hebefrenik Oluşturma zamanı: Şubat 5, 2007 Paylaş Oluşturma zamanı: Şubat 5, 2007 12 ocak 1876'da doğdu john grifft chaney. O, Nietzche'nin üstinsanına inanıyordu. insanların kardeşliğine inanıyordu. güclünün ayakta kalacağına inanıyordu. kendisini sosyalist zannetse de iradesiyel tüm darbelere karşılık verip yıkımları geride bırkmayı bilen, deniz kurdu romanındaki kaptan larkin gibi ölürken bile mücadele eden insanların sahip olduğu bir dünyası vardı. sızlanmayı asla bilmezdi. insanın kendi kaderini yazmasa bile en azından detaylarına etki etmesi gerektiğine inanıyordu. hep bu kahramları anlattı London. hep kendini anlattı. limanlara gece cöktüğünde istiridye korsanlarına katılıp denizlerle savastıgı geceler, üniversite sınavlarına kendi basına hazırlandığı içerisinde ne var ne yok içtiği gündüzlü kütüphaneler, ve hepsinin üstünde kimsesiz, yer yüzünde tanımadığı bir babanın içinde eksikliğiyle yazar olmaya yeminli bir "üst insan". Martin Eden romanında hiç bir seyi olmayan bir gencin, aşkı ugruna gecesini gündüzüne katarak sosyal katmanlarda yükselmesini ve kas gücüyle yasamını sürdürdüğü günleri geride bırakarak meshur bir yazar olup zenginleşmesini anlattığında Jack London kendini yazıyordu. "John Barleycorn" kitabında alkole bu ismi verdi ve onunla olan bir ömürlük yarenliğini anlattı. kendini kaybedene kadar içtiğini ve tadını sevmediğini anlattı.alkolun ne olursa olsun yasaklanmasını gerektiğini savundu ve Amerika da alkol satışlarının düşmesine öncülük etti. bir dönem boks yazarlığı yaptı. Rus-Japo harbinde cephelerde muhabirlik yaptı. biletsiz bindiği trenlerle Amerika yı bastan basa dolaştı. beyaz ırkın üstünlüğünü savundu ve eserlerini hep bu cercevede yazdı. yazmak için ilhama inanmadı. her sabah 1000 kelime yazdı. ellinin üzerinde eser verdi. 22 kasım 1916 da hayatını kaybetti. "dişisine kötü davranan tek hayvan insanoğludur." (bkz: demiryolu serserileri) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
KATA Yanıtlama zamanı: Şubat 5, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Şubat 5, 2007 "dişisine kötü davranan tek hayvan insanoğludur." dimi dimi dimi... tşk ler Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
KATA Yanıtlama zamanı: Ağustos 3, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 3, 2007 Kitapları kadar, hayatı da ilgi çekici bir yazar olan Jack London, Amerikan edebiyatına yeni bir soluk getirmiş, 18. yy’ın abartılı, süslü sanat anlayışı yerine akıcı, sade bir sanat anlayışını benimsemiştir. Yazdığı kitaplarla halk kitlelerinin ve özellikle proleteryanın gelişmesini ve ufkunu genişletmesini amaçlayan London, Amerika’nın ilk ve tek proleter yazarı olmuş ve kitapları geniş kitleler tarafından okunmuştur. 