nevermore Oluşturma zamanı: Nisan 7, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Nisan 7, 2009 Ey halk! Madem ki gündemde seçim var, “Atından inmeden sevişmeye alışmalısın..! diyen kendi capında biridir oguz YALMAN.... dolasırken buldum bu mektupları.. birilerine mi yazıldı yoksa kendi kendinemi bilmiyorum... okumaya deger oldugu kesin.. sitede bulamadım .. umarım yoneticilere iş cıkarmıyorumdur tekrar.. -------------------- Olmaya devlet cihanda bir nefes siz gibi, Asude hanımefendi, Nicedir rüyalarıma girmediğinizden orada soruşturamadım, şimdi yeri gelmişken cevap lütfedin, o pamuk elleriniz yerlerindeler mi hala? Nereye gidebilirler ki, sizi bilen bir el, sizden başka artık nerede durabilir ki? Ben bunu kendimden bilmiyorum efendim, zira bir kere aldığınız eldivenleri evinize kadar taşımak dışında, ellerinizle herhangi bir temasım olmamıştır malumunuz. Madem bu konuya geldik (Evet biliyorum ben getirdim) hatırlarsanız, (Aslında lafın buraya geleceğini tasarlamıştım efendim) sizinle çocukken evcilik oynardık. Ben koca olurdum siz de benim kayınvalidem. (Ne iğrenç biriyim ben, bilmiyor muyum, ama izin verin bitireyim) Efendim, “Nerede hata yaptık?” isimli bir makaleyi okudum. Size önermiyorum. Çünkü yalnızca benim okumam gereken bir makaleydi. (En azından devrikliğinden herhalde, bana öyle gelmiş) Orada şöyle diyordu: “Temelleri sağlam atmak bir inşaatın hipotenüsünden çok daha mühimdir.” Sonra ben düşündüm, Asude Hanım, ayıptır sorması kayınvalide de nereden çıktı, Allah aşkına, öyle bir oyun var mı yani? Yani ben sizin yüzünüzden uzun müddet yetimler yurdundan kız baktım efendim, üstüme korku salındı takdir edersiniz ki, tarafınızdan. Yani, o zaman neden ikide bir kapımı çalıp, en azından çalmaya doğru geliyordunuz ve ben çalmanızı beklemeden çıkıyordum. Ne ayıp. Bana da, size de. Çocukluk efendim işte, onlara kızamayız ki, geleceğimiz onların elinde, hepimizi silkeleyip uzay boşluğuna atabilir şerefsizler. Biz onları atalarımızdan değil, borçlar hukukundan aldık biliyorsunuz. Çocuklara şerefsizlikte ayrı bir yakışıyor, tırtıl hariç… Olgun tırtılları severim. Bizim sizinle çocuğumuz olma ihtimallerini tahayyül etmek, bende oidipal bir soruna yol açtı sayenizde. Neticede kayınvalide de ana yarısı diğ mi ama? Neyse ben de bu vesileyle validemi bir rüyam sırasında Freud’a bıraktım “Al tepe tepe kullan!” dedim. Freud ne dese beğenirsiniz; “Burası zaten sıkışık, ben zor duruyorum, bunu nereye koyayım? Al götür gözüm görmesi…” Freud ekranlarda göründüğünden daha kısa ve daha agresif, biliyor muydunuz? Ben de neticede her ikisini de bölüştürdüm ve didikledim, böylece kıyma makinesinden çıkmışçasına azaldılar. Neyse aramızda bir engel kalmadığına göre, artık size açılabilirim diye düşündüm. Freud tip sakalı da hep bu anı hatırlayayım diye uzun müddet bıraktım ve şimdi de bu mektupla beraber size gönderiyorum. Ne mutlu sizin de beni anlamadığınızı bilmek. Gözlerinizin bebeğine tüneyen benden-izm Daima sizin, ... -------------------- Cazibe Hanım… Cazibe Hanım… Cazibe