Jump to content

Farklı Bir Bakış Açısı : Diyalektik Tasavvuf


AYATA

Önerilen Mesajlar

DİYALEKTİK TASAVVUF.

“Günümüzden 5000 yıl önce Mısır’da bir terzi yaşardı. Bu terzi yüzbin yıllık bilinç diyalektiğinin oluşturduğu bir düşünceydi. 5000 yıldan beri gök ve yer ölçüleri içinde parlayan bütün ışıklarda, bu terzinin kıvılcımları vardı..

 

Terzi Mısır papürüslerinde Hermes Tot adını taşıyordu. Yunanlılar ona ermiş ya da üç kez bilgin anlamında Trismegiste diyorlardı. Yahudilere göre HANOK dur. Araplarca Hermesül Haramis adıyla anılmaktaydı. Kuran’a göre Adem ve Şit’ten sonra gelen üçüncü peygamber İDRİS’tir. Yunan kaynaklarına göre 42 yapıtı bulunmaktadır. Fakat bu papürüsler kayıptır..

 

Terzi Hermes kendisinden sonra gelen düşünsel akımlara ışık tutan düşüncesi şudur :

 

İNSANLAR ÖLÜMLÜ TANRILARDIR , TANRILAR ÖLÜMSÜZ İNSANLARDIR.

 

Varlık birliği düşüncesini açıklayan Hermetizm’in kökleri Hermes’den çok daha önce oluşmuştur. Gerçekte düşünceler hiçbir zaman tek kişinin malı olmamıştır. Ancak, yavaş yavaş oluşan düşünceler , evrensel diyalektikte tam yerine oturmuş bir etkileyici bir sisteme kavuşmaktadır. Hermes’te insanlık evriminin başlarını tutan talihli kafalardan biridir..

 

Hermes’in öğretisi eski Mısır’ın Teb ve Memphis tapınaklarının büyük ve kutsal sırrıdır. Hermesin öğrencilerinden Askelopis büyük ustanın şu sözlerini açıklamaktadır.

 

“ İnsanlar ölümlü tanrılardır , tanrılarda ölümsüz insanlardır. Eşyanın dışı içi gibidir. İç ve dış arasında hiçbir ayrılık yoktur. Küçük büyük gibidir , küçükle büyük arasında hiçbir ayrılık yoktur. Evrende hiçbir şey ne iç , ne dış , ne küçük , ne büyüktür. Bir tek yasa ve o yasanın gördüğü bir tek iş vardır..

 

Bu sözlerin anla**nı anlayan, gerçeği görür. Kimi insanlar bu anlayışları olağan üstü çabaları ve yetkinlikleriyle öteki insanların görmediklerini görebilirler. Oysa nedenler nedeni daima gizlidir. Çünkü sonsuzlu , pek kısa bir son olan zaman ve gene pek kısa bir son olan mekan içinde anlaşılamaz ve anlatılamaz. Bizler ancak öldükten sonra onu anlayabiliriz. Çünkü yaşarken zaman ve mekanla sınırlıyız. SINIRSIZLIK, SINIRLILIK İÇİNDE KAVRANAMAZ..

 

İşte din ve felsefeleri binlerce yıldan beri etkileyen kaynak buradan gelmektedir.

 

Hermes’e göre “ İnsanca ölümlü olmakla, Tanrıca ölümsüz olmakta elimizde. Ancak HİYOROFON denilen başrahibin inisiye olan rahibe yaptığı uyarı da çok çarpıcıdır. Ve ona şöyle seslenir :

 

“ Her akıl bu gerçeği kavrayamaz. Büyük sırrı gönlümüzde saklayarak, eylemlerimizde söyleyelim. Bilim gücümüz, inanç kılıcımız, sukut kalkanımız olsun. Ufaklıklar ki büyük çoğunluktur. Ya ***** ya da kötüdürler. ***** bu gerçek karşısında akıllarını büsbütün yitirirler,. Kötüler, bu gerçeği kötüye kullanarak büsbütün kötülük ederler. Gerçeği gizlemekten başka çıkar yol yoktur. BİLMEK, BULMAK, SUSMAK , GEREKİR.”

--------------------

Yunanlı Heroleitos’a ( 576-480 ) göre olmak ve olmamak aynı anlamdadır , aynı şeydir. Eğer bunlar aynı şey olmasalardı , değişerek birbirleri olamazlardı. Yaşamın fırtınasında varlık durmadan yokluk , yokluk durmadan varlık olmaktadır..

 

Evren var olmakla yok olmanın sonsuza kadar birbirini kovalamasıdır. Her şey ancak karşıtların kavgasında doğar. Hava ateşin , ateş havanın ölümünü içinde taşır , başka bir deyişle ateşte havalık , havada ateşlik vardır. HER ŞEY SONSUZA KADAR DEĞİŞMEKTEDİR. ( Bu ana düşünceler Hegel ve Marx’ı doğuracaktır )

 

Bütün şeylerden bir şey , bir şeyden bütün şeyler. Diyebilen ilk Antikçağ düşünürüdür. Efes’li anlaşılması çok zor olduğu için KARANLIK lakaplı HERAKLEİTOS..

Tasavvufun ana düşüncesi şudur :

 

Yaradılış diye bir şey yoktur varlık birliği vardır. Varlık evrende ne varsa canlı cansız, tümünde belirmektedir. Ne başlangıç vardır , ne son , var olan , varlığın belirtileridir.. İnsan da , hayvan da , bitki de , maden de aynı varlığın çeşitli görünüşleridir. Hiçbir şeyin kendine özgü bir varlığı yoktur..

 

Yukarıdaki Herakleitos’un düşüncesi ile tasavvuf düşüncesindeki ortak noktalar açık seçik bir şekilde görülmektedir..

 

Tasavvuf bilginleri akılcı ve bilimsel düşünür. İslam kurallarını akla ve çağlarının bilimsel verilerine göre yorumlamışlardır..

 

İlk tasavvufi düşünceler şöyle özetlenebilir.

 

Tanrı, kitabında , ben her şeyi kapsarım , ben insanı ruhumdan üfledim. Önce ve sonra , açık ve gizli benim. Yüzünüzü nereye dönerseniz beni orada görürsünüz demektedir. Bu sözlerin açık anla**nın altındaki gizli anlamı , her şeyin tek varlığın ürünü olgusudur. ( VAHDET-İ VUCUT ). Ama peygamberler karşısındakilere akıllarının alabileceği kadarını söyleyebilir. Putlara tapıldığı bir çağda , o taşların bile gerçekte tanrının bir tezahürü olduğunu elbette söyleyemezlerdi. Gerçek anlamın bir süre gizlenmesi , din iyice oturunca ve akıllar geliştikçe alıştıra , alıştıra açıklanması gerekiyordu. Hz.Ali de bu gizli anlamları Peygamberden açıkça öğrenmişti. O da bunları açıklayamazdı. Ki onun sıfatlarından birisi de SIRRULLAH’dır. Hz. Ali’nin torunu Zeynelabidin de şöyle diyor. “ Nice bilim cevheri var ki , eğer onları açıklayacak olsam , beni puta tapmakla suçlar , kafamı kesersiniz..

 

Bu ana düşünce gittikçe gelişerek tam bir maddecilik karakteri göstermektedir. “ Her şey tek şeydir. Ne başlangıç vardır ne de son , ne yaratan vardır ne de yaratılan , evrendekilerin tümü aynı varlığın tezahürleridir. Daha açık bir değişle aynı varlık.”

 

XIV. yüzyıl mutasavvufu Şayh Bedrettin Varidat adlı yapıtında , ağacın ben tanrıyım demesi , bir insanın da bu sözü söyleyebileceğini gösterir. Değil mi ki bütün evren Tarının görünüşüdür , o halde kim ben O’yum derse yalan söylemiş olmaz..

 

Tasavvuf felsefesini “ Hiçbir şey yoktan var olmaz “ Parmanides ile “ Her şey karşıtı ile gelişir “ Heraklietos’un yaklaşımlarından etkilenmiştir..

 

Ben Tanrıyım diyen MANSUR..

 

Suyun rengi kabın rengidir diyen , Cüneydi Bağdadi..

 

Tanrıyı görmek isteyenler eşyaya bakın diyen Muhuddin-i Arabi’nin bu sözleri gibi , kimi tasavvuf bilginlerinin açık sözleri , islam tasavvufundaki Tanrı ; evrenin toplamından başka bir şey değildir diyen Panteizme yaklaşmaktadır..

 

Muhyiddin-i Arabi ( 1165-1240 ) İrfan Aynası adlı yapıtında şöyle der. “ O bir elçi gönderdi. Kendisinden , kendisiyle ,kendisine..

“ Şu manaları da unutma ; Ezel şu andır , ebed şu andır , kıdem şu andır , Yani ; Ezel , ebed , kıdem şu içinde bulunduğumuz ve göz açıp kapayacak kadar bir zaman içinde elden çıkardığımız vakte sığdırılmıştır. İŞ BU VAKTİN İÇİNDE KENDİNİ ARA..

 

Araz , cevher ne varsa ; yani öz çekirdek ve bu çekirdeklerin sonradan meydana getirdikleri ki bunlar MÜKEVVENAT tabir edilir. Bütün bunlar Hakkın vücududur. Varlığıdır. ( Mükevvenat- yaratıklar, varlıklar. ) Bütün bunların sırrı , bir zerrenin içinde saklıdır. Zerrelerden herhangi birinin sırrı çözülsün, işte o zaman görülecektir ki bütün mükevvenatın sırrı meydandadır..

 

Yüce Tanrının zatına bağlı sıfatlar her an bir değişik şekil almaktadır.

 

Şeyh Bedrettin ( 1357-1420 ) Varidat adlı yapıtında “ Her nesnede hatta her zerrede bütün alemler mündemiçtir. Görülmez ki , tasavvuf itibariyle bir tanede bir ağacın hepsi gizlenmiş olduğu gibi , tane dahi ağacın her cüzünde gömülüdür , Alemler de böyledir. Bütün cüzleriyle kendi aslında , o asıl da alemlerin her birinde mevcuttur.. Öyleyse bütün alemler her zerrede bulunduğu şüphesizdir. HER GÜZEL ŞEY CENNET VE HER KÖTÜ ŞEY CEHENNEMDİR

Giordino Bruno , Aristotales’in evreni bölümlere ayırmasına karşı çıkarak, Tanrı ve evren bir ve aynı şeydir . Tanrı , evrenin yaratıcısı değil kendisidir. Ne yaratan vardır ne de yaratma eylemi , olmakta olan şey vardır. Evren-Tanrı sonsuz büyüklükte nasıl bulunuyorsa , sonsuz küçüklükte de öylece bulunur. Sonsuz gerçek olarak onun her yerde bulunması yüzünden doğada her şey canlıdır. Ve hiçbir şey yok olmaz..

 

İngiliz düşünürü White Head 'e göre , Tanrı 'nın her türlü değişmenin ötesinde değişmez bir niteliği ve bunun yanında bir de değişen ve oluşan bir niteliği vardır. Tanrı değişmeyen yanıyla devinimi başlatmıştır ve Evrenin bilincindedir. Ancak Tanrı bu konumda kalmış olsaydı , ilk devindirici , özgür , öncesiz ve yetkin olarak kalacak ama varoluşa katılmamış olacaktı. Diğer niteliği ile ise Tanrı , değişme ve oluşma sürecinin içinde ve bilincindedir. Bu nedenle Tanrı 'nın evrende içkin (evrenin maddesine karışmış-içinde bulunan) olduğunu söylemek de doğrudur. Evrenin Tanrı 'da içkin olduğunu söylemek , Tanrı-Evren ilişkisinin karşılıklı olmasına farkına varışın göstergesidir..

 

Felsefesi yanlış anlaşılan ve panteist sanılan Spinoza'nın görüşleri ise özde panenteist olup , tasavvufla özdeşleşmektedir..Büyük düşünürün özellikle Vahdet-i Vücut anlayışına sahip olduğu dikkat çekicidir..

 

“Varolan her şey Tanrıda vardır ve Tanrı olmadan hiçbir şey var olamaz ve tasarlanamaz.”

 

Dikkat edilirse , varolan her şey Tanrıdır demez , varolan her şey Tanrıdadır, der. Buradaki ayrım çok önemlidir. İstese , bilinçli bir şekilde bunu derdi.. Ancak böyle bir şeyi iddia etmenin sonunda Tanrıya sınır koymuş olacağının farkındadır. Ayrıca Spinoza böylelikle cevherin/ Tanrının dışındakilerin ona bağlı olduğunu da dile getirmiş olur. Bunu şu sözlerinde de görmekteyiz ;

 

“...Tanrı dışındaki bir şey , varolmak için yalnızca Tanrı’nın yani cevherin yardımına , istemine gereksinim duyar.”

 

"Doğada Tanrı’nın evrensel yasalarını izlemeyen hiçbir şey olamaz"..

 

"Tanrının özü varlığı kuşatır , ancak varolanların tümünün varlığı Tanrının özünü kuşatmaz"..

Gel, gel, ne olursan ol yine gel,

İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,

Bizim dergahımız, umitsizlik dergahı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...

 

Mevlana'nın bu çağrısını , bir diyalektik materyalist olan büyük şair Nazım Hikmet bile kabullenmiş ve müridi olduğunu ifade etmişti..Tekrar yazalım..

 

Sararken alnımı yokluğun tacı

Silindi gönülden neşeyle acı

Kalbe muhabbette buldum ilacı

Ben de müridinim işte Mevlana.

Edebe set çeken zulmeti deldim

Aşkı içten duydum, arşa yükseldim

Kalpten temizlendim, huzura geldim

Ben de müridinim işte Mevlana.

 

Peki bu teslimiyet sadece Tasavvuftaki aşka , sevgiye miydi dersiniz?

Hayır..Tabi ki en önemli faktör , ancak Tasavvuf felsefesindeki akılcılık ve bilimsellik ve diyalektik ortaklık..

Evet..Diyalektik Materyalist anlayışa en yakın inanç olarak görmüştür Tasavvuf'u Nazım..

Açıklıyalım ;

Tasavvuf düşüncesinin temeli Parmanides ve Heraklietos'a dayanır dedik ya , aynı Heraklietos Hegel'i ve Marks'ı da etkilemiştir..

 

Diyalektiğin üç büyük adı Herakleitos ( 576 480 ), Hegel ( 1770-1831 ) ve Karl Marks (1813- 1883 ) tır.

 

Diyalektik materyalizmin dört yasası vardır.

 

1) Evren, her şeyin her şeye bağlı bulunduğu ve birbirinin koşulu olduğu maddesel bir bütündür.

2) Evrim, diyalektik devim ve değişmeyle gerçekleşir.

3) Her şey , her şeyle çelişerek devinir.

4) Her şey nicesel değişmelerin , nitel değişmelere sıçramasıyla gelişir.

 

Bu yasalar , Diyalektik Tasavvuf'un da yasalarıdır özündeki fark hariç..