1876 yılında, San Francisco’da dünyaya gelen yazar, küçük yaşlardan itibaren maddi sorunlarla boğuştu ve yaşadığı koşullardan dolayı küçük yaşta çalışmak zorunda kaldı. Okuma aşkını da bu sıralarda tattı ve yaşadığı Oakland’da bulduğu şehir kütüphanesi, deyim yerindeyse tüm hayatını etkiledi. Bundan sonra sürekli kütüphaneye gitti ve geceli gündüzlü kitap okumaya devam etti. Okuduğu serüven kitapları onu fazlasıyla etkiledi ve o kitaplardaki gibi serüven dolu bir hayata başlamak ve yaşadığı sefaletten kurtulmak istedi. Daha 13 yaşındayken ilk teknesini satın aldı. Serüven dolu bir hayatın kapıları açılmıştı böylece. Her türlü tehlikeyi göze alarak denize açılıyordu artık. Daha sonra istiridye korsanlarıyla tanıştı. Küçük yaşına rağmen kendini onlara kabul ettirmeyi başardı. Serüven hikâyelerini okumaya bayılan London, gerçek serüvenle tanıştı sonunda ve kimi zaman istiridye avlamak için denize açıldığında ölümle burun buruna bile geldi. Ama tüm bunlar onun için önemli değildi. İstiridye korsanlığı yaptığı yıllarda içki içmeye de başladı ve ölçüsüz bir şekilde alkol tüketti. Bu sırada geçirdiği bir kaza hayatını etkiledi ve içkiyi bırakmaya karar verdi. İstiridye korsanlığından sonra bir yıla yakın liman polisliği yaptı; bu süre zarfında toplumun değişik kesimlerinden birçok insan tanıdı. Ama en çok istediği şey, limana yanaşan gemilerden birine atlayıp, kitaplarda okuduğu serüven ve maceraları yaşayabileceği doğuya gitmekti. Ve sonunda bu isteğini gerçekleştirip gemilerden biriyle Kore’ye, Sibirya’ya gitti. Bu yolculuk boyunca da okuma aşkından bir şey yitirmeyen London, gündüzleri gemi işleriyle uğraşıp, geceleri de okumaya devam etti. San Francisco’ya geri döndüğünde düzenli bir iş bulup, bu serseri hayattan kurtulmaya karar verdi. Fakat ülkenin içinde bulunduğu mali bunalım bütün ülkeyi alt üst etti. Zar zor bir kenevir fabrikasında iş buldu. Annesinin zorlamasıyla Call Dergisi’nin açtığı makale yarışmasına yazı gönderdi ve bu yazıyla birincilik ödülü olan 25 doları kazandı. Bu yazısında Japon sularında yakalandıkları tayfunu anlattı. “Japon Kıyılarında Tayfun” adlı bu öyküsü, güçlü dili ve özgün anlatımı ile bugün de gücünü ve tazeliğini korumaktadır. Call Dergisi de bunun farkına varmış ve bunu şu sözlerle ifade etmiştir: “Bu genç sanatçının dikkati çeken yanları, düşünce gücündeki genişlik ve anlatımındaki sağlamlıktır.” Kazandığı bu ödül, London’un içindeki yazı yazma isteğini kamçıladı ve bundan sonra yılmadan yazmaya devam etti. Uzun süren çalışma saatleri ve zor koşullar Jack’ı beden işçiliğinden soğuttu ve içinde hiç kaybetmediği serüven tutkusu yeniden uyanmaya başladı. O sıralarda Coxey adlı biri, işsizleri örgütleyerek bir ordu kurdu. Bu ordunun Oakland örgütlenmesini General Kelly yapmaktaydı. London, bunu duyar duymaz ailesini terk edip yeni serüvenler yaşayabileceği bu orduya katılmak istedi. Fakat yolda sokaklarda tanıştığı çocukların anlattıklarından etkilenerek “demiryolu serserileri”ne katılmaya karar verdi ve kısa zamanda yeni mesleğinin de inceliklerini öğrendi. Kısa bir süre sonra bu gençlerin yanından da ayrılan Jack ile bir arkadaşı, kendi yollarına gitmeye karar verdiler. O trenden bu trene atlayarak yollarına devam ettiler. Bu hayatın Jack’ı çeken yanı tekdüze olmamasıydı. Her an beklenmedik bir olayla karşılaşabilirdi ve üstelik bir sonraki günün neler getirebileceği konusunda da hiçbir fikri yoktu. Tehlikelerle dolu bir hayat tarzı onun ilgisini çekiyordu. Geceleri bir trene atlıyor, yemek saatlerinde lokantaların kapısında ya da caddelerde dileniyordu. Bu hayat tarzında birçok berduş, işsiz, serseri insan tanıdı. “Jack London ona buna el açarken masal anlatma sanatını geliştirdi.