hexagram Oluşturma zamanı: Ocak 30, 2007 Paylaş Oluşturma zamanı: Ocak 30, 2007 DOĞU EZOTERİZMİ **Hint Ezoterizmi Bu bölümde Vedalar ve Upanişadlar'dan bazi ezoterik hususlari inceledikten sonra Budizmle ilgili ezoterik konular ele alinacaktir. Hinduizmin temelini Vedalar teşkil eder. Bunlar Hint'in kutsal metinleridir. Çok eski yapitlardir. Bir kismi, çeşitli yazarlar tarafindan ifade edilen ortak görüşe göre, vahye dayanarak verilmiş bilgilerdir. Bunlarin arasindan bir kismi bu inisiyasyona bağli büyük düşünürlerin yorumlarindan meydana gelmiştir. "Veda" esasinda "dini bilgi" demektir. Dört büyük bölümden meydana gelir: Rig Veda, Atarva Veda, Sama Veda, Yajur Veda. Rig ve Atarva Vedalar nesir (düz yazi) şeklinde yazilmiştir. Sama ve Yajur Vedalar da ilâhiler (şiir) tarzinda yazilmiştir. Bunlar Hint diline göre pek şairane yazilmiş değillerse de içlerinde yer yer fevkalâde güzel beyitleri de mevcuttur. Rig Vedalar lirik şiirleri, destanlari içinde toplayan bir eserdir. 1028 parça tutan ilâhiler 10 kitaba (mandalaya) bölünmüş durumdadir. İlâhiler yazanlar düşüncelerini bazen ilâhi ilhama dayandirmak suretiyle yazmiştir. Vedalar'daki birikim kisa bir devrede meydana gelmemiş, bir hayli zaman geçtikten sonra toplanabilmiştir. Atarva Veda, Zend Avesta'da (Perslerin kutsal kitabi) "Atars" diye zikredilen bir sözcüğe de sonradan dönüşmüştür. "Atarva" demek, "ateş rahibi, büyücü" anlamina gelir. Fakat esasinda "Atarva" sözcüğü, eskiden "Atarva Angirasah" olarak ifade edilirdi. Burada iki tane sözcük bulunmaktadir: "Atarva", büyünün (majinin ak olamyla), iyi rahipler tarafindan yapilan şekliyle ilgilidir. "Angira"lar da yikici, öldürücü, kara büyü yapan rahiplerdir. Yani bir kismi ak büyücü, bir kismi kara büyücü. Bu bize şunu göstermektedir ki, Atarva Veda, daha çok "sihire ait düsturlar"i içinde toplamiştir. Burada, büyü hakkinda biraz açiklamada bulunmak yerinde olacaktir. Her ne kadar, tam olmayan kültürlerle zihinlerde yerleşmiş olan " büyü" sözcüğü bizler için ürkütücü bir anlam taşiyorsa da, eski bilimlerde "maji" bizim bugün anladiğimiz anlamda kiyida köşede, mezarliklarda, karanlik odalarda kötü tesirleri başkalarina yüklemeye çalişan (imajinasyon, dua vs. gibi yollarla) büyücüleri kastetmez. Majinin kökü, esasi, tabiatta mevcut olan fakat insan aklina ve idrakine pek siğmayan bazi esasli gizli kanun ve ilkelerden doğmuştur. Başka deyimle, maji âlemi, tanrilik ve aşaği amillerin itaat ettikleri, çikan ve inen bir seri hâlinde siralanmiş bir amiller sistemidir. Bunlarin yakalanmasi ve uygulanmasi sanatidir. Şüphesiz evrende, bugün gözlemci ve deneyci insanin aletinden ve gözleminden kaçan birçok kuvvetler, tesirler vardir. Öteden beri insanlar bunlari sezmişler, hatta zaman zaman kullanma imkânlarini da elde edebilmişlerdir. Esasinda maji ile uğraşmak çok büyük bir sabir, büyük bir yetenek, büyük bir irade ve hassasiyet isteyen bir meseledir. Bu tür işlerle uğraşanlarin delirdiği, felç geçirdiği, ağzi-yüzü çarpildiği söylenegelmiştir. Bunlarin esasi, bir yerde de müeyyide (yaptirim gücü) olmasindadir. Yani her önüne gelenin bazi tabiat güçleriyle, bazi psişik kuvvetlerle cahilce bir şekilde uğraşmamasini sağlamak için ortaya çikan bilgilerdir. Bu bir gizli güç; kullanabildiğiniz, onun şartlarina göre hareket edebildiğiniz sürece size yararli olabilir, aksi takdirde sizi yok edebilir. Tabiatin bazi güçlerini kullanabilmek ya da kullanamamak, insanin hünerine kalmiştir. Bunu beceremediğimiz zaman bir ters tepki ile karşilaşip kendimize zarar verebiliriz. İşte Atarva Veda'da zikredilen bu büyüye ait düsturlarin esasi, bizim anladiğimiz anlamda kaba, bayaği bir büyücülük tarzinda da değil, maji tarzinda, doğada mevcut olan gizli güçlerin kullanilmasi amacini gütmüştür. Üstatlar tarafindan öğretilmesi şarttir: Richi, Gürü vs. gibi. İnsan bunu tek başina yapmaya kalkarsa kendisi ve etrafi için pek hayirli olmayan çok ters sonuçlar ortaya çikabilmektedir. Bu anlamda, Atarva