semboller de ortadan kalktiktan sonra, doğrudan doğruya Tanri'ya bağlanilir. En büyük merkez, Tanri'ya teveccüh edilir. Bu seviyeye geldikten sonrasi için Muhiddin Arabi şunlari söyler: "Arif için din yoktur." Burada "Ariften maksat, kendi kişiliği üzerine tamamen oturmuş bir inisiyedir. Bu duruma gelen bir bireyin hiçbir şeriatle alâkasi yoktur. O fert artik şeriatin üzerine çikmiştir. Şeriat, henüz daha oraya ulaşamamişlar içindir. Gelişmemiş, şartlara bağli olarak yürümek zorunda olanlar içindir. Alt benliği ile üst benliği arasindaki irtibati kuramamiş olanlar için şeriat gereklidir. Üstün şuuruyla hareket etmeye başladiği zaman bireye, onu sürçmekten, sapkinliktan koruyan şeriate ne gerek var? Sürçmez çünkü bilgisi vardir. Gelişmiştir. Şeriat, insani belirli bir yol içerisinde takilmadan, saplanmadan, oyalanmadan, sağa sola yalpalamadan, mümkün olduğu kadar belirli bir hizla belirli bir hedefe götürmek için vasitadir. Trafik kurallari gibi. Ama artik siz uçakla gidiyorsaniz, karadaki trafiğin sizinle ne ilgisi var? Onu karadakiler kullansin. Siz artik havadaki trafiğe bağlisiniz. Hint'te bir Meru Daği vardir. Hz. Musa'nin Sina Daği vardir. Hz. Muhammed'in bir Hira Daği vardir. Hz. İsa'nin bir Zeytinlik Daği vardir. Bunlar hep ilk kurbanlarin, ilk spiritüel temaslarin yapildiği yerlerdir. Bunlar Kutsal Coğrafya'da belirli noktalardir. Kimbilir daha bilmediğimiz ne mihrak noktalari var... Delf te ayni şekilde Onfalos Daği vardir. Orada rahibeler büyük kehanetlerde bulunurlardi. Onlar gerçekten büyük bir kütleyi yöneten kâhinelerdi; önceleri açikta bulunan mabetler, sonralari yapma mağaralara çekildi. Şüphesiz, bu dolayli irtibat hâli giderek geleneğin kararmasina sebep oldu. Önceleri inisiyatör, inisiye ve inisiyasyon ortadayken, sonradan bu faaliyetler kapali hâle gelmiştir. Doğal ya da yapma mağaralara çekildiler. Bu sefer bilgi dişariya dolayli şekilde yansimaya başladi. Açikça, görerek alinmiyor bilgi; örneğin mağaranin kapisinda bekleyen adamdan aliniyor. Bir, iki veya üçüncü kuşaktan geldiği için bilgi gitgide kapaniyor. Nihayet, daha sonralari efsaneleşmeler ortaya çikiyor. İçeride neler olduğundan hiç kimsenin haberi yok; dişarida bir söylentidir gidiyor. Gizli öğreticilik bu şekilde, kelimenin tam anlamiyla, zaman geçtikçe daha da gizlileşmiştir. Aslinda eskiden gizli değildi. İnsanlarin hamliği, egoizmasi giderek arttiğindan, geleneğin de giderek kararmasina sebep olmuştur. İnisiyasyon yerleri, sir mahalleri hâline gelmiştir. İlk geleneklerde çok geçen "Kutsal Topraklar", "Ulvi Topraklar", "Paradesa", "Bahçe", "Mabet", "Saray", "Kutup" kelimesi kullanilir ki, aslinda Brahmanik uygulamalardan bize geçmiştir. Ayrica inisiyasyon merkezlerine "Saf Topraklar", "Ölümsüz Topraklar", "Dirilerin Topraği", "Güneşin Topraği" denildiğini biliyoruz. Yukaridan gelen tesirin işiğini yansitan bu ayricalikli (rüçhanli) yerlerde zitliklar hallolur, insanlar birleşirler. Biz bugün bu yerlerin nereleri olduğunu bilmiyoruz. Çünkü bizler hâlâ "Demir Çaği"nin insanlari olduğumuz için, sert ve hirçin bir tekâmül seyri içindeyiz. Bize yumuşaklik, incelik gerekmez, yaramaz. Bu devrenin atlatilmasindan sonra bu kutsal yerlerin yeniden bulunacağina inaniyoruz. Eski Çin'de buna "Değişmez Muhit", İslâmda "İlâhi Durak" denir. Buralar yukarida belirtildiği gibi zitliklarin ortadan kalktiği yerlerdir. Hakikatin realitesi çoktur, fakat hakikatin kendisi birdir. Görünüşü çoktur, ama bilinçli olarak toplandiği zaman bir tane çikar ortaya. Bunlarin ortaya çiktiği yerlerdir İlâhi Duraklar. Kabala (Yahudi Okültizmi)'da böyle yerler için "Saray" tabiri kullanilir. **İnisiyasyonda Büyük ve Küçük Sirlar İnisiyasyon safhalari bir mertebeler silsilesidir. Tam bir inisiyasyonda üç büyük safha vardir: Müride önce küçük sirlar, sonra büyük sirlar ve nihayet gerçek sirlar gösterilir. Küçük sirlara ermiş kişilere Eski Misir'da "Mist" ismi verilirdi. (Mister de oradan gelmektedir.) Küçük sirlar, Mist'lere kozmolojiyi yöneten ve ilk hâli kuran oluş kanunlarini göstermeyi konu edinmiştir. Bu ayni zamanda büyük sirlar için bir hazirlik devresi olmaktadir. Bazen buna yolculuk ya da imtihanlar da denilen saflaşma merasimleri de eklenir. Mist bu bilgileri alirken, bir taraftan da kendini saflaştirmaya çalişirdi. Bu saflaşmadan maksat hem bedensel hem de ruhsal saflaşmadir. Ateş, su, şehvet, yemek, imtihanlari vs. gibi... Eski Misir'dan buna bir örnek verelim: Sfenks heykelini gözünüzün önüne getiriniz. Onun giriş kapisi ayaklarinin altindaydi. İnisiye olmak isteyen biri bu kapidan müracaat ederdi. İçerideki öğretimin zorluğu daha kapidayken karşilayici tarafindan kendisine bildirilir ve içeri alinirdi. Ve belirli bir aşamadan sonra da başarilsin, başarilmasin geri dönüşün mümkün olmadiği açiklanirdi. Mürit adayi bunlara rağmen içeride kalip inisiye olmayi isterse, birtakim koridorlardan geçirilerek içerilere doğru götürülürdü. Bu karanlik koridorlardan mürit adayi, elinde işikla 5-6 metre önünden giden görevliyi takip ederdi. Bu sembolik bir manzaradir aslinda... Aday, önce başkasinin işiğiyla aydinlanan yolda yürümektedir. Işik daha kendi elinde değildir. Kapidan içeri girdiği andan itibaren, her iş, artik daha anlamlidir ve mürit adayinin bütün bunlari kavramasi lâzimdir. İleride bu hareketler kendisine sorulacaktir. Bir kapidan geçtikten sonra kendisine özel giysiler verilir, eşyalari alinir ve orada kalmasi, beklemesi söylenir. Aradan iki gün üç gün geçer, kimse yanina uğramadiği gibi doğru dürüst yiyecek bir şey de bulamaz. Beklemenin dördüncü günü kapisi çalinir, alinip bir başka görevlinin yanina götürülür. Burada kendisi, ailesi, yaşadiği yerler hakkinda sorular sorulur. Ve daha sonra verdiği cevaplar dişaridan soruşturulur. Aslinda mürit adayi, oraya adimini attiği ilk günden beri, gizli olarak gözetim altinda bulundurulur. Bu sorgulama da bittikten sonra kendisine birtakim imtihanlardan geçirileceği, istediği takdirde buradan da dönmesinin mümkün olduğu, fakat imtihanlardan sonra basarsa da başarmasa da buradan bir daha çikamayacaği tekrar kendisine söylenir. Bunlar aslinda yürek/iman ve cesaret denemeleridir. Bundan sonra mürit adayi (eğer içeride kalmayi kabul ediyorsa) çeşitli imtihanlara tâbi tutulur. Örneğin, eline bir mum verilir ve karşida mihrapta yanan başka bir mumla yakmasi istenir. Gideceği yer aslinda 50-60 metrelik bir mesafedir. Oraya kadar gitmesi için etrafinda boylu boyunca ateşlerin yanmakta olduğu incecik bir yoldan geçmesi gerekir. Fakat o kadar dar ve ince hesapli geçiş yerleri var ki, kafasini çaliştirabilirse, buralardan yolunu sürdürebilir. Bütün cesaretini ve aklini kullanmak zorundadir. Bunu başarabildiği sürece amaca ulaşacak, yoksa her an yanma tehlikesiyle karşi karşiya bulunacaktir. Diyelim ki mürit adayimiz bu ateş imtihaninda başarili olmuş olsun. Belirli bir süre dinlenme ve gerekirse tedavisi yapildiktan sonra başka bir imtihana alinir. Örneğin, 40 sütunlu oda... Burada üzerleri işlemeli 40 sütun ve duvarlarda çeşitli hiyeroglif yazilar ve resimler vardir. Bunlarin her birinin ne anlama geldiğini düşünmesi ve sonradan anlatmasi istenir. Yine hatirlatalim ki, aday gerek imtihanlarda gerek istirahat anlarinda devamli olarak gözetim altinda tutulur. İmtihanlarin ardi arkasi kesilmez. Su imtihani, vahşi hayvanlarla imtihan, vs. Her imtihani başardikça mürit adayi o uzun yeralti koridorunda ilerlemektedir. Ve bir yerde, arkasindaki bütün kapilarin artik kapandiği, geri dönmesinin olanaksiz olduğu, başaramadiği takdirde ömrünün sonuna kadar hademe olarak o mabedde kalacaği, başarirsa, yetenekleri ve liyakatine göre yükseleceği kendisine tekrar hatirlatilir. Bu şekilde örneğin, 20 kişi müracaat ediyorsa, sonunda ya bir kişi kaliyor ya da iki... en sonunda bütün imtihanlari, zaman zaman (tam ümidini yitirdiği anlarda) yardim alarak da başaran mürit adayi tebrik ve takdis edilerek alnindan öpülür. Özel kokular sürülür. İşte o andan itibaren o artik siradan bir kişi değildir. Kendine has bir odasi, kendisini eğitecek hocalari vardir ve derslere, asil inisiyasyona küçük sirlardan başlanarak geçilir. Aslinda yolculuk ve imtihanlar "Küçük Sirlar" döneminde geçen bölümlerdir. "Büyük Sirlar"a daha sonra gelinir. Sonra "saflaşma" törenleri yapilir. Bütün bunlardan amaç müridi bir "çocuk kadar saflaştirmaktir". Böylece bir mistik saflaşmaya kavuşabilecektir. Aslinda bu, bildiğimiz çocuk kadar saf hâlde olmak, demek değil. Fevkalâde bir temizlik hâli ifade edilmek isteniyor. O kişide herhangi bir ahenksizlik hüküm sürüyorsa, gelen ruhsal tesiri nakletmek mümkün olamayacaktir. Tesiri polarize