(Çünkü dilencilerin başarısı anlattıkları şeyin çarpıcılığıyla ilişkilidir). Bir dilencinin çaldığı kapı açılınca karşısına çıkan kişinin, ruh ve fikir yapısını bir çırpıda sezinleyerek onun yüreğini yumuşatacak hikayeyi uyduruvermesi gerekliydi. London, işte bu sanatı çok iyi icra ettiğinden birçok kez aç kalmaktan kurtulmuştur.” Demiryollarında serserilik yaptığı zamanlar öyle tehlikelerle yüz yüze geldi ki… Bir yandan son hızla giden trende oradan oraya atlamak, diğer yandan peşine düşen makinistler ve tren memurları... Ama o tüm bunlarla ustalıkla başa çıkmasını becerdi. Çünkü başaramazsa bunun kendisine pahalıya mal olacağını biliyordu. Daha sonra General Kelly’nin ordusuna giren Jack, burada işsizler ordusunu daha yakından tanıma fırsatını yakaladı. Hiçbir zaman disipline giremeyen Jack, buradan da kısa bir süre sonra ayrıldı. Serserilik günlerine geri döndü ve başı polisle derde girdi. Bunun sonucunda hapishaneyle de tanıştı doğal olarak. Hapishanede tanıştığı bir arkadaşı sayesinde tutuklulara ekmek ve su taşıyan memur oldu. O da kendisine verilen bu ayrıcalıklı durumu kullanmasını iyi bildi ve bu sayede değişik hayat koşullarından gelme birçok insan tanıdı. Onların düşüncelerinden, yaşam öykülerine kadar her şeyi öğrendi. Hapishaneden çıktıktan sonra demiryolu serseriliğine geri döndü. Elde ettiği deneyimleri ve tüm yaşadıklarını Demiryolu Serserileri isimli kitabında anlattı. Sonunda San Francisco’ya gidecek bir gemiye tayfa olarak yazıldı. Jack London’un sosyalist fikirleri, bu serserilik günlerinde, yani işsizler, serseriler arasında geçirdiği günlerde yeşerdi. Önceleri Jack London, bu insanların sorumluluktan kaçan, macera peşinde koşan insanlar olduklarına inanırdı ama daha sonra dinlediği hikayelerden çıkardığı sonuç, insanların hayatın sillesini yiyerek bütün kapıların yüzlerine kapatılması sonucu bu hale geldikleriydi. Ellerini ayaklarını makineye kaptıranlar, çalışma koşullarından ötürü sağlığını yitirenler ve yaşlanarak çalışma sisteminin dışında kalan kişiler… Bu insanlar çalışma olanaklarını yitirip işi serseriliğe vurmuşlardı. Jack London’un bu insanlarla konuştuklarından çıkardığı bir diğer sonuç şuydu: Beden işçiliği yerine, işi düşünsel çalışmaya dökmek. Çünkü ona göre bu düzen kusurluydu ve bu düzen, toplumun iflas etmiş olduğunu gösteriyordu. Değişik fikirlerle döndü Oakland’a ve kendini aydınlatacak kitaplara yöneldi. Kendini aydınlatmaya ise daha önce bir yerlerden duyduğu sendika, sosyalizm, işçi dayanışması gibi sözlerden başladı. O günlerde Marx’ın Komünist Manifestosu’nu okumasıyla kafasındaki fikirler aydınlandı ve not defterine şunları düştü: “İnsanlık tarihi baştanbaşa sömürenlerle sömürülenlerin kavgasıyla dolu… Darvin’in incelemeleri nasıl insanoğlunun gelişimini gösteriyorsa, sınıflar arasındaki bu kavganın tarihi de, bizlere iktisadi uygarlığın gelişimini göstermektedir.” Yüksek öğrenimini tamamlamaya karar verdi ve bunun için Oakland lisesine yazıldı. Liseye yazıldığında 19 yaşındaydı ve arkadaşlarına uyum göstermekte