Vedalar bir maji düsturudur. Sama ve Yajur Vedalar kurbana ait düsturlarla ilgili konulardir. Tevrat'ta "Sayilar" bölümünde devamli olarak Tanri'ya olan ibadetin nasil yapilacaği, şeklin nasil olacaği, ne yenip ne içileceği, eşyalarin nasil tanzim edileceği, kurbanin nasil kesileceği, nasil takdim edileceği, nasil ateşte yakilacaği vs. hakkinda gayet uzun talimatlar, düsturlar vardir. Bu sistem çok önce Yajur ve Sama Vedalar'da da bir tür ezoterik çalişma mahiyetindeydi. Büyü düsturlari, yüksek bir ruh taşiyan dualarla karişmiş olmalidir. Yani herhangi bir yerde majik bir ameliye meydana getirilecekse, muhakkak ki, yüksek bir ruhsal amaç taşinmalidir. Maji yapilirken üstün, yüksek bir mantaliteyle hareket edilmelidir. Her hareket ifşa edilmemiş bir alâmetin, her şey gizli kuvvetin sembolünden başka bir şey değildir. Burada "hareket" kelimesiyle büyü sirasinda yapilan çeşitli hareket kastedilmektedir. Yere çizilen daire, yüze sürülen boyalar, odanin çeşitli yerlerine çizilen diyagramlar vs. gibi. Bütün bunlar ifşa edilmemiş yani açiğa çikarilmamiş bir hareket ve alâmetin sembollerinden başka bir şey değildir. Bütün bu yapilan şeyler, gizli bir kuvvetin sembolleştirilmesinden ibarettir. Orada bir mum yakmişsa, sandal ağacindan bir buhur tüttürmüşse, alninin ortasina kirmizi boya sürmüşse, falan türlü elbise giymişse, birtakim resimler asmişsa vs. bütün bunlarin esasi, ortaya çikmamiş bir kuvvetin sembolleştirilmesinden ibarettir. Bunu da ancak üstat (richi, gürü) bilir ve çirak olanlarin da bunu öğrenmesi gerekir. Dişaridan, gözlem yoluyla, ayni şekil şartlarini meydana getirirsek, maji yapabileceğimizi düşünmek biraz hatali olur. Büyük okültistlerden Papüs, Çar II. Nikola’nin huzurunda büyük bir maji ritüeli yapmişti ve Çar'i ölmüş babasiyla görüştürmüştü. 5-10 dakika süreyle babasinin materyalize olmasina aracilik etti. Bu olaydan sonra tekrar Paris'e döndüğünde kendisine sorulan sorulari cevaplandirirken, "Maji yapacak bir kişinin kendisini derin bir somnambül (ipnotik trans sirasinda derin uyku) hâline sokmasi gerekir, aksi takdirde başari ihtimali oldukça azdir." şeklinde konuşmuştur. Papüs, Çar II. Nikola ile babasini materyalize tarzda görüştürürken, elinde bir kiliç, sirtinda özel bir giysi, yerde bir daire, yanmakta olan bir tütsü var idiyse de bütün bunlar, esasinda Papüs'ün bir hazirliğindan ibaretti. Kendisi somnambül hâline geçmiş bulunuyordu. Görülüyor ki, maji, tamamen psişik güçlerle hareket edebilmek ve bu psişik güçlerle hareket sayesinde, mevcut olan psişik kanunlardan, bilinmeyen bazi doğa güçlerinden yararlanmak demektir. İşte Sama ve Yajur Vedalar ve onlardan önceki Atarva Veda hemen hemen bütün bunlarin sirlarini ifade etmiştir. Veda dininde, bilindiği gibi, pek çok ilâhlar vardir. Bunlar, doğada mevcut olan birçok olaylari, evrenin ince özelliklerini ifade etmek için, o devrin kültürüne ve sembolik anlayişina uygun olarak ortaya konulmuştur. Esasinda o devrin insanlari, bizlere bugün aktarildiği gibi birden çok tanriya inanan kişiler değillerdi. Onlarin "İlâh" olarak ifade ettikleri şey, biraz önce belirtmeye çaliştiğim doğa güçlerine ait sembolizmden ibarettir. Nedense, bu sembolleştirme yöntemi, çok genel bir metot olarak eskiden beri kullanilmaktadir. Bu, herhalde, eski Mu kültüründen gelen bir alişkanlik olsa gerek... Oradaki üstatlarin kendi okullarinda tespit ettikleri sistem, bozulmadan Orta Çağ'in sonlarina kadar gelmiştir. Yani bilgileri, ilkeleri, kanunlari, güçleri, hayatin akişina ait pek çok esaslari semboller içerisinde anlatma metodu süregelmiştir. İşte "İlâhlar" bu sembollerden ibarettir. Esasinda onlar hiçbir zaman 20-30 tane ilâha tapar değildiler. Hatta Vedalar'da 333.000 ilâh vardir. Doğayla, evrenle, ruhla ilişkili ilkelere ait bu derecede geniş bir tasnif yapabilmişlerdir. Vedalar'in şairleri evrenin birtakim güçlerle dolu olduğunu daima anlatmaya çalişmişlar ve bunu hissettirmişlerdir. Vedalar'daki tanrilarin çok defa doğanin