Hegel , değişme ve gelişmeyi doğada ve toplumda somutlaşan “mutlak tin”in ya da ideanın bir dışavurumu olarak görür.

Tasavvuf'ta ise herşey ilk ve tek olan varlıktan oluşmuştur ve herşey yine ondadır..

 

Bir buluşmalarında Yunus Emre , Mevlana'ya :

"Mesnevi'yi çok uzun yazmışsın , ben olsam şu söze sığdırırdım hepsini" der :

 

''Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm''

 

 

Yunus Emre , vahdet-i vücut (varlığın birliği) öğretisine ulaşan bir tasavvuf felsefi yorumunu benimsemiştir. Vahdet-i vücut felsefesine göre ; "Tanrıdan başka varlık yoktur. Var olan her şey onun çeşitli biçimlerde görünmesidir".

 

Yunus Emre şiirlerinde insan , Tanrı, varlığın birliği , sevgi , yaşama sevinci , barış , ölüm , olgunluk , alçakgönüllülük gibi konuları dillendirmiştir. Bütün bu kavramları insanların anlayabileceği sözcüklerle yalın bir şekilde belirtmiştir.

 

Yunus Emre’ye göre insan bir sevgi varlığıdır. Yunus Emre sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı diye yorumlar. "Yaratılanı severiz yaratandan ötürü". Sevginin amacı yüce yaratıcıyla bütünleşmektir. Sevginin olduğu yerde öfke , kırgınlık , kızgınlık olmaz. Sevginin değerini yalnız seven bilir. Sevmek bilgelik , emek , olgunluk ister. Tanrı ışığından mahrum kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlıkları birbirine bağlayan , onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. Yaşamak belli nesnelerle sahip olmak , sadece gelip geçici varlıklar edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşam biçimi insanı sevgiden dolayısıyla yüce yaratıcıdan uzaklaştırır.

 

Yunus Emre’ye göre gerçekte ölüm yoktur. Ölüm ruhun bedenden ayrılıp yaratıcısına dönmesidir. Bu nedenle ölüm ruhla beden arasında bir ayrılıktır. Yunus Emre’yi anlamak , ondaki derin sevgiyi çözmek günümüzde yaşanan sorunları da çözmek anla**na gelir.

 

Tevrat ile incili, Furkan ile Zeburu,

 

Bunlardan beyanı, cümle vücudda bulduk.

 

Yunusun sözleri hak, cümlemiz dedik saddak,

 

Kanda istersen anda HAK, cümle vücudda bulduk.

 

 

 

Konunun anlaşılması için bugünün bilimsel bulgu ve verilerinden de yararlanabiliriz.Şöyleki ;

Bugün, bilim çevrelerince , Evrenin yapısı ve bununla direkt bağlantılı olarak , Evreni algılayan yorumlayan insan beyninin işleyiş tarzı hakkında bir takım görüşler ortaya atılmaktadır.. 1940'lı yıllarda fareler üzerinde bir takım deneyler yapıldı. Farelerin beyninin bir kısmı alındı ve göstereceği tavırlar izlendi. Sonuçta fare , kendisine öğretilen yolu , beyninin bir kısmı alınmadan önceki gibi bulabilmekteydi..

Yine görme merkezinin yüzde 98'i alınmış bir kedi , görme fonksiyonunu eskisi gibi yerine getirebilmekteydi. Bu durum , bilimadamlarını şaşırttı.. Nörofizikçi Karl Pribram , beynin holografik özellik gösterdiğini düşünerek , bu husustaki çalışmalarına ağırlık verdi.. 1960'lı yıllarda hologram prensibi ile ilgili okuduğu bir yazı , kendisinin düşündükleriyle paraleldi. Pribram'a göre , beyin fonksiyonları holografik olarak çalışmaktaydı.. Beyinde görüntü yoktu , peki o zaman neyin hologramı oluşmaktaydı. Gerçek olan neydi? Görünen dünya mı , beynin algıladığı dalgalar mı , yoksa bundan da öte bir şey mi?

 

Bugünkü fizik anlayışımıza göre Evren , birbirini kesen pek çok elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir.. Bu tanıma göre , uzayda boşluk yoktur , her yer doluluktur.. Ünlü fizikçi David Bohm , atomaltı parçacıklarla ilgili araştırmaları neticesinde Evren'in de dev bir hologram olduğu kanısına vardı.. Bohm'un en önemli tesbitlerinden biri , günlük yaşantımızın gerçekte bir holografik görüntü olduğudur. Ona göre Evren , sonsuz ve sınırsız "TEK" bir holografik yapıdır ve parçalardan söz etmek anlamsızdır.(Hologram konusunu daha önce Sodomo arkadaşımız işlemişti)

 

Bilim bu tesbitleri henüz yapmamış iken , Tasavvuf ehli kişilerin çok uzun yıllardan beri , dille getirdiklerini düşündüğümüzde , esasında çok farklı şeyler söylemediklerini görüyoruz. Üstelik , onlar bunu bir hal olarak yaşarlarken , bir kısmı yaşadıkları bu hakikatı dışarıya aksettirmemiş , bazıları ise , içinde bulundukları toplumun anlayış seviyesine uygun , bir tarzda açıklamaya çalışmıştır.

 

Bu bir acaip haldir bu hale kimse ermez

 

Alimle davi kılar, Veli değme göz görmez

 

İlm ile hikmet ile, kimse ermez bu sırra

 

Bu bir acaib sırdır, ilme kitaba sığmaz

 

 

 

Alem ilmi okuyan, dört mezhep sırrın duyan

 

Aciz kaldı bu yolda, bu aşka el uramaz

 

Yunus canını terk et, bildiklerini terk et

 

Fena olmayan suret, şahına vasıl olmaz

 

***

 

Unuttum din diyanet, kaldı benden

 

Bu ne mezheptir, dinden içeri

 

Dinin terk edenin küfürdür işi

 

Bu ne küfürdür imandan içeri

 

Geçer iken Yunus şeş oldu dosta

 

Ki kaldı kapıda andan içeri

 

***

 

Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil

 

Bilmezmisin cahillerin nice geçer zamanesi

 

***

 

Ey sözlerin aslın bilen, gel de bu söz kandan gelir

 

Söz aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir

 

Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil

 

Bu yürüyen halktan değil, halık avazından gelir

En küçük zerrelerden son­suz bütünlüğe kadar bütün evren bilginin düzeni içe­risinde sev­giyle birbirine yaklaştı. Bâzıları buna gravite , zayıf güç , çekirdek gücü gibi isimler taktılar ; Einstein diye birisi hep­sinin aynı gücün yansımaları olduğunu göstermeye çalıştı , hattâ “Tanrı’nın formülünü bulmak üzereyim” der gibi , bâzılarına çok ters gelen lâflar etti.. Nötronlar , atomlar , moleküller , gök ci­simleri , yıldızlar , geze­genler oluştu. Bâzıları bunlara kapalı ve açık sistemler dediler.

 

En azından bir tanesinin varlığından emin oldu­ğumuz bazı ge­zegenlerde oksijen , karbon ve azot denen elemanlar öylesine sevgiyle ve bilgiyle birleştiler ki , organik mole­kül­ler teşekkül etti . Sonradan bunlar bâzılarının ko­zervat de­dik­leri canlılık öncesi oluşumlar hâline geldiler. Daha sonra bun­lara , sevginin kaçınılmaz gereği olarak can verildi.. Bazıları buna ruh , bazıları soul , bazıları spirit , bazıları başka isim­ler verdiler ; bu isimlerin hemen hepsi soluk , rüzgâr veya gölge anla**na gelen köklerden türedi , çünkü canın uçucu , ölümle cesedi terk edip giden bir cevher olduğu düşü­nül­dü.. Can , O'nun mahlûkatın bir kısmına bahşettiği bir ay­rı­calıktı âdeta ama , evrimin kaçınıl­maz özelliği olarak , canlılıkla cansızlığın sınırları da kesin değildi. Bâzılarının virüs , prion gibi isimler taktıkları yaratıklar bu belirsiz sınırda yerlerini aldılar..

 

Bâzılarının canlıları en mütekâmil açık sistemler olarak tanımlamaları , yâni entropiye karşı çıkarken (negentropi yaparken) çevre­deki entropiyi arttırdıklarını söylemeleri pratik açıdan çoğu kişinin işine yaradı ama ekserîsi düşü­nemedi ki , kâinatın kendisi en büyük açık sistemdi ve eğer canlılığın tarifi buysa , hareketlilikse , reakti­vi­teyse , malzemeyi alıp kendi işine yarayacak şekilde kullanıp artıkları atmaksa ve eninde so­nunda gene entropiye mağlûp düşüp dezorganize olmaksa , bütün bu kıstaslara en mükemmel şekil­de uyan yaratık kâinatın ta kendisiydi. Yâni can her yerdeydi , ruh her şeydeydi.

 

Canın ne olduğu , mahiyeti gibi sorular , pek çok zihni binlerce yıl meşgûl etti. Halbuki can , mutlak hakikât olan O’ndan , sadece ve sadece O’ndan başka bir şey değildi. Bunu insan beyninin kavraması mümkün olmadığı için , farklı algılandı , farklı empoze edildi..

 

Daha güzele ve bilgiliye doğru yolculuk devam etmeliydi tabiî ki , öyle de oldu , çünkü O, kendinin sûretini , yan­sımasının oluşumunu istiyordu. Tek hücreliler , zamanla , bir­le­şerek daha karmaşık çok hücreli canlıları , onlar da , zamanla , muhafaza e­dilmesi daha zor ama gelişmiş büyük canlıları husûle getirdiler. Güzelliğin ve bilginin gereği , her şeyin hep zıddıyla kâim olması gerekiyordu. Elektronun pozitronu , cansızın canlısı , dirinin ölüsü , erkeğin dişisi , hayvanın bitkisi... gibi sonsuz sayıda zıtlıklar oluştu.Buna DİYALEKTİK de­nildi.

 

Bu zıtlıklar birbirlerini tamamladılar , yeni güzel­lik­ler oluş­turdular. Hayvanlar âlemindeki gelişme , aynı minvâl üzre , bâ­zılarının me­meliler , primatlar , hominidler dedikleri yaratıklara kadar ilerledi ve sonunda , beyni bilinen bütün diğer can­lılardan daha çok gelişmiş , soyut düşünme yeteneğine hâiz , kendi kendini aşmaya mecbur ve mahkûm , O'nun hakkında tefekkür etme mazhariyetine sa­hip bir varlık gelişti ; bâzıları ona insan , bâzıları eşref-i mahlûkat , bâzıları homo erektus , homo sapiens , homo faber , homo ekonomikus... gibi isimler taktılar.İlk yaratılıştan insana kadar olan bu tekamül tamamlanmış , insanın tekamülü başlamıştı.Bu tekamülü kimileri kör bir bağnazlıkla reddetti , kimileri ise Tanrı'yı yoksayarak tesadüflere bağladı..O'nun varlığı idrak edilebilecek, kavranabilecek bir şey olmadığı için , ancak sezilebilirdi , hissedilebilirdi.Sonsuz bir öncelik ve sonsuz bir gelecek sahibi , beş duyu ile tesbit edebildiğiniz veya edemediğiniz tüm varlık O'dur.

 

Hiç bir kişi bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz

Ne hırsımız baydır bizim, ne nefsimiz içindeyiz

Bir kimsenin devletine, ta'nediben biz gülmeyiz

Ne munkiriz alimlere, ne tersanın Hacındayız

Yunus eydur hey sultanım, özge şahım vardır benim

Ko dünya altın gümüşün, ne bakır-u tacındayız.

Bütün yolların O’na , sâdece O’na çıktığını fark edemeyen , çokluktaki birliği göremeyen pek çok insan toplulukları asırlarca birbirleriyle beyhude harbetti. Çünkü dinlerin O’na ulaşmak için sadece bir araç olduğunu idrak edemeyip , birer gâye hâline getirilmesi hatâsına düştüler! Dinleri kurumlaştırdılar.Herkesi zorla dine soktular , dinden çıkanı öldürdüler.Dini yönetim biçimi haline getirdiler.Devlet üzerinden zorbalıklara giriştiler.Farklı inançta olan kitleler üzerine katliamlara varacak kadar terör estirdiler.Sevgiyi , hoşgörüyü yokettiler.Dinin savaşla , cihatla , zorla yayılmasıyla ve dünyaya hakim kılınmasıyla , huzur ve saadete erişileceğini sandılar. Öyle olunca da , Tanrı’nın sevgi , akıl , hikmet ve güzelliğine ters düşen ta..up , yâni yobazlık doğdu. Şeytanın ta kendisi olan bu illet sırf din plânında ortaya çıkmadı zâten ; bâzılarının ideoloji , bâzılarının felsefe , bâzılarının dünya görüşü dediği çeşitli inanç sistemlerinin de muta..ıpları , yobazları oluştu birbirlerinin ve kendilerinden farklı gördükleri herkesin gözlerini oymak üzere...

 

Ahmakça bir tevekkülle sâdece duâya , ibâdete sığındılar ve bu dünyanın gereklerini yerine getirmediler. Yenilik ve inkişaf­tan kaçındılar , aklın önderliğini bir tarafa atıp nakilcilik batağına düştüler. Her zerresi tekâmül için yaratılmış bu kâinatta en ufak bir ilerlemeye dahi karşı çıkar oldular. Bu gibilerin elinde , O’nun in­sana bahşettiği en ulvî ve hakikî huzur aracı olan din bir işkence mekanizmasına dönüştürüldü. Din adı altında sevgiden yoksun , içtihad nâmı altında tıkanmış tefsir yumaklarına dayandırılmış kör bilgiye istinad eden , hikmetten mahrum bir zulüm sistemi ortaya çıktı. Buna tepki verenlerin bir kısmı ne yazık ki inançlarından oldular , ümitlerini kaybettiler ya da sahte peygamberlere kapıldılar , yoldan çıktılar.Eski putperest dönemlerindeki adetler dinler içinde yeniden yer edindi.Tek Tanrılı din adı altında , Tanrıya eş koşacak şekilde inançlar geliştirdiler.Kimi dinler , peygamberlerini Tanrının oğlu , kimisi ise Tanrı'nın en sevgili peygamberi haline getirdiler.Mezarları süslü türbelere dönüştürüp , ölülerin ya da taşların etrafında dönerek ibadet ettiler.Onlardan dilekte bulundular , taşları öpüp , yüz sürdüler.Allah'ın emri diye isnat ederek , şeytan taşladılar , şeytanı içlerinde göremediler , birbirlerini çiğneyip , ezerek öldürdüler yine de vazgeçmediler.Din turizmi , din tüccarlığı para kazanmanın vazgeçilmezleri içinde yer aldı.