zorluk çekiyordu. Yine bu yıllarda çeşitli derneklerle ve sosyalist partiyle ilişkisi oldu. “Jack London’a göre sosyalizm ekonomik, tarihi ve insani açıların hangisinden ele alınırsa alınsın, kaçınılmaz bir sonuç, akla en yakın olan düzendi. O çağlarda fikir alanı sınırlı olduğu halde, sosyalizmin bilimsel bir yol olduğunu ortaya koyan unsurları Jack London birer birer açıklayarak mantık silsilesini yürütmeyi başarmış ve bütün bunlardan bir sonuç çıkarmak yürekliliğini göstermiştir.” Bu yıllarda yaptığı konuşmalardan birinde toplumsal düzenden eleştirel bir biçimde bahsetmesi, tutuklanmasına neden oldu. Lise sınavlarını verip Kaliforniya Üniversitesi’ne ayak bastığında dev tasarılar ve büyük istekler yeşeriyordu içinde. Fakat derslerinin iyi olmasına rağmen, ailesinin içine düştüğü maddi sıkıntı yüzünden okulu bırakıp çalışmak zorunda kaldı. Beden işçiliği yapmadan önce, şansını yazarlıkta denemek istedi. “Yaratıcılık yoluna dökülmenin verdiği heyecanla, yemeden içmeden kesilmişti. Böylesine bir yaratma ateşinin, çoğu insanı yakıp kül edeceğini söyleyen yine kendisidir.” Sürekli yazılar yazdı ve bunları çeşitli dergilere gönderdi. Fakat meteliksiz kaldığı bir gün çamaşırhanede çalışmak zorunda kaldı. Kendisini tüketen beden işçiliğinden bunalan Jack, 1896 yılında Klondike’ta altın yatağı bulununca altına hücum edenlerin başını çekti ve yine serüven duygusuna yenildi. Alaska’da altın bulma konusunda başarıya ulaşamamış olsa da burada elde ettiği deneyimler, bilgiler ve tanıştığı insanlar ileride kendisine altın değerinde fırsatlar getirecekti. Alaska’da birçok insan tanıdı ve onlardan bir sürü hikaye dinledi. Bu zaman zarfında okumaya da devam etti. Burada tuttuğu notlar birçok hikayeye ve kitaba hayat verecekti. Meteliksiz bir şekilde eve döndü. Bundan sonraki tek dileği yazar olmaktı. Ömrünü artık yapıcı bir yoldan tüketmek istiyordu. “Emek piyasasında kelepir bir işçi olmaktan vazgeçmişti.” Çeşitli dergilere yazılar gönderdi. Birkaçı dışında yazılardan büyük bir çoğunluğu geri döndü ve Jack London bu süreçte büyük bir sefaletle boğuştu. Bir süre sonra Posta İdaresi’nde kendisine düzenli bir maaş sağlayıp hayatını düzene koyabileceği bir iş buldu fakat içindeki yazarlık isteği her zaman ağır bastı. “ Jack London dünyaya yiyip içmek, keyif çatmak için gelmemişti. Yaratıcı olmak, edebiyat dünyasına katkıda bulunmaktı isteği. Sanat uğruna çektiği yoksulluk dokunmuyordu ona; bir sürü şeye sahip olmayı yersiz ve boş buluyor, hayatın çeşitli zevkleri, ortaya koyduğu eserlerden duyduğu kıvancın yanında anlamsız kalıyordu.” Yazar olmak için sahip olması gereken iki şey vardı: Bilgi ve üslup... Bunları elde etmesi için sürekli okuması, kendisini geliştirmesi gerektiğini biliyordu. Yepyeni bir anlayış getirmek ve kendi deneysel felsefesini kurmaktı derdi. Yıllardır tekrarlanan şeylerle işi yoktu. Jack London’un fikir dünyasını etkileyen düşünürler Darwin, Spencer, Marx ve Nietzsche olmuştur. “İşin hoş yanı Jack London’un üstün insan görüşüyle sosyalizmi bir arada benimsemesidir. Birbiriyle asla bağdaşmayacak olan bu iki inanç Jack London’u hayat boyu etkiledi, Jack London