schizophrana Oluşturma zamanı: Nisan 26, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Nisan 26, 2009 Emil Michel Cioran, yüzyılımızın en ilginç düşünürlerinden biri. Yazdıkları her zaman ilgiyle izlenmiş, çeşitli tartışmaların konusu olmuştur. İlk kitabı "Burukluk", kimi zaman ciddi, kimi zaman gülünç bir düşünce derlemesiydi. İlk paragrafından son paragrafına kadar aynı saplantıyı, hem kaygı hem gülümseme dolu bir şüpheyi muhafaza ediyordu. İkinci kitap "Doğmuş Olmanın Sakıncası" ise hem Cioran'la ilgili yazıları hem de Cioran'ın düşünceleriyle bu önemli düşünürü daha yakından tanımamıza yardımcı oluyor. Cioran yüzyılın başlarında Romanya'da, yeni doğan çocukların gözyaşlarıyla karşılandığı, yaratılıştan Şeytan'ın sorumlu tutulduğu Thraclar ve Bogomiller arasında dünyaya geldi. Oldukça mutlu geçen çocukluk yıllarını, uykusuz gecelerinde "sayıkladığı" binlerce aforizmalarla ödeyecektir, Paris'te, Odéon sokağında... Gece Cioran için, uykusuz geçen gece demekti; ve bir uykusuzun her gün çarmıha gerilmesi, İsa'nın bir kerecik çarmıha gerilmesinden çok daha beterdi... Cioran, Bergson üzerine bir tez yapmak için gittiği Paris'te, gönüllü olarak sürgündedir. "Bilinçsizlik bir vatan, bilinç bir sürgün" diyerek yerleştiği Odéon sokağındaki ünlü kırma tavanlı dairesindedir. Rumence yazdığı son yapıt olan "İndreptar Patimus" (Mağlûpların Kitabı)'ndan sonra dilini de terkeder ve Fransızca'da kesin kararını verir. Kardeşi Aurel'e yazdığı mektupta, dil değiştirmekle tüm varoluşundan vazgeçmiş olduğunu yazar. Bergson'dan da vazgeçmiştir ve artık o "Kuşkunun Aristokratı"dır. Her sistemi bir put sayar; köleleştirici, ruhu köreltici bir zorba gibi görür. Aristo, Aquinalı Thomas ve Hegel, düşünce tarihinin en büyük zorbalarıdır. Mistiklere ilgi duyar, her zaman "biraz" Budist olduğunu da söyler, "biraz Budist olmak" mümkünse tabii... Avilalı Thérésa, Bouddha, Eyüp, Sankara, Nietzsche, Chamfort ve tüm öteki "lanetliler" onun en "yakın" dostlarıdır. Mistiklerin Tanrı'yla, insandan insana konuşur gibi konuşmaları Cioran'ı derinden etkilemiştir. Yaşadığı çelişkiler, onu herhangi bir öğretiye bağlanmaktan alıkoyar. Uykusuzluğun ve "Umutsuzluğun Doruklarında" gezinirken şöyle mırıldanır: "Tanrı vardır, yoksa bile!" Çelişik düşünceler yaşadığını kendisi söyleyen biri hakkında, bir "anafikir"e indirgenebilen bir yazı yazılabilir mi? Felsefede "sistem" bir yazıdaki "anafikir" ise, bu sistem-dışı filozofla ilgili yazının anafikri ne olabilir? Hegel sistemine düşman, bir başka sistem-dışı filozof Danimarkalı Kierkegaard'ın tüm düşüncesinin ve hayatının özünü oluşturan, mezar taşının alnındaki "O, bir bireydi" cümlesi, sanırım Cioran için de en uygun anlatımdır. Öyle bir birey ki, "başkalarından onbin yıl önce ya da sonra yaşamayı, insanlığın başlangıcına ya da sonuna ait olma duygusu"nu içselleştiren, "insan çağının şafağında ilahların kahkahasını" duyan modern bir hilkat garibi, insandan kaçan bir insan güzelidir! "Kendi içinde Tanrı kadar çıplak ve zavallı" olmaktır dileği. Ne ölüme