tanrilari ya da kuvvetleri, temsilcileri olduklarina dikkat çekilmiştir. Fakat bunu, doğayla yakindan ilgili olduklari, doğal olaylar ile bu ilişkileri şairane tasvirlerde gösterildiği manasina anlamak da doğru değildir. Örneğin, bir "Agni"den söz edilir. Agni, ikinci derecede bir ilâhtir. Çünkü ondan evvel İndra, Vişnu vardir. Agni ateş ilâhidir. Günahlari temizleyen, insanlara tanrilarin teveccühünü tekrar kazandiran bir ilâhtir. İslâmda da buna benzer ifadeler vardir: Cehennem ateşi esasinda insanlarin selâmeti için konmuş olan bir ateştir ve onlari günahlarindan arindirmak için mevcuttur. Burada cehennem ateşine affolunan düşünce ile Agni ilâhinin görevi arasinda çok yakin bir benzerlik vardir. Vedalar'in önemli sembollerinden birisi de "ilâhi içki" sembolüdür. İslâmda da ilâhi içkiler vardir. Cennette olanlara kevser şarabi takdim edilmesi, aynen Vedalarda zikredilen soma (ilâhi içki) takdim edilmesi gibidir. Bu içki, önce tanrilara kuvvet ve cesaret veren bir içkidir. Ayni zamanda bir savaşçi, kahramanlar kahramanidir. Soma ilâhi, ebediyen muzaffer bir ilâhtir. Bu ilâhi içkinin kudreti sinirsizdir. İnananlar onun sayesinde tanrilarin merhametini kazanirlar. **Hint Ezoterizminin Kozmogonik İnançlari Vedalar devrinin kozmogonik inançlarini anlatan Rig Veda'da bazi ilâhiler vardir. Dünyanin başlangici hakkinda bilgi veren bu ilâhilere göre, Rig Veda şairleri kâinatin âdeta bir yapi gibi mekanik olarak meydana geldiğini ve yerin direklere dayandiğini, bu yapiyi tanrilarin ya da içlerinden bazilarinin yaptiklarina inanmişlardir. Bununla beraber Rig Veda'nin son kitabinda yukarida söylediğimizden başka türlü görüşler anlatan ilâhiler de vardir. Bunlardan biri olan, onuncu bölümde, 90. ilâhi, yaziliş itibariyla Vedalar'in en son devrine ait bulunmasina rağmen, bu hususta pek eski bir inanci saklamiştir: Kâinat tanrilarin kurban ettiği ilk insan Pruşa'nin vücudundan çikmiştir. Bati ezoretizminde, Hristiyanlikta kurban edilme meselesi vardir. İsa'nin da insanlari günahlarindan kurtarmak için kendini kurban etme temasi buralardan başlamaktadir. Tanrilarin kurban ettiği ilk insan Pruşa'nin vücudundan çikmiştir. Bu varliğin başi gök, burnu hava, ayaklari arz, diğer çeşitli organlari dört sinif olmuşlardir. Bu bölünme tarzi Yahudilikte de hemen hemen ayni tarzda karşimiza çikar. Vedalar, herhalde Tevrat'tan çok daha eski zamanlarda yazilmiş bir kitaptir. Bizzat bu ilâhi de panteistik bir görüşle açiklanmiş olan "Olan ve olacak hep O'dur." nazariyesine Atarya, Veda ve Upanişadlar'da mutlak ruh olarak tekrar rastlariz. İncil'de bu ifade, "Alfa ve omega benim." şeklinde geçer. Yani, "Baş ve son benim." Ayni cümle İslâm tasavvufunda da vardir. "Olan ve olacak hep O'dur." "Hayir ve şer Allah'tandir." Kâinatin başlangicini mitolojik olmaktan çok felsefi bir görüşle "yoktan, tekâmül sonucunda var olduğunu" izah eden iki kozmogonik ilâhi daha vardir. Ayni tipten diğer ilâhi ise, "hararet" yani isi sonucunda, önce umman (deniz, su) meydana geldikten sonra yaratici bir Tanri'nin sira ile güneş ve ay, gök ve yer, hava ve esiri yarattiği da bildirilmektedir. Yine Onuncu Kitabin 121. ilâhisi, göğü, yeri ve büyük denizleri, her şeyden önce, her tanrinin üstünde bir tanri olup, sonunda bütün yaratilanlarin Allah'i Prajapati adiyla dua edilmiş bulunan Altin Tohumu, Hiranyagarba'nin yarattiğini hikâye etmiştir. Burada bir hiyerarşiden, bir kademeleşmeden söz edilmektedir. En yukariya da "Altin Tohum" (Altin Yumurta, Evren Yumurtasi, Evren Embriyonu) yerleştirilmiş bulunmaktadir. Birçok ezoterik bilgilerde bu böyledir. Rig Veda'daki bu kozmogonik ilâhilerde ilkin sularin meydana gelmiş olduğunun söylenmesi, Hint dini üzerine yaptiği tesiri göstermesi üzerine dikkat edilmeye değer. Bu, daha çok Aryen bilgilerin etkisi altinda olmuştur. **Hint Ezoterizminde Ölüm ve Ahiret Hakkindaki İnançlar Ruh hakkinda ne diyorlar? Asu (ruh), manas (zihin, düşünce), atman (benlik, öz varlik, zat, nefs, canlandirici), prana (hayat enerjisi, hayat soluğu) gibi çeşitli adlarla gösterilen ruhun, şuursuzluk hâllerinde, bedenden ayrilip, beden yakildiktan ya da gömüldükten sonra da varliğini devam ettirdiğine inanilmiştir. Ruhun ölmezliği kabul edilmiş olmakla beraber, şahsi varliğini maddi olarak koruduğu bildirilmiştir. Agni ilâhinin kudretiyle temizlenmiş, bütün eksikliklerden kurtulmuş olan bedenler (astral ve esiri bedenler) öbür dünyadaki varliklarina devam ederler. Burada "Agni" (ateşle temsil edilen) yüksek vibrasyonlu tesirlerdir. Bu yüksek vibrasyonel etkiler, astral, esiri veya mantal bedenleri gerçekten vibrasyonlarini yükseltmek suretiyle İslah edebilirler. Karmik yüklerden kurtuluşun bir çaresi de budur. Şöyle açiklayalim: Bir varliğin bedenini terk ettikten sonra spatyoma geçişi normaldir. Orada kendi kendine bir hesaplaşma durumuna girmesi de gayet normaldir. Karmik bir yük ve ağirlik altinda kendi kendine sorduğu sorular, otomatik olarak karşisina çikan bazi problemler vardir. Bu problemleri, bu halledilmemiş konulari çözümlemesi gerekir. Bunlari imajinatif olarak ya da düşünsel bakimdan, iç vicdan bakimindan çözümlediğini kabul edelim. Kendisindeki bu vibrasyonel yükseklik nasil sağlanacak? Astralindeki değişiklik nasil meydana gelecek ki, daha üstün alanlarla bir irtibat kurabilsin? Vedalar'daki "ateş" esasinda yüksek vibrasyonel bir plâni ifade eder. Bunun gerçek sembolizmi, "yüksek vibrasyonel titreşimlerdir." Bu etkiler özellikle yönlendirilir. Bir evreden diğer bir evreye geçecek kimselerin ateşle temizlenmesi, cehennemden geçmesi budur. Oldukça sarsicidir. Astral bedendeki psişik hizlanmayi (Ruhsal titreşim düzeyinin yükselmesi) yükseltmek biraz zorcadir. Fakat yapilmayacak bir iş de değildir. Bu, büyük yardimlarla gerçekleştirilebilmektedir. Vedalar'da ruhlarin bir bedenden diğerine geçme inanci henüz yoktur. Öteâlemde tekrar doğmalar ve ölümler inancinin başlangiçlarina Brahmanalar'da rastlanir. Ölünün ruhu, yukari, havaya doğru, babalarin geçtiği yoldan "Ezeli Aydinlik Ülkesi"ne gider. (Bu seyahatte ölünün cesedini yakan Agni'nin rehberlik ettiğine inanilmasi doğaldir.) Göğe gelince, ruh tamamiyla eski bedenine girip, "Yama" yaninda hoş vakit geçiren babalarina rastgelir. (Demek ki, bu "babalar orada rehber varliklar olarak rastlanan "richi"ler, "gurular" anlamindadir.Ruh perisprisiyle mevcut bulunmaktadir.) Ruh Varna'dan oturacak bir yer alir. Çatapata Brahmana'ya göre, ölü bu dünyayi birakinca, günahkârlari yakan fakat iyilerin geçmesine izin veren iki ateş arasindan geçer. Bu bize İslâm ezoterizmindeki "Sirat Köprüsü"nü hatirlatmaktadir. İyiler ya babalarinin yolunu ya da güneşe giden yolu tutarlar. Upanişadlar, daha iyi için iki yolun bulunduğunu söylemektedirler: Biri, Mutlak Ruh'u bilenlerin yoludur ki bu yol Brahma'ya gider. Bilgisi eksik olanlar ise göğe giderler. İyi işlerinin karşiliğini görüp, tüketince tekrar dünyaya yeniden doğmak için dönerler. Diğer taraftan, kendi benliğini (gerçekliğini) bilmeyenler geri ruhlarin karanlik dünyasina giderler ve sonra dünyada tekrar doğarlar. "Kata Upanişad" öteâlemin sirrini aydinlatmak için Naciketas öyküsünü anlatmiştir. Ölüler Ülkesi'ni ziyaret eden Naciketas, göğe gidenlerin ve ölmezliğe lâyik olmayanlarin tekrar ölüm kudretine düştüklerini, varlik dairesine girerek tekrar başka bir bedenle doğduklarini öğretmiştir. **Ahiret (Öteâlem) İçin Düşünceleri Babalar ve Yama ezeli aydinliğin parladiği en yüksek üçüncü gökte dururlar. Bu yere güneşin en yüksek noktasi ya da Vişnu'nun en yüksek adimi dahi denmiştir. Yama, Tanri'yla beraber burada bulunan bir ağacin gölgesi altinda içer. Bu ağaç İslâmda "Tuğba" ağacini hatirlatmaktadir. Tevrat'ta "Hayat Ağaci" diye geçer. Atarva Veda bu ağacin "Ateş Ağaci" olduğunu söylemiştir. Dindar adamlarin, canlarini savaşlarda tehlikeye koymuş kahramanlarin, yoğun nefis mücadelelerinde bulunanlarin, hepsinden de çok kurban takdim edenlerin görecekleri mükâfatin göğe