Hanım, Adınızı sayıkladığım anların hesabı şaştığından, sizi ve ince dantelli çoraplarınızı düşleyip durduğumdan, bilmiyorum bugün aylardan çarşamba mı, günlerden yaz mı? Sizinle sanki yazları İstanbul’da, kışları yaz olan başka bir kıtadayım. Siz hep baharsınız ve gözleriniz de bir fotosentez. Ama yaz gibi. İki anlamlı. İki yüzlü ama kötü bir mana gelmesin sakın aklınıza. Cheech ve Chong gibi. Gerçi siz kim, ben kim? Siz muhitin en nezih bitki tarlalarının sahibi, bense sükutu hayallerinizle dumanlanan bir deli. Cazibe Hanım. Bilin bakalım n’oldu? Samimiyetimi bağışlayın. Size açılmaya karar vererek dün, sizin tarladaki evinize geldim. Ne yapacağımı biliyordum. Bir çiçek koklayacak, koparıp size verecek, kulağınıza takacak ve sonra çiçeğe bakacak ve çiçeği sizden alarak yere atacak ve sonra üzerine basıp “Sizi seviyorum…” diyecektim. Fakat çiçek yoktu yeşillikler arasında. Size bu durumu danışacaktım ki o sırada bahçıvan beyle uğraşmaktaydınız. Bahçıvan dediysem, kendisi bahçede değildi -siz de öyle, bahçede olan bendim-. Bir de tulumu, donu ve gömleği şöminenin yanında olmasaydı, ona sadece Adem denilebilirdi. Sizse Havva’nın biraz daha güzeli. Neyse Adem bahçıvan, size açıkça tohum ekmekteydi Cazibe hanım. Ben de panik atak var. Gördüğüm beceriksizlik karşısında nükseden cinsten. Cazibe hanım, ivedilikle söylemem gerekir ki, Adem ve Havva gerçekten sizler olsaydınız muhtemelen bu yeryüzü mevzusu iptal olmuş olurdu. Bunları düşünürken siz mevkiinizi kollamaktaydınız. Daha fazla bu fotoğrafa bakamayacaktım. Hemen bir sigara yaktım. Ne olsa beğenirsiniz? Efendim… Yeşil gözleriniz gibi engin bahçenizdeki engin uzun saplı bitkileriniz alevler altında kalmasın mı? Ben de dumanlar altında tabii. Kibritler de düşer malum. Gerçi bu mektubu aldığınızda muhtemelen siz hala alevler içinde olacaksınız. İnsanın böyle zamanlarda kaçabileceği tek yerin şömine olması ne enteresan. Bu size son mektubum çünkü ben, aşkınızdan midesiyle beyni yer değiştirmiş Rıza, az önce dumanların ardından dünyanın düz olduğunu gördüm. Bahsedilen boynuzları ve sallantıyı da hissettim. Öyle bir bahçeniz olduğu için şanslısınız. Ben olsam kendimi de katar tüm evreni yakardım. Ah, şimdi de validem geldi. Hep beraber sizin bahçenin yanışını izliyoruz tebessüm ve açlıkla. Cazibe hanım, size duyduğum tüm sevgiler yerini dünya barışı ve özgür yaşam kaşıntısına bıraktı. Dünya bir tepsi ve biz ikram edilen birer Türk kahvesiyiz. Ben köpüklüyüm. Kuklalarız ve gölgeleriz. Ne biçim Türk kahveleriyiz… Bu size son mektubum. Çünkü yarın validemi de alarak Woodstock’a gitmeye ve orada lapa pilav, çekirge falan yemeye karar verdim. Validemin başörtüsünü çıkarıp bileğine bağladım ve o da saçlarının bir kısmını bana verdi. Daha doğrusu, ben aldım. Bahçe makasıyla. Biraz ağladı ama çadır hayatının ona iyi geleceğini düşünüyorum. Bu arada her şey soğuduğunda mahallede kimsenin olmaması sizi kati surette korkutmasın. Mahalle sakinleri, kullanmadıkları otomobillerinden büyük bir tren yaparak Amsterdam’a gitti. Memleket