 

"Hoca,

Istersen bin var Hacca,

Hepisinden iyice,

Bir gönüle girmektir...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

DEĞİŞTİRELİM BİRAZ BAKIŞ AÇIMIZI

 

şu hologram ile bağlantılı bir eren sözü ekleyelim isterseniz

 

"Muhiddinem, dervişem

 

Hak yoluna girmişem

 

Onsekizbin alemi

 

Bir zerrede görmüşem"

aslında bayağı mesafe katediyoruz gerçeği anlama konusunda farkındamısın ? taşlar yerine oturuyor gün be gün

 

Tasavvufun İslam inançlarıyla gelen pekişen bir akım olduğu söylenemez. tasavvufun bütün ilkeleri İslam dinine Kuran ile gelen ilkelere aykırıdır. Özellikle tasavvufun tanrı anlayışını islamın özü ile bağdaştırmanın olanağı yoktur. İslam anlayışına göre tanrı evreni yoktan varetmiştir oysa tasavvuf buna karşıdır, tasavvufta yaratma yoktan varetme değil tanrının görünür duruma gelmesidir. Öte yandan insan-tanrı özdeşliği vardır, tanrı konuşan insan kılığında görünmüş, insan bilinmeyen tanrının bilinen tanrıya dönüşmesini sağlamıştır.

 

Tasavvufu herhangi bir dinle özdeşleştirmenin olanağı yoktur. "72 millete bir gözle bakmayan bizden değildir" anlayışı tasavvufun olmaz ise olmaz anlayışıdır. Hem dünya üzerinde biz-onlar, müslüman-hiristiyan, türk-yunan, şii-sunni gibi ayırımlara gidip hemde tasavvuf yolunda ilerleyemezsiniz. Bu anlamda Kuran dahil hiçbir ilahi kitap tasavvufi bir değer taşımaz çünkü tamamıyla ayırımcılığa hizmet ederler.

 

Mevlana ile devam edelim ;

 

Şunu bilesin ki müslüman değildir aşık,

Aşk mezhebinde ne küfür, ne iman,

Ne ten var, ne akıl var,

ne gönül ne de can,

aşıktan sayılmaz böyle olmayan.

Yaratılış bir görünüştür, yokluktan varlığa geliş değildir. Tanrının görünür duruma gelmesi evrenle onun kapsadığı varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştır. Bu nedenle bütün görünenler tanrısal yansımalardır. Biz buna çokluk diyoruz. Bir olan tanrının görünümü çokluktur.

 

Şeriat bu konuda da yanıltıcı ve gerçeği kavramaktan uzaktır. Çünkü şeriata göre statik bir tanrı anlayışı vardır bu statik tanrı olup biten herşeyi dışarıdan seyretmekte bununla da kalmayıp insanlar ile ilgili gözlemlerinde meleklere görev vermekte onlarda sevap ve günahların takibini yapmaktadırlar. Bu açıkça tanrının dışında bir varlık alanı tanımı yapmak demektir ki bu imkansızdır. Klasik şeriatçı anlayışa göre tanrı yalnızca gözlemcidir.

 

Bütün insanlar tanrısal bir öz ile birbirine bağlantılıdır. Yani her kim bir başkasına kötülük veya iyilik yaparsa aslında kendisine yapar.

Ayrılık-başkalık bir yalancı yorumdur ve dinler büyük ölçüde bu ayrılığı beslerler.

Gerçekte tek din vardır bu da insan-tanrı özdeşliğine dayanan sevgidir.

 

Sevmek ibadettir.

 

Cennet-cehennem gerçek değildir.Şeriatın yanıltıcı bir yorumudur. Cehennem tanrıdan ayrılık, cennet tanrı ile birlikte olmaktır. Şeriat bu iki sözcük ile "havuç-sopa" anlayışını benimser. Bu anlayış sakat bir anlayıştır ve genellikle hayvan terbiyesinde kullanılan ilkel bir eğitim anlayışıdır. Klasik şeriatçı mantık ruhlara korku salmayı kendisine görev edinmiştir halbuki uzun süre korku altında yaşayan bireyler psikolojik -patolojik problemler yaşarlar ve karar alma, düşünme, hissetme yetenekleri dumura uğrar. Bu şeriatın insan üzerinde yaptığı büyük bir tahribattır.

 

İlahi özde böyle saptırıcı ayırımlar yoktur. İlahi öz birleştiricidir ve bütün ayırımları ortadan kaldırır. Yolu sevgiden geçen herkes birgün bir yerde buluşur.

 

Şeriatda ibadet aldatıcı bir kurumdur. Kişinin özünü, ruhunu eğitici değildir bunun yerini biçimsel ibadet almıştır. Adeta diyebiliriz ki biçimsel ibadet şeriatın merkezindedir. Gerçek tanrı evi ibadethaneler değil insan kalbidir, gönlüdür ve bütün tapınaklar birer kuru yapı olmaktan öteye geçemez. Oysa insan gönlünde bütün tanrısal özellikler ışır.

 

Mevlana dan ;

 

Yıkılmadıkça bu medreseler, bu minareler

Kalenderlik gelişemez hiç bir zaman

İman küfür olmadıkça küfürde iman

Olamaz bir tanrı kulu gerçek müslüman.

birazda sözü Cenab-ı Aşk'a en yakın olana bırakalım ;

 

"Aşk nedir derler. Sen de ki ; ihtiyar ve iradenin terkidir. Aşk padişahların padişahıdır. İki alem onun ayakları altındadır. Can bir kalıp ve bir fanustur. Ona hayat veren Canan'dır. Bedendeki ruh fanusdaki mum gibidir. Ey Canan, sensiz hangi hayat vardır ? Aşksız olma ki ölü olmayasın. Aşk'ta ol ki diri kalasın....... Kendi kendinden memnun olan, kendine yeten akıldır. Aşk ateşi alevlenince kendinden başka herşeyi yakar, kül eder. Herşey yandıktan sonra sen bahtiyar olabililirsin.

 

Kaç bahtiyara aynada kendini görmek nasip olmuştur ? Parlak su sathındaki hayal, aynadaki akis; aklı aşkta eritmedikçe biz değiliz. Akıl ile görülen aydınlık "yalancı fecir" dir. Gerçek fecrin güzelliği gözle değil gönülle seyredilir. Akla değil, aşka iyandır. Aşk mezhebinde küfür de yoktur imanda. Aşk ta ne ten vardır ne akıl, ne gönül vardır ne can. Böyle olmayan bu hale gelmeyen kişi aşık değildir. Aşk dini, aşk mezhebi yetmişiki şeriat'tanda dışarıdır........"

 

Yine büyük usta ile devam edelim ;

 

-İnsan öyle büyük bir sırdır ki bu sırrı söylersem bende yanarım duyan da yanar.

 

-Çok sakal sufîlerin hoşuna gider. Fakat sufi sakalını tarayıncaya kadar, arif Allah’a ulaşır.

-Gönül, göklerden de yüce, göklerden de geniş olmasaydı aya binip de dolaşmazdın şu gönülde. Gönül, pek büyük bir şehir olmasaydı bir padişah sığmazdı oraya, dolaşmazdı o gönülde. A benim canım, gönül şaşılacak bir ormandır; sen de av beyisin şu gönülde. Gönül denizinde binlerce dalgalar coşar, sen de inciler elde edersin şu gönülde. Sustum; çünkü vasıflarını saysam döksem de gönül, düşünceye sığmazsın.”

 

- Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok

 

-Akıl insanı dünya nimetlerine kavuşturur, ancak aşk gökleri insanın ayakları altına serer.

 

-Hiçbir ölü, öldüğü için hasret çekmez. Ancak taatinin azlığına yanar. Yoksa ölen kimse; kuyudan ovaya çıkmış, zevk u safa meclisine ulaşmıştır. Orası doğruluk yeridir, orada yalan yoktur. Ayranla sarhoş olan, has şarabı ne bilsin? Orası öyle bir doğruluk yurdudur ki, Hak onlarla beraberdir. Su ve çamurdan (bedenden) kurtulmuş, nur ile dostturlar. Bu hayat için iki nefesin kaldı. Bari gayret et de, ercesine öl.

 

"Sevgide ne yükseliş ne alçalış olur,

Ne delilik ne akıllılık olur

Hafızlık, şeyhlik müridlik olmaz

Boşveriş aldırmayış başıboşluk olur "

 

Karnın yardım kazmayınan belinen

Yüzün yırttım tırnağınan elinen

Yine beni karşıladı gülünen

Benim sâdık yârim kara topraktır

 

............. Aşık Veysel

 

Hakk'ın kandilinde gizli sır idim

Anamın beline indirdin beni

Ak mürekkep idim, kızıl kan ettin

Türlü irenklere yandırdın beni

 

............. Karacaoğlan

 

Ben bilmez idim, gizli, iyan, hep sen imişsin

Tenlerde ve canlarda nihan, hep sen imişsin

Senden bu cihan içre nişan ister idim ben

Ahir bunu bildim ki, cihan hep sen imişsin.

 

-----------Cami

 

ser**rinim düştüm aşkınla meye

Nasıl girdin elimdeki şu neye

Hem seversin beni Neyzenim diye

Hem de serhoş diye destan edersin

 

----------Neyzen Teyfik

“Mevlana’da gaye , bir olmak , bir bulmak , bir bilmek değildir sadece. O , yolun sonunu bitmekte bulur. Tanrı vuslatına kavuşarak sevgilide yok olmak hedefidir... Vuslat , yok oluşun ancak bir başlangıç kelimesidir.”

 

Yaşam gerçeğinin , var oluşun , kaçınılmaz bir ürünü olan , karşıtların çatışması (diyalektiği) , Mevlana da bir yerde Habil-Kabil örneğiyle anlatır:

 

“Tanrı ak ve kara iki bayrak dikti. Biri Ademdi öbürü yol kesen şeytan. O iki büyük ordu arasında savaşlar oldu, gelip geçti. Bunun gibi , ikinci devrede Habil geldi. Onun arı ve ak nurunun karşıtı ve aykırısı Kabil oldu.”

 

Yok olma , bitme nedir?... Mevlana bunu da adeta bilimsel bir dille anlatır :

 

“Yok olma , bitme , karşıtın karşıtını yok etmesiyle olur. Karşıt kalmadı mı sonsuzluktan başka birşey kalmaz.”

 

Öyleyse kesin barışın ve huzurun tek çaresi yok olmaktır. Mevlana bu özlemi de şöyle dile getirir :

 

“Kişi tümden yok olmadıkça kesin bir’lik olmaz. Bir’lik erişmek değil , yitmektir.”

 

Bir başka yerde de şöyle der :

 

“Bu evrende derviş yoktur , hak ermişi yoktur. Olsa bile , o , ermişlik katına erişmişse yok olmuş demektir.”

 

Karşıtların çatışmasını , kendi kendine oynanan bir “huzur tavlası”na benzeten Mevlana , şunları ekler :

 

“Bu ben’im demek , gerçekte O’dur demektir. Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve niteliğe sığmaz ruh! Erkek-kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir sensin. Kendi kendinle huzur tavlası oynamak için bu ben ve bizi vücuda getirdik. Bu suretle ben ve bizler tümden bir can haline gelirler. Sonunda da sevgiliyle bütünleşirler.”

 

Bu bütünleşmeyi , yine Mevlana , “Ben sudan , ateşden ve esen havadan değilim. Biçimlenen kilden de değilim. Aştım bütün onları” diye anlatır.

 

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

DEĞİŞTİRELİM BİRAZ BAKIŞ AÇIMIZI

 

şu hologram ile bağlantılı bir eren sözü ekleyelim isterseniz

 

"Muhiddinem, dervişem

 

Hak yoluna girmişem

 

Onsekizbin alemi

 

Bir zerrede görmüşem"

aslında bayağı mesafe katediyoruz gerçeği anlama konusunda farkındamısın ? taşlar yerine oturuyor gün be gün

 

Tasavvufun İslam inançlarıyla gelen pekişen bir akım olduğu söylenemez. tasavvufun bütün ilkeleri İslam dinine Kuran ile gelen ilkelere aykırıdır. Özellikle tasavvufun tanrı anlayışını islamın özü ile bağdaştırmanın olanağı yoktur. İslam anlayışına göre tanrı evreni yoktan varetmiştir oysa tasavvuf buna karşıdır, tasavvufta yaratma yoktan varetme değil tanrının görünür duruma gelmesidir. Öte yandan insan-tanrı özdeşliği vardır, tanrı konuşan insan kılığında görünmüş, insan bilinmeyen tanrının bilinen tanrıya dönüşmesini sağlamıştır.

 

Tasavvufu herhangi bir dinle özdeşleştirmenin olanağı yoktur. "72 millete bir gözle bakmayan bizden değildir" anlayışı tasavvufun olmaz ise olmaz anlayışıdır. Hem dünya üzerinde biz-onlar, müslüman-hiristiyan, türk-yunan, şii-sunni gibi ayırımlara gidip hemde tasavvuf yolunda ilerleyemezsiniz. Bu anlamda Kuran dahil hiçbir ilahi kitap tasavvufi bir değer taşımaz çünkü tamamıyla ayırımcılığa hizmet ederler.

 

Mevlana ile devam edelim ;

 

Şunu bilesin ki müslüman değildir aşık,

Aşk mezhebinde ne küfür, ne iman,

Ne ten var, ne akıl var,

ne gönül ne de can,

aşıktan sayılmaz böyle olmayan.

Yaratılış bir görünüştür, yokluktan varlığa geliş değildir. Tanrının görünür duruma gelmesi evrenle onun kapsadığı varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştır. Bu nedenle bütün görünenler tanrısal yansımalardır. Biz buna çokluk diyoruz. Bir olan tanrının görünümü çokluktur.

 

Şeriat bu konuda da yanıltıcı ve gerçeği kavramaktan uzaktır. Çünkü şeriata göre statik bir tanrı anlayışı vardır bu statik tanrı olup biten herşeyi dışarıdan seyretmekte bununla da kalmayıp insanlar ile ilgili gözlemlerinde meleklere görev vermekte onlarda sevap ve günahların takibini yapmaktadırlar. Bu açıkça tanrının dışında bir varlık alanı tanımı yapmak demektir ki bu imkansızdır. Klasik şeriatçı anlayışa göre tanrı yalnızca gözlemcidir.

 

Bütün insanlar tanrısal bir öz ile birbirine bağlantılıdır. Yani her kim bir başkasına kötülük veya iyilik yaparsa aslında kendisine yapar.

Ayrılık-başkalık bir yalancı yorumdur ve dinler büyük ölçüde bu ayrılığı beslerler.

Gerçekte tek din vardır bu da insan-tanrı özdeşliğine dayanan sevgidir.

 

Sevmek ibadettir.

 

Cennet-cehennem gerçek değildir.Şeriatın yanıltıcı bir yorumudur. Cehennem tanrıdan ayrılık, cennet tanrı ile birlikte olmaktır. Şeriat bu iki sözcük ile "havuç-sopa" anlayışını benimser. Bu anlayış sakat bir anlayıştır ve genellikle hayvan terbiyesinde kullanılan ilkel bir eğitim anlayışıdır. Klasik şeriatçı mantık ruhlara korku salmayı kendisine görev edinmiştir halbuki uzun süre korku altında yaşayan bireyler psikolojik -patolojik problemler yaşarlar ve karar alma, düşünme, hissetme yetenekleri dumura uğrar. Bu şeriatın insan üzerinde yaptığı büyük bir tahribattır.