gitmek olduğuna inanmişlardir. Atarva Veda, bu gibilerin kazandiklari nimetler hakkinda bilgilerle doludur. Ölü göğe gidince, babasina, annesine, eş ve çocuklarina tekrar kavuşur. Hastaliklar artik arkada birakilmiştir. Sakatlik, zaafiyet gibi arizalar bilinmez. Zengin-fakir, zalim-mazlum yoktur. Saadete ermiş varliğin hayati, tanrilar arasinda özellikle iki hükümdar, Yama ve Varuna yaninda geçer. Burada ud sesi, şarkilar işitilir, soma irmaklari, süt, bal ve şarap akar. Meyveler boldur. Parlak renkli inekler oturanlarin her istediği şeyi yaparlar. Gökteki yaşayiş, şehvet dolu zevklerle geçen maddi bir hayattir. (İslâmdaki Huri ve Gilman hikâyelerini animsatiyor.) Vedalar'a göre fazilet sahibi olanlar öteâlemde bu yeteneklerinin karşiliğini gördüklerinden, günahkârlar için de ayri bir yer olduğuna inandiklari farz edilir. Rig Veda, cehennemi dibi bulunmayan karanlik çukur olarak anlamaktadir. Homer'in ifadelerindeki "Hades" de "dibi bulunmayan karanlik çukur" olarak tanimlanmiştir. Fakat İslâm ezoterizminde cehennem anlatilişi daha değişik tarzda karşimiza çikmaktadir. Çatapata Brahmana'da herkesin öldükten sonra tekrar doğduğunu, bir terazide tartilarak yaptiği işlere göre ödüllendirildiğini ya da ceza gördüğü anlatilmiştir. Halbuki Vedalar mahşer günü, dünyanin mahvolduktan sonra tekrar yaratilmasi hakkinda hiçbir şey bilmezler. **Ölüye Ait Ayinler Vedalar devrinde cesetler yakilirdi. Ölülerin yakilmadan gömüldükleri de muhakkak olmakla beraber, ayin kitaplarinda buna ait hükümler yoktur. Ölünün saçi ve sakali kesildikten, tirnaklari temizlendikten sonra vücudu yağlanir, çiçekle süslenir, yeni elbisesi giydirilir, yakilacak yere götürülür. Buraya gelinceye kadar ayak izleri silinip, evine tekrar dönmemesi için değneklerle bağlanirdi. (Hristiyanlikta da aşaği yukari böyle bir süsleme vardir.) Vedalar, kudretli bir sinifin, liyakatli bazi kişilerin tekelinde kalmiş, ancak bilenler tarafindan ifade edilebilen, halka tam manasiyla ifade edilemeyen şeylerdir. Upanişadlar'la birlikte serbest bir düşünce hareketi başlamiş olmaktadir. Esasinda Brahmanlarla Upanişadlar arasinda kesin bir fikir ayriliği yoktur. Upanişadlarin çoğu felsefi düşünüş, bir sinif imtiyazi olmadiği için, ruhbanlik sinifi dişinda meydana gelmiştir. Rahipler arasinda gelişmiş bir düşünce tarzi değil, doğrudan doğruya, onlarin dişinda halk arasinda, dinsel disiplin dişinda meydana gelmiştir. Bu bakimdan çok daha serbesttir. Eski Upanişadlar M.Ö. 8. ve 6. yüzyillar arasina kadar devam eden bir devir sirasinda hekim ve öğretmenlerin kâinatin büyük sirlari hakkinda felsefi fikirlerini tespit eden risalelerden meydana gelmiştir. Upanişad, Sanskritçe "Sat", oturmak ya da oturulmak kökünden gelir. Şu hâlde "Upanişad" kelimesi yüksek bilgi sahibi bir öğretmenin sinirli sayidaki öğrencilerine bu gizli ilmin elde edilmesi yollarini öğrettiği oturuşlar, gizli konuşmalar, dersler demektir. Bu kelimelerle gizli, mistik bir doktrin ifade edilmektedir. Eski Upanişadlar konuşmalar tarzinda yazilmişlardir. Bu hayat veya öteâlem hakkinda talebelerin sorduğu sorulara öğretmenin cevap verdiği gibi, bazen soruyu sorup, cevabi veren yine öğretmenin kendisidir. Upanişadlar bir hayli sayidadir. Şimdi, bizi asil ilgilendiren Upanişadlar'in esasli doktrinlerine gelelim. Bizi asil ilgilendiren husus budur: Upanişadlar'da araştirilmiş bütün konularin genel içeriklerine dayanarak dini ve felsefi açidan şu sonuçlara varilir: 1. Upanişadlar'in uyguladiği en esasli inanç, "Her şey O'dur" ya da "Kâinat bir'dir." 2. "Eşi olmayan yalniz Bir'dir" ilkesinde toplanabilecek; idealist bir monizm (tekcilik)dir. Oysa Hindular genellikle tanrisiz olarak bilinir. "Yalniz hakiki varlik olarak tek ve hep olan cevher Brahman mevcuttur." Burada mutlak bir Tanri'dan söz edilmektedir. Bu nihai hakikat, diş âlemde olaylarin daima değişen akişinda bulunmaz. Duyularimiz ile temas ve münasebette bulunduğumuz kâinat, kuruntu ve hayalden (yani MAYA'dan) başka