yaşadığı sürece hem toplumcu hem de bireyci olarak kaldı. Üstün insan olduğuna inanarak kendisi için bireyci düşünceyi benimsiyor, korunmaya ihtiyacı olan zayıflar yığınına sıra geldiğinde toplumcu kesiliyordu. Bereket versin Jack London her biri ayrı yana gitmek isteyen bu iki azılı atı yıllar yılı bir arada koşturmayı başardı.” Kullandığımız alıntıdaki yazara tam anlamıyla katılmamakla birlikte, Jack London’u doğrudan sosyalist yazarlar kategorisine sokmanın da pek mümkün olmadığı açık bir şekilde önümüzde duruyor. Jack London, sosyalizmden etkilenmiş, gerçekçi bir yazar olarak tanınıyor tüm dünya tarafından... Yukarıda zikredilen, kendisinin etkilendiği yazarların, düşünürlerin, kuramcıların listesini tekrardan gözden geçirdiğimizde, materyalist ve idealist yazarları hep birlikte görürüz. Bu da yazarın fikirlerinin daha tam anlamıyla netleşmediğini de gösteriyor zaten. Vaktinin büyük bölümünü okumaya ayırıyordu artık ve elinden kitaplar hiç düşmüyordu. “Jack London’u kahreden şey, okumaktan kan çanağına dönmüş gözlerini yumup uyumak ve biraz olsun dinlenmek zorunda kalmasıydı. Uykudan bütün bütün vazgeçemeyen London, çoğu kere beş saatlik uykuyla yetiniyordu. Kısa bir süre için de olsa yaşamasına ara vermek istemiyordu, istemiyordu ya kendisini uykunun derinliklerinden çekip çıkaran çalar saatin zilini duyduğunda, önünde pırıl pırıl, on dokuz saatlik bir çalışma zamanı olduğunu hatırlayarak, ok gibi fırlıyordu yatağından. Okumanın büyüsüne kaptırmıştı bir kere kendini, büyülenmişti sanki.” Jack London’un yaşadığı dönemde, edebiyat alanında bir kişinin kendisini kabul ettirmesi için zenginleri öven, her şeyi iyi yanından ele alıp, gerçeklerden kaçan yazılar yazması gerekliydi. Bu tarz yazan insanların başarıya ulaşması ve yayınevleri tarafından kabul görmesi her zaman daha kolaydı. Fakat Jack London bütün bunlara boyun eğmeyerek ve bildiği yoldan şaşmayarak, çağdaşları olan Tolstoy, Maupassant, Flaubert ve Zola gibi yalnızca gerçeği anlattı ve kendisini kabul ettirmek için de çok çaba sarf etti. “Günde üç dört bin kelime yazayım dersem, gerektiği gibi çalışmış olmayacağımı biliyorum. İyi bir yazı, kalemi hokkaya daldırıp daldırıp yazılmaz. Bir duvar örermiş gibi, taş üstüne taş yerleştirircesine, neyi nereye koyacağını bilmelidir insan.” diyordu bir keresinde. Nitekim ilk kitabı Kurdun Oğlu’nun yayımlanması ile Amerikan hikâyesinde yeni bir çağ açılmaktaydı. O zamana kadar soylular için üretilmiş bir sanat anlayışı yerine, bütün sınıflara hitap eden bir anlayış getirdi ve okuduğu kitaplarla oluşturduğu bilimsel düşünceyi edebiyata uyarlayan ilk Amerikan yazarı oldu. Jack London, aynı zamanda Amerika’daki proleter edebiyatın yaratıcısı da oldu. 1929 yılında New Masses adlı dergi, onun için şu sade ve gerçek kelimeleri kullandı: “Gerçek bir proleter yazarı, işçi sınıfı için yazmakla yetinemez, eserlerinin bu sınıf tarafından okunması gerekir. Yazdıkları bir başkaldırma fikrinden doğmalıdır. Jack gerçek bir proleter yazarıdır. Amerikan dehasının bugüne dek doğurduğu tek ve ilk proleter yazar. Okuyan işçi Jack London okuyor. İşçilerin okuduğu tek yazar Jack London’dur, bugüne