 

İlahi özde böyle saptırıcı ayırımlar yoktur. İlahi öz birleştiricidir ve bütün ayırımları ortadan kaldırır. Yolu sevgiden geçen herkes birgün bir yerde buluşur.

 

Şeriatda ibadet aldatıcı bir kurumdur. Kişinin özünü, ruhunu eğitici değildir bunun yerini biçimsel ibadet almıştır. Adeta diyebiliriz ki biçimsel ibadet şeriatın merkezindedir. Gerçek tanrı evi ibadethaneler değil insan kalbidir, gönlüdür ve bütün tapınaklar birer kuru yapı olmaktan öteye geçemez. Oysa insan gönlünde bütün tanrısal özellikler ışır.

 

Mevlana dan ;

 

Yıkılmadıkça bu medreseler, bu minareler

Kalenderlik gelişemez hiç bir zaman

İman küfür olmadıkça küfürde iman

Olamaz bir tanrı kulu gerçek müslüman.

birazda sözü Cenab-ı Aşk'a en yakın olana bırakalım ;

 

"Aşk nedir derler. Sen de ki ; ihtiyar ve iradenin terkidir. Aşk padişahların padişahıdır. İki alem onun ayakları altındadır. Can bir kalıp ve bir fanustur. Ona hayat veren Canan'dır. Bedendeki ruh fanusdaki mum gibidir. Ey Canan, sensiz hangi hayat vardır ? Aşksız olma ki ölü olmayasın. Aşk'ta ol ki diri kalasın....... Kendi kendinden memnun olan, kendine yeten akıldır. Aşk ateşi alevlenince kendinden başka herşeyi yakar, kül eder. Herşey yandıktan sonra sen bahtiyar olabililirsin.

 

Kaç bahtiyara aynada kendini görmek nasip olmuştur ? Parlak su sathındaki hayal, aynadaki akis; aklı aşkta eritmedikçe biz değiliz. Akıl ile görülen aydınlık "yalancı fecir" dir. Gerçek fecrin güzelliği gözle değil gönülle seyredilir. Akla değil, aşka iyandır. Aşk mezhebinde küfür de yoktur imanda. Aşk ta ne ten vardır ne akıl, ne gönül vardır ne can. Böyle olmayan bu hale gelmeyen kişi aşık değildir. Aşk dini, aşk mezhebi yetmişiki şeriat'tanda dışarıdır........"

 

Yine büyük usta ile devam edelim ;

 

-İnsan öyle büyük bir sırdır ki bu sırrı söylersem bende yanarım duyan da yanar.

 

-Çok sakal sufîlerin hoşuna gider. Fakat sufi sakalını tarayıncaya kadar, arif Allah’a ulaşır.

-Gönül, göklerden de yüce, göklerden de geniş olmasaydı aya binip de dolaşmazdın şu gönülde. Gönül, pek büyük bir şehir olmasaydı bir padişah sığmazdı oraya, dolaşmazdı o gönülde. A benim canım, gönül şaşılacak bir ormandır; sen de av beyisin şu gönülde. Gönül denizinde binlerce dalgalar coşar, sen de inciler elde edersin şu gönülde. Sustum; çünkü vasıflarını saysam döksem de gönül, düşünceye sığmazsın.”

 

- Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok

 

-Akıl insanı dünya nimetlerine kavuşturur, ancak aşk gökleri insanın ayakları altına serer.

 

-Hiçbir ölü, öldüğü için hasret çekmez. Ancak taatinin azlığına yanar. Yoksa ölen kimse; kuyudan ovaya çıkmış, zevk u safa meclisine ulaşmıştır. Orası doğruluk yeridir, orada yalan yoktur. Ayranla sarhoş olan, has şarabı ne bilsin? Orası öyle bir doğruluk yurdudur ki, Hak onlarla beraberdir. Su ve çamurdan (bedenden) kurtulmuş, nur ile dostturlar. Bu hayat için iki nefesin kaldı. Bari gayret et de, ercesine öl.

 

"Sevgide ne yükseliş ne alçalış olur,

Ne delilik ne akıllılık olur

Hafızlık, şeyhlik müridlik olmaz

Boşveriş aldırmayış başıboşluk olur "

 

Karnın yardım kazmayınan belinen

Yüzün yırttım tırnağınan elinen

Yine beni karşıladı gülünen

Benim sâdık yârim kara topraktır

 

............. Aşık Veysel

 

Hakk'ın kandilinde gizli sır idim

Anamın beline indirdin beni

Ak mürekkep idim, kızıl kan ettin

Türlü irenklere yandırdın beni

 

............. Karacaoğlan

 

Ben bilmez idim, gizli, iyan, hep sen imişsin

Tenlerde ve canlarda nihan, hep sen imişsin

Senden bu cihan içre nişan ister idim ben

Ahir bunu bildim ki, cihan hep sen imişsin.

 

-----------Cami

 

ser**rinim düştüm aşkınla meye

Nasıl girdin elimdeki şu neye

Hem seversin beni Neyzenim diye

Hem de serhoş diye destan edersin

 

----------Neyzen Teyfik

“Mevlana’da gaye , bir olmak , bir bulmak , bir bilmek değildir sadece. O , yolun sonunu bitmekte bulur. Tanrı vuslatına kavuşarak sevgilide yok olmak hedefidir... Vuslat , yok oluşun ancak bir başlangıç kelimesidir.”

 

Yaşam gerçeğinin , var oluşun , kaçınılmaz bir ürünü olan , karşıtların çatışması (diyalektiği) , Mevlana da bir yerde Habil-Kabil örneğiyle anlatır:

 

“Tanrı ak ve kara iki bayrak dikti. Biri Ademdi öbürü yol kesen şeytan. O iki büyük ordu arasında savaşlar oldu, gelip geçti. Bunun gibi , ikinci devrede Habil geldi. Onun arı ve ak nurunun karşıtı ve aykırısı Kabil oldu.”

 

Yok olma , bitme nedir?... Mevlana bunu da adeta bilimsel bir dille anlatır :

 

“Yok olma , bitme , karşıtın karşıtını yok etmesiyle olur. Karşıt kalmadı mı sonsuzluktan başka birşey kalmaz.”

 

Öyleyse kesin barışın ve huzurun tek çaresi yok olmaktır. Mevlana bu özlemi de şöyle dile getirir :

 

“Kişi tümden yok olmadıkça kesin bir’lik olmaz. Bir’lik erişmek değil , yitmektir.”

 

Bir başka yerde de şöyle der :

 

“Bu evrende derviş yoktur , hak ermişi yoktur. Olsa bile , o , ermişlik katına erişmişse yok olmuş demektir.”

 

Karşıtların çatışmasını , kendi kendine oynanan bir “huzur tavlası”na benzeten Mevlana , şunları ekler :

 

“Bu ben’im demek , gerçekte O’dur demektir. Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve niteliğe sığmaz ruh! Erkek-kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir sensin. Kendi kendinle huzur tavlası oynamak için bu ben ve bizi vücuda getirdik. Bu suretle ben ve bizler tümden bir can haline gelirler. Sonunda da sevgiliyle bütünleşirler.”

 

Bu bütünleşmeyi , yine Mevlana , “Ben sudan , ateşden ve esen havadan değilim. Biçimlenen kilden de değilim. Aştım bütün onları” diye anlatır.

 

“İkilikten usandım

birlik hanına kandım”.

 

“devşiriben ikiliğim

birliğe yetmeye geldim”.

 

“Hak cihana doludur

kimseler Hakkı bilmez

Onu senden iste

O senden ayrı olmaz”.

 

“Hem batınım hem zahirim

hem evvelim hem ahirim

hem ben O’yum hem O ben’im

hem o kerim-ü han ben’im”.

 

“tevhid imiş cümle alem

tevhidi bilendir adem

bu tevhidi inkar eden

öz canına düşman imiş”.

 

Yunus Emre

"Savaşın sonudur bitti sanırsınız

 

Tasavvuf insana cennet ve cehennemin hakikatini öğretir. Çünkü tasavvuf ehline göre cehennem Allah’ın olmadığı yerdir. Öyle bir yer olmadığına göre cehennem (acı ve ızdırap) yoktur. Muhammed İkbâl’e göre cennet ve cehennem birer mahâl değil , birer hâlettir(takdiridir). Cehennem , cezalandırıcı , intikam alıcı , Allah tarafından kulları için hazırlanmış ebedî bir işkence yeri değil , Allah’a ulaşmış bir varlığın , Allah’ın rahmetini , cana can katıcı rüzgârına karşı tekrar h..as kılacak uslandırma yolları getiren bir tecrübedir(rafineri).

 

Tasavvuf, hürriyettir. Hakiki hürriyet , nefsin elinden azad olmaktır. Yoksa ben hürüm , hürriyet var demekle bir kimse hür olamaz , insan nefsinin zebunu iken , hiçbir veçhile hür sayılamaz. Meselâ bir sigara dumanına bile hüküm geçiremeyip terketmek istediği halde ona esir olmaktan kurtulamayan insan nasıl olur da hürlük iddiasında bulunabilir? Ancak , iştihalarının , iç güdülerinin , arzularının esiri değil , emiri olan insan Koca İskender’e , “Sen benim bendemin bendesisin” diyen Diyojen gibi , hakiki hür olabilir.

 

Tasavvuf birlik demektir. İnsanlıktan maksat da her şeyi birlemektir. Lâ ilâhe illallah’ın manasını, bütün mevcudatın Allah’ın emrine mecbur ve mağlup olduğunu görmektir. Bütün mevcudat , mahiyetlerini ancak Hakk’ın emriyle açığa çıkarabilir.

 

Gerçek mutasavvıf değerini ve derecesini düşünmekle vakit kaybetmeyen , kendi hakikatini ortaya koymak amacı ile , hayatı tabiattan aldığı gibi kabul edip , insan ve eşya münasebetlerini taşın suda yaptığı tek merkezli daireler gibi teklikten çokluğa götüren insandır.

Tasavvuf aslında herhangi bir din kaydından bağımsız olup , insanla başlayan ve insanla tekâmül eden bir düşünce silsilesi ve hayat tecrübesidir. Din ise tasavvufun şerh ve tefsirine muhtaçtır.

 

Şeriat ; “Seninki senin , benimki benim” , der.

Tarikat ; “Seninki senin , benimki de senin” , der.

Hakikat ; “Ne seninki senin , ne de benimki benim” , der.

Gerçek mutasavvıf , dünyaya hakkını veren , kendisine verilen her güzelliği hâlinde ve üzerinde gösterip onun şükrünü ödeyen ve aynı zamanda ahirete de aynı değeri verendir. Ken’an Rifai, bu hakikati şu örnekle açıklıyor: Diyor ki , “Benim üç gözlüğüm vardır. Biri ile yakını görürüm. Yani , dünyayı...Biri ile uzağı görürüm. Yani, ahireti...Üçüncü gözlüğüm ile hem yakını hem uzağı , yani hem dünyayı hem de ahireti görürüm. İşte bu tasavvuf gözlüğüdür.” diyor.

İşte gerçek mutasavvıf , dünya işi ve hizmetinden elini bir an çekmeden gönlüyle her an sevgiliyle olabilendir.

 

"köpeklerin dudakları değdi diye deniz kirlenmez."

 

"kargalar ötmeye başlayınca bülbüller susar."

 

Benden başka bir sözü nakledenler olursa ;

Hem o sözü söyleyenden hem o sözden uzağım..Mevlana

 

Eski Yunan mitolojisinde şöyle bir konu geçer :

 

Tanrılar mutluluğu saklamak istemiş.

Tanrılardan biri demiş ki "yıldızlara saklayalım"..

"Ormanın içine" demiş birisi.

"Denizlerin dibine" demiş ötekisi.

Bir bir sıralamışlar önerilerini. Sonunda şöyle demiş içlerinden biri ;

" Hiç biri olmaz insanoğlu arar bulur, en iyisi mutluluğu onun içine saklayalım , her yere bakar da kendi içine bakmak aklına gelmez."

Kendi içimde mi? nerde? olabilir mi bu?

 

 

Bakın Hz Ali ne diyor ;

 

İlacın sende , ama bilmiyorsun sen ,

Derdin kendinden , ama görmüyorsun sen.

Harfleriyle gizlinin apaçık olduğu

Kitab-ı Mübin'sin sen.

Küçük bir cisim sanıyorsun kendini ;

Oysa sende dürülü en büyük alem

Kendinden başkasına ihtiyacın yok senin,

Bir düşünsen nefs üstünde , ama düşünmezsin ki sen.

(Ali İbn Ebi Talib)

 

Anlaşılıyor ki bunun gerçekten de kendi içimizde olduğunu kabul etmemiz gerekiyor , başlangıcı bu işin , iyi de kötü de doğru da yanlış ta , huzur da huzursuzluk ta hepsi içerde bir yerlerde.

 

Mevlana der ki Mesnevisinde / 1/2909 :

 

"İnsan zihni sazlık gibidir , orman gibidir , orda aslan da var , yaban eşeği de. Sen yaban eşeğinin peşine takılma.

Sakın ! Endişelerden sakın ! Fikir aslan ve yaban eşeğidir , gönüller de ormanlıktır. Mevlana , her ikisinin de içerlerde var olduğunu söylerken irademize de bir tercih kadar iş düştüğünden söz ediyor.

 

Hangisinin peşine takılmayı tercih ediyoruz? Aynadaki ne diyor?

 

Hadi ayağa kalkıp yürümeye başlayalım artık.

 

Bilindiği gibi Hallac-Mansur'u "Enel Hak"("Ben Tanrıyım") dediği için vahşice katletmişlerdi.Tasavvufun Varlık birliği görüşünü anlayamayan sunni gerici ulemanın kışkırtması üzerine düzmece bir mahkeme ile idama mahkum etmişler , önce 1000 kırbaç vurduktan sonra asmış , ardından etlerini lime lime edip , kesik başını sokaklarda gezdirerek halka gözdağı vermişlerdir.

Bu vahşete rağmen Tasavvufu ve varlıkların birliği düşüncesini yokedememişlerdir..

 

Varlıkların birliği görüşünü bir de Mevlana'dan bir menkıbe aktaralım..

 

" SEN HALA TANRI OLAMADIN MI ? YAZIKLAR OLSUN SANA ! Birgün yolda idama hazırlanan bir Rum genci görüyor , darağacının dibinde asılacak. Ferecesini çıkarıp gencin üstüne atarak uzaklaşıyor. Cellatlar , Mevlana' nın himayesine aldığı bu genci asmıyorlar. Makama arzediliyor ve genç , affa uğruyor. Ölümden kurtulan Rum , doğruca Mevlana' nın medresesine gidiyor.Mevlana'dan eğitim almaya başlıyor. Süryanos adına birde Alaeddin ekliyor Mevlana , Varlık Biliğini , görgüyle , halle kavrayan Süryanos , bir müddet sonra bazı taşkın sözler söylemeye başlıyor ; "Tanrı" diyor Mevlana'ya. "Neden böyle diyorsun" diyenlere "ne yapayım diyor , Tanrılıktan daha üstün bir makam yok. Olsaydı o makamın adını takardım Mevlana'ya"

 

Derken biraz daha taşan , biraz daha ileriye giden Süryanos , sözleri yüzünden mahkemeye sevkediliyor. Soruyorlar :

--Siz Mevlana'ya Tanrı diyormuşsunuz ; öyle mi ?