bir şey değildir. Kur'an'da, "Size dünyayi geçici bir yatak yaptik." denilir, benzer şekilde. Bu hakikat; psikolojik şuurun esasinda, düşünen varlikta ya da nefiste, insan ruhundadir. Buna Hintliler ATMAN ya da JİVATMAN derler. Rig Veda'da bu kelime nefes (bir şeyin esasi), sonraki Sanskrit dilinde de herkesin zati anlamlarinda kullanilmiştir. Oğlunu, karisini sevenler, onlari Atman -yani kendi nefsi, kendi zati- için severler. Şu hâlde Atman, değişmez, daima hakikat olan BEN'i, hem de Hint ilahiyat felsefesinin bağlandiği "yüksek ben"i gösteren bir kelimedir. Dolayisiyla iki anlama gelmektedir: Bir, kişilikteki kendi öz şahsiyetimizi meydana getiren ben; bir de Hint felsefesinde ulvi, en yüksek olan benliği ifade etmektedir. Tasavvufta da "ben" ve "O" kelimeleri hemen kariştirilir. "Ben, sen miyim? Sen, ben misin?" gibi. Diğer bir deyişle, "Ben"in bir prensibi olan Atman ile, Brahman -daha önceki tek var olan- birbirinin ayni ve birdir. Bu iki tabir her ne kadar görünüş itibariyla çift ise de, esas bakimindan tek ve ayni hakikati gösterir. Brahman kalpte durur. Tasavvuftaki "Kalp ehli..." deyimi de buradan gelmektedir. Başka yerde değil, oradadir. Ezeli sükûnete sahip olan bilgeler, ruhunun içinden, Brahman'a yönelmiş olanlardir. Geçici şeyler arasinda ilelebet devam eden varlik, müebbet olmayan fikirleri düşünen ezeli ve ebedi mütefekkirdir. Bu sözlerden, Brahmanin da, nispeten anlaşilmaz fakat aslinda şuur sahibinin üstünde şuurlu bir varlik olarak kabul edildiğini anliyoruz. Çünkü Kena Upanişad'da zihin O'nun vasitasiyla düşündüğü hâlde, hiçbir zihin O'nu düşünemez. Bu, mutlakliğm gayet güzel bir ifadesidir. O'nun vasitasiyla zihin düşünür ama hiçbir zaman zihin O'nu düşünemez. Yani O'nun verdiği tesir vasitasiyla zihinlerimiz çalişir, fakat bu çalişan zihin tesirin kaynağini düşünemez. Daha doğrusu, O'nun verdiği rahmetle sen canlisin; bir şey yaparsin ama sana bu gücü veren hakkinda bir fikrin olamaz. Ezeli ve ebedi olarak düşünen, fakat kendisi hiçbir zaman düşünülmeyen bu yüksek şuur hem ruhani, hem de bilinmeyen bir şeydir. O, her şeyin içi olduğundan görülemez. Fakat o görür ve işitir. Her varliktan ayri, bütün varliklarda duran O'dur. Bütün varliklar onun cisimleri, varliklari olduklari hâlde, yine bu varliklar O'nu bilmezler. Bu ifadeler bize ister istemez Muhiddin Arabi'yi hatirlatmaktadir. Şu hâlde Atman, Brahman ancak menfi her sifattan arinmiş olarak tarif edilebilir. O, kelimelerle, fikirlerle, gözle değil, şu ikrar ile anlaşilabilir: "O, O'dur (Katata). Gizli adi, "Varliğin Varliğidir (Bradar nayaka)." Bu özelliklerinden dolayi Brahman sadece Sat veya Tat ile tarif edilmiştir. Tasavvufda da "HU" diye geçer. Farsçada, "O" demektir. "Huvelbaki: Ölümsüz olan O'dur." O'nun hakikatini tayin eden akil, O'nunla mistik bir iştirak içinde boğularak, O'nu ancak seziş ile kavrayabilir. Zaten ruhumuzun içinde O'nu bize sezdiren; her şahsiyet, her hayat, her varliğin esasinda O'nu bulan, bu sezgiden başka bir şey değildir. Bundan dolayi doğru anlayiş, muhakeme ve vukufta fark olmadiği gibi, iki ya da birçok nefisler de yoktur. Çünkü Brahman ile her şahsin zati (nefisleri de) bir ve aynidir. Bunun böyle olduğunu, Yajnavalkya'nin Brahadaranyaka-Upanişad'da söylediği şu sözden açikça anliyoruz: "Brahman'in ne olduğunu soruyorsunuz. Bu, her şeyin içinde olan senin kendi Atman'indir. Bu mertebeye kadar erişen, kalbinde ilk aslin mevcudiyetini sezen bilge kişi, O'na kadar gidip, hatta O'nun içinde dağilip, kaybolur..." Aynen Mesnevi'de Mevlâna Celâleddin'in dediği gibi... Damlanin okyanusta kaybolmasi... Artik o zat için ne iç ne diş, ne içerisi ne dişarisi vardir. Onun için artik şahsiyet ve diş dünya kalmamiştir. Şahsi şuur Brahman Atman'a varacak kadar derinleşmiştir. Artik Evren Şuuru'yla temaslar başlamiştir. Böylece derhal kurtuluş, MOKŞA dedikleri durum elde edilir. Çünkü Atman, karmanin zaruretlerinden kendisini kurtarmiştir. Her şeyi Atman'da görenler, artik