doğru koşmakta ne de ölümden kaçmaktadır. Kaçtığı doğum felâketidir. O, doğarken yitirmiştir her şeyi! Doğmuş olmak sakıncalıdır! "Yaşamak, savaşı kaybetmektir!" Ve "yanlış duyum yoktur" Cioran'a göre: Bir yaşantının, bir duyumun yanlış olabileceğini ileri sürmek için, hayatın ya da hakikatin dayandığı hangi "real" temeli gösterebilirsiniz? "Duyumların yanlış" demek, "sen bu düşü yanlış gördün" demekle aynı şey değil midir? Hayat ve dünya karşısında "nesnel" bir tavır, hayatı yaşayamamaktır, başkasını da "bir eşya, bir ceset gibi ele almaktır ve kendine de ölü gömücü gözüyle bakmaktır". Oysa hayat, bizi ölü gömücü olarak değil, gömülen ölüler olarak taşımaktadır! Cioran'ı anlamıyorum! Onu anlamam ne mümkün, ne de gerekli... Düşümde gördüğüm benekli bir yılanı nasıl okşadığımı, ya da kar ortasında kızarmış bir nar ağacını nasıl gördüğümü anlayamıyorsam! Anlamak, kavramlarla ya da kavrama varmakla mümkün mü? Tüm yaptığımız, sürüngenler gibi toprağa (hayata) yapışmak ve onu koklamaktan ibaret olmasın! Aşk, evet aşk! Schoppenhauer'in dediği gibi doğanın bize bir "oyun"u ise, bizler de bu ölümcül oyunda Hayyam'ın piyonları gibi karanlık bir sandığa atılmaya mahkûm isek, ne kalır geriye bizden? Kalır; sözlerimiz, şiirlerimiz, yapıtlarımız, yani "koltuk değneklerimiz" kalır. Yaşadıklarımız değil de yaşamak istediklerimiz, yaşayamadıklarımız kalır geriye. Paradoks bu, değil mi? Olsun, hem hakikat hem paradoks olan yaşamdan geriye kalanlar, "yaşamış olduğumuz"un izleri, hatta kanıtları olabilirler, ama "yaşam"ın tek gereksinmediği şey de "gerekçe"ler, kanıtlar değil midir? Bir söz vardır halk arasında: "Kâğıt parçası kadar hükmünüz yok!". Doğrudur, çünkü o kâğıt parçasını üreten, yaratan hayatın kendisi, üreticiliğini de, yaratıcılığını da "ölümcül" oluşuna borçlu değil mi? Yaratıcı, çünkü ölümcül! Yaşamdan geriye kalanlar var fakat geriye yaşam kalmıyor! Cioran'ın Tanrı'sı, "mutlak" bir varlık değildir, ama yine de büyük harfle yazılır: Olmadığı halde varolan bir Tanrı'dır o! Böylesine imkansız bir gerilimin varoluşudur Tanrı...İnsan çaresizliğidir, sürüp giden mutsuzluğuna başka anlamlar, farklı nitelikler yükleyerek yaşattığı, yücelttiği acılarının toplamıdır. Morg ve Piramitler arasında bir fark yoktur. Dahası bu "farksızlık" Varlık ve Yokluk için de söz konusudur. Can çekişen birinin ya da bir ayyaşın kulağına fısıldayabilecek küçük bir "hakikatimiz" olabilseydi, başka hiçbir kitap yazmaya değmezdi... Hakikat ya da hayat, bir peygamberin kıvılcım ve gizem saçan sözlerinden daha çok, yorgun bir savaşçının gözlerinden okunur! Yapıtlarını anadilinin dışında, başka bir dille üreten yazarlar çoktur. Ve kuşkusuz her birinin türlü nedenleri vardır kendilerince. Peki Cioran, anadili Rumence'yi terkedip Fransızca'ya niçin "sığınmış"tır? Sadece Fransızca'ya değil, tüm modern "münzevi"lerin "çöl"üne, Paris'e de? Daha çok okunmak, tanınmak isteği mi? Sanmıyorum. Onun kaygısı "social" olmaktan öte "éxistential" bir kaygıydı. Onun sorunsalı şu ya da bu hayat, şu ülke değil