edecek hiçbir ahenksizliğe sahip olmamalidir mist. Tam anlamiyla nefse hâkimiyet ve nefis mücadelesi geçirmek gerekir. Modern psikolojinin deyimiyle, şuuraltiyla diş şuuru dengede tutmak demektir. Şuuralti problemlerini halletmiş olmak gerekir. Bu saflaşma, "kabuk"un kirilmasi demektir. Çünkü o kabuk, içinde özü muhafaza etmektedir. Öz, kendini ancak, "kabuk"un kirilmasindan sonra tezahür ettirebilecektir. Kabuk, geçmiş ruh hâllerinin psişik tortusudur. Bu psişik tortu atilinca "kabuk kirilmiş" olur. **Büyük Sirlar Büyük Sirlar aşamasinda, gerçek spiritüel gayeler, şekilsel olmayan şartli veya şartsiz üstün hâllerin gerçekleştirilmesidir. Bu dünyadan kurtuluncaya veya prensiple birleşinceye kadar (Nirvana), gerçek spiritüel dersler öğretilir. Uygulamalari yaptirilir. Bu aşamada şekli hiçbir şey yoktur ortada. Gerçek spiritüel amaçlar oluşuncaya kadar yapilan bir çalişma büyük sirlarin esasini teşkil eder. Büyük sirlara bunlar tahsis edilmiştir. Bu amaca gelenekler çeşitli isimler verirler. "Muhteşem Işik", "Üstün Hüviyet" vs. Bunlar büyük sirlarin ikinci safhasidir. Bu safhadan itibaren mürit beşeri özelliğinden çikarak "Aşkin İnsan" hüviyetini kazanir. Evrene dahil olan insan artik aşkin insan hâlini almiştir. Aşkin (müteal) insan, bütün varlik tezahürünü ayni ilke ile hüviyetlendirebilen kimse demektir. Örneğin, bunun için, "Her şey Tanri'nin bir yansimasindan ibarettir." ifadesi kullanilir. Bu, Eflâtun'da da böyledir. Çünkü Eflâtun Elözis inisiyasyonunu meydana getirmiş büyük bir filozoftur. Ezoterik çalişmalar aslinda inisiyasyona yönelik çalişmalar demektir. Bu çalişmalar insanlari bazi hakikatlerle karşilaştirmak, kendisini tanitmak amaciyla yapilan çalişmalardir. İnsanin hakikati keşfetmesi için önce kendini keşfetmesi gerekir. İnisiyasyonun bütün amaci insanin kendi kendine sahip olmasidir. Kaybetmiş olduğu kendini, şuurlu olarak, bu dünyada tekrar yakalayabilmesidir: Benliğin tekrar şuurlu olarak ele geçirilmesi... Kuşkusuz bunun için birçok yollar var. Ama herhalde inisiyatik çalişmalar içerisinde mürşidin (ruhsal öğretmen, inisiyatör) ve talebenin vazgeçmeyecekleri tek bir büyük hâl vardir. Bu da, yüksek ruhsal enerjiyle temasa geçmektir. Gerek diş gerekse iç hakikati ararken muhakkak ki değişik bir enerjiye ihtiyaç hissediliyor. Bu ne fiziksel bir enerji ne de bedene bağli olarak şuuraltiyla birlikte çalişan psişik bir enerjidir. Tamamen bunlarin dişinda spiritüel bir enerjidir. Bu enerjiye hem öğretenin, hem de öğrenenin kesinlikle ihtiyaci vardir. Her insanda bulunan, özellikle yetenekli insanlarda bulunan kiymetler ele geçebilir ve bunlara ek olarak ilham, vahiy ve tebligat yoluyla da insan yüksek ruh haletini yaşayabilir. Önce kendi içsel kiymetlerini ele geçirmesi gerekir. Vahiy tarzinda görünen, içte ilham olarak tezahür eder. Yani her insanin ilhami kendisinin vahyidir. Bu, dişarilaştiği zaman ona vahiy ismini veriyoruz. Vahiy sözcüğü nedense, sadece peygambere gelen tebligat için kullanilmiştir. Hz. Muhammed'in vahiy almadiği zamanlarda da Arabistan'da "vahiy" sözcüğü kullanilirdi. Putperestlik devrinde, hatta ondan önceki zamanlarda da bu kelime vardi. Vahiy mekanizmasi çok çok önceden meydana gelmiş bir mekanizmadir. Kimsenin haberi olmaz, kendinizin içinde kalirsa, ayni şey, sizin kişisel ilhamlariniz olarak kalir. Ayni şey, spiritüel çalişmalarda "Ruhsal Tebligat" olarak geçer. Bu da, ilhamin (ya da dişsal olarak vahyin) yaziyla, sözle, grafikle, müzikle vs. ifadeleşmesidir. Zaten inisiyasyon hareketlerinin son kisimlarina doğru, inisiyede ruhsal halet farklari oluşmaya başlar. Bunu, inisiyatör anlar. Özellikle talebe artik usta olma devresine geçtiği zaman, bir tür özel hücrede kendi kendine, kendisine verilmiş olan aliştirmalari uygular. Bunlarin içerisinde çoğunlukla astral seyahat, durugörü vardir. Fakat üstadin beklemekte olduğu en önemli nokta şakirdin (öğrenci, çirak) bir gerçek ilhama sahip olup olmamasidir. Çünkü şakirdin şuur ve şuuralti devamli olarak kontrol altindadir. Ve gerçekten sağlam bir ilham gerçekleştiği zaman, üst plânlarla bir kontak temin ettiği anda, öğrencide bir değişiklik meydana gelir ve bu değişiklik üstat tarafindan derhal fark edilir. O artik kendi şahsiyetini bulmuş kendi kişiliğini geliştirmiş, kendi ayaklari üzerinde yürüyebilecek bir varliktir. Bundan sonra üstadin yapacak bir şeyi kalmamiştir. İnisiyatörlük, semavi (ilâhi, göksel) inisiyatöre aktarilmiştir. Aslinda inisiyatör, iki sonsuz arasinda devam etmekte olan uzun zincirin halkalarindan biridir. Öğrenci de artik bir halka olmuştur. O da o büyük zincire girmiştir. Sonsuz spiritüel tesir, ondan da geçmeye başlar. Bu tesiri başkalarina aktaracak hâle gelmiştir. **İnisiyatik Yolda Neler Kullanilir? Gerek doğuda gerek batida, her mistik çalişmanin başi iki esasli yoga temeline dayanir. Biri nefes, diğeri oruç Buradaki oruç, genellikle, bildiğimiz aç kalmaktan ibaret olan bir oruç değildir. Aç kalmak orucun en kaba tarafidir. Aslinda inisiyatik çalişmalarda orucun çok büyük ve değişik şekilleri vardir. Sadece bedeni oruç değil, manevi oruç da tutmak gereklidir. Bunun için bedeni, duygusal hazlardan ve kötü düşüncelerden sakinmak gerekir. Bunu yapabilmek için de bir edep ve erkân silsilesinden geçmek gerekir. Bunlardan başka inisiyatik süreç olarak daha önce söz ettiğimiz, çeşitli imtihanlardan (su, ateş, vahşi hayvanlar, astral denemeler gibi) geçilir. Nihayet bize ORFE'nin belagatla ifade ettiği meşhur cehenneme iniş meselesine gelinir. Bu noktaya doğu ezoterizminden çok bati ezoterizminin ilgi duyduğunu görüyoruz. Aslinda Dante de bir inisiyasyondan geçmiş olmasina rağmen bazi yerlerde bağnazlik yapmiştir. Fakat onun İlâhi Komedya'sinin "Cehennem" bölümü inisiyatik inişi anlatir. Oradaki olaylarin hepsi semboliktir. Goethe'nin meşhur "Yeşil Ejderi" de böyledir. Bunu şöyle açiklayabiliriz: İnsanin büyük enkarnasyon silsilesi içerisinde birçok hayatlardan beri getirmiş olduğu bir tortu vardir. Bir tür atilmasi gereken, cevhere ağirlik oluşturan bir tortudur bu. Bu tortu her insanda mevcuttur. İşte, bu tortunun içeriğine nüfuz etmek, derinlerine inmek gerekir, arinmak için. Varliğin astral bedeninde birikmiş olan bu tortunun içeriği nedir? Bunu anlamak çok zordur. Ve gerçekten bir cehennem azabidir. Bu öyle bir hesaptir ki, en ilkel çağlardan beri getirmiş olduğunuz tortunun analizini yapmak gibidir. Ve bu analizi şuurlu olarak yapiyorsunuz. Siz, sizi şuurlu olarak tortu bakimindan analiz ediyorsunuz. Bu tortunun çoğu geçmiş hayatlardan geldiği için unutulmuştur; artik birey için rahatsiz edici bir yani kalmamiştir. Hesabi görülmüş sayilir, fakat değil. Sadece, karmik bir karşit verilmek suretiyle doğulmuştur. Bu tortunun bulunmuş olmasina rağmen her defasinda bir kapinin açilmasi (yeniden doğuş, tekrar bedenlenme) birey için büyük rahmettir. İşte bu tortularla karşilaşmak, çok önemli ve çok zor ve insani can evinden vuran bir konudur. Bir inisiye böyle bir tecrübeyle de karşilaşmak ve başarili çikmak zorundadir. Tabii ki, birçok gelişmeden sonra... Bütün bu çalişmalarin sonucu inisiye, bir çocuk kadar saflaşmak zorundadir. Bunun olabilmesi için yukarida söz ettiğimiz o ağir tortunun ortadan kalkmasi gereklidir. Bu da birtakim kişisel tatbikatlarla sağlanabiliyor. Ezoterizmde "Birinci Doğum", inisiyatörün inisiyeyi spiritüel tesire bağlayişiydi. İnisiye eski fizik (kaba) plânda ölüyor, ayni zamanda manevi bir plânda doğuyor. İkinci doğum olarak kabul edilen, bir tür "metamorfoz"dur. Ölmek ve doğmak, ayni bir değişimin iki evresini oluşturur. Ancak bu ikisi oluştuğu anda bir değişim meydana gelmiştir. Ölmekte olanla, doğmakta olanin biri, bir değişimi tamamlamiş, diğeri ise bir değişime adimini atmiştir. Arada bundan başka bir fark yoktur. İkinci doğuş psişik yenileşmedir. Bu, inisiyatik gelişimin ilk evrelerinde çok etkili bir durumdur. Psişik düzenden spiritüel düzene geçişte bu yenileşmeler görülür. Bu da "Büyük Sirlar" verildiği zamanda ortaya çikiyor. Daha doğrusu psişik yenileşme meydana geldikten sonra büyük sirlar ismi altindaki inisiyatik bilgilere geçiliyor. Yani görüldüğü gibi, hiçbir şey müridin kaderine, kismetine kalmiş değildir. Müridin birtakim esasli belirtileri ortaya koymasi gerekir. Müridin mürşitten herhangi bir gelişimi gizlemesi hâlinde üstat, genellikle, bir dereceye kadar gereken hoşgörüyü gösterir. Ona yol göstermeye çalişacaktir. İbret verici hikâyelerle problemini gidermeye, uyarmaya çalişacaktir. Bir hikâyeyle inisiyeye zaman zaman edep vermeye çalişacaktir. Bu şekilde mürit kendisinin mürşidi tarafindan devamli olarak kontrol edildiğini