sevgisi diye bir şey kalmadı Cazibe Hanım, ah Cazibe Hanım… Bütün gülümsemenizi alarak yanıma… Daima sizin ... -------------------- Kıymet cenap, itibar gani, Muazzez Hanım, Sizi sanatınızı ve yorumcu şahsiyetinizi sevgiyle selamlıyorum. Keşke sizinle yüz yüze konuşabilsem ama şu anda kıyamet koptuğunda yalnızca bizim mahalleyi koruyacak bir panjur sisteminin üzerinde çalışıyorum. Evet ben, istikbali parlak bir mühendisim ve bu nedenle kıyamet koptuğunda işe yarayıp yaramadığı anlaşılacak bir işin sorumluluğu altındayım. Tam bu hususla ilgili bir takım tetkikler yapmak için başka bir mahalleye geldiğim dün, sizin resminizi duvarda bir takım yapışkanlı beyazlıklarla beraber gördüğüm andan itibaren, aslınıza yanaşmak için yanıp tutuşmaya başladım. Adresi tarif edilen o musiki cemiyetinde, sizi karşımda daha koyu bir saç ve resimdekinden biraz daha az bir kıyafetle görünce… Muazzez hanım… Siz hiç aşık oldunuz mu? Eğer haşlanmış bir patates gibi hissetmediyseniz, arada bir ayaklarınız kaşınmamışsa ve tek kaşınızda aklar çıkmadıysa olmamışsınızdır. Ben sizi semamın arzına astım sitarem. Çok ani oldu biliyorum ama kafama aldığım darbeler sonucunda… Gözlerimin önünde sıklıkla ışıldamaktasınız. Malumunuz aşık insanın en mühim özelliklerinden birisi de kör ya da salak olmasıdır. Birincisini dün gece kör kütük sarhoş olduğumu sandığınızda ve ikincisini de şunları okuduğunuzda anlamış olmalısınız. Efendim, musiki cemiyetinin taşınmış olduğunu başta söyleselerdi. Yani, bazı beylerin size temasına ve bazı beylere de sizin temasınıza izin verildiğini, bana o vuran arkadaş girmeden söyleseydi. Ben, kalbime taş basar, rakımı evde içer, sizin resminizi de herhangi bir duvardan söker, sonra da kendiminkine asardım efendim. Üzerine uygun kıyafetler alır ve başka da bir para ödemezdim. Sizin o sanat dolu kalbinizin sıkıntıyla dolmasını hiç arzu etmezdim. Siz ki, ses çıkardığından emin olamadığım bir saz heyetiyle orada duran ve ihtişamla parlayan bir yorumcusunuz. Ne var ki, o saz heyetinden birkaç kişinin, enstrümanlarının uzuvlarını (Bilhassa kemancı bey) beni dürtmek veya tartaklamak için kullanması biraz içimi burktu itiraf etmeliyim ki. Bir de şu hesap meselesi tabii… Efendim. Ben eli açık bir sülalede büyüdüm, böyle şeylerden imtina ederim, ama bir hesap getirdiler, inanın kolum kadar. Kağıdı altı kişi zor taşıdı; ben bir başıma dokuz rakı, onbir ezmeyi nasıl tüketmiş ve ve sizin bacağınıza dokunmuş ve üzerinize 4 şişe viski dökerek onları vücudunuzdan tekrar şişeye damıtmış olabilirim? Ben nacizane bir mühendisim ve kıyamet gününe kadar devlet bana maaş verecek. Neyse, sizin de mikrofonu bana vurarak anlatmaya çalıştığınız gibi, o karmaşada bir şeyler yapmalıydım. Zira ağlayarak sizin de itibarınızı zedeliyordum. Üstelik tonu bile yoktu. Uzatmayayım, validemi aradım. “Musiki cemiyetindeyim, derhal gel!” dedim. Validem şık bir tayyörle geldi. Beklediği konseri bulamadı, sizin de şahit olduğunuz üzere, masada oturmakta ısrar etti, aynı zamanda nasılsa ödeyemeyeceğimiz hesabı dörde