Süryanos cevap veriyor :

--Haşa , ben böyle manasız bir söz söylemedim. Ben , "Mevlana Tanrıyı yaratandır", dedim.

 

Hayret içinde kalan mahkeme heyetine karşı sözüne devam ediyor :

 

--Evet. Küfür , iman , Tanrı elinde. Ölümle hayat da öyle. Ben kafirdim , bana iman verdi , ben ölüydüm , beni diriltti Mevlana. Fakat ben kuldum , beni Tanrı yaptı. Tanrı benim , o , Tanrıyı yaratandır. !

 

Meczuptur , aklı başında olmayana teklif yoktur , mesuliyet terettüb etmez diye bir daha böyle şeyler söylememesini tenbih ederek bırakıyorlar. Mevlana ile buluşunca Mevlana diyor ki :

-Kadıya diyecektin ki ;

"yazıklar olsun sana, eğer sen hala Tanrı olamadıysan

 

Ahmed Sem'ani ve Ruhların Tazelenmesi (Ravhu'l-ervah) isimli 600 sayfalık eserden bazı alıntıların yer aldığı William Chittick'in Tasavvuf isimli kitabı oldukça etkileyici. Ravhu'l-ervah Farsça yazılmış , 1989 yılında Tahran üniversitesinde yayınlanmış ve Türkçesi yok.

Zaten William Chittick'de tasavvuf edebiyatının büyük ölçüde keşfedilmeden durduğunu söylüyor.

İşte bu kitaptan daha önce hiç bu şekilde yorumlamadığım Hz. Adem ve yasak meyve alıntıları.

 

Ey ağaç yasla başını Adem'in tahtına !

Ey meyveye yönelen iştah, gir Adem'in kalbine !

Ey lanetli, gevşesin senin vesvesenin gemleri !

Havva sen göster yolu !

Ey Adem yeme meyveyi, tut kendini !"

Ey kendini zaptediş, yaklaşma Adem'e !

Allahım, Allahım nedir bütün bunlar ? "Biz Adem'i kayıtsızlık tahtından ihtiyaç vadisine indirmek istedik. Aşkın sırrını açığa vurmak istedik."

 

Ey kul , kaçın isyandan ve uzak dur hevesten !

Ey heves, al onun dizginlerini eline !

Ey dünya, teşhir et kendini ona !

Ey kul, göster kendini zaptedmeyi !

Ey kendini zaptediş, yaklaşma ona !

Allahım, Allahım nedir bütün bunlar ? "Kulu biz yalvartmak istedik. Bağışlayıcılık sıfatımızı aşikar kılmak istedik"

 

Dikkat edilirse konu "tasavvuf ve diyalektik" bağlamında işleniyor yani burada Tanrı "tavşana kaç, tazıya tut" diyor ve bir pasajda şu cümle dikkat çekici ;

 

"Çalışıp çabalama yeri olan şu dünyaya gel. Yoksulluk denen öğretmen aşkın alfabesini sana öğretecektir."

 

İlave olarak bu kitapta en çok beni etkileyen bölüm "Hicap Paradoxu" oldu. Bazı alıntıları ve aşağıya ekledim.

 

"Hicap , sözlük anlamı ile engel , mani, hakikate ulaşma yolundaki yolcunun önündeki perdeler anla**na gelir ve tasavvufi anlayışın çok önemli bir yönünü oluşturur.

 

"Seni tomurcuk ağızlı ," dedim, gül yanaklı sevgilime ,

"niçin gizliyorsun yüzünü naz yapan kızlar gibi ?"

Güldü ve "Dünyanızın güzelliklerinin tersine," dedi

"görünürüm perdede , ama onsuz kalırım gizli." (Cami)

 

Keşf sözcüğüde hicapların kaldırılması "peçenin açılması" anla**na gelir ki bu hicap konusu ile ilgili olarak sıkça karşımıza çıkacak bir sözcüktür.

 

Bu konuda yazılmış pek çok tasavvufi eser olmakla birlikte asıl önemli olan 10 yy filozoflarından Niffari'nin 250 sayfalık metinlerinde buluyoruz (Mawqif of Nearness-A.J.Arberry)

 

Konuyu çok detaylandırmadan Niffari'nin sözlerinden alıntılar ile devam edelim ;

 

O bana dedi ki : Hicabın izhar ettiğim her şeydir; hicabın gizli tuttuğum her şeydir; hicabın ispat ettiğim her şeydir; hicabın mahvettiğim her şeydir ve hicabın, tıpkı senin hicabın perdelediğim şey olduğu gibi, açtığım şeydir.

 

O bana dedi ki : Hicabın kendindir; o da hicaplerın hicabıdır. eğer ondan çıkarsan hicaplardan çıkarsın; dolayısıyla eğer onunla hicaplı kalırsan, hicaplarda mahcup kalırsın.

 

O bana dedi ki : Benim nurum olmadan hicabından çıkamazsın. Öyle ki, Benim nurum hicabı delip geçer ve sen onun nasıl perdelediğini ve ne ile perdelediğini görürsün.

 

O bana dedi ki : Eğer seni çağırırsam, Beni takip etmenle hicapların bir kenara atılacağını bekleme; zira onların sayısını hesap edemezsin ve onları bir kenara atamazsın.

 

O bana dedi ki : Eğer hicapları bir kenara atabilseydin, nereye atardın ? Atmak bir hicaptır ve atılacak "yer" de bir hicaptır. Öyleyse bana uy. Hicaplarını Ben kaldırırım ve Benim bir kenara attığım hicaplar bir daha geri gelmez...

 

O bana dedi ki : Ey kulum ! Eğer bilgi seni bilgiden kovmazsa ve eğer sen bilgiden yalnız bilgiye girersen, bu durumda bilgiden perdelenmiş olursun.

 

Ey kulum ! kendini bilgiden bilgiyle perdele ; böylece yakın hicapla perdelenirsin. Kendini bilgiden cehaletle perdeleme ; yoksa uzak hicapla perdelenirsin.

 

Ey kulum ! Bilgini de cehaletini de denize at. Ben seni kul olarak alacağım ve seni "güven içinde" diye yazacağım.

 

..........

 

Ey kulum ! Benden ne arıyorsun ? Bildiğin bir şeyi arıyorsan, hicapla tatmin oldun. Yok eğer bilmediğin bir şeyi arıyorsan, bu durumda da hicabı arıyorsun demektir.

 

O bana dedi ki : Sen Beni gördüğünde, keşif ve hicap eşit olacatır.

 

O bana dedi ki : Ey kulum ! Açılmamış bir hicap ve perdelenmemiş bir keşif vardır. Açılmamış hicap Bana ilişkin bilgidir ve perdelenmemiş keşif Bana ilişkin bilgidir.

 

Mevlana, insanın Tanrıyı kendisinde araması gerektiğini söyler ;

 

Senin canının içinde bir can var, o canı ara

Dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara

Yürüyen dervişi arıyorsan, onu senden dışarıda arama,

kendi nefsinde ara.”

 

Mevlana’ya göre her şey insandadır. İnsan Tanrı kitabının örneğidir.

 

“Ey Tanrı kitabının örneği, insanoğlu ,

Ey şahlık cemalinin aynası mutlu varlık ,

Her şey sensin , alemde ne varsa senden dışarda değil

Sen ne ararsan kendinde ara , çünkü her varlık sende”

 

İnsanın Tanrı kitabının örneği olması ne demektir? İnsan ve Kur’an her ikisi de Tanrı’nın ayetlerini yansıtmıyor mu? “Şah-ı Merdan Ali” “Ben konuşan Kur’an’ım” dememiş miydi?

 

Tasavvuf , Cüneyd-i Bağdadi’nin anlatımıyla “Hakk’ın seni sende öldürüp , kendisi ile ihya etmesidir.” İnsan kendi nefsini öldürürse gerçeğin ışığı ile , Tanrının sevgisi ile dolar. Bu insan-ı kamil olma aşamasıdır. Bu , Tanrıyı yer*gökte aramayan , O’nu insanda bulan , bir gönülde mihman eyleyen insanın halidir.

 

Yunus , insanın ruh olarak evren kurulmadan önce Tanrı ile beraber olduğunu belirtir ;

 

“Bu cihana gelmeden sultan-ı cihanda idim

Sözü gerçek hükmü revan ol hükm-i sultanda idim

Halayık bunda gelmeden gökler melaik dolmadan

Bu mülke bünyad olmadan mülkü yaradanda idim”

 

Yunus yere, göğe sığmayan Tanrıyı insanda bulur ;

 

“Bu tılsımı bağlayan , cümle dilden söyleyen

Yere göğe sığmayan , girmiş bu can içinde

Baştan ayağa derin Hak’tır seni tutmuş

Hak’tan ayrı ne vardır , kalma güman içinde

 

Yunus artık tasavvufun sırrını açıklamaktan çekinmez olur ;

 

“Tanrı kadim , kul kadim , ayrılmadım bir adım

Gör kul kim , Tanrı kimdir , anla ey sahib-kabul”

 

Mevlana da yaratan-yaratılan ayırımını kabul etmenin ikilik olacağını ve birlik (tevhid) inancına ters düşeceğini söyler. Benzer yaklaşımı Hacı Bektaş Veli’de de bulmak mümkündür. Onun insan-Tanrı ilişkisi üzerine söylediklerini Makalat’ın günümüz Türkçe’siyle şöyle ifade edebiliriz ;

 

“Eğer Muhiblere sorarlarsa Tanrıyı nice bildiniz , Muhipler cevap verirler , kendi özümüzden bildik ve hem kendi özümüzü Çalap Tanrıdan bildik. Sözümüzün delili , şartı budur ki , Hazreti Resul , “her kim kendini bilirse Tanrıyı bilir” sözüdür. Muhiplerin söylediklerinin özü , Tanrı adem sureti içindedir , ayrı yerde onu arayan nice bulasıdır.”

 

Tasavvuf yaratan-yaratılan ikiliğini ortadan kaldıran , yaratılanı yaratanın tecellisi olarak algılayan bir felsefedir. A. Yaşar Ocak, bu ikiliğin insan-ı kamil kavramı ile ortadan kaldırıldığını ileri sürer. Ona göre , bu kavram üstün ilahi sıfatlarla donatılarak velayet teorisi içine yerleştirilmiştir. İnsan-ı kamil mertebesine velayet sistemindeki kademelerin aşılmasıyla ulaşılır.

 

İnsan-ı kamil tasavvufun ideal insan modelidir.

Hacı Bektaş Veli’nin “Dört Kapı Kırk Makam” kuramı sadece Tanrıya ulaşma aşamalarına değil aynı zamanda toplumsal hayatın değerler sistemini , ideal davranış kalıplarını sunar. Nefsi ezmek , edep , ilim , cömertlik , kendini bilmek , kişileri aşıp iyiyi kötüyü görmek , yaratıklardan hiç birine zarar vermemek , gerçeği söylemek , sabretmek , gönül gözüyle gözlemde bulunmak ,Tanrısal bilimi öğrenmek vb. bunlar kırk makamdan sadece bir kaçıdır.

 

Ben düşündükçe var dünya; ben yok, o da yok

Gören göze , güzel çirkin hepsi bir;

Aşıklara cennet cehennem hepsi bir ;

Ermiş , ha çul giymiş ha atlas

Yün yastık taş yastık , seven başa hepsi bir.

Ömer Hayyam

 

David Bohm'un en önemli tesbitlerinden biri , günlük yaşantımızın gerçekte bir holografik görüntü olduğuydu.. Bilim bu tesbitleri henüz yapmamış iken , Tasavvuf ehli kişilerin esasında çok farklı şeyler söylemediklerini görüyoruz.

 

Ey sözlerin aslın bilen , gel de bu söz kandan gelir

Söz aslını anlamayan , sanır bu söz benden gelir

Söz karadan aktan değil , yazıp okumaktan değil

Bu yürüyen halktan değil , halık avazından gelir.

Yunus Emre

 

Hologram prensibi , tasavvufun anlatmak istediğinin , kısmen de olsa daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır.

 

Dilim dilim bende yürek

Aşk nicedir gel benden sor.

Savrulurum kürek kürek

Aşk nicedir gel benden sor.

Hallac-ı Mansur

 

Tasavvufi Tanrı anlayışının kavranamaması İsa'yı çarmıha , Hallac-ı Mansur'u darağacına göndermiştir.Öyle ki İsa'nın Tanrı tanımlarını İncil yazarları dahi anlayamamış , İsa'nın Tanrı olduğu , Tanrı'nın oğlu olduğu ve teslis gibi kavramlarla , gerçek anlamından saptırmışlardır.

 

Onsekizbin alemin cümlesi BiR içinde

Kimse yok BiR den ayruk , söylenir BiR içinde

Cümle BiR onu BiRler , cümle ona giderler

Cümle dil onu söyler , her BiR tebdil içinde.

 

Kainatın ve tüm varlıkların Tanrıdan türediği , tüm varlıkların özünde Tanrıdan bir nur , bir ışık olduğu , insanın beden ve nefs yükünden bağımsız hale gelebildiğinde geriye Tanrı özünün kaldığı gerçeğini kavrayamamışlardır.Onu Hululiye mezhebindeki "Tanrının insan suretinde görünmesi" inancı ile ilgisi yoktur.Bu anlayışın tasavvufta yeri yoktur.

 

Ben bunda seyr eder iken , aceb sırra erdim ahi

Bir siz dahi sizde görün , dostu bende gördüm ahi

Bende baktım bende gördüm , benim ile BiR olanı

Suretime can vereni , Kimduğini bildim ahi.

 

 

Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır,

Gül-i güzâr olup hâr olmamaktır.

 

Bâr, yük demek... Bâr-ı girân , ağır yük demek... Bârgir , yük taşıyan demek... Beygir olmuş zamanla ; yük taşıyan at demek...

 

Tasavvuf dost olmaktır ama , kimseye yük olmamaktır. Bilakis herkese iyilik yapmaktır. Gül-i gülzâr olup , gül bahçesinin gülü olup , hâr olmamaktır , diken olmamaktır.

 

Aşkın aldı benden beni , bana seni gerek seni

Ben yanarım dün ü günü , bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinirim , ne yokluğa yerinirim

Aşkın ile avunurum bana seni gerek seni.

 

Bu noktada ufak bir ilave yapmak isterim.

 

"Her şey O'dur " ve aynı zamanda "Hiç bir şey O" değil.

 

eğer yalnızca "Herşey O" diye düşünürseniz bu panteizme çıkar,

 

yok eğer "hiçbir şey O değil" diye düşünürseniz bu da klasik dini anlayışların (kelam vb.) yorum biçimdir ki Tanrı'yı alıp insanın çok ama çok uzağında düşünmek ve dahi anlamamak demek.