dek edindikleri tek edebi deneme… Fabrika işçisi olsun, tarım işçisi olsun, tayfasından, gazete dağıtıcısına kadar bütün işçiler, Jack London’u tekrar tekrar okurlar. London, Amerikan işçi sınıfının en gözde yazarıdır.” Yazıları dergilerde yayımlandı ve artık edebiyat çevresi tarafından tanınan bir yazar oldu. 1902 yılının Temmuz ayında Amerikan Press’ten Güney Afrika’ya giderek oradaki savaşla ilgili röportaj yapma teklifi aldı ve hemen trene atladığı gibi yola çıktı. İngiltere’ye vardığında ise kendisine geri dönmesini isteyen bir telgraf ulaştı. Fakat Londra’da beş parasız kalan Jack, dönmek yerine kentin en kötü şartlarında yaşayan insanlarının bulunduğu doğu yakasına yöneldi ve bir süre o insanlar gibi yaşadı, onlar gibi giyindi, onlar gibi yedi içti. Buradaki koşulların iktisadi tahlillerini de yaptığı ve o insanların çarpıcı hikâyelerini, yaşamlarını anlattığı kitabı “Uçurum İnsanları”, büyük bir ilgi uyandırdı. Bu kitabı yazarken hem kendi gözlemlerine, hem de Londra’nın yoksulluk sorunu üzerine yazılmış yüzlerce broşür rapor ve esere dayanarak, adeta bir sosyolog gibi çalıştı. Bundan sonra yine kitap yazmaya devam etti. Vahşetin Çağrısı ve Deniz Kurdu kitapları da büyük beğeniyle karşılandı. Vahşetin Çağrısı adlı kitabı ona dünya çapında bir ün kazandırdı. Deniz Kurdu birçok eleştirmen tarafından Jack London’un en güçlü eseri olarak kabul edilir. Çünkü bu romanda gelişim, biyoloji ve toplumbilimi güzel bir biçimde harmanladı ve heyecanlı bir şekilde halk kitlelerine sundu. Savaşı izleyip, röportaj yapmak için Japonya’ya gitti daha sonra ve burada da hapishanelerle tanıştı. Japonya’ya varmadan Kore’de Koreliler onu Rus casusu olmakla suçlayıp tutukladılar. Daha sonra ise Japonya’da orduyu izinsiz izlemek suçuyla hapishaneye gönderdiler. Japonya’da gözüpekliğini, cesaretini göstererek ve diğer gazetecileri atlatarak gazetesine haber üstüne haber yağdırdı. Üniversitelerde, çeşitli derneklerde konferanslar, seminerler verdi aynı zamanda ve buralarda sosyalist fikirleri insanlara sundu ve onu sonuna kadar savundu. Bazı toplantıların sonunda ise gazeteler Jack London hakkında kötü şeyler yazdılar ve onu tutuklatmaya bile çalıştılar. Bu ortamda toplumcu, sosyalist fikirlerle yazılmış eserler vermeye devam etti ve Amerikan gençliğini aydınlatarak onları, ellerini kollarını bağlayan zincirlerden kurtarmaya çalıştı. Serüven duygusunun içine işlemesiyle yerinde duramayan Jack London dünya turuna çıkmaya karar verdi. Bunu da kendi elinden çıkan bir tekneyle yapacaktı fakat bu teknenin yapımı hem yıllarını aldı hem de birçok sorunla karşılaştı. Geminin yapım aşamasında da kitaplarını yazmaya devam etti. İlk çağlarda insanoğlunun ilkel bir varlıktan insan haline dönüşmesini anlatan kitabı Adem’den Önce bu döneme rastlar. Bu kitabında Darwin’in evrim konusundaki tezlerini de kullanır London. Kendisinin dünya çapında tanınmasını sağlayan ve sosyalist romanların en önemlilerinden kabul edilen Demir Ökçe de bu zamanda yazıldı. Bu kitabında ise Marx’ın fikirlerinden yararlandı ve onu okuyucuyla paylaştı. Demir Ökçe kurmaca bir romandır ve aynı zamanda Jack London’un ileri görüşlülüğünü