anlar. Bir mürit bu şekilde devamli gözetim, kontrol ve eğitim altinda gerçek özgürlüğe sonunda kavuşur. Kendisine tam serbestiyet verilir. Sonralari (gerek bati gerek doğuda) bu gözetim bir tür tasalluta (zorla etki altina alma) dönüştü. Yani bu çalişmalar sonunda kazanilan güçler bir hükmetme araci olarak kullanilmaya başlandi. Daha sonra da zaten bu kurum dejenere olmuştur. Bu yozlaşma doğrudan doğruya majisyenliğe döner. Kara hocalik, kara papazlik vs. Gerçek inisiyatik bilgi, spiritüel bilgi ortadan kalkar. Psişik düzenden spiritüel düzene geçişte, yukarida belirttiğimiz gibi büyük sirlar verilir. Üçüncü doğuş, evren dişina taşan bir özgürlüktür. Bu, Elözis sirlarinda, "İlâhilikle Birleşme" şeklinde ifade bulmuştur. Sufizmde "Fen'a fillah" (Tanri'da yok olmak) olarak adlandirilmiştir. Eflâtun ise bunu "Mağaradan dişari çikiş" olarak anlatmaya çalişmiştir. Bu ilâhilikle birleşmenin meyvesi, gök ve yerin "oğullari" denen bir gruba dahil olmaktir. Artik evrende ve evrenle kendi arasindaki olaylar arasinda olan büyük irtibati görmüş durumdadir. Bütün sebep ve sonuç zincirlerini, arada bütün melekûtun (sembolik) kanat seslerini fark eder fakat hiçbir şey yapamadan büyük bir şaşkinlik ve hayranlik içinde bunlari temaşa eder (kontamplasyon). Bunlarin içinde yaşayamaz ama temaşa eder. Bu durumlarin yaşantisi sayili kimselere nasip olmaktadir. Fakat geri kalan büyük kitlenin gelişimi hiçbir zaman düşünülmemiş midir? Bunlar halka nasil anlatilmali? Onun da bir metodu bulunmuştur. Ve çok evrensel bir yöntem olan "sembolizm" burada da uygulanmiştir. Çünkü evrenin en geçerli öğretim metotlarindan biridir bu. Kutsal kitaplarda, edebiyatta, şiirde, felsefede bol bol sembollerle karşilaşiriz. Bunlar bazen kelime hâlinde, bazen şekil halindedir. Aslinda, biraz daha mistik düşünmek gerekirse, evren bir şeyin sembolüdür. Neyin sembolü olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Belki yaradilişin sembolü... Çünkü yaradiliş hakkinda kesin bilgimiz yok. Dünyamiz da şu haliyle bir şeyi sembolize etmektedir. Bunun çözümlenmesi için herhalde çok geniş bir şuura gereksinim vardir. Halk tipi inisiyasyonda sembolizm doğrudan doğruya anlaşilmaz olmaktan çikariliyor, hikâyeleştiriliyor. Halk masallari, efsaneler, mitolojilerin hepsi, esasinda kök olarak bütün bir ezoterik inisiyasyonun evrelerini anlatmaktadir. İnisiyasyona (özellikle Hint'te) alinamayanlar; çocuklar, kadinlar, yabancilar, sinif dişinda kalanlardir. Bunlar da kendi geleneklerini belirli noktalardan öğrenmeye çalişirlar, yani tamamen bir yasaklama yoktur. Sözlü olarak nakledilen kutsal doktrinler, iki formda asirlar boyu sürüp gelmiştir. Birincisi rahipler tarafindan muhafaza edilen ruhani şekil; ikincisi de günümüze kadar ağizdan ağiza gelen popüler şekil: Masallar, mitoslar vs. Her millette bu mitoslarin kendine göre aktarilmiş bir hâli mevcuttur. Her millete ayni temalarin versiyonu mevcuttur. Yer ve insan isimleri değişmiş olabilir, ama anlatilmak istenen şey aynidir. Buna benzer bir durum şamanizmde de bulunmaktadir. Şamanik inançlarin çoğu bugün Anadolu'da yaşamaktadir. Birçok örf ve âdet şamanik öğeleri taşirlar. Masallarin çoğu şamanik inisiyasyona bağlidir. Şamanizm aslinda bir tür büyücülük, sihirbazlik vs. değildir. Şamanizmin kökü Atlantis'e kadar gitmektedir. Asil büyük şamanlar Atlantlilardi. Şamanizm, Atlantis sanatinin çöküş devrindeki uygulamalarindan ibarettir. Genellikle şamanlar olaylarin nedenini bilmezler fakat metodu bilirler ve başarili olurlar. Dünyanin her yerinde şamanlar vardir ve etkileri hâlâ sürmektedir. Özellikle Ari irka mensup şamanlar ilginçtir. Hindistan'daki yoga metotlarinin çoğu samanliktan geçmiştir. Yukarida sözünü ettiğimiz her millette ayni mitos temalarinin işlenmiş olmasi Jung'un "kolektif şuuralti" kavrami ile açiklanamaz. Nakiller söz konusudur. İnsandan insana olduğu gibi, toplumdan topluma da olabilmiştir. Dolayisiyla Hindistan'daki bir mitos elbette Yunanistan'da da olabilir, Yucatan'da da olabilir. Bunlar aşaği yukari "atalardan kalma hatiralar" şeklindedir. Hatta bunlar bir yerde üstün hatiralar olarak da nitelendirilir. Her gelenekte falanca yerde kaybolmuş ya da gizlenmiş şeylere kinayeler vardir. Örneğin, Hindularin "Soma"si, Eski Terslerde "Homa", Anadolu'da "Huma", Fransa'da "Foniks" gibi...(Zümrütüanka kuşu da denir.) Yahudiler özel telâffuz şekilleri bulunan bazi sihirleri, sesleri ararlar. Bu sesleri belirli şekilde telâffuz ettiklerinde istediklerini yapabileceklerine inanirlar. Bu gelenek İslâmda da vardir. "Kur'an'in etkili olabilmesi için çok dikkatli telâffuz edilerek okunmalidir" hükmü tarzinda kendisini gösterir. Dikkatli bir şekilde okunmayan Kur'an, dinleyenler üzerinde herhangi bir tesir oluşturmaz, denir. Yani her kelimenin, her hecelemenin bir titreşim skalasi bulunmaktadir. OM hecesinin telâffuzu gibi... İşaya Peygamber'de bir gizli ilâhin aranmasi vardir. Onu arar durur, bulmaya çalişir. Bazen "Kutsal Bir Kâse" aranir. Alâaddin'in Sihirli Lâmbasi da bunun başka bir şeklidir. Bunlarin ele geçirilişinin ardindan bazi güçlerin elde edileceğine inanilir. Genellikle bu güçler bencil amaçlarda kullanilir. Zaten halkin gerçek bir inisiyasyona alinmamasinin da nedeni buradan çikmaktadir: Böyle bir inisiyasyonu kaldiracak, elde ettiği sonuçlari, ruhsal yetenekleri yüksek amaçlarda kullanacak ruh olgunluğunda ve liyakatte değildirler. Bundan başka bir de "Kayip Cennet" meselesi vardir. Kayip bir ülkenin aranmasi... Kaybolmuş bir sevgilinin peşine düşülür. Aslinda bunlar yukaridan beri söylediğimiz gibi birer sembolden ibarettir. Bunlar hep inisiyatik bilgilerin halk masallarindaki yansimalaridir. Fethedilecek ilk ülke insanin kendisidir. Kahramanlarin en başarilisi çoğunlukla en küçükleridir. En küçükleri en yaman çikar ve işi bitirir. Bu da inisiyatik sirlardaki "çocukluk" hâlini anlatmaktadir. "Çocuklar gibi saflaşmak" meselesi... Yani asil sonuca varacak olan, çocuklar gibi saflaşmiş olandir. Masal kahramani hazineyi ya da sevgiliyi ararken bir de bakar ki kendi benliğini bulmuştur. Hayvansal bir metamorfoza uğramiş, bir transformasyon geçirmiştir. Masalda kayip olan şeyin aranmasi sirasinda birtakim büyük imtihanlardan geçerken, kendisine bazi hedefler gösterilir, yardimlar yapilir, bundan dolayi o zamana kadar ortaya koyduğu aksiyonundan dolayi kendisinde bazi değişiklikler olmuştur. Son şuur haletiyle olaylara girmeden ve maceraya başlamadan önceki şuur haleti arasinda çok fark olduğunu kendisi de sezer. Artik elde ettiği hazinenin, kavuştuğu sevgilinin, keşfettiği bir yerin (sarayin) önemi yoktur. Öyle bir hayat çenginden geçip gelmiştir ki, bambaşka bir insan olmuştur. Birçok maddi değerler kendisi için silikleşir gider... Bazen masal kahramani, kudretli insanlarin spiritüel gücünü sembolize eden bir ermişin, perinin, meleğin yardimini görür. Bu kudret bazen sihirli bir eşyaya bağlidir. Sopa, taş, palto, uçan at vs. gibi. Gençlik suyu ya da ölüm suyu olabilir. Bir de "kuş dili" denilen bir husus var. Kuş dilini şöyle tarif ederler: Şiirsel, birleştirici, sakinleştirici ilâh ve meleklere ait bir lisandir. Kuş dilini anlayan, bilgi ve hikmetin en yüksek derecesine ulaşabilir. Buna bir atif, Hz. Süleyman'in bütün hayvan dillerini anlamasidir. Kuş dilinin, şiirsel, birleştirici oluşundan biz anliyoruz ki, kuş diline sahip olmak demek, çok yüksek derecede psişik melekelerden biri olan telepatik güce sahip olmak demektir. Burada telepatik güç derken, sadece insandan insana aktarilan telepatik güç olarak değil, bütün eşya ve canlilar arasindaki bir iletişim kastedilmiştir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