katlayıncaya kadar gazoz ve arnavut ciğeri ısmarladı. Gecenin sonunda, siz çoktan karanlıklara karışmışken yani, validem kolundaki bilezikleri kapıdaki yarmaya verdi ve ben; Rıza kölenizi geri aldı. Eve doğru geçerken, tam da hayalinizi canlandırmaya çalışırken gözlerimde, validem elindeki gözlüğünün kulaklığıyla beni dürterek sizin kim olduğunuzu, bu kadar para eden birini kaçırmamam gerektiğini, sizi gelin olarak isteyeceğini söyledi. Ben, sizin hayalinizden uyandırılmış olmanın verdiği öfkeyle gözlüğü validemin gözüne geri taktım ve ayağımla bastım ve kırdım efendim. Biraz ağladı ama sonra sustu. Konuşmasa bile oğullar ve anneleri arasında bir bağ vardır. Ben bilezikler boşa gitmesin diye salonumuzda birkaç defa dönerek sarhoş oldum. Yarın validemi önce çarşıya, sonra kulise getireceğim. İnleyen nağmelerinizden öperim. Daima sizin ... -------------------- Muhterem Nur-i ye m… Kıymetli hazinem, Gönlü ferah, yüzü mümin İnan’anım… Şu yalan dünyanın sahte cennetindeki yegane hakikatım… Hakikatim diye de yazılabilenim, Nasılsın? Seni ne kadar zamandır görmedim. Sizi de görmedim, Ve diğerinizi de. Bundan öncesi nasıl vardı? Nasıl renkler varolabildi pamuk ellerinizden önce? Çukurovalı’m.. Bir kamyon şoförünü sevebilecek kadar yüce gönüllü, Buraların Hürrem Sultan’ım. Ben o şöför değilim, o kamyonun altında, afedersiniz cacığa dönmüş olan mağdurum. Beni, son zamanlarda gazetelerden tanıyor olmalısınız. Başıma ve diğer edep yerlerime örttükleri çeşitli bulvar gazateleri. Siz kendinizi, intihar etmek üzere E-5′te, benim 1 kilometre ötemde caddeye atmasaydınız eğer, ve o kamyon şöförü benim bir kilometre ötemden sizi görüp, direksiyonunu bana kırmasaydı, şu anda her birimiz farklı yerlerde olacaktık. En azından o size sarılmıyor, siz ona sarılmıyor ve belki ben her ikinize de sarılıyor olacaktık. Kuantum fiziği üzerinde çalışan bir asistanın alt katında oturduğumu size söylediğimde neden daha önce bundan bahsetmediğimi merak edeceksiniz… Size verecek cevabım yok. Ben sık sık komşularından bahseden biri değilim efendim… Belki de sırf bu nedenle, şu an bu saçma gazetelerin altında ben yatmaktayım. Ve siz, dikiz aynasındaki hayata yeniden başlayan bir gonca sürmeli göz çıkartması gibisiniz. Siz ne yapıyorsunuz öyle…? O bacakların hepsi sizin mi? Gerisi ne alemde? Az eğilir misiniz? Şu arka dörtlü tekerlek şakalarıma bu şekilde park ettiğinden beri pek doğru düzgün şeyler düşünememekteyim… Hanımefendi… Olmaya devlet cihanda ile başlayan Moğol atasözünü hatırlar mısınız? Mehter takımı da daha sonra bestelemişti. Şu dünya her şeye değer be hanımefendi… Bilhassa şu sütün bacaklarınız. Bu sütun bacaklarınız. Oh, sütun bacaklarınız. Tütün bacalarımız. Hayatım bir anda geçti buradan efendim. Ah, şu pejmürdeliğimi bağışlayabilecek misiniz? Şu saçlarımı bile tarayamıyorum… Gerçi sağ elim epey yakınımda fakat saçlarımın olduğu yerde değil… Neyse efendim, uzun lafın kısası, sizi ölümüne sevmemem ve ilahlaştırmamam için hiçbir sebep yok. Yaşamım bıyunca birbiri için canını verecek insanların