 

bunların ikisini bir araya getirirseniz, yani hem "herşey O'dur " hem de "hiçbirşey O değildir" birlikte düşünebilir ve anlarsanız o zaman tasavvufi bir anlayış geliştirmiş olursunuz.

(tabii şu gerçeği unutmadan ; "herşeyin O" oluşu "hiç birşeyin O" olmayışında daha baskındır,

hani rahmetinin gazabını geçmesi var ya işte bunun gibi)

 

Bu da tasavvufun diyalektiğidir. Zaten tasavvuf özü gereği zıt olanları birleştiren bir anlayıştır ve bu yolda Musa ile Firavun aynı kadehten şarap içerler.

 

Çünkü AŞK birleştirici bir gerçekliktir ve tasavvuf AŞK'a giden yolun adıdır veya başka bir ifade ile AŞK'ın dinidir.

 

Eflatun da delirir, İbn Sina da,

Aşk bir şıkırdattı mı aklın zincirlerini. (Rumi)

 

İbn Arabi Futuhat ismli eserinde şunları söyler ;

 

" Hiç kimse Yaratan'ından başkasını sevmez; ama O Zeynep, Suat, Hind, Leyla, bu dünya, para, makam ve dünyada sevilen herşeye duyulan sevgi dolayısıyla ondan perdelenir (hicap paradoksu). Şairler sözlerini tüm bu varlıklar üstüne tüketirler; ama onlar bilmezler. Arifler, şekillerin perdesi arkasında gizli Allah hakkında bir dize, bir muamma, bir kaside, bir aşk şiiri asla işitmezler"

 

yine buna benzer bir şekilde Rumi Fihi Ma Fih s.35 de şunları söyler;

 

İnsanların anne, baba, dostlar, gökler, yer, bahçeler, saraylar, bilgiler, işler, yiyecek,içecek vb. çeşitli şeylere karşı duyduğu umut, arzu ve tutkularının hepi Allah'a karşı duyulan arzulardır ve bütün bunlar perdelerdir.

 

İnsanlar bu dünyadan göçüp Ezeli-Ebedi Padişah'ı bu perdeler olmaksızın görünce, tüm bunların birer perde ve örtüden ibaret bulunduğunu ve arzularının nesnesinin gerçekte o Tek Şey olduğunu bilirler. Onların tüm güçlükleri halledilir, kalplerindeki tüm sorular ve müşkülatlar cevaplandırılır ve herşeyi yüz yüze apaçık görürler.

 

özetle herşeyin başı da sonuda AŞK'dır.

--------------------------------------------------------------------------------

 

Dağa düşer kül eyler, gönüllere yol eyler

Sultanları kul eyler, cüretli nesnedir AŞK (Yunus)

Mevlana'yı anlayabilmek için Tasavvuf'u iyi bilmek gerekir.

Hallac-ı Mansur'u anlayamayan , varlıkların birliğini kavrayamayan Mevlana'nın sözlerine de akıl erdiremez.

Mevlana'nın yanındamıymış Ahmet Eflaki? Bu asılsız yorum yapılmış.

Mevlana'nın eserlerinde bulunmaz öyle bir örnek.

Başka bir yazarın kitabındaki karaçalmayı , Mevlana'nın eseri gibi sunmamalı , dürüst olmak için yanlış anlaşılmasın diye , Menakıbul Arifun-Ahmet Eflaki yazmalıydın.Kasıtlar hala sürüyor.

 

Mansur'u , Mevlana'yı anlayamayan , Yunus'u anlayabilir mi hiç?

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

 

tasavvuf düşüncesindeki insanların, bu düşüncelerini açtıklarında tepki görmüşler.

 

Giordino Bruno , Aristotales’in evreni bölümlere ayırmasına karşı çıkarak, Tanrı ve evren bir ve aynı şeydir . Tanrı , evrenin yaratıcısı değil kendisidir. Ne yaratan vardır ne de yaratma eylemi , olmakta olan şey vardır. Evren-Tanrı sonsuz büyüklükte nasıl bulunuyorsa , sonsuz küçüklükte de öylece bulunur. Sonsuz gerçek olarak onun her yerde bulunması yüzünden doğada her şey canlıdır. Ve hiçbir şey yok olmaz..

 

 

 

benim aklıma ilk gelen JOHN WYCLİFFE ..

 

OXFORTTA YETİŞMİŞ BİR TEOLOJİ DOKTORU VE BÖLGE PAPAZI ...

 

ASIL DECCAL PAPADIR DEME CESARETİNİ YAKALAMIŞTIR..

Komşu, eş, dost; hepsi O.

Dilencinin abası, şahın çuhasındaki ; hepsi O

Selsebil ziyafetler ve meclislerdeki,

Hepsi O vallahi, billahi, hepsi

 

benim anam aşk, babam aşk,

peygamberim aşk, dinim aşk

Allahım aşk,

ben bu dünyaya aşkı anlatmaya geldim. (Rumi)

 

 

Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış.

Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun.

Bağışla ve unut.

Ama kimseye teslim olma.

 

Bir kez gönül yıktınısa

Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi

Elin yüzün yumaz değil

 

Bir gönülü yaptın ise

Er eteğin tuttun ise

Bir kez hayır ettin ise

Binde bir ise az değil

 

Yol odur ki doğru vara

Göz odur ki Hak'kı göre

Er odur alçakta dura

Yüceden bakan göz değil

 

İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz.

Ve unutma ki insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri,

sonsuz uzunlukta bir kumsaldaki tek bir kum taneciğinden daha fazla değildir.

 

 

Yiğit ki aşk yoluna gönül verdimi,

Pervane olur yanar, yakar kendini.

Aşk yolunda pervane olmayanın ;

Masaldır, palavradır imanı dini ! (Ö.Hayyam)

 

 

Birisi sordu : 'Aşıklık nedir ?' Dedim ki : " Benim gibi olursan bilirsin !"

Mevlana (Mecalis-i Sab'a, 82)

 

"Aşk ; her ne şekilde açıklasam da , anlatsam da onu tarifte insan dilsiz kalır.

Bu aşkın mahiyeti ise sözle anlatılmaz , satırlara sığmaz . Ancak tadanlar bilir.

Kalem , gerçi her şeyi yazar ama , aşka gelince başı döner.

Akıl , aşkı anlatmada çamura batmış eşek gibidir. Aşkı ve aşıklığı yine aşk izah eder.

Güneşe delil , yine güneştir. Sana delil lazımsa , güneşten yüzünü çevirme." (Mesnevi, I/ 117-121) beyitleriyle aşkın tarife sığmadığı söylenilirken , aklin acizliği bir kere daha dile getirilir.

 

İnsan , faniye duyduğu aşkta kararlı , vefalı ve sadık ise , bu mecazi aşk onu gerçek sevgiye , ilahi aşka götürebilir :

 

* *"Vehme , hevese aşık olan sadıksa ; bu mecaz onu hakikate götürür." (Mesnevi , I /2861)

 

* *Mecnun, Leyla'nın aşkıyla yola çıkmış , neticede Mevla'nın aşkına ulaşmıştır.

 

Dergaha katılmak isteyen köylüye sorar Mevlana ;

- Hiç aşık oldun mu?

- Hayır. Ama bir ineğim vardı , çok severdim onu..

" Kafi" demiş Mevlana " "Hiç yoktan iyidir.Kenarından , köşesinden de olsa aşkla tanışmışsın.Hoşgeldin aramıza"

 

Ama insanın ne mecazi , ne hakiki aşktan nasibi yoksa Hazret-i Mevlana , bunlara sert bir dille çatar:

 

* *"Mademki aşık olmuyorsun, git yün ör , iplik eğir.

* *Yüz işin var, yüz renge boyanmışsın , yüz rengin var , yüz alacan...

* *Mademki kafatasında aşk şarabı yok ,

* *Var, geliri bol kişilerin mutfağında kase yala..."

* * * * * *(Rubailer,126)

 

* *"Her kim aşk ile yanıp tutuşmamışsa; o, uçmayan, kanatsız kuş gibidir." (Mesnevi,I/31)

 

İnsanın hakiki aşka ulaşabilmesi için , önce mecazi aşkı , fani aşkını tatması gerekiyor.Tanrı aşkının asıl şartı ise Tanrıyı bilmek , hissetmek..

Hissedemiyorsanız Tanrı aşkını anlayamazsınız.Aşıklara da anlam veremez , onları delilerle eş tutarsınız.

 

 

Aşk hayatın aslıdır, özüdür. Kainatın yaratılış sebebi aşktır.Mademki varlığın mayası aşktır , aşkın en ileri noktası olan Allah aşkı ve muhabbeti her şeyin üzerinde değere sahiptir.

Kainatın yapısı , galaksilerin dizilişi ve müthiş bir hızla merkezden kaçışı , gezegenlerin yıldızlar etrafında dönüşü , elektronların atom çekirdeği etrafında dönüşleri , muazzam ve akılalmaz büyüklükteki ve yine akılalmaz küçüklükteki harikuladelik ve ihtişama aşık olunmaz mı?

Bu ihtişam karşısında duyulan aşkla bir faniye duyulan geçici aşk kıyaslanabilir mi?

Ya doğanın güzelliği.Binbir çeşit çiçeğin ve ağacın süslediği dünyamızın havasına , suyuna , denizine , ormanına ve birbirinden harika binlerce çeşit suda , karada ve havada yaşayan mahlukatına hayranlıkla bakmamak mümkün mü?Köpük köpük çağlayarak akıp giden nehirlere , bembeyaz kar tanelerine , çatlamış kurak toprakları canlandıran yağmur damlalarına , mehtabın altında ışıl ışıl yakamozlara aşkla bakmamak elde mi?

 

Derseniz eğer ya acılar , üzüntüler , zulümler , adaletsizlikler ne olacak?

Acı olmasa tatlı , tasa olmasa sevinç , mutsuzluk olmasa saadet , haksızlık olmasa adalet , kötü olmasa iyi , inançsız olmasa inançlı olur muydu hiç?

 

 

Allah herseyi bir duzen icinde dizginlemeseydi,

 

mesela su bazen donup bazen donmasa idi,

 

veya tas yere bazen dusup bazen dusmese idi.

 

bunlara ait kanunlar olamazdi ve simdiki manada bunlarla ilgili bilimsel gelismeler olmazdi.

 

dikkat edersen bu tabiattaki kanunlarda bir azamet de gorunuyor ki,

 

kanunlar her yerde gecerli kilinmis.

 

demek bu kanunu koyan zati`itibariyle hic bir yerde olmadigi halde

 

sifatlari iradesi ilmi ve kudretiyle heryerdedir.

 

Bu söz gibi binlerce söz söylenmiştir tasavvuf yolunda yürüyenler tarafından.

Lakin onlar içinde yaşadıkları dönemin koşullarından

ve şeriat tarafından kuşatılmışlıklarından dolayı

açık bir şekilde şeriata karşı çıkışın içinde olamamışlar, olmamışlarıdır.

 

Bu kimi zaman "sözlerim ahali tarafından dinlenmez" endişesi ile (ki bugün bile bu böyledir) kimi *zaman kendisine Hallac muamelesi yapılmasından endişe ederek

hakikate ait sözleri üstü kapalı kılıflar içinde sunmayı tercih etmişlerdir.

 

Düşünsenize, bugün bile inanan insanlar ancak ve ancak ehl-i sünnet itikatını

benimsediği taktirde din adamlarının sözlerini dikkate almakta ve

eğer bir dini kişilik namazında niyazında değilse

onun her söylediğinin din dışı kabul edilmektedir.

 

Mesela Yunus şu sözleri ile ne demek istiyordu acaba ?

 

Sayrı olmuş iniler, Kur'ân ününü dinler

Kur'ân okuyan kendi, kendi Kur'ân içinde.

veya "ete kemiğe büründüm Yunus deyu göründüm" derken,

 

veya şu beyitlerde ;

 

Hakk cihana doludur, kimseler Hakk'ı bilmez

Onu sen senden iste, o senden ayrı kalmaz

 

Niyazi Mısri den şu beyitler mesela ;

 

Sağı solu gözler idim, DOST yüzün görsem deyu,

Ben taşrada arar idim, ol can içinde CAN imiş!..

 

Ariflerin öncüsü olarak bilinen Ali İbn Ebi Talib'in şu sözleri ne anlatıyor bizlere acaba ?

 

İlacın sende, ama bilmiyorsun sen,

Derdin kendinden, ama görmüyorsun sen.

Harfleri ile gizlinin apaçık olduğu,

Kitab-ı Mübin'sin sen.

Küçük bir cisim sanıyorsun kendini;

oysa sende dürülü en büyük alem

Kendinden başkasına ihtiyacın yok senin,

Bir düşünsen nefs üstünde, ama düşünmezsin ki sen.

veya Sadreddin-i Konevi şu sözleri ile açıkça beyan etmiyor mu bu durumu ?

 

"Kamil insan bütün ilahi ve kozmik kitapları kuşatan bir kitaptır"

 

veya Mevlana,

 

"İnsan öyle büyük bir sırdır ki, bu sırrı söylersem bende yanarım duyanda yanar"

derken ne anlatmak istiyordu acaba?

 

 

veya Bayezid-i Bistami hacca giderken karşılaştığı bir zaat'ın

 

"Ka'be *benim, çevremde yedi kere dolaş sonra memleketine dön, beyhude zahmet çekme.

 

Ka'be kurulalı Tanrı o eve bir kere bile girmedi, fakat benim varlığım yapılalı bu evden bir kere bile çıkmadı"

 

demesinde bu incelik ifade edilmez mi ?

 

 

 

Daha sayısız mana yakalayabiliriz söylenegelmiş sözlerden.

Lakin yalnızca "dünyaya gelişin hüner olmadığını" bilmek ve

kamil insan olmaya doğru giden yolculardan olmak şartıyla

bu sözlerin muhattabı olabiliriz ancak.

 

Yalnızca etten kemikten bir insan olmak yetmez yücelik için,

yoksa ne farkı kalırdı ömrünü insanlara

hizmet etmeye adayan Rahibe Teresa ile

Hitler gibi, Bush gibi, Saddam gibi kasaplar arasında.

" Kamil İnsan" olmak şarttır bu yücelikten pay alabilmek için.

 

Bu sözü istediğin gibi kullanabilirsin tabii ki, zaten doğru sözün sahibi yoktur ki.

 

 

 

Mevlana birgün bir papazın vaazın'ı dinler, papaz vaazında der ki;

 

"Şükürler olsun Tanrımıza ki bizi imanlı insanlardan yaptı

yoksa imansızlardan olsaydık ne yapardık ? "

Vaazın bitiminde Mevlana papazın yanına gider ve der ki ;

*

Kendini imansızlarla tartıya koyuyorsunda

bir dirhem fazlam var diye övünüyorsun,

eğer yiğit isen kendini peygamberler ile, erenler ile tartıya koy.