hexagram Yanıtlama zamanı: Ocak 30, 2007 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 30, 2007 **Ejderha ve Kiliç Sembolü Ejderhanin asil iki büyük anlami, daha doğrusu iki büyük görünüşü vardir: Birincisi, ağzindan alevler çikan, bazen bir, bazen üç, bazen beş ve bazen de yedi (tek sayilarda) başli olmak üzere, resimlerde gördüğümüz şekliyle kuyruklu, kuvvetli pençeleri olan, gözleri ileri firlamiş acayip bir mahlûk. Daha doğrusu, çizilenler, halki oluşturan karmik tortunun sonucunda ortaya çikar. Astralde meydana getirilmiş olan ejderhalar vardir. İnisiyatik savaşta, cehenneme iniş sirasinda, ölüm denemesinden geçen müridin orada karşilaştiği yaratiklardan biridir ejderha. Buradaki astral sembol, daha önce söz etmeye çaliştiğimiz "tortu"yu ifade eder. Her insanin bir ejderhasi vardir. Ayni zamanda her kavmin de bir ejderhasi vardir. Buradaki ejderha, neden muhtelif başlarla ifade edilir? Hatta bu başlar kesildikçe yerine tekrar gelir. Kahraman bir türlü bu başlarin hepsini birden yok edemez. Fakat büyük bir azmi ve çabasi vardir. Artik gücünün de tükendiği bir anda o ejderhanin öldürülmesi için sirri bilen birisi kendisine yardim eder. Bu ya bir piri fanidir, ya dilenci kilikli birisidir ya da esrarengiz bir mahlûktur. Ona der ki, "Sen bu ejderhayi bu şekilde ortadan kaldiramazsin, bunun yedi cani var, biri gitse öteki gelir. Ama bunun vücudunun (örneğin, karninin altinda) zayif bir noktasi vardir; eğer oraya okunu isabet ettirirsen, artik bir daha kestiğin başlar yerine gelmez." İşin sirrini, içeriğini birisi yardim olarak kahramana verir. Ve gerçekten o şekilde hareket ettiği takdirde ejderhayi öldürmeyi başarir. Buradaki ejderha görüldüğü gibi, birinci derecede, inisiyatik anlamda tortunun içeriğini anlamak ve onu artik ejderha olarak görmemenin şuuruna varmaktir. Kiliç, burada bir kudret, hâkimiyet aracidir. Bize göre bu, Ruhsal İdare Mekanizmasi'nin icra yetkisini ifade eder. İnisiyatörlere kiliç, hançer, asa verilir. Kiliç ileride "asa"ya dönüşmüştür. Orfe'nin meşhur "kozalak başli asasi", Musa'nin asasi gibi. Pek çok inisiyatörlerin ellerinde bulunan özel sopalari, ayni zamanda spiritüel etkinin kendisi tarafindan başkalarina aktarilabileceğini ifade eder. Bir zamanlar bu sopalar çok kiymetli madenlerden yapilmiş enerji çeken ve toplayan araçlardi. **Ezoterizmde Amel Amel, Fransizcasiyla "aksiyon", Türkçesiyle "eylem" anlamina gelen bir kelimedir. Doğrudan doğruya "yapilan iş" manasina geldiği gibi, "işlenen hareket" anlamina da gelebilir. Ezoterizmde "amel"in önemi büyüktür. Spiritüel kültürde buna "uygulama" denir. Her insan almiş olduğu bilginin uygulamasini yapmalidir. Bu uygulama vicdandan gelen itme gücüyle uygulanir. Hayat içerisinde bu bilgiyi yaşamalidir. Japonya'da Budizmin etkisi altinda meydana gelmiş olan ZEN tamamen insanin kendi anlayişina bağli olmak üzere uygulamadan ibarettir. Orada hiçbir teorik bilgi yoktur ki, nefiste uygulanmasin, şuurda bir iz birakmasin. O bilginin insan ameline yansiyabilmesi için onun uygulanmasi gerekir. Uygulanmadiği sürece ZEN yoktur. Bu, hâlen Uzak Doğu'da milyonlarca insan tarafindan izlenmekte olan bir mistik yoldur. Bu husus hemen hemen bütün ezoterik (içrek) çalişmalarin esasini oluşturur durumdadir. Özellikle sufilikte (İslâm tasavvufu) çok önemli bir yer tutar, çünkü İslâmin kitabi Kur'an bilginin hayatta uygulanmasini temel kabul etmiştir. Bundan dolayi İslâmdaki bütün batini çalişmalarda "amel" çok önemlidir. Bunun önemi her şeyden önce "amel" ile "ibadet”in birbirinden ayrilmayan iki unsur olmasindan ileri gelmektedir. Bu duruma göre amel, bilgi ve düşüncenin uygulanmasi ve devamli sinanmasi olmaktadir. Bilgi ve düşüncemizi bir yerde uygulamak ve bunun doğruluğu hakkinda da devamli bir sinanma araci ariyorsaniz, bunu aksiyonda (amelde) aramamiz gerekir. Diğer taraftan nefsin kurtuluşa ermesi, kaba tesirlerle olan mücadelede gösterdiği çaba hepsi bu amele bağli olarak sağlanmaktadir. Amelin insan ruhunda oluşturduğu etki büyüktür. Hiçbir bilgi, saf olarak insan zihni içerisinde kaldiği sürece, yük bir bilgi oluşturmaktan öteye gitmez. Bu bilginin insan gelişimi için gerçekten bir yaran yoktur. Ruhsal bilgilerden öğrendiğimize göre, hayat yaşanmak içindir. Hayat, düşünmek için, fikir binasi kurmak için, hayat hayal etmek, hayat hayatla oynamak için değildir. Hayat her eyden önce, cevher olarak yüksek bir yapiya sahip insan ruhunun sadece tatbikat yoluyla fizik âlem hakkinda bilgi edinmesine olanak veren bir genel teşkilâttan ibarettir. Hayatta uygulamasi yapilmamiş bilginin insan cevherine bir katkida bulunmasi oldukça şüphelidir. Bunun en güzel uygulama şekli, şuurdişina aktarilmasidir. Bir bilginin şuurdişina geçirilmesi için bilginin çeşitli şekillerde uygulanmasi gereklidir. Yani bizzat onu yaşamamiz gerekir. Bu, çok zor bir yol ve metottur. Yalan söylememenin, hirsizlik yapmamanin, iftira etmemenin, dürüst yaşamanin, insanlara karşi sevgi göstermenin, hoşgörü sahibi olmanin her türlü edebiyatini yapmak mümkündür. Fakat bunu uzun süre kendi hayatinda veya başkalarinin hayatinda yaşamak ve yaşatmaktir önemli olan. İşte bu, ameldir. Buna örnek olarak Yunus Emre gösterilebilir. Yunus Emre ilk ruhsal tebligatini şiir hâlinde ifade ettikten sonra, kendisinin uzunca bir süre Anadolu'da tatbikata çiktiğini görüyoruz. Bütün bilgisini (moralitesini, ahlâkini) bu seyahatleri sirasinda bizzat nefsinde yaşamak ve başkalarina da yaşatmak suretiyle uygulamiştir. Bu, onun sufizmin tatbikat aşamasini tam anlamiyla yerine getirdiğini de bize göstermektedir. Mesnevi de hemen hemen ayni şeyleri söyler ama, Celaleddin-i Rumi'nin aslinda büyük bir uygulamasi olmamiştir. O, büyük bir uygulayici olmaktan çok büyük bir inşa edici (bilgiyi kuran) olmuştur. Fakat bu bilgileri kendi nefsinde uygulayacak bir dünyasal safha geçirdiğini zannetmiyoruz. İnsanlarla ayni haleti geçirmek suretiyle beraber yaşamiş değildir. Daha çok hiyerarşinin üst seviyesinde kalmak suretiyle çalişmiştir. Teorik olarak söylenen her söz ancak realite içerisinde uygulandiği zaman değer kazanir. Bu bakimdan teorik fizik ile deneysel fizik arasinda oldukça büyük farklar vardir. Teorik fizik genellikle hoşa gider, fakat teorik fizik uygulanmasi zor, uygulama sirasinda her zaman zorluklarla karşilaşilmasi mümkün olan bir konudur. Aynen şuna benzer: Teorik olarak öğrendiğimiz her türlü şey, belki ileride atacağimiz adimlardan şunu veya bunu seçmemize sebep olabilecektir, ama yine de adimi atarken yapacağimiz seçme, teorik olarak öğrenmekten çok daha farkli bir şeydir. Oradaki seçme kararini bize verdirten güç, teorik bilgimizden gelmiyor. Ruhsal veya zihinsel tecrübemizden gelmektedir. Bu ise tecrübeden geçmiş olgun insan sonucunu ortaya çikarir. Gerek geleneksel Bati mistisizminde gerekse sufizmde ibadet, amel demektir. Bu ibadet insandaki içsel anarşiyi (egoizmi) yenecek olan iyi niyetin bir dayanağini teşkil eder. İçimizden gelen egoistçe haykirişlari yenmek için, önce çok iyi niyet etmek lâzimdir. Zaten oruca başlarken yapilan niyetin de bu tarzda bir niyet olmasi gerekir. Yani "Aç kalmaya söz veriyorum..." manasinda değil. Oruç süresi içerisinde, meydana çikacak olan her türlü nefsani kavgalarda, tek yanli değil, yansiz olarak işin doğrusunu bulmaya, anlamaya niyet etmek gerekir. Çünkü oruç tutmak bir ibadettir. İbadet ise ayni zamanda bir ameldir. Bu amelin hedef aldiği nokta insanin nefsiyle olan mücadelesindeki savaşi kazanma ameliyesidir. İslâm peygamberi, en büyük cihadi insanin kendi nefsine karşi vermiş olduğu savaş olarak nitelemiştir. Bu, aslinda bütün kutsal kitaplarda vardir. İncil'de İsa'nin, "Ben, dünyayi yendim." bunun ifadesidir. Orada dünya sembolü kullanarak nefsini anlatmak istemiştir. Dünya aslinda nefis denetimi için meydana getirilmiş geçici bir yerdir. **Büyük Eylem (Cihad-i Ekber) Hemen hemen bütün ezoterik çalişmalarda asil evreyi oluşturur. Böyle büyük bir aksiyona başlayan bir insan için amaç, gizli ve yikici tesirlere karşi harekete geçmektir. Bu tesirlere karşi bütün benliğiyle mücadeleye başlamak demektir. Bizler ise henüz değil büyük cihadi, küçük cihadi bile yapacak durumda değiliz. Henüz yapmakta olduğumuz cihat, ekmek kavgasi tarzinda görünmektedir. Değil, gizli ve yikici tesirlerin varliğini anlamak, onlara karşi bir güçlenmeye, teçhizatlanmaya doğru gitmek, aksine çoğu kez kendi nefsaniyetimizi tatmin eder durumlara yardimci olmaktayiz. Burada "gizli ve yikici tesirler" ifadesinden şu anlatilmak istenir: Birey olan insan, egosunun yüksek kişiliğinden beslenmekten çok, geri unsurlardan beslenmesi sonucu ortaya çikan bir geriletiri tesire hedef olur. İnsan bunun farkina varamaz. Bir bakima bu durumda, egonun çeşitli kaliplara girerek kendini insanlara kabul ettirmesi içerisinde sevgi, şefkat, merhamet olduğu gibi şan, şöhret, "insanlara bir şey veriyorum" düşünceleri de bulunabilir. Veya kendi egosuyla olan mücadelede daima önüne çikan olaylari, kendi arzu ve emelleri istikametine yöneltmek, hep kendine doğru yontmak için muhtelif teviller yaratmak şeklinde de ortaya çikabilir. Bu, bir defa kendi kendimiz için gizli ve yikici tesirlerin devamli olarak üzerimize gelmesini sağlamaktadir. Bu, günlük hayatimiz içerisinde devamli karşilaştiğimiz bir husustur. Bu durumda ne yapmak gerekir? Bu durumda, hemen bir şey yapivermek kolay değildir. Yalniz, bir şeylerin farkinda olmak mümkündür. Böyle şeylerin var olabileceği hakkinda bir uyanikliğa doğru gitmek mümkündür. İnsan birisine bir iyilik yaparken veya yaptiktan sonra art düşüncesini kendi kendine