varlığına inandım ve siz yaşayan, ben ölen rolü dahilinde bu varlıklardan da biri oldum. Siz, sanırım kuaförünüz saçınızı çok kestiği için buraya kadar koşup atlamışsınız… Konuşmalardan anladığım o… Ben de ilk terfimi aldığımı bildirmek isterim. Erzurum ve Kore’deki sekizer yıllık zorunlu görevin ardından, tayinim tam da Bebek tarafına… Önemli değil efendim. Anacığım bugün beni erkenden uyandırıp, “Rıza saat kaç?” demişti… İyi ki kaldırmış da, sonra uyuyamamışım da, sonra işte uyuklarken almışım da, servis kaçmış da iftara yetişememişim de, sonra bu yola çıkmışım… Yoksa sizi ve bu kamyoncuyu daha yakından nasıl tanıyacaktım? Validem de az önce benim yanıma yaklaştı. Polisler yüzümü açtılar ve o, çatlak sesiyle bana bakıp “Iı, ıı bu değil…” dedi. Kim değilsem artık… Belli ki aşk insanı güzelleştiriyor… Yüzüne kan geliyor. Yediniz gençliğimi. Daiması muhakkak, sizini sallantı da ... -------------------- Muhterem Afitap Hanım, Sizin, neredeyse bir inci kadar değerli hayatınızın, az bir zamanını bile almak benim ne haddime; ancak ısrarımın sebebi küstahlığım değil, sizin gözlerinizin bir ışıltısı karşılığında satmış olduğum gururumdur. Bugün günlerden perşembe. Ben, bu eski meşe masada oturmuş, kafamdaki kelimelerle boğuşurken siz pervazın hemen önünde ud çalıyor olmalısınız. Kürdi hicaz veya alaturka. Duyar gibiyim. Bu sizi tedirgin eden gülüşüm de tıpkı şimdi olduğu gibi varlığınızla peyda oluyor. Sizi temin ederim ki esasında değil gülmek, ağzımı araladığım bile olmaz. Gelin görün ki; sizi ne zaman derenin kıyısında görsem (Bir defa oldu) dudaklarımın yanlara sarkmasına mani olamıyorum ve siz, çapkın fakat bir o kadar da ulaşılmaz gözlerle beni hep bu durumda yakalıyorsunuz. Siz yakaladıkça ben daha çok yayılıyorum ve bu gerçekten benim için de oldukça elzem bir sancıya dönüşüyor. Keşke beni, kendiniz olmadan da görebilseniz. O zaman aslında ciddi bir ifadem olduğunu ve etrafımda hiçbir komikliğe taviz vermediğimi bilirdiniz. Sizin elinize mektup ne zaman geçer bilemem. Ah, neler diyorum? Belki de bu yakışıksız, çirkin tavrımın bir lahza olsun sizin aşkınızın önüne geçmesi ve bir tokat gibi beynime inmesi neticesinde mektubu hiç göndermem. Ama gönderdiysem eğer, şu son yazdıklarım haliyle gereksiz ve kendimden bahsettiğimden ötürü sizin için sıkıcı olacaktır. Uzun zamandır sizi ve koyu leylak gözlerinizi rüya edindim kendime. Diyebilirim ki gerekmedikçe uyanmıyorum. Elinizde minik kanyak şişenizi ve koyu kahverengi kürkünüzü ve dudağınızın tam da benim buse kondurmayı düşündüğüm kenarındaki ateşli beninizi hiç durmadan sayıklıyorum. Sadece kendime değil, tüm dünyaya -kadınlara ve erkeklere- sizi gösteriyorum. Siz, kendisini diğerlerinden mahrum bırakmaya hakkı olan, sıradan birisi değilsiniz. Şimdi udunuzu kaldırıp, işlemenizin başına geçiyor olmalısınız. Sizi tüm onları yaparken gördükten hemen sonra, diğer her şeyin gözüme çirkin gelmesine mani olamamış ve validemin işlediği tüm örtüleri sobada yakmıştım. Kadıncağız bu hallerime ilk başta mana veremedi tabii. Ta