Atman'dan asla ayrilamayacaklardir. Yüksek birliği, her şeyi ve her özdeşliği görenler için artik ne keder, ne de elemler vardir. Parlak varliği, kudretli Yaratici'yi bizzat Brahman ile bir ve ayni olan ruhu gören, her türlü ihtirastan kurtularak, iyi ve kötü diye ifade edilen seviyeyi aşarak, yüksek birliği anlar. Kemale, derin bir sulh ve sükûna erişip, Bütünle birleşir. Her şeye nüfuz eden Atman'a kavuşur. Umman'a karişip, ad ve şeklini kaybeden nehirler gibi, ad ve şeklinden kurtulan bilge kişi, ötenin ötesi, ruhun parlak hakikatinde kaybolur. Yüksek varlik, Brahmani taşiyan bizzat Brahman olur, Evrensel yaratici, kalpte pek derin olarak sakli bulunan Atman'i bulmuş kimsedir. Her şeyi yaratan O'dur. Kâinat O'nundur. Kendisi de bizzat Kâinattir. Upanişadlar, din bakimindan Hint zihniyetinin bundan sonra özelliğini teşkil eden bir bilgiyi de (ruhlarin reenkarnasyon ihtiyacini da) geliştirmişlerdir. Ölümden sonra ruhlarin, insan, hayvan, bitki kiliğina girmek suretiyle tekrar dünyaya dönmesi inanci yalniz Hintlilere ait değildir. İlkel dinlerde bulunmasi esasli bir itikat ise de Upanişadlar bu itikada yeni unsurlar, iyi ve kötü (sevap ve günah) gibi bilgileri ekleyerek değiştirmişlerdir. Burada açiklanmasi gereken bir husus bulunmaktadir: Genellikle reenkarnasyonun eleştirisini yapmaya kalkanlar, "Brahmanik inançlardaki tenasüh fikriyle hareket edersek: Ben kaba hareketlerde bulunursam, falanca hayvan şeklinde mi dünyaya geleceğim?" derler. Bu şekilde tepki gösterilmesi biraz da normaldir. Zira bunlar birer ilmihal olarak kitaplarda uzun uzun anlatilmiştir. Aslinda bunlarin hepsi semboldür. Bir varliğin herhangi bir hayvan olarak bedenlenmesi gerçekten bir şey ifade etmez. Bunlarin sembollerim çözmek lâzimdir. Hint Ezoterizminde atin, timsahin, kartalin, tilkinin vs.'nin ayri bir sembolü vardir. Bu hayvanlar insandaki karmik bir eksikliği ifade eder. Örneğin "Sen tilki olarak doğacaksin." dediği zaman, burada tilkinin bir sembolizmi vardir: "Sen bundan evvelki hayatinda aklim, zekâni gayet kurnazca kullanip hilekârlik yaptin, pek çok yükler aldin, başkalarini kandirdin. Şimdi bundan sonra yapilacak iş, senin böyle bir derde müptelâ olmandir. Sen, senden daha tilkiler tarafindan adamakilli istismar edileceksin. Bu hayatinda sen yerden yere vurulacaksin." Bu gibi sembollere Tibet'in Ölüler Kitabi'nda bol bol rastlanir. Burada hayvan, bitki vs. insandaki telâfi edilmesi gereken eksikliklerin birer sembolü durumundadir. Zaten dinlerin yarisindan fazlasi sembolik ifadedir. Yukarida Vedalar'da ölüm ve ahiret hakkindaki inançlari anlatirken, ölü ruhlarin Yama ülkesinde (dünyada olduğu gibi) yaşadiklarini belirtmiştik. Yama ülkesi dedikleri, spatyomun ilk merhaleleridir. Dünya tesirlerine oldukça açik bulunan astralin ağir bölgeleridir. Tibetçedeki Bardo'nun bir kismi da buna tekabül eder. Halbuki Upanişadlar, bir kimsenin dünyada yaşadiği müddetçe, yaptiği iyi-kötü işlere (karma, iş, aksiyon) göre öbür dünyadaki hayatinin belireceği fikrini meydana koymuşlardir. Bir varliğin bu dünyadaki hâl ve mukadderati bundan önceki varliklari esnasinda yaptiklarinin sonuçlarindan başka bir şey olmadiği gibi, şimdi yaptiklari da bir dahaki gelişindeki hâl ve mukadderatini tespit edecektir. Eski Upanişadlar'dan biri olan Bradarnayaka'da Jarad Halkarada adindaki bir öğrenci Yajnavalkya'ya şu soruyu sormuştur: "İnsan ölünce, nefesi rüzgâra, sözü ateşe, gözü güneşe, fikri aya, işitme hassasi göklere, vücudu yere, saçlari bitkilere ve menisi havza gidiyor. Bu takdirde insan nerede kalmiştir?" Bu soruya karşi hocasi, "Elimi tut. Bu soru hakkinda seninle bu mecliste değil, ayrica aramizda konuşalim." deyip dişari çikmişlar. Bu hususta konuştuklari ise, bir insanin yaptiği işler, yani karmalardir. Hocasi, "Bir insan, hakikaten iyi işlerle iyi, fena işlerle fena olur." dedi. Diğer bir cevabinda bu fikri daha da açarak, "Bir insan yaptiği işlerine göre doğmuştur. İyilik yapanlar iyi adam, fenalik