kontrol edebilmelidir. Örneğin, insanlar "başinin gözünün kurtuluşu" için sadaka verirler. Gerçekte yapilmamasi gereken bir iyilik tarzidir. Hiç yapilmasa daha iyidir. Burada sevgi olmadiği gibi, şefkat de yoktur, acima da. Semavi bir rizanin mevcudiyeti de yoktur. Yani verilen bir sadaka ile ilâhi rahmeti satin almaya çalişiriz... İşte Cihad-i Ekber, insanin, ilk önce kendi nefsinde gizli ve yikici tesirlerine karşi yapacaği bir savaştir. Buna başka bir deyimle "Murakabe-i Nefis" denir. Bu, insanin kendini bir denetim ve kontrol altinda, şuurlu bir denetim altinda tutmasidir. Belki de meditasyonun (ruhsal ve psikolojik bir murakabeye girmenin) bu bakimdan bir faydasi olabilir. Nefsi denetleyebilmek bakimindan serbest bir psişik alan içerisine geçebilmek mümkün ise, (eğer bu yapilabiliyorsa) bu belki başarilabilir. Arazin nereden geldiği teşhis edilir ama, uygulama olmadiği için bir fayda sağlanamaz. Bu yüzden Yunus'un yaptiği gibi, ormandan odun getirmek, icabinda benimsediği yüksek bir idealin tatbikatini yapmak... Aslinda bu da sembolik bir anlatimdir ve nefsin uygulama alani içerisindeki savaşini ifade etmek istemektedir. İnsanlarin yaptiklari ameller ayni olmakla beraber, kendi ruhlarina kazandirdiklari sonuçlar ayni olmayabilir. Her amelin kendine has bir kudreti vardir demiştik. Doğru niyet içinde olmak da bu kudreti sağduyu içerisinde yükseltmektedir. Bunu şuna benzetebiliriz: Felçli bir durugörü sahibi, kör bir koşucuyu götürebilir. Bir tarafta felçlidir fakat durugörendir. Başka bir benzetmeyle de, bunu "Arabanin sahibi, arabayi çekeni (ah) yönetebilir." şeklinde ifade edebiliriz. Krişna şöyle demiştir: "Sükûnet içinde faaliyeti, faaliyet içinde sükûneti bilen insan, bilge insandir." Burada "faaliyet" kelimesiyle "amel" kastedilmektedir. Sükûnet hâlinde iken bile, bir şuur faaliyeti hâlinde bulunmak, tatbikatimizi yaparken de sükûn hâlinde bulunmak lâzimdir. Böylece, her şeyden önce tam bir nefis kontrolü yapiliyor. Bu, egonun kontrol altina alinmasinin bir yolu olmaktadir. **Büyük Bariş (Sükût-u Ekber) Bu büyük sükût içinde insan, çevresiyle iç ahengi içindedir. Buna genellikle Bati'da "Aden Hâli" denir. Aden'in içinde yaratilan bütün varliklarin birbirine karşi olan durumlari, ahenk içinde bulunmalari kastedilir. Orada bitkiler ve hayvanlarla diğer varliklar büyük bir sükûnet halindedir ki, karşilikli tesir alişverişinde bulunurken hiçbir varlik diğerini hirpalama durumuna düşmezdi. Varliklarin dimaği orada henüz kendi şahsiyetleriyle ilgili imajinasyona başlamiş değildirler. İnsan henüz, neden, niçin, nasil diye sormaya başlamamiştir. Başlamadiği için de bütün bu dürtülerden dolayi ortaya çikacak bir hareket yoktur. İşte bu ilk hâli, Aden'deki sükûnet hâlini gerçekleştirmeye çalişmak ezoterik uygulamanin önemli uygulamalarindan birisidir. Nerede? Bu dünyada, bu beden içerisinde, bu bilgilerle... Büyük bir sükût içerisinde kalmanin asil amacini ilk uygulayicilar çok iyi bilmekteydiler: Ruh ile evren arasindaki dengeyi kurmak. Bir tür tüm duygulari evrenle akort hâline getirmek... Böyle bir sükûnet hâli içerisinde yapilan yegâne aktivite Kalbi Duadir. Buradaki dua, zamanimizdaki genel dua anlayişinin çok üzerindedir. Çünkü genellikle zamanimizda insanlar kendi egolarinin çikarlari için Tanri'dan talepte bulunurlar. İnsan, aslinda istedikleri şeylere göre de bir siniflamaya sokulabilir. Duada insanlarin isteklerinin nereden hiz alip talepte bulunduklari önemlidir. İnsanlarin isteklerine cevap verenler, bir hiyerarşik sistem içerisinde ayri ayri varliklardir. İnsanlar hangi taraftan ne istemişlerse, oradan cevap gelir. Ve hiçbir zaman bunlari Tanri'nin verdiğini düşünemeyiz. Tanri, kulundan ne bir şey alir, ne de bir şey verir. Çünkü Tanri'nin varliklariyla doğrudan ilişkisi yoktur. Eğer insan Tanri'ya gerçekten yaklaşmak istiyorsa, O'nun kozmik kanunlarina mümkün olduğu kadar uymaya çalişmalidir. Bu kanunlara nüfuz edebildiği nispette insan Tanri'sina yaklaşmiş olacaktir. Hiçbir varlik Kadir-i Mutlak Yaradan ile arasindaki boşluğu dolduramayacaktir. Dolayisiyla insanin yapacaği iş, kendi yüksek şuuruyla nefsi arasindaki boşluğu doldurmaktan ibarettir. Nefsinden kalkip, yüksek zatina geçebilmek için ortada bulunan derin uçurumu doldurmak, daha yükseğe atlamanin şartlarini, araçlarini aramak olacaktir. Dua en basit haliyle ilâhi olanin ismini zikretmektir. Herkesin imajinasyon yeteneği kendine göredir. Bu bakimdan insanlarin TANRI tasavvurlari birbirinden farklidir. Tasavvur etme herkesin kendi beyin kapasitesine ve bununla ilgili olan birtakim şartlara, yeteneklere bilgilere vb. bağlidir. Herkesin ilâhi hemen hemen kendine benzer. Kendi arzularina, her çağirişinda kendisine el uzatan, her istendiğinde yardima koşan bir ilâhtir. O âdeta bu ilâhin isminin zikriyle davet edilmektedir. Bir tür, daha derin düşünülürse, mutlak şuuru ele geçirmek için dua hâli bir faaliyettir, girişimdir. Her dua sonucunda bir karşilik alinmaz. Önce, rica ve istek yollarinin açilmasi için gayret edilmelidir. Bazen, dualarin esasi, ricada bulunmak için ilk perdenin açilmasina yöneliktir. Her inisiyatik çalişmada, merasimin geçerli olmasi için, bir ilâhi isimle başlamasi ve ilâhi bir isimle de bitmesi gerekir. "Her işin başi ve sonu Allah adidir." denir. İncil'de "Alfa ve omega benim." denir. Her ezoterik çalişan kişi, kendi dinsel öğretilerini aldiği ana kitabi ne ise, orada buna benzer ifadelere muhakkak rastlayacaktir. Bu durum gerçek inisiyatik çalişmalarin sükûnet hâlindeki faaliyetinin başlangicinin ifadesidir. Ezoterik çalişmalarin çok ileri safhalarinda Tanri adi bile zikredilmez. Nitekim Mesnevi'de "O" diye geçer daima. Bu "O" son derece global, son derece geniş, çeşitli şekilde hayal edilebilen bir güçtür. Herkes kendisine göre bir "O" anlamaktadir. Bu, "Hu" olarak da ifade bulmuştur. İnisiyenin kavisi o derecede genişlemeye başlar ki, artik bir yerden sonra "Hu" ya da "O" bile diyemeyecek hâle gelir. Yani O'nu zikretmenin bir edep değil, edepsizlik olduğunu anlar. Ama bu oldukça ileri bir safhadir. Bu safhada müridin beşeri hüviyeti zaten oldukça incelmiş, bir hayli de ortadan kalkmiş durumdadir. **Kolektif Güç Alani Duanin ilk tarzi, yardim istemektir. Kurtuluş, iyilik için yardim istemenin tesirli olmasi, kolektifliğin önemine bağlidir. Kolektif şekilde çalişan fertlerin kişilik kapasiteleri ne derecede güçlü ise, yardimin istenişinde, yansiyan tesir de o derecede yüksek olur. Dua eden topluluğun meydana getirdiği belirli bir ortak tesir alani vardir. Bu tesir alaninin elbette ki etrafina yaydiği bir de tesir vardir. İşte bu tesir alaninin kudreti, fertlerin meydana getirdikleri psişik kapasiteye bağlidir. Ne derecede bu psişik kapasitemiz genişlemişse, bir yardima kavuşmak o derecede mümkün olabilir. Hatta öyle mistik hikâyeler vardir ki, umulmadik bir çömezin, pek ileri safhada bulunan diğer müritlere nazaran duasi daha kabul görür durumdadir. Yani psişik kapasite kişilerin azliği ya da çokluğuyla ilgili bir husus değildir. Burada çokluktan ziyade nitelik önemli olmaktadir. Her tarik ehli bu psişik kapasiteyi kolektif çevreyle ahenk hâline geçerek kullanir. Tüm dualar, bu şartlar altinda kolektiflik ruhuna hitap eder. Bunu şöyle bir örnekle açiklamaya çalişalim: Örneğin, "A" şahsi bir yerde şifacilik yapacaktir. Bu şahis grup hâlinde diğer şifaci medyomlarla çalişirken, onlarin da enerjilerini çekerek karşi tarafa intikal ettirebilir. Bu yüzden, kolay kolay, kendi manastirindan (ya da tekkesinden) ayrilip da, tek başina bir manastir kurmak mümkün olmaz. Yani o kimsenin baş rahip (ya da şeyh) olabilmek için gerçekten kolektif güç alanindan dişari çikabilecek kadar güçlü olmasi gerekir. Kolektif güç alanina muhtaç olmayacak kadar kudretli bir kişi, dişari çikip, kendi tekkesini kurabilir. Eski eğitimlerde böyleydi bu... Bunu yapamadiklari için devamli olarak uzun yillar kendi üstadinin eteği altinda bulunmuş ve onun yardimiyla gerek nefsiyle olan mücadelede gerekse başkasiyla olan ilişkilerinde yaşantilarini sürdürmüşlerdir. Ama kişi tek başina enerji yayacak hâle geldiği zaman zaten otomatik olarak grubunun dişina çikar ve bu sefer kendisi yayinda bulunarak, etrafinda başka bir halkayi oluşturmaya başlar. Onun için her tarik ehli bu kolektif çevreyle irtibat hâlinde bulunmaya gayret eder. Tüm dualar bu şartlar hâlinde kolektiflik ruhuna hitap eder. Bu kolektiflik ruhu ortadan kalktiği zaman dualarin da isabetli olmasi pek mümkün olmamaktadir. Onun için topluluk duasini, şahsi duadan yeğ tutarlar. Hep birarada yapilan mistik bir çalişmayi, tek başina yapilan bir çalişmaya daima