ki, sizden izinsiz aldığım enfes kanaviçelerinizi, binbir renkli örtülerinizi ve yaptığınız lifleri gösterene kadar. Önce biraz ağladı ama sonra bana hak verdi. Bizde haklıya hakkı verilmelidir. Bu ehemmiyetli bir adettir. Genelde orta halli bir sülale olmamızı ben huyumuza bağlasam da, annemin eski makinesini size yollamasına da şaşırmadım. Bizzat paketleyip ben yolladım hatta. Daha doğrusu kapınızın önüne koydum. Aldınız mı? Bu arada on dört benim uğurlu sayım. Eğer sizin de öyleyse belki buna cevap yazarsınız. Makineyi kullanıyor musunuz mesela? Bakın bu iyi bir bahane sanki. Affedersiniz. Her gün, en az iki defa sokak kapınızdan geçiyorum ve demek ki siz en az iki defa camdan görülemeyecek bir yerde oluyorsunuz. Hüsranımı ve bir kat çoğalmış hasretimi sırtıma vurarak eve dönüyorum. Ancak dereye gittiğinizi bildiğimden daha doğrusu o tesadüfî karşılaşmadan sonra, siz yanınızda neden dikildiğini anlayamadığım o beyle bana yanlış anladığımı düşündüğüm o el hareketini yaptığınız günün ardından her gün dereye gelir oldum. Ancak siz. Yine yıldızların, hem de bir değil iki değil, hepsinin üstünde parıldayan yıldız, yine kendinizi o göğe çıkartmış olmalısınız. Beni duymanız bile bir lütuf. Şimdi sizin buğulu gözlerinizi düşünürken, bu mektubu neden yazdığımı sordum kendime. Ve yazdım aynı zamanda bu soruyu. Cevabımı da yazacağım elbette. Cevabım müspet. Evet. Müspet. Sizin önünüze gelebilecek en güzel ek. Müspet Afitap Hanım. Şimdiden yakıştı inanın. Bu mektubu ben sizin ebedi yalnızlığınız olmaya çoktan razı Rıza şundan yazdım: Annem dikiş makinesini geri istiyor. Sizin de takdir edeceğiniz gibi kadıncağız onu, gelini olacağı sandığı birine göndermişti. Biz de söylemeyi unuttuğum söz “Haklı olan geline hakkını ver.” aslında. Gelin derken. Siz sıradan bir gelin olamazsınız elbette. Olmadınız da zaten. Zaten yanlış anlamadıysam pek konuşmayı sevmezdiniz. Hatta bir kere kulağınızın dibine kadar sokulduğum halde, siz diğer beyin kulağını. Neyse sizi daha farklı anmayacağım. Validem için de zaten ben ev oğlanıymışım. İyi ki sizi beklemişim de kimseyle evlenmemişim, ben olmasaymışım onun canı sıkılırmış, iyi ki ben artık evlenemeyecek bir kilodaymışım. Şunu hiç çekinmeden belirtirim ki, ben kendiyle barışık bir insanım. Kendine yeri gelince yeme hakkı tanıyan biriyim. Bu konuda konuşmasını valideme de men ettim. Ben. Bizzat kendisiyle ve tabii başkalarıyla barışık biriyim. Bakın. Şimdi de yağmur başladı. Yağmur bana sizi hatırlatıyor. Büyük kırmızı şemsiyenizi. Kürkünüzün ıslak tüylerini, ıslak saçlarınızı, uçları pembe göğüslerinizi (Kürkünüzün altından ancak o kadarına vakıftım. Dahası da vardır elbet ama ben sizin mananıza haksızlık olur gerekçesiyle kendime sizi düşlemeyi yasakladım.) On dört sene önceydi. Benim yanıma gelmiştiniz. Eğilmek zorunda kalmıştınız çünkü geniş ve yüz kırk santimdim. Buğulu gözlerinizi benim saçlarıma dikmiştiniz ve o sırada yağmur durmuştu. Ne şekersin sen! Büyüyünce gör beni…” demiştiniz sonra. Siyah rugan topuklu ayakkabılarınızın sesini