hayatın, dünyanın kendisiydi. Saçmalık ve yabancılaşma idi. İşte bu saçmalık ve yabancılık da en "anlamlı" biçimde ancak bir yabancı dilde kurgulanabilirdi! Anadilde "yalnızım ve yabancıyım!" derken bile insan, kendi soluğu ile ısındığını bilir, hiç değilse anadili ona "yabancı davranmaz. Sanırım Cioran yabancı dili, yabancılığı için, "yersiz yurtsuzluğu" için seçmiştir. Trajedinin bile bir mantığı vardır, ama hayatın yoktur, çünkü saçmadır Cioran için. Böyle bir saçmalıkta acının anlamı olmadığı gibi, avunma olanağı da, gereği de yoktur. Çünkü özgürlük de yoktur. Eğer özgürlük, en yalın anlamıyla "kendine bağlılık" ise, bu saçma dünyada, insanın kendine bağlılığının olanağı da, anlamı da kalmaz. Gerçek özgürlük, insanın doğmadan önceki yaşamındadır, doğarken her şeyi ile birlikte özgürlüğü de yitmiştir onun. Ne suç ne günah ilgilendirmez onu. İşte bunun için, "Tanrı ya da insanlardan gelecek hiçbir sitem Cioran'ı yaralayamaz, onun vicdanı hiç doğmamış gibi rahattır!" Evet, böyle der Cioran... Ama kardeşi Aurel, 1948'de Romanya'da antikomünist bir komplo iddiasıyla tutuklanıp yedi yıl hapse mahkûm olurken, o kendini sorumlu tutacaktır: Ona yazdığı mektuplardan dolayı... "Her şey"i "hiçbir şey" olarak algılayan çağımızın bu "uykusuz" adamı, "ölümün, içinde geviş getirip hayatı sindirdiğini" hissederek yaşadı. Hayatı da umursadı, ölümü de... En iyisinin, hiç kimsenin elinde olmayan "hiç doğmamak" olduğunu düşünüyor ve aptal bir gülümsemeye takılıp kalacağını da bile bile varoluşuna bir anlam arıyordu. Uzun gezilerinin birinde, Normandiya kırlarında rastladığı bir cenaze töreninde ayaküstü sohbet ettiği bir köylü, ona hayatın da, her şeyin de anlamını iki sözcükle anlatıvermişti: "Evet bayım, bu kadar... hepsi bu..." İnsandan Kaçma Sanatı "İnsan türüne karşı sert olduğu oranda bireylere karşı hoşgörülü... Cioran, gezegenimizin en uygar yabanisidir (insandan kaçan insandır)." FRANÇOIS BOTTE Vincent Auriol'un Cumhurbaşkanı olduğu yıllar... Malraux, Sartre ve Camus, edebiyat dünyasının egemenleri. Soğuk savaş kendini güçlü bir şekilde hissettiriyor. Rita Hayworth evleniyor, Fausto Coppi (1) Fransa Bisiklet Turunu kazanıyordu. Marcel Cerdan (2) ölümü Paris-New York uçağında yakalarken, insanlar Azor adalarının yerini öğrenmek için Atlantik haritalarına göz atıyorlar, coğrafyayı duygulardan yeniden öğreniyorlardı. Fransa 1949 yıllarında dokunsan ağlayacak gibiydi, zira hayat ona özgürlük umutlarından ve eğlencelerden sonra çok sıradan gibi geliyordu. Fransızların ağzı "çamur" gibiydi. Hayli düş görmüşlerdi. Tarih'in migrenlerini hangi aspirinin yok edeceğini düşünüyorlardı. O yılda, Cioran "Bozulmanın Kitabı"nı yayımladı. Bu, onun Voltaire'in dilinde ilk yapıtıydı. Metafizik bir ateş gemisi... Karpatlar'dan gelen bu insandankaçan (yabani, ürkürük) adam, kötü sözlü notlarından öcünü, yazılı olarak alıyordu. Kötü telaffuz ettiği ama değer verdiği Fransızca'yı; bizim sözdiziminin çerçevesine Rumence'nin taşkınlıklarını sığdırarak, en kusursuz bir biçimde yazıyordu. "Cansıkıntısı; diyordu