tercih ederler. Zaten mabetlerin de en büyük özelliklerinden biri budur. Bir mabet insanlarin kendi psişik güçlerini biraraya getirmek için toplandiklari bir yerdir. Sonraki bölümlerde yine bu mistik çalişmalardan söz ederken, kutsal yerlere ve kutsal hâllere de değineceğiz. İnsanlar uzun zamanlar boyu bir türlü evren dişi bir TANRI anlayişina ulaşamadiklari için mabetleri de TANRI EVİ olarak düşünmüşlerdir. Aslinda hiçbir din Tanri'nin bir mekâni olabileceğini bildirmemiştir. **Mantra Duanin etkisiyle ilgili olarak çağrilan spiritüel varliğin ismi ve bu isimden doğan bir etki söz konusudur. Meditasyon yapanlar bunu daha iyi anlayabilirler. Çünkü meditasyon sirasinda insan şuurunun daha derin safhalarina geçmek ve insan şuurunu kaplayan bazi parazit düşünce ve imajlari ortadan kaldirmak için "mantra" dedikleri bir "anahtar kelime" tekrar edilir. Bu tekrar sirasinda bir dağilma meydana gelir, bundan yararlanilarak derin şuura biraz daha inmek imkâni ortaya çikabilir, bu bir tek kelime değildir. Aslinda, meditatör her şuur safhasini geçtikten sonra, yeni bir kelimeyle bu mücadeleye devam eder. İşte yukarida anlatilmak istenen de budur. Duanin söylenişinde spiritüel bir etki vardir. Bunu, müridin durumuna göre inisiyatörü verir. "Zikir almak" deyimi de buradan gelmektedir. Bu kelime müride aittir, başkasina söylemez. Kendisi kullanir, kendisi faydalanir. Bu mantralardaki esas şart, mekân olarak bir mabette, eşya olarak kutsal bir cisimde yoğunlaşabilen bir tesirdir. "Tanri müminlerinin kalbini niyetlerine göre yoklar." Bu ezoterik ifadenin anlami şudur: Dua ile hakikate ulaşildiğini kabul etmek, abestir. Siz her ne kadar durmadan falan zikri çekseniz bile, gerçek ihtiyaçlariniz ve gerçek psişik kapasitenize uygun olarak tesir size gelir. Duaniza karşilik üst plânlardan gelen cevap sizin niyetinize göredir. Yoksa ağzinizdan çikan kelimeye göre değil. Dudak kimildatmanin hiçbir fonksiyonu yoktur. Onun fonksiyonu amele iştirakten dolayidir. Eğer o kelimenin gerçek anlamina varilabilmişse, titreşimsel karakterinden dolayi bir etkisi olabilir. Bir kelimenin söylenişinde muhakkak ki bir tesir mevcuttur. Onun için, her kutsal kitabi kendi dilinde ve kendi şivesiyle okumak daha yararlidir. Örneğin, bir Kur'an'in Arapça okunuşuyla, Türkçe okunuşu ya da başka bir dilde okunuşu arasinda fark vardir. Bir kutsal kitabin orijinal dilinden başka bir dile tercümesinin sakincali olduğunu söyleyenler, bilerek ya da bilmeyerek bunu demek istemiş olabilirler. Yani uyarici, zihni tembih edici ve değişik titreşimleri harekete geçirici gücü ortadan kalkar, mantralarda olduğu gibi. Halbuki orjinal söyleniş şeklinde çok önemli etkiler vardir. Muhiddin-i Arabi, "Herkes kendi Rabbine dua eder, daha yükseğine dua edemez..." der. Burada M. Arabi'nin çoktanriciliği ifade ettiğini hiçbir zaman söyleyemeyiz. Yaradan bir tane, fakat Rab (mürebbi, yetiştirici, öğretici, öğretmen) "Yaradan" anlaminda değildir. O hâlde, bu kelime orijinden hareket edersek, gerçekten de hem Bati, hem de Doğu tasavvufunda ayni anlama gelmektedir. Tevrat'ta da, İncil'de de ayni sözler savunulmaktadir. Rab, Yaradan değildir. Rab, ilâhi basamak düzeni (hiyerarşi) içerisinde mevcut olan, insanlari görüp gözetmekle görevli, bütün canlilarin gelişmesinde vazifeli olan bir metafizik varliklar yönetimidir. **İçsel Dua Aşkin anlamiyla dua, varliğin evrene doğru bir soluk almasidir. Bu da içsel aydinlanmayi sağlamak amacini güder. İçsel dua (kalbi dua) bir tavirla dişari çikiyor. Ritmik titreşimlerde bunlari teyit eder içeriktedir. Burada amaç, tüm ruh hâllerini geçirmek suretiyle, evrensel insanin gerçekleşmesine doğru gitmektir. Hatta derler ki, "İnsan zihni başka işle bile meşgul olsa, kalbi dua devam edip gider." Yani bu şuursal olarak öyle derin bir faaliyettir ki, dünyanin günlük işlerini yaparken bile, içinizden devamli olarak dua hâlinde bulunabilirsiniz. İşte bu hiç belli olmayan bir ibadet şeklidir. Dua ediliş fark edilmez ise, en mükemmel dua odur. Bu şekilde kalbi dua gerçekleştirilmiş olabilir. Dişarilaşmiş birtakim tavirlarla, hareketlerle vs. yapilan dua etkisizdir. "Kalbi olanin dili yok, dili olanin kalbi yok." Samimi ve gerçek dua dudaklarda başlar, kalbe iner, oradan hiçbir dille konuşmayan Allah'a ulaşir. **Mutavassit Âlem Ezoterik çalişmalarda inisiye, "mutavassit" ismi verilen bir âleme geçmek zorundadir. Bu "mutavassit âlem" dünyasal tesirler ile ruhsal tesirlerin birbiriyle temas sağladiği bir yerdir. Elbette ki, maddenin etkisinden bedenli hâldeyken kurtulmanin olanaği yoktur. Dünyayi terk etmek suretiyle kendini tamamen ruhani bir hayata hastalik derecesinde vermiş bir kimse bile, bedensel (fizik) etkilerden kurtulamaz. Bu etki daima onu her yerde takip edecektir. O hâlde, mistik çalişmalarda, "Kurtuluş"tan söz etmenin faydasi var midir veya söz edilirse, ne anlamda bunu kabul etmek gerekir? Herhalde maddenin bağlarindan tamamiyla siyrilip, çikmak anlaminda değil... "Kurtuluş" olsa olsa, fizik plânin ruhsal varliğa yüklediği birçok icaplarin kolaylikla üstesinden gelmek demektir. En başta, fizik bedenin can (bedene bağli ruhsal varlik) üzerindeki etkileri inisiye olmadan ve olduktan sonra oldukça farklidir. Yetişmiş bir inisiye her türlü fizik ve manevi açliği kontrol altina almiştir. Bu gerek manevi iştah olsun, gerekse bildiğimiz fizik bedeni tatmin için ortaya çikan türden olsun, bunlarin tümünü yetişkin bir inisiye kontrol altina almiştir. Yani iştah şahsa değil, şahis iştahlara hâkim durumdadir. İstediği şekilde atini kullanabilecek bir süvari hâline gelmiştir. Çünkü bildiğiniz gibi usta at acemi süvariyi kullanir. Demek ki "kurtuluş"un bir yerde anlami bu olmaktadir: Bedene olan hâkimiyet ve hatta üstünlük. Nihayet daha üstün bir kurtuluş, o bedenle beraber bir üst realiteye yükselmekle mümkün olabilir. Anlayiş, duyuş, hissediş, kavrayiş bakimindan. Bu durum için "uyanmak" teriminin kullanildiğini daha önce de belirtmiştik. Bu kurtuluş Budizmdeki kurtuluşa (Nirvana) benzetilebilir. Bu, İslâmda "Fenafillah" olarak geçer. Doğudaki bu Budist gelenek İslâmda (sufizmde) bu hâle dönüşmüştür. *** Görüldüğü gibi ezoterik bir terbiyeyle yetişmek isteyen bir kişi birçok güçlüklerle karşilaşmak durumundadir. Bunlar mağlûp edilmesi zor hâllerdir. Çünkü madde bir çokluk dünyasidir. Her şey orada ziddiyla ve çok olarak vardir. Bir engelin arkasinda diğer bir engel bulunabilir. Bu engellerin aşilmasi oldukça zordur. Bu engeller olmaksizin bir hayat düşünmek hemen hemen mümkün değildir. Bu bakimdan ezoterik çalişmada bulunan bir kişi, mutavassit bir âlemle irtibat kurmak zorundadir. Bu mutavassit dünya, hissedilmeyen bir âlemdir ama, onun içerisine girmiş olduğunuzu size gösteren delil; yapmakta olduğunuz hatalarin azalma yoluna girdiğini görmenizdir. Böyle mutavassit bir âlemle siki ilişki içinde bulunan müridin hatalari, beşeri sürçmeleri süratle azalmaktadir. Oldukça az şekilde bu takilişlara maruz kalinir. Özel bir koruyucu tesir içerisine girmiş olur. Yine yaşamasina devam eder, fakat artik menfi tesirler, diğerlerini etkilediği gibi, müridi etkilemez. Zaten ezoterik çalişmalarin mükâfatlarindan biri de budur. Mürit kendini görünmeyen bir kuvvetle donatmiş olur. Bu kadar çalişmanin, didinmenin sonunda kendisinin de bir liyakate ulaşmasi lâzimdir. O liyakat de bu olmaktadir. Bu mutavassit âleme herkes cesaretle giremez. Ne olursa olsun, bedene bağli bir anlayiş ve idrakin garantisi orada yoktur. Çünkü biz, daima, beyinsel düşünceye bağli birtakim esaslardan hareket etmek zorundayiz. Dünyada olaylari, gerçekleri araştirmak üzere çeşitli bilim dallari vardir, fakat orada gerçekler apaçik ortada durur. Deney yapilmasina, mantik kurallarinin izlenmesine vs. ihtiyaç yoktur. Bir şeyin gerçeği neyse, onu orada apaçik görmek mümkündür. İnsan her şeyden önce akli bir varlik olduğundan böyle bir ortamda tutunabilmesi oldukça güçtür. Mutavassit âlemde hata olmaz, çünkü orada hata işletecek kurallar bulunmamaktadir. O kurallar kullanilmadiği için hata da ortadan kalkmiş olur. Bu âleme metapsişik âlem, süptil âlem gibi isimler de denir. **Bu Âlemin Yaratiklari Mutavassit âlemle müşterek yaşayan bir kimse, birçok seviyelerde yaşayabilir. Bu âlemle beraber yaşamak oldukça zordur. Çünkü bu âlemin de kendine has varliklari vardir. Daha doğrusu bu âlemde devamli olarak meydana getirilmiş klişeler (düşünce şekilleri, formpanseler) vardir. Yani düşüncelerin şekillenmiş hâlleri mevcuttur. Bunlarin etkisi altinda kalmak da mümkündür. Kabalistler, okültistler, buradaki varliklardan söz etmişlerdir. Bunlara elemanter varliklar da