 

 

İnsanların ayıplarını görüp gözeten,

onları açıp söyleyen kişiler sana en uzak kişiler olsun.

Onları kendine yaklaştırma.

 

Çünkü insanlarda ayıp olabilir; vâliyse bunları örtmeye en fazla hakkı olan kişidir.

Onların bilmediğin ayıplarını açmaya, öğrenmeye kalkışma;

sence bilinenleri, iyiliğe, temizliğe yormaya bak;

bilmediklerin hakkındaysa Allah hükmeder.

 

Ayıpları elinden geldikçe ört; buyruğuna uyanların ayıplarını örtmeyi sevdikçe,

bu huyla huylandıkça Allah da senin ayıplarını örter, bağışlar.

 

Nekes kişiyle meşverette bulunma; seni üstünlükten alıkor,

ihsandan *men eder, yoksulluğu gösterir sana, seni yoksulluğa sevk eyler.

 

Korkakla danışma; işlerde zaafa düşürür, yapacağın şeyden seni alıkor.

 

Haris kişiyle de danışma; zulümle mal yığmayı güzel gösterir sana.

Nekeslik, korkaklık, hırs, ayrı ayrı huylardır ama

bunların hepsi birden Allah'a kötü zan meydana getirmede birleşir.

 

Acı bile olsa sana gerçeği söyleyen,

Allah'ın dostlarında bulunmasını hoş görmediğin şeylerde

sana az müsâade eden kişileri seç;

onların sözleri seni gerçeğe götürür, haksızlıktan geri kor.

 

Takvâ ehliyle gerçek kişilerle dost ol; onların seni fazla övmelerine,

yapmadığın işleri yapmış göstererek övünmene *sebep olmalarına müsâade etme;

çünkü fazla övülme, insanı kibre götürür, faziletten düşürür.

 

İyilik edenle kötülükte bulunanı, katında bir görme sakın,

çünkü onları bir görüş, iyilik edenleri iyilikten vaz geçirir;

kötülük edenleri kötülüğe alıştırır;

bunlara karşı lâyık oldukları muâmeleyi yap.

 

Tasavvuf, Hakk’ın, seni senden öldürmesi ve seni kendisiyle diriltmesidir. *

Cüneyd-i Bağdadi

 

Sen insana ulaşmadan Allah’ı nasıl arıyorsun?. *

Muhammed İkbal

 

Allah'ım! İnsanlar seni verdiğin nimetler yüzünden severler;

bense seni verdiğin belalar yüzünden severim.

Hallac-ı Mansur

 

Aşka delilik diyen insan, hayatın sırrına ebediyen bigane kalsın. *

Muhammed İkbal

 

Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe değerdi. *

İmam-ı Azam

 

Bir gün nefsime dedim: gel seninle Rabbime gidelim. gelmedi.

Ben de tek başına yürüdüm, gittim.

Beyazıd-ı Bestâmi

 

*

Allah sizin kalıbınıza ve suretinize değil, kalbinizin temizliğine bakar.

Hz. Muhammed (s.a.v)

 

Bir insanda görülen ameller ve takvadan başka,

bir de onun cevher gibi güzel olan gizli amel ve takvası vardır.

Bakış gücü olmayanların nazarları, görünen amellerdir.

Halbuki biz onlara bakmıyoruz. Biz insanın içine, içindeki sırra bakıyoruz... *

Şeyh Hariri

 

Bir kimse kendi hakikatine arif olursa, hiçbir itikat ile kayıtlı olmaz. *

Muhiddin Arabi

 

Bütün maşuktur, aşık perdedir. Diri maşuktur, aşık ölüdür. * *

Mevlâna

 

 

Bak Reşidüddin Meybudi'nin farsça Keşfu'l Esrar (Sırların Açılması) isimli eserinde bizi hakikati bulmaktan alıkoyan 7 hicap (perde) *sıralar.

 

1) Akıl; insanların bu dünya ile meşgul eder

2) Bilgi ; onları akranları ile gururulanmanın oyun alanına çeker

3) Kalp ; onları cesaret ve gözüpeklik maka.ına oturtur

ve bu dünyada şöhretlik peşinde koşmalarına neden olur

4) Nefs ; en büyük perdedir.

5) Duyu algısı

6) Arzu

7) İrade

Evren Tanrı'nın değerine hiçbir şey katmaz. Yetkin bir varlık olan Tanrı'nın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Tanrı'yla evren arasındaki ilişkiyi, evrenin Tanrı'dan sudur, türüm yoluyla ve zorunlulukla çiktigini söyleyerek açıklayan Farabi'ye göre:

 

Evren aynı zamanda Tanrı'nın sonsuz cömertliğinin bir sonucudur.

Tanrı, Farabi'nin sisteminde herşeydir.

 

Tanrı seven, sevilen ve sevgidir.

O bilen, bilinen ve bilgidir. *

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

Tanrı herşey olduğuna ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadığına göre, Farabi bu noktada, mümkün varlıkların varoluşları için, Tanrı'nın yalnızca kendisini konu alan bilme faaliyetine başvurur. * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

Buna göre, yaratıklar, Tanrı'ya en yakın 'akıllar' halinde Tanrı'dan çikip varlığa gelirler.

Onun sudur, türüm anlayışına göre,

 

Tanrı'nın kendi tözünü bilmesinden birinci akıl doğar;

bu aklın Tanrı'yı bilmesinden ise, ikinci akıl türer.

Böylelikle, ortaya sırasıyla 10 akıl çikar; onuncu akıl, etkin akıldır (aklı faal).

 

Birinci aklın varlığı, Tanrı dolayısıyla zorunlu, ama kendi özünde mümkündür;

 

ilk akıl, kendini bu niteliğiyle bildiği için,

onun maddesinden birinci gök katı,

formundan da (suretinden de) o gök katının ruhu sudur eder. Böylelikle on akıldan her birinin karşilığı olarak bir gök katı türer.

* * * * * * * * * * * * * *

Madde de Tanrı'dan sudur etmiştir.

 

Belirsizlik demek olan madde, Tanrı'ya en uzak olan varlıktır.

* * * * * * * * *

Etkin Akıl insan ruhunun da nedenidir.

 

İnsan anlayışında, Farabi insanın ruh ve bedenden meydana geldiğini söyler. * * * * * * * * * * * * * * Bedenin yetkinliği ruhtan, ruhun yetkinliği ise akıldan kaylanmaktadır. * * * * * * * * * * * * * * * * * * * Ruhun başlıca görevleri eylem, anlama ve algılamadır.

 

Farabi ahlak anlayışında, insanın akıl yoluyla iyi ve kötüyü ayırt edebileceğini savunur.

İnsan için amaç mutluluk, en büyük erdem de bilgeliktir.

 

Farabi'ye göre, en yüksek iyi olan mutluluk, etkin akıl ile birleşmek yoluyla gerçekleşir.

Zira, insan kendisini anlamak için evreni anlamak,

evreni anlamak için de evrenin amacını kavramak durumundadır.

Evrenin esas ve en yüksek amacını anlamak, insan için gerçek mutluluktur.

 

İnsanın kendisini ve evrenin amacını anlamaya kalkışması ise,

bilim ve felsefe yapmakla ilgili bir şeydir.

 

İnsan aklının en yüksek düzeyde yetkinleşmesi, insan aklını Etkin Akıl'a yaklaştırır.

Bilmiyorum o badeden nasıl yokolup gitmişim

O mekansızlık içinde, bilmiyorum nerdeyim.

 

An olur boylarım denizlerin ta dibini,

An olur, bir güneş gibi yeniden yükselirim.

 

An olur, bir cihan gebe kalır benden;

An olur, dünyaya bir cihan getiririm.

 

Tuti gibi canım şekerler ezerken

Ansızın sermest olup tutiyi dişlerim

 

Hiçbir yere sığmam ben bu alemde,

Mekansız yardan başkasına yar değilim.

 

Ben o serhoş karasevdalı rindim ki

Cümle rindler içinde gırgır şamata benim.

 

"Niçin kendine gelmiyorsun ?" diyorsun bana;

Sen bana bir göster kendimi; ben kendime gelirim.

 

Anka'nın gölgesi öyle bir okşadıki beni,

Sanki o gölge kesilmiş de Anka benim

 

Güzelliği gördüm; serhoştu ve hep diyordu:

"Belayım ben, belayım ben, belayım"

 

Her yandan cevap geldi ona, yüz candan :

"Seninim ben, seninim ben, seninim "

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ne yazmışsan hepsini kopyaladım.Çünkü çok uzun ve silinebilir kaybetmek istemedim :)

Çok teşekkürler altın değerinde bu yazı.

Ne yazık ki "Batınilik" damgası yemiş şu güzelim Tasavvuf felsefesini anlayan bilen okuyan kim var.Bir alem ki o insan bin kere hayran olur.

 

Bir de Yunus'tan en sevdiğim:

 

Sana senden gelir eğer imdat gerekse!

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ne yazmışsan hepsini kopyaladım.Çünkü çok uzun ve silinebilir kaybetmek istemedim :)

Çok teşekkürler altın değerinde bu yazı.

Ne yazık ki "Batınilik" damgası yemiş şu güzelim Tasavvuf felsefesini anlayan bilen okuyan kim var.Bir alem ki o insan bin kere hayran olur.

 

Bir de Yunus'tan en sevdiğim:

 

Sana senden gelir eğer imdat gerekse!

aynen ben de kopyaladım ve purplewind ın dediği gibi altın değerinde bir yazı Mevlana Celaleddin-i Rumi (Hz.Mevlana) ile ilgili bir kitaba başladım:)

bu konu biraz daha ışık tutuyor olaya...

bu paylaşıma karmayı koyarım...;)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

hayır...ama sana bi öneride bulunmak istiyorum...önce sitede Tarihi Kişiler ve Olaylar forumuna bulmazsan da google a bak o da olmadı wikipedia falan araştır daha sonra soru sor derim (biliyorum direkt cevap almak daha kolay ama...);) tasavvuf edebiyatla alakalıdır istersen 10.sınıf(ya da lise 2 nasıl dersen artık...:) )edebiyat konularına bir gözat :)

Bazı yardımcı linkler:

Öncelikle http://www.gnoxis.com/ :D

2) http://www.odevturk.com/odev.asp?id=7002

3) http://www.sorularlaislamiyet.com/subpage.php?s=article&aid=2805

4) http://turk.ch/islam/sorular/TasavvufNedir.htm

5) http://www.tasavvufalemi.com/

6) http://www.ashabilyemin.com/tasavvuf-ilminin-dogusu-ve-gelisimi-t9588.html?

7) http://www.tasavvufdergisi.net/

 

Yukarıda saydıklarımın kaçı doğru bilgide tartışılır pek fazla bakacak zamanım olmadı da... :(

bazı sözlerinin yanlış yorumlanmasından doğan hatalar ve yanlış anlaşılmalar olabilir belki... ama şunu söyleyeyim Mevlana Celaleddin-i Rumî İlâhi Aşk'a asla isyan etmemiştir:

"Üç sözden fazla değil,

Bütün ömrüm şu üç söz :

* Hamdım,piştim,yandım..."

Mevlana

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

yazının tamamını okuyamadım.ama çok harika bi paylaşımda bulunmuşsun.teşekkür ederim.kopyaladım okuyacağım tamamını.

 

bende birkaç ekleme yapmak istiyorum.nugün kuantum fiziği herşeyin birşey olduğunu yeni keşfediyor.oysa tasavvuf bunu binlerce yıldır söylüyor.(islamdan sonra tasavvuf isimin almış olsada aynı inanç binlerce yıldır var)

tasavvufun bilimle kanıtlanışı hakkında çok güzel bir belgesel var : "ne biliyoruz ki?" izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.

 

okuduğum kadarıyla inançlarıma paralel açıklamalar.bu hakikati anlatan bir kaç örnek vermek istiyorum.daha doğrusu bir kaç söz

 

yunus emre : ete kemiğe büründüm,yunus diye göründüm.

mevlana :sen çekilirsen aradan, tecelli eder yaradan.

hz. muhammed :kendini bilen rabbini bilir.

hz. ali: Ey İnsan ; sen kendini küçük bir varlık zannedersin , oysa ki ; alem-i ekber ( evren , kainat ) sende dürülüp gİzlenmİştİr”

enfal suresi 17. ayet : (savaşta düşmanlarınıza ok vb.) attığın zaman sen atmadın ama Allah attı.

 

yazı içerisinde geçen örnekler verdiysem affola.bu konuda söylenecek sözler tükenmiyor. son olarak necip fazıl kısakürek in çok beğendiğim bir şiirini paylaşmak istiyorum.her ne kadar kendisinin izlediği yolu pek doğru bulmasam da :)

 

Yok bir vardır;

Geçit vermez;

Dar mı dardır

 

Yok bir yoktur;

Akıl ermez,

Ne de çoktur!

 

Var bir yoktur;

Yusyuvarlak

Dönen oktur.

 

Var bir vardır,

O'na varmak...

Bu kadardır!

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Tasavvufun islamla bir ilgisi var mıdır ? Mevlana kurana peygambere uymayan birşey söylemiş midir ?

 

Tasavvufun İslam inançlarıyla gelen pekişen bir akım olduğu söylenemez. tasavvufun bütün ilkeleri İslam dinine Kuran ile gelen ilkelere aykırıdır. Özellikle tasavvufun tanrı anlayışını islamın özü ile bağdaştırmanın olanağı yoktur.

 

 

deistlik e daha yakın... Ama yazının tamamını oku 2 cümle yazdım diye kendi düşüncelerinden vazgeçme

--------------------

saat 02:08 de başladım şimdi saat 03:23... ama ne önemi var ki

 

İlacın sende , ama bilmiyorsun sen ,

Derdin kendinden , ama görmüyorsun sen.

Harfleriyle gizlinin apaçık olduğu

Kitab-ı Mübin'sin sen.

Küçük bir cisim sanıyorsun kendini ;

Oysa sende dürülü en büyük alem

Kendinden başkasına ihtiyacın yok senin,

Bir düşünsen nefs üstünde , ama düşünmezsin ki sen

 

Düşündümde düşünen kimseleri neden göremediğimi

Sonra düşündüm de ben daha önce hiç düşünmemişim ki

Ama yeter mi bana bu kadarı...

Çok sağol paylaşım için aydınlandım sanki gece vakti

Hz Ali çok güzel söylemiş ama okudukça yıkılıyorum neden daha önce okumadım diye kahroluyorum şu an

 

Bir düşünsen nefs üstünde , ama düşünmezsin ki sen

 

Herşeyin para hırs makam olduğu günümüzde düşünen insanlara muhtacız

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Tasavuuf Tüm dinlerin içinde saklı olan gerçektir....En geniş bakış açısını hindu izm de bulursunuz vede hıristiyanlıktada vardır...İsa nın Tanrıya "Baba"demesi ile Hallacın Ben Tanrıyım demesi bi,rbirinin aynıdır..Her çocuk babadan değilmidir. Babanın bir parçası değilmidir.Varlığının sebebi Baba değilmidir....şimdi bun konuları irdeleyim isterseniz.