hatırladığım o rüyadan. İlk kez o zaman sarhoş olmuştum, dudağınızdan sızan bir nefes kanyaktan. Ne güzel ne çirkindiniz. “Kadın” bir taneydi ve o sizdiniz. Ama siz. Çoktan sizi bulmuş başka bir beyle şimdi böyle kulak kulağa. Çok yazık. Şu anda yüzkırksekiz santim ve olgun bir erkek olmasam hıçkırıklara boğularak şimdi. Her neyse, adresim aynı. Dikiş makinesini,(Masası ve aksesuarları önemli değil, burada onlardan var) yalnızca dikiş makinesini lütfen göndermenizi rica ediyorum. Bu yalnız paramparça olan bir sevdanın gömülmesine değil aynı zamanda çıkmazlarla dolu sokağımızın da rahatlamasına yarayacaktır. İrkilerek söyleyebilirim ki, validemin tersi müstehcendir. Ve bedduası tutar. Size en içten saygılarımı sunardım fakat sürekli aklıma şu el hareketiniz… Elleriniz ne kadar beyazdı. İçinden akan kanı hissedebilirdi onu nasıl tutacağını bilen biri. Büyüdüm ve gördüm. Afitap hanım, o kürkünüz hala nasıl böyle ıslak… Değerli vaktinizi bu meczubunuzun son sözlerine ayırdığınız için teşekkür ederim. Evet, bu aynı zamanda dehşetli bir vakanın da belgesi. Bu mektup içerisinde bahsettiğim her şey hakikattir ve ebedidir. Ancak ben fani Rıza’nın gitme vaktini de muştular. Bu dünyada kalmak için validemden başka bir sebep yoktu ama o da artık dikiş makinesine kavuşacak ve bana ihtiyacı kalmayacak. Sizinle ilgili durumu da az önce açıkladım ve tabi bir de yüzkırksekiz santim meselesi var. Yine de. Bilemiyorum, gerçekten ruhumun uzun olduğunu düşünürdüm hep. Bu doğru, gerçekten bazen başımın semaya, ayaklarımın denizlere değdiğini hissederim. Ah! Sizi güldürmüş, bir nebze de olsun şapşallığımla alay imkânı vermiş olmalıyım. Ama doğrular böyledir. Güldürerek anlatır. Usulü böyledir. On dört yıldır sizin peşinizden mahalle mahalle dolandığım için mezarımı bir yol üzerine yaptırdım. Birkaç zaman süren razıya bilgilerim doğruysa, dünyanın neresine giderseniz gidin sizinle olacağım böylelikle. Az sonra bu ahmak ruhum şu kurdun ağzından fırladığında, huzur başlayacak. Bir kürk olup size geri geleceğim. Sizin cezbediciliğinizden başka bir soluğu olmayan bendenizin, sizsizliğe alışmasıyla birlikte o borcum olan nefesi de vermesi olağan değil mi? Yalnız şunu söylemek istiyorum. Dünya üzerinde umutla ve vaatle yıkanan ne tek ne de son erkek olacağım. Siz orta yaş hayretliği yaşayan hanımlar yüzünden bir gün bir nesil çocuk pantolonlarını başlarına geçirerek üzerlerinize veya altlarınıza yürüyecek. İşte o zaman gerçekten çocuktan alınan haberin ne olduğunu öğreneceksiniz. Karınca istilası, kasırga, fırtına. Afitap beni unutma. Daima sizin ... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
karkanya Yanıtlama zamanı: Nisan 7, 2009 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 7, 2009 allahım kim bu adam nerden çıkmış amma derin duyguları varmış:rofl: Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
BlackNun Yanıtlama zamanı: Nisan 7, 2009 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 7, 2009 çok romantik yaa :rofl: Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.