denilmektedir. Cinler, şeytanlar, su perileri, hava perileri vs. bunlarin esas mahiyeti, bu süptil âlemde mevcut bulunan, ortami doldurmakta olan maddenin insan düşüncesine karşi olan itaati ile ilgilidir. Bunlardan dolayi o süptil âlemin maddesi devamli olarak şekillenir durur. İmajinasyon kabiliyetinizle bu madde üzerine etki edip, ona türlü şekiller verebilirsiniz. Bu, çoğu kez otomatik şekilde, bazen de şuurlu olarak meydana gelir. İnsanlar, genelikle, kendi düşüncelerinin seyrini kontrol altinda tutacak durumda değildirler. Çünkü zihnin özelliklerinden biri de, çağrişim yapabilecek bir yapida olmasidir: Fikirler, düşünceler birbirini çağriştirir. Biz burada çoğu kez, kontrol edici durumda olmaktan çikariz. Bir fikir diğerini kovalar. Bunlar da otomatik olarak değişik düşüncelere, değişik düşünce yayinlarina sebep olur. O düşünce belirli bir kapasite ve güçte ise, bu süptil plânda devamli olarak şekillenmeler meydana getirir. Eğer birinin üzerinde fazla israr eder ve üst üste onu beslersek, vücut bulur, gelişir. Artik sanki canli bir varlik hâline gelir. Nihayet öyle bir kapasiteye ulaşir ki, bu sefer genel bir beslenme süreci içerisine girerler. İnsanlarda çok sayida olmasina rağmen iştiha ve bu ihtiraslarla meydana getirilen bir form, biz aradan çekilsek bile bir başkasi tarafindan beslenmeye devam edecektir. Çünkü insanlardaki ihtiraslar ve istekler, hemen hemen birbirine yakindir. Bu varliklar işte bu yüzden devamli olarak hayatta kalabilecek varliklardir. Burada şunu da ilâve etmek yerinde olacaktir: Bir kimse bedeninden ayrildiktan ve ruhsal plâna intikal ettikten sonra, onun cennet veya cehennem hayatini meydana getirecek olan, daha önce kendisinin yaratmiş olduğu ve yaratacaği formpanselerdir, yani şekillenmiş düşünceleridir. Bu şekillenmiş düşüncelerimiz bizim zebanimiz, canavarimiz, hurimiz, şeytanimizdir. Hatta bunun da ötesine geçmek mümkün. Bu süptil âlemde koruyucu bir engel durumunda olan beden bulunmadiğindan, düşünce daha az karişik hâlde artan bir tempo ile çalişmaya başladiği için, şuuralti yükümüzün etkisi altinda da, devamli olarak yeni yeni imajlar (iyi ve kötü) meydana gelir. Dante'nin anlattiklari, Eski Yunan'in Hades'inde geçen olaylar, Misir inisiyasyonunda anlatilan cehennem hayati, İslâmdaki cehennem hayati bu otomatik imajinasyon çalişmasina örneklerdir. **Düşünceyi Kontrol Altina Almak O hâlde, eğer ahiret hayatinizin mümkün olduğu kadar sarsintisiz, şoksuz, normal hâlde geçmesini istiyorsaniz, düşüncelerinizi önceden kontrol altina almak zorundasiniz. Düşünceleri mümkün olduğu kadar olumlu şekilde ve doğal şekilde yürütmenin yollarina bakmak lâzimdir. Bu alişkanliği kazanirsak, imajinasyonumuz da ayni alişkanlikla devam edip gidecektir. Zaten ahlâk doktrinlerinin temelinde, sosyal düzeni, egoizmalari dengeli tutmaya çalişmak gibi bir esas var ise de, bir yerde daha yüksek ahlâk düzeninde, gelecekteki bir hayatin düzenlenmesi için insanlara birtakim tatbikatlar yaptirilmak istenir. Ve biz bunu ahlâk kurallari, dinsel kurallar olarak ileri süreriz. Toplum içinde insanlarin yalan söyleyerek birbirini istismar etmemesi, birbirlerini yükseltici hâle gelmesine sebep olacak en ideal durumdur. Ama, asil zihni yalan söylememeye aliştirdiğiniz zaman amaç artik toplumsal olmaktan çoktan çikar. O zaman zihin her şeyden önce uydurma imajinasyonlardan vazgeçer. Gerçek imajinasyonlar içerisinde kalir. Ve zihin kendi kendine yalan söylemekten kurtulur. Önemli olan, kaba safhada, ağizdan çikacak söz (düşüncenin kelimelere, sembollere bürünmüş hâli) den başlayacaktir. Önce insan kendine karşi yalan söylememeli, sonra da başkalarina karşi... Bir de düşüncenin kendi kendine yalan söylememesi durumu vardir: Zihnin kendi kendine tutarli olmasi hâli. Bu çok zor bir safhadir, ama bu kazaniliyor. Ve orada artik insan tahayyülü, insan imajlari, yarin başiniza belâ olacak imajlar değildir. Belki aksine yarin size çok yardim edecek imajlar olabilir. Artik zihinsel ters bir yayina izin yoktur, dolayisiyla devamli olarak huzurlu imajlar söz konusudur. İnsanlik olarak yalan söylememeye başladiğimiz zaman, belki önceleri çok büyük kargaşaliklar olur ama, sonradan işler çok düzelir. Başkalarina yalan söylenmemesi gerektiğini (bilhassa çocuklarimiza) söyler dururuz, ama toplumda yalanlarin önünü bir türlü alamayiz. Ne vakit ki kişi kendi içinde, vicdanen ya da ideolojik olarak, yalan söylememeye karar verir ve uygular, o zaman yalanlarin ve bundan dolayi meydana gelen yikintilarin önüne geçilmiş olunur. Fakat bu genellikle uygulanmadiği için, işlerin yalan dolanla yürümekte olduğunu çocuklar çok kisa zamanda anlar ve ona göre hareket etmeye başlarlar. O zaman anne ve babanin çocuğuna vermeye çaliştiği terbiyenin, öğüdün hiçbir fonksiyonu olmamaktadir. Bu bakimdan okullardaki ahlâk dersleri de bir işe yaramamaktadir. **Aldanmalar Mutavassit âlemle irtibata geçmek caziptir, insana birtakim güçler verir, fakat ayni zamanda tehlikeler de getirir. Bu âlemde insan aldanabilir ve boş güzellikler içerisinde kalabilir. Devamli bir değişim ve bir savaş vardir. Her varliğin kendisine has imajinatif faaliyeti değişime sebep olur. Yani sizin yaptiğiniz yuvayi her seferinde başkalari bozabilir. Bundan dolayi bir değişim ve ayni zamanda bir savaş verilir. Bu savaş yerinden bizlere siçrayan etkiler de vardir. Bu süptil âlemden insanlara devamli olarak tesirler gelir. İşte biz hangi kanalda isek, oradaki imajlarla karşilaşacağiz. Bize faydali bir kanaldaysak, elbette ki faydali tesirleri alacağiz. Bu süptil âlemden bütün varliklar devamli olarak etki alir. Orada fikirlerin şekillendiğini söylemiştik. Tesirler birbirine girer. Ruhlar kendi realiteleri içerisinde dünyaya gelebilirler . Bu kudretli "mutavassit" dünyada değişimler de aidatladir. Aynen rüyalarda olduğu gibi. Bu âlem bizim için vazgeçilmez ve gerekli bir âlemdir. Orasi beşeri yaratiş ile ilâhi ilhamin karşilaştiği bir yerdir. Bir taraftan sizin imajinatif yaraticiliğiniz, bir taraftan da size gelmekte olan ilâhi ilhamlar. Oradan hem ilham alinir, ayni zamanda da imajinatif bir mücadele verilir. Aldiğiniz ilhama göre imajinasyonunuz değişebilir. İmajinasyonunuza göre de alacağiniz ilhani değişebilir. Esasinda düşünce seviyemiz hangi frekans üzerinde çalişiyorsa, o frekansa uygun başka frekanstaki düşünceleri kendimize çekebiliriz. Düşüncemizi nasil ayarlamişsak, ona göre düşünceler bize gelebilir. Kendimizi düşünce plâni bakimindan yüksek seviyede tutabilirsek', gerçek gazadan işte o zaman salimen çikmiş oluruz. İnsan muhayyilesi çoğunlukla kendiliğinden çalişir, muhayyile (imgeleme yeteneği) iki başlidir: Bir tarafiyla, mutavassit âlem ile konuşma ve görüşme organi vazifesi görür, diğer tarafiyla da duyular dünyasi dediğimiz dünyada bir ilişki kurma hâli tarzinda ortaya çikar. (Sanatta, yaraticilikta, ruhsal bir hamle yapmakta ortaya çikar.) Bu mutavassit âlem bizi mistik çalişmalar ile maji (sihir, büyü) konusuna getirebilir. Ezoterik bilimlerde, ister istemez majik bilimler de incelenir. Buradaki büyüden, her zaman duyageldiğimiz büyü kastedilmektedir. Bu büyü ile teozofideki büyü arasinda çok fark vardir. Biz bunlarin her ikisini de Türkçede "sihir" kelimesiyle karşilariz. Ama yabana dillerde bunlar değişiktir. Maji, sihirden başka bir şeydir. Eski Misir ve Yunan geleneklerinde tehlikeli bir miras vardir. Mutavassit dünya, bildiğimiz eşya dünyasindan daha yaygin olduğundan, varlik için tedrici bir boğulma tehlikesi olabilen ortamda, varlik için bir tesirler kaosu meydana gelebilir. Ayni olaylar, gerçekten, zit nedenlere sahip olabilirler . O olayin ortaya çikişinda, iyi güçlerin mevcut olduğu gibi, kötü güçlerin de mevcut olma ihtimali vardir. İslâmda "şeytan insana nefis yoluyla hükmeder" denir. Geri seviyeli, şiddetli saptirici tesirlerin insana kendindenmiş gibi görünmesi... Daha doğrusu bunlarin ferde kendi nefsi yoluyla gelmesi. Yoksa dişaridan zorla bir şey yaptirmak söz konusu değildir. Zaten dişaridan gelse, insan onunla mücadele edebilir. Ama bu bizim içimizden, kendi düşüncelerimizmiş gibi gelirse ne yapabiliriz? Değişik ambalajlarda gelirse ne yapariz? En tehlikeli taraf da bu olmaktadir. Bununla mücadele etmek doğrudan doğruya "maji"nin konusuna giren bir husustur. Majik bilim işte, bu mutavassit (süptil, lâtif) âlemin maddeleri ile ilgili olmak ve o maddelerin kanunlarindan yararlanarak, fizik âlemdeki bazi düzenleri değiştirmek, ona hâkim olmak şeklinde karşimiza çikmaktadir. Oldukça zor ve çok tehlikeli bir iştir. Çok bilgi, sabir, centilmenlik ve gerçekten büyük bir terbiye istenen bir iştir. Örneğin, Hz. Musa, bu büyük