--------------------

Hıristiyanlıkta tasavvuf

 

Saint Aurelius Augustinus : İnsan bilincini oluşturan iç deneyimlerinde edimsel olarak pekin bilgi, us yada ruha dolaysız pekinlik sunmaktadır.Ruh dirimli bireyin tüm kişiliğini kap sar.Birey öz bilinç yoluyla yalnızca olgusal ve bütünsel olarak var olan bir kişi olduğu değil ayrıca, bellek, anlık ve istenç gibi kendi etkinlik ve güçlerini pekinlikle bildiğinide öğrenmek tedir.İnsan kişiliğinin üç yanı bellek, yargı ve istenç kaynakları olarak yada düşünce yargı ve istenç kaynakları olarak ; yada olma , bilme ve isteme etkinlikleri olarak betimlenebilir.

 

Ruhun en önemli yanı ,insana yaşama yetisi veren ,esenliğini olanaklı kılan ve dünyayı var oluşa yokluktan (ex nihilo) getirmekten sorumlu yeti olarak istençtir.Ruh bütünsel kişiliğin öz-bilinçli bir birliğidir.Özdeksel olmayan ruh ,bireysel insanın doğuşuna önsel olarak var ola maz, ama insanın doğusundan sonra ölümsüz bir doğa kazanır ve sonsuza dek yaşa.ını sürdü rür.

 

Tüm doğal şeyler, Tanrısal buyruk üzerine dayalı olmakla zorunlu olarak iyiyken ,buna karşı doğal süreçlerin herhangi bir yolda zayıflatılması kötüdür.Kötülük yalnızca iyiliğin yokluğudur, olumsuz bir yoksunluk koşuludur.En yüksek gerçeklik yada en büyük iyi tanrı dır.tanrı ve bengi gerçeklik için bu arayıştaki en büyük erdem Tanrı sevgisidir. İ.S 476İ da romaİnın düşüşünden Charlemagneİın I.S 800 de imparatorluğunu kurana dek araya giren dönem karanlık çağ olarak , anlıksal bir durgunluk dönemidir.

 

Scotus Erigena : ( Platoncu ) Olgusal evrenseldir ; tikel yalnızca evrenselin açınım sürecini temsil eder.

Realizm : tanrı reel tözİdür.

 

Anselmus : tanrı saltık olgusaldır, çünkü tüm yüklemleri evrenseldir.Eksiksiz varlık düşün- cesi taşıdığımız için , böyle bir varlık zorunlu olarak var olmalıdır.Olgusallıktan yoksun her - hangi bir düşünce eksikli olacaktır.Tanrı dünyayı sürekli olarak yaratmakta, onu kendi bulu - şuyla unutulmaktan kurtarmaktadır.

Credo ut intelligam : Anlamak için inanıyorum

 

Roscellinus : (Aristocu-Adcılık) , Evrensel yada saltık idea , yalnızca genel bir şeyler sınıfı için ortaklaşa ad dır.Şeyleri, belli bir sınıfın üyesi yapan çoklu ırasallarını simgeleyen bir sözel ses tir.

Universalia sunt nomina : Tümeller yada evrenseller adlardır.Bu demektir ki ,

Universale post rem : Evrensel, tikel şeylerden sonra vardır.Bu nedenle evren kilise olamaz.

 

Abaelardus : Çalışan kanıtların usun eytişimsel yolda çıkarılması gereken vargıyı belirler. Yöntemi usculuğun yöntemidir.İnanabilmek için anlarım.Bu öğretiye göre tanrıya onun buyru ğu olduğu için değil yalnızca usun bir sonucu olduğu için inanılır.Kuşku duymada hiçbir günah yoktur çünkü kuşku duyan kişi bununla gerçeği araştırmaya götürülmektedir.

Universale neue ante rem nec post rem ,sed in re : Evrensel, ne nesneden önce nede nesneden sonradır.Evrensel yada tümel, tikel nesnelerde var olur ; nesnelerin kendindedir.

 

Skolastik Aristoculuk : Aristotelesİin doğu bilginleri (ibni sina, İbn Rüşt) tarafından koru nan çalışmalarının kilise tarafından gerçeklik ölçütü olarak kabul edildiği dönem.Ortaçağ fel sefesinin bu döneminde düşüncelerinin pek çoğunu Müslüman filozoflardan türeyen bir dizi Yahudi filozof ölemli ölçüde saygınlık kazanmıştır.(Maimonides).

 

**inolu Saint Thomas : Gerçeklik , bir düşüncenin nesnesi ile bağdaşmasıdır.tanrının düşünceleri , en son olgusal nesnelerin kendileridir.Öyleyse tanrı kendinde gerçekliktir. Özdek sadece gizil bir şeydir ve olgusal yada edimsel olabilmek için herhangi bir bicim ya da şekil alması gerekir.Evrendeki sayısız varlık birbirinden ayrıdır, çünkü her birinin yalnızca gizil varlık yerine olgusal varlık olabilmek için kendi bireysel biçimini kazanması gerekmiştir

İnsan bilgisi kavramsaldır ve bu kavramlar tikel şeylerin özlerini oluşturan evrensel biçim lerdir.Bir şeyin evrensel doğası , özü olgusal dünyanın bir parçası olarak nesnenin kendisine içkin olarak var olmaktadır.Evrenseller bireysel nesnelerde var olurlar.Ancak onlar, Tanrının anİında tikel nesnelere önsel olarak ve insanın anİında tikel nesnelerden sonra var olmaktadır.

 

İnsan ruhunun ölümsüzlüğü onun özdeksel olmayan doğasına aittir.Ruh doğası gereği bengi dir.Çünkü arı-biçim dir.İnsanın ruhu arı tin dir.beden yeterince hazırlandığı zaman ruh yaratılır ve ona aşılanır.Her yaratığın hedefi kendi için iyi olanı aramaktır ve insanın en yük- sek iyisinin Tanrı olması ölçüsünde , en son hedefi Tanrıyı görmeye ulaşmak olmalıdır.tanrı yı görmek onu sevmektir , çünkü onu sevmeksizin sezgisel yada düşünsel bir tanrı görüşüne ulaşamayız.

--------------------

niyazi mısri

- ben doğurdum atasız isa yı yanılmazam ispatından da aciz değilim der.

“İnsanlar dağların zirvelerini,

 

denizin dalgalarını, büyük nehirleri

 

ve zengin okyanusu temaşa ederler;

 

fakat en büyük mucize olan kendilerini

 

görmeden geçip giderler.”

 

— Saint AUGUSTİN

--------------------

FRİTHJOF SCHUON ‘ A GÖRE TASAVVUF .

 

İncilin uyarısı incilerin domuzların önüne atılmaması,yada kutsal olanın köpeklere verilmesini men eder ..

Bu uyarı , açık ve evrensel manasının yanı sıra,aynı zaman da bilh..a sami özellige işaret etmektedir.

Dogrudan ve çıplak hakikat hem çok h..as hemde çok tehlikeli dir,dahası karşı çıkılma tehlikesini göze almak demektir !

O mühürlenip kapatılması gereken şarap gibi dir.. o adeta duvak ve duvak açmanın hünerli bir oyunu gibi dir.

KAYNAK = ÖZ VE KABUK FRİTHJOF SCHUON

 

 

 

14«Yeşaya'nın şu peygamberlik sözü onların bu durumunda gerçekleşmiş oluyor:

 

`Duyacak duyacak, ama hiç anlamayacaksınız,

bakacak bakacak, ama hiç görmeyeceksiniz!

15Çünkü bu halkın yüreği duygusuzlaştı,

kulakları ağır işitir oldu.

Gözlerini de kapadılar.

Öyle ki, gözleri görmesin,

kulakları işitmesin, yürekleri anlamasın,

ve bana dönmesinler.

Dönselerdi, onları iyileştirirdim.' İNCİL.

 

 

(Luk.13:24)

 

13«Dar kapıdan girin. Çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı geniş ve yol enlidir. Bu kapıdan girenler çoktur. 14Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar azdır.

--------------------

YAŞAMAK. Yaşamak, devimlilik (hareketlilik) demek. Taşıyla toprağıyla, göğüyle yıldızıyla tüm evren

yaşamakta. Ama biz insanlar bu deyimi, gözlerimizle görebildiğimiz kımıltılar ölçüsünde kullanmışız. Bitkilerle

hayvanları canlı, bunların dışındaki tüm nesneleri cansız saymışız. Öyle olsun. Biz de, gerçekte henüz bir başlangıç

olduğu halde bizlere pek uzun gelen insanlık serüvenimizde bu yanlış anlamı sürdüreceğiz. Bu anlamda yaşam,

protein özdeğinin varlık biçimidir ve bütün gizleri çözümlenmiştir: Yaşam, bir özdeğin (maddenin) başka bir

özdekten bir şeyler alması ve başka özdeklere bir şeyler vermesiyle gerçekleşiyor. Canlanma, böylesine bir

alışverişle başlamaktadır. Bu alışverişi sağlayan da doğanın yansıma (in'ikas, reflexion) özelliğidir. Doğada her

nesne başka nesneleri yansıtır ve başka nesnelerde yansır. Cansız doğada bu yansıma, örneğin suyun güneşi

yansıtması ve güneşin suda yansıması gibi, pasif bir olgudur. Bu pasif yansıma, uzun bir gelişme süreci sonunda,

protein özdeğinde aktif bir yansımaya ulaşmıştır. Protein özdeği, artık çevresinin etkilerine aktif tepkiler göstermeye

başlıyor ve bunu yaparken de yeniden kazanmak zorunda bulunduğu bir enerji harcıyor. Demek ki bu enerjiyi

çevresinden geri alma yeteneğini oluşturmaktan başka çıkar bir yolu yok. Protein özdeğinin çevresiyle bu sürekli

özdek alışverişi mayalanma (fermentation) özelliğini oluşturmuştur. Mayalanma da, zorunlu olarak, metabolizma

(değiştirme ve dönüştürme) olayını gerçekleştiriyor. Metabolizma çelişkili bir süreçtir, hem özümler hem ayrıştırır.

Bir yandan besinsel özdekler canlı dokulara dönüştürülürken, öbür yandan canlı dokular cansız özdeklere

dönüştürülür. Soğuyan gaz bulutundaki o güzelim yaşam, böylelikle başlar: Cansız doğadaki yansıma, bu canlı

organizmanın oluşumuyla yaşambilimsel (biyolojik) bir yansımaya, uyarılganlığa (tenbih yeteneğine) dönüşmüştür.

Canlı organizmanın gelişmesi, zamanla, daha yüksek bir yansıtma biçimi olan duyum (ihsas)'ları oluşturacaktır.

Giderek, çok daha yetkin bir yansıtma aracı olan sinir sistemleri meydana gelecektir. Canlı organizmanın en

gelişmiş biçimi olan insandaysa düşünme ve bilgi edinme süreci, çok özelleşmiş bulunan bu sinirler aracılığıyla

başlar. İnsanın dışında bulunan tüm nesnel gerçeklik bu sinirler aracılığıyla yansır ve bilgileşir. Ne var ki, kısaca

özetlediğimiz bu pek açık ve yalın sonuca varmak için, yüzlerce bilginin bilimsel çabaları ve bulguları gerekmiştir.

--------------------

Hindu İnancında Tasavvuf:

 

Hindular "BRAHMAN" a yani Kainatı Zatından ve Zatının içinde vareden;varettikleri ile hem aynı hem de ayrı olan;hem herşey hem de hiçbirşey olan;ikincisi olmayan Bir ve Tek;akılla kavranamayacak Mutlak Gerçek'e inanır.Brahman'ın tüm niteliklerin ötesindeki,sıfata bürümemiş ve tezahür etmemiş haline "NİRGUNA BRAHMAN" denir; Nirguna, sıfatsız demektir.Brahman'ın tüm niteliklerin sahibi,sıfata bürünmüş ve tezahür etmiş haline "SAGUNA BRAHMAN" denir; Saguna, sıfatlı demektir.

 

Hindular "İŞWARA" ya yani Saguna Brahman'ın Alemlerin Rabbi : yaratan, koruyan, yokeden Tek Tanrı olarak müşahhaslaşıp(ferdleşip) sıfata bürünmüş haline ve anlayışımızın ötesinde olan Brahman'ın kendini kullarına İşwara'nın halleri olan tanrılar ile tanrıçalar şeklinde teşahhus ve tezahür ederek tanıttığına inanır.İşwara bu tezahürü İlahi gücü olan "ŞAKTİ" ile yapar.Şakti güç/kuvvet/kudret demektir.İşwara'nın şaktisine(gücüne) MahaDevi (UluTanrıça) denir.

 

İşwara'nın yaratıcı hali Tanrı Brahma'dır.Brahma 'nın şaktisi(gücü)Tanrıça Sarasvati'dir.

İşwara'nın koruyucu hali Tanrı Vişnu'dur.Vişnu' nun şaktisi(gücü) Tanrıça Lakşmi'dir.

İşwara'nın yokedici hali Tanrı Şiva'dır.Şiva'nın şaktisi(gücü) Tanrıça Parvati'dir.

Şiva ile şaktisi Parvati'nin iki oğlu vardır:Ganeşa ve Kumara.

Bir tanrının şaktisi yani ilahi kudreti onun sadık eşi olan bir tanrıçadır yani ayrılmaz parçasıdır.

 

Brahma-Vişnu-Şiva ayrı tanrılar değil Tek Rab olan İşwara'nın parçalarıdır yani İşwara'nın yaratıcı-koruyucu-yokedici halleridir ;şaktileri olan Sarasvati-Lakşmi-Parvati ise MahaDevi Şakti'nin yani İşwara'nın şaktisi olan UluTanrıça'nın halleri yani parçalarıdır.İşwara da Saguna Brahman'dır;Saguna Brahman'ın teşahhus ve tezahür etmemiş hali olan idrak ötesi mutlak gerçek Nirguna Brahman'dır.Kısaca Hindu'ların tek Tanrısı Brahman'dır ve gerçek adı "AUM"dur..

 

Hindular bireysel ruh "ATMAN"ın, Evrensel Ruh "PARAMATMAN" olan Brahman'ın bir parçası olduğuna inanır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Tasavuuf Tüm dinlerin içinde saklı olan gerçektir....En geniş bakış açısını hindu izm de bulursunuz vede hıristiyanlıktada vardır...İsa nın Tanrıya "Baba"demesi ile Hallacın Ben Tanrıyım demesi bi,rbirinin aynıdır..Her çocuk babadan değilmidir. Babanın bir parçası değilmidir.Varlığının sebebi Baba değilmidir

 

ama ne hikmetse, tüm bu dinlerdeki tanrı inancı hep farklı olmuş. demekki bu dinlerdeki tasavvuf diye tabir ettiğiniz düşünce sistemleri de farklı. belki de gerçek bile değiller.

 

şu baba meselesine gelince, bu mantıkla yola çıkarsak, tanrı aynı zamanda mars'ın da, güneşin de, bizim sokaktaki kedilerin de babası olmalı :)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...