yapanlar fena adam olarak doğmuşlardir. Bir kimse kutlu işlerle kutlu, fena işlerle fena olur. Bunun için insan arzulardan ibarettir." demiştir. Yani insan neleri arzu ediyorsa, bir bakima, bundan önceki hayatlarinin etkisiyle arzu ediyor demektir. Tekâmül ihtiyaci açisindan bu böyle olsa gerek. İnsanin arzulari içi gibidir. İçi de yaptiği işler. Mukadderat yaptiği işlere göre tayin olunur. Yukaridaki görüşleri neospiritüalist (yeni ruhçuluk) açidan yeniden incelemek gerektiğini de burada belirtmek isteriz. "Bir insanin önceki yaşayişlarinda yaptiği işlerle, sonraki hayatlarinda birbirine yüklü olarak gireceğine dair kuvvetli itikat, kurtuluş meselesine yeni bir anlam, yeni bir zaruret vermiştir. Bir insanin daha önceki enkarnasyonlarinda yaptiği işlerle, sonraki yaptiği bir sira hayatlardan her birine yüklü olarak gireceğine dikkat çekilmektedir. Yani karmik yük sürekli bir şekilde artip, çoğalabilir. Nitekim Kur'an bunun çözüm şeklini de bize söylemiştir. "...Bizim emirlerimize karşi gelmekte israr edenleri biz helak ederiz..." Burada "helak etmek" yok etmektir, ortadan kaldirmaktir. "Ortadan kaldirma" ifadesiyle daha önceden belirttiğimiz gibi, bir özel tesirle astral bedenin hafifletilmesi, astral bedende birikmiş olan karmik tortunun ortadan kaldirilmasidir ki bu işlem o varlik için büyük rahmettir. Bu ameliyeden sonra belki de tekâmülünü başka bir sistemde devam ettirecektir. Bu, onun için bir rahmettir. Acaba bizler, sürekli olarak bu karmik yükümüz büyüyorsa, ne zaman bundan kurtulacağiz, ne zaman bu doğum-ölüm çemberinden kurtulacağiz? Kisaca ne zaman dünya okulunu bitireceğiz? "Bir kimse ebediyen devam eden doğum-ölüm çarkindan kendini nasil kurtarabilir? İşte bu derin endişe Hintlileri felsefeden kurtarici bir bilgi, dinden kurtarici bir yardim aramaya mecbur etmiştir." İşte bu yüzden Hint felsefesi çok gelişmiştir. Dünyada en iyi felsefi dil, Sanskritçedir. Felsefe yapmak isteyen Sanskritçe öğrenmelidir. "İşte bu derin bilgiyi kavrayabilenler kendilerini şahsi vehim ve hayalinden, bu hayalin bütün sonuçlarindan, arzu ve alâka kayitlarindan kurtarirlar. Her şeyi elde etmiş bir kimse aktir, daha ne isteyebilir? Böyle kimselerin evvelce yaptiklari işler, ateşe atilan sazlar gibi yanar gider." Yani ebedi istirap, ebedi cehennem yoktur. İdrak belirli şeyleri kavrayip anlamaya başladiktan sonra bundan önce yapmiş olduklarimiz artik bizim için bir töhmet, ayaklarimiza bir bağ değildir. Zaten amaç o idrak seviyesine ulaşmakti. Bu şekilde dünya okulu bitmiş olabilir. **Upanişadlar'da Ahlâk Anlayişi Upanişadlar’in ahlâki egzersizleri bir sistem içinde değil, dağinik bir hâlde bulunmaktadir. Bu öğretiler, günlük hayatta ölçülülük, ibadette samimiyet, hakikat, muhabbet tavsiye etmektedirler. Diğer kutsal kitaplardaki felsefi ve metafizik doktrinlerden ziyade Upanişadlar'da ahlâki içeriğe önem verilmiştir. Bu dünyanin her türlü tuzaklarindan kurtulup, yüksek varlikla nihai birleşmeyi, kurtuluşu arayanlar için nefse hâkim olmak, sevgi ve şefkat en esasli faziletlerden sayilmiştir. Fakat Upanişadlar’in ahlâki öğretileri, durmadan dönen, tekrar tekrar doğmalar çarkindan kurtulup, orijinal ve ezeli kaynağa dönmek olduğuna göre, şahsi ilgilendiren bir fazilettir. Aslinda "tekrar tekrar doğmaktan kurtulup, ezeli kaynağa geri dönmek arzusunda bulunmak nef sanidir" denilmekte. Bu sadece kişiyi ilgilendiren bir fazilettir. İyilik etmenin meydana getirdiği zevki tatmaktan çok, dünya bağlarindan kurtulmaya engel olan her şeyden çekinen bir gayret teşvik edilmektedir. Daha doğrusu, iyilik etmekten bile insan haz duymamalidir. Bu hazzi duyduğu sürece insan yine dünyaya bağli demektir. Bu sefer de bu zevke bağlanmak söz konusudur. Mümkün mertebe, yapilan işten hiçbir şekilde şahsi bir haz duymamanin yollarini aramak gerekir. Bu çabayi gösterebilmek aslinda büyük bir gayrettir. Bu husus, İslâmda Allah rizasi kavramiyla ifade edilmiştir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.