majisyenlerden biriydi. Majik bilgi ve kanunlari, kendi inisiyatik bilgisi içerisinde (İsrail inisiyasyonu içerisinde) kullanmiştir. Eğer kendisinin peygamberlik gibi bir görevi olmamiş olsaydi, çok güçlü bir adam olurdu. Karşisinda kimse duramazdi. Ama o, büyük bir bilgelik içerisinde bu gücünü kullanmiş, görevini bu şekilde tamamlamiştir. Onun için büyük majisyenlerin çoğu bilinmez. Bilinen majisyenler esasinda gerçek majisyen değildirler. Gerçek majisyeni perde arkasinda tutmak için bazilari öne sürülür, herkes onlarla meşguldür ama diğerleri rahat çalişir. Ezoterizm ile majik ve iniştik disiplinleri birbirine kariştirmamak gerekir. Mistik, doğaüstü vasitasiyla, pasif bir hâlde hareket eder. İradi olmayan bir uyaniş, hakiki tabiati her zaman tanimamiza izin vermez. Kendi gücüyle, kendi çabasiyla olmayan bir araci kullanmak yoluyla bir uyanişa gitmek ister. Bu bakimdan bazi majik bilgilerin herkese verilmesi psişik atom bombalarini oluşturur. Spiritizm de bir çeşit majik çalişmadir. Şu bakimdan ki mevcut olan fizik kanunun ötesindeki bazi kanunlarin mevcudiyetini ariyor, onlari çoğu kez buluyor ve uygulamalardaki sonuçlarina bakiyor. Sonuçlarla, ortaya konmuş olan ilke birbirini tutuyorsa, doğru yolda olduğunu anliyor. Mistikler ve ilahiyat incelemeleri, ermişlerin ruhsal halleriyle şakralar arasinda belirli bir dengenin var olduğunu göstermektedir. Gerçek fark, spiritüel zincirin olmamasidir. Ezoterik çalişmada, bilindiği gibi, bir gelenek vardir. Bu gelenek bir halkadan diğerine nakledilmektedir. Ezoterik çalişmalardaki bilginin kökeni belli değildir. Ezoterik çalişma yapan her inisiye başi belli olmayan zincirin bir halkasini teşkil eder sonunda. Kendini yetiştirdiği zaman bir halka hâlini alir. Artik, kendisine bağlanacak diğer halkalarin oluşmasina yardim etmeye başlar. Bu halkalar ezoterik çalişmalarda devam edip gider. Ama mistik çalişmada bireyseldir bu. Ne baş vardir, ne son. Kendisiyle beraber her şey biter. Spiritüel bir zincir yoktur... Halbuki spiritüel bir zincirin olmasi, genel tekâmül için çok gerekli bir zorunlu şarttir. Bu yüzden inisiyatik bir çalişma mistik bir çalişmaya daima tercih edilmelidir. Bir mistik kendisi için çalişandir. İnisiye ise aldiğini vermek zorundadir. Kendisi bir zincirin halkasidir, tesiri de devamli geçirmek zorundadir. Mistikte böyle bir akim söz konusu değildir. Ona bilgi gelmiştir, almiştir ve kendinde saklamiştir. Klervoyandir, kendisi görür; klervoyandir, kendisi işitir. Devamli olarak bir "hayret" içerisinde (hissedilen pek yüksek etki altinda gerçekten bir çözülme tarzinda) bulunmak. Çok yüksek bir "acz" içerisinde kalmak. Burada kastedilen üstün seviyeli bir "Acz"dir. Bu, çok yüksek bir etki ile temaşa içerisinde kalarak, bütün benliğinden çözülme hâlidir. Evrenin her tarafini kuşatmiş olan büyük tesiri her yerde, her şeyde müşahede eder. Bir şey de söyleyemez, çünkü bunlar anlatilacak şeyler değildir. Kelimeye gelmez. Rüyada görülen çok değişik ve ilginç renklerin tarif edilemeyişi gibi... Bu, fizik plândan gelmeyen bir etkidir, onun için anlatilamaz. Zihnimizde kavrami olmayan şeyleri anlatmak çok güçtür. Kavrami olmadiği gibi, imajinatif örnekler de bulunmamaktadir. Dolayisiyla anlatmakta muhakkak güçlük çekilecektir; mistik de öyle bir hayranlik ve temaşa içindedir ki, bunlari anlatmasina imkân yoktur. Birçok mistiklerin gözlemleri yapilmiş, sadece birkaç tane tutarsiz kelimenin ağizlarindan çiktiği görülmüştür. Güzellik, işik, nur, aşk, mutlak vs. Ama inisiyatik çalişmalar bütün bunlarin açiklamasini yapacak, bu bilgileri kuşaktan kuşağa nakledebilecek bir sistemdir. Bunun memleketi, dini, mezhebi, irki, politikasi yoktur. Tradisyon (gelenek), buna bağlanabilecek her insan içindir. Kuzeyden güneye, doğudan batiya kadar... Bu, inisiyasyona bağlanabilecek her insan içindir. O bilgiyi alip, kendinizde geliştirip, başkasina verebilecek güçte iseniz, hangi dinden, hangi irktan, hangi cinsten olursaniz olunuz, siz inisiyatik bir çalişmaya girebilirsiniz. Bunun geleneği böyledir. Nitekim bunun örneklerini çok eski tarihlerden beri biliyoruz. En büyük Grek inisiyeleri Misir'da yetişmiştir. Hint inisiyasyonlarinin büyük bir kismi kuzey Asya'da ya da şamanik inisiyasyonlar içinde geçmiştir. Nihayet Endülüs'deki inisiyatik okullar bütün Avrupa'yi geliştirmiştir. Rönesanslarini hazirlamiştir. 264 yillik Endülüs Emevileri baştan aşaği Avrupa'yi inisiye etmiştir. Mistik, kendi geleneğinden tecrit edilmiştir. Oysa inisiye belli bir organizasyon tarafindan taninmiş, kabul edilmiş ve yardim görmüştür. Majide durum başkadir. Dinsel olmayan, deneysel ve geleneksel bilimdir. Din ile ilgisi yoktur. Majisyen, her yerde majisyendir. Majik ameliyeler, majisyenin uygulamak zorunda olduğu bazi kanunlara tâbidir. Kanunlarin da kanunlariyla hareket etmek zorundadir. Bunun dişinda pek bir şey yapamaz. Ne gerekiyorsa, onu aynen yerine getirmek zorundadir. Bunun için mutavassit dünyanin mevcut psişik kuvvetlerini ele geçirir ve kullanir. Yani kanunun kanunundan yararlanir. Çünkü bütün fizik âleme süptil âlemin bir etkisi vardir. O fizik âlemden süptil âleme yükselmez, kestirme yoldan direkt olarak süptil âlemin tepesine çikar. Dolayisiyla süptil âlemden fizik âleme iner. Halbuki zamanimiz parapsikologlari süjeleri tek tek inceleyerek bunun tersini yapmaya çalişmaktadirlar. Yani fizik plândan psişik plâna doğru yükselmeye çalişiyorlar. Halbuki majisyen, o kanunlarin üzerindeki kanunu kavradiği için o da tersinden iniyor. Bu seyyal güçler sinir sistemi ve kan araciliğiyla maddesel bedene bağlanmiştir. Kuvvet alanlariyla kiyaslanabilir. Eşya âleminde bu kuvvetler bazi seyyal varliklar araciliğiyla tesir gösterirler. Majik tesir, doğal elemanlari ilgi yoluyla (tabiatlari, bünyeleri birbirine yakin olan şeylerin ilgisi anlaminda) birbirine bağlayan bir mutabakat kanununa, karşilikli uyum yasasina dayanir. Ve bazi cisimleri "Enerji meksefeleri" hâline dönüştürür. Majisyen bazen bu kuvvetleri kendi bedeninde toplar. Yani kendisi meksefe (kondansatör) olur. Kapasitesini aşan kudretleri kendisine çeker. Bunu yaptiği zaman, eğer hayirli bir adamsa, bunlari müspet bir yolda kullanir; şer bir adamsa, menfi yollarda kullanir. Zaten majinin ezoterik çalişmalardaki en büyük yeri budur. Bir yerde, inisiye de kendisini kondansatör hâline getirmiş bir kişidir. Biriktirdiği nedir? Gelenek yoluyla gelmiş olan temiz ve saf bilgilerin kendisidir. Bu bir enerjidir. Bu enerjiyi başkalarina da verecektir. Elbette ki büyük bir majisyen ayni zamanda bir inisiyedir. Zaten majisyenlerin çoğu inisiyeler arasindan çikmiştir. Başiboş tesirlerle spiritüel düzen arasindaki bağ kopunca, bu majik tesirler büyücülük sahasina düşer. Şeytani dediğimiz kara büyünün esas temelini bu oluşturur. Gerçekten bir inisiye majisyen, majik tesirleri daima ruhani bir seviyede tutar. Hiçbir zaman bunlari geri plânlarla temasa geçirmez. Eğer majisyenin spiritüel düzenle aralarindaki bağ koparsa, bu kişi hemen büyücülük sahasina giriverir. Çünkü o enerjiyi kullanmak zorundadir, insani yipratir, mahveder. Bu ya hayirda ya da serde kullanilacaktir. Onun için majik bilimlere girmek çok tehlikelidir. O enerji sizde birikince onu bir yerde kullanmak zorundasiniz. Yani vücuda aldiğimiz besinin enerjisi gibi... Eğer kalp hastasiysaniz, belirli dozda kalori almak zorundasiniz. Daha fazlasi yağ yapacaktir, kalbin çalişmasini güçleştirecektir. O hâlde belirli hareketleri yapip, o kaloriyi yakmak bedenin sağlikli kalmasini mümkün kilacaktir. Yani o harcamayi yapmak zorundasiniz. İşte bir majisyen de tabiattan çekip aldiği enerjiyi kullanmak zorundadir. Halbuki spiritüel plânla ilişkisini iyi bir şekilde devam ettirirse, muhakkak ki, enerji sarfi iyi yerde olacaktir. Ama onunla ilgisini kestiği anda artik her türlüsüyle kara büyücülük ortaya çikacaktir. Şeytani dediğimiz kara büyünün esas temelini bu teşkil etmektedir. Yani majik tesire sahip olmak, daha doğrusu onu, mevcut olduğu yerden kendi bünyenize toparlamak. Bunu eğer spiritüel bir seviyede muhafaza edebilirseniz, başkalarinin hayrina olan inisiyatik bir çalişma içinde kullanirsiniz: Şifa verebilirsiniz, hastalari iyileştirebilirsiniz, gelecekten haber verebilirsiniz, insanlarin şuurdişlarina olumlu tesirler yollayabilir, iyi tohumlar ekebilirsiniz. İnsanlara iyi duygular verebilirsiniz. Sevgiyi, hoşgörüyü artirabilirsiniz. Özellikle insanlarin egolariyla olan mücadelelerinde onlara yardim edebilirsiniz. Onlara güç-kuvvet kaynaği olabilirsiniz. Ama bu tersine çalişirsa, bütün bunlarin aksini yapabilirsiniz. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.