Cioran, bize zamanın ötesine geçişi değil, ama onun yıkıntısı olan bir sonsuzluğu ifşa eder." O. Aydınlanma döneminde Madam Du Deffand (3) tarafından sık sık ziyaret edilen bir "uykusuzluk okulu"na bağlanıyordu. Markiz, Voltaire'e yazdığı mektuplarda "gözümü kapamıyorum" diye yakınıyordu. Hayatını bu şekilde "uzatmak" biçiminden tiksindiğini de ekliyordu. Ama yine de, olayların en çoğunu öğrendiği bu kısa soluk saatlerdi. Cioran, kişilerin diplomatik bağlantılarını onların kendi varoluşuyla bağdaştırmıyordu. O sadece Boulogne-Billancourt sakinlerinin değil, tüm insan türünün cesaretini kırıyordu. Karpatlar'da oturanlar kadar, Neuilly-sur-Seine, Levallois-Perret ve Montauban sakinlerini de söz konusu ediyordu. Onlar, "tarihin mutlak bir yanlışlar defilesinden, birtakım uyduruklarla ilgili yüce tapınaklar silsilesinden başka bir şey olmadığını" bilmeliler. Cioran'daki bu karamsarlık ve umutsuzluk aynı zamanda gizemli bir şekilde etkili bir güce sahipti. Bu, kuşkusuz stildi (biçimdi, tarzdı). Bu stil, umutsuzluğu en sert biçimde dilegetirerek tümüyle önlüyordu. Stil, büyü gibi her şeyi bağışlattırıyor, geri kalana saygınlığını iade ediyor ve onu meşru kılıyordu, hatta hayatın karanlığını da... Otuz yıl sonra, bir kış akşamı, Soufflot Sokağı'nda bir kafede Cioran'la buluşacaktım. Yakınlarda bir yerde oturuyordu. Bükreş'ten geldiğinden beri mahallesini hiç değiştirmemişti. Savaştan sonra Racine Sokağı'nın halet-i ruhiyesini Odéon Sokağı'na taşımıştı. Bu kötümserlik şampiyonunu tanımak düşüncesiyle tedirgindim. Pascal, Schoppennauer, Kierkegaard, Dostoyevski, Nietzsche, Kafka, Beckett, Cioran, Hamlet'in hayaleti ve Alceste'in (4) gölgesiyle müthiş fırtınalı bir toplantı hayal ediyordum. Orada varoluşun anlamına kimse değer vermiyordu. Hatta bu anlam, modası çok hızlı değişen giysiler gibi ucuza satılmıştı. O zaman; şakalarıyla, taşkınlığıyla ve her zaman kalkık duran kırbacıyla böyle ateşli bir insanla tanışmak ne sürpriz olmuştu! İnsan türüne karşı sert olduğu oranda bireylere karşı hoşgörülü bu adam, gezegenimizin en uygar yabanisiydi (insandan kaçan insanıydı). O, düşkırıklıklarının ifadesiyle, kalp atışlarının ya da coşkunluklarının çağrışımını mizahla birbirine karıştırıyordu. Zira bu garip kötümserin tutkuları çoktu: Bisiklet, perhiz merakı, Paris gezintileri. Türkçesi: Kenan Sarıalioğu (*) Magazine Littéraire, No. 327, Decembre 1994 sayısından alındı... (1) Fausto Coppi: İtalyan Bisiklet yarışçısı, 1942'de saatte 45,7 km ile dünya rekoru kırmıştı. (Çev.) (2) Marcel Merdan: Orta Siklet Dünya Boks Şampiyonu (1948) (Çev.) (3) Madam Du Deffand: Fransız kadın yazar. (ö. 1780) Dönemin ünlü yazarlarının uğrağı olan bir salonun da sahibiydi. (Çev.) (4) Alceste: Molière'in ünlü oyunu "Le Misanthrope" (İnsandankaçan) adlı yapıtındaki başkahraman (Çev.). Cioran'ın mektuplarından örneklerCioran'ın mektuplarından örneklerCioran'ın mektuplarından örneklerCioran'ın mektuplarından örnekler 12 Ağustos 1976, Dieppe Kaynak Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.