yansıtmaktadır. “Jack London işte bu belgeler ve delillere dayanarak, güzel olduğu kadar dehşet uyandıran bir eser yazdı. Demir Ökçe, London’un edebiyat açısından en başarılı eseri değildir ama Jack London bu çalışmasıyla iktisadi devrime büyük katkıda bulunmuştur. London bu eserinde faşizme değinmekle kalmayarak, faşistlerin her türlü kültür ve başkaldırmayı yok etmek için ne gibi yollara başvuracaklarını da belirtmişti. Demir Ökçe’yi günümüzde okuyanlar bile bu eserin daha dün ya da bir kaç yıl önce kaleme alındığı izlenimine kapılabilirler.” Sonunda teknesini bitirip yolculuğa çıktı ve bu yolculuk boyunca bin bir türlü macera ve heyecan eksik olmadı. Yolculuk süresince, kendisinin yazar olma macerasını kaleme aldığı büyük ölçüde otobiyografik nitelik taşıyan kitabı Martin Eden’i yazdı. Dönemin eleştirmenleri tarafından kıyasıya eleştirilse, hakkı teslim edilmese ve kıymeti Jack London’un ölümünden sonra anlaşılsa da Martin Eden, Jack London’un en iyi romanlarındandır. Bu kitabı için şunları söylemiştir: “Martin Eden benim. Martin Eden bireyci olduğu için öldü, bense sosyalist olduğum, toplumcu bir düşünceye sahip olduğum için hayattayım.” Bu dünya turu yedi yıl olarak planlanmasına rağmen London, iki yıl gibi bir süre sonra ülkesine geri dönmek zorunda kaldı. Fakat London’un gazetelere verdiği demeçlerde söylediği şey, bu gezide hayatının en mutlu günlerini yaşadığıydı. Yine bu gezi hikâyelerine konu olabilecek bir serüven hazinesi sağladı ona. Geri döndüğünde, Alaska’da altın aradığı günlere dair yeni bir roman yazdı. Yanan Gün isimli kitabının birinci kısmında altın bulunmasından önceki Alaska, ikinci kısımda ise Glen Ellen kırlarının güzelliği anlatılır. Bu kitabın başarısı ise sosyalizmi okuyucuya herkesin anlayabileceği bir şekilde anlatabilmesindedir. Geziden döndükten sonra kendisine büyük bir çiftlik alan Jack London ölümüne kadar burada yaşadı. Bunun yanı sıra Amerika’nın en şahane evini yaptırmak istedi ve bunun için de birçok masrafa girişti. Fakat bu ev, bitim aşamasında yandı ve London’un bütün çabaları boşa gitti. Şatosu yapılana kadar çiftliğinde yaşayan ve kitaplarını yazmaya devam eden London’un misafirleri de eksik olmuyordu. Evi sürekli dolup taşıyordu. Gelen misafirlerle ilgilenmek, onlarla sohbet etmek ve onlardan bir şeyler öğrenmek, London için çok önemliydi. Girdiği ortamları ışığıyla, enerjisiyle aydınlatmasını da bilirdi. Çiftlikteki günlerinde tarıma da merak salan London, yeni ve daha önce uygulanmamış metodları uygulayıp tarımı geliştirmeye çalıştı. Ve bu süre içerisinde kitaplarını da yazmaya devam etti. Fakat yaptırmakta olduğu şatonun yanması onu derinden etkiledi ve bunalıma sürükledi. Onu asıl üzen ise evin yanması değil, insanlara olan inancı ve güvenini yitirmiş olmasıydı. Ayrıca bu evi yaptırmak uğruna girdiği borçlardan dolayı da bir hayli sıkıntıdaydı. Bununla birlikte sağlığı da gittikçe kötüleşti. “Jack London kısa ama dopdolu bir hayatı özlerdi. Bu kısa süre içinde çarpıcı kişiliğiyle yüzyılının insanını etkilemek, düşüncelerine yön vermek istemişti. Tükeneceği güne kadar büyük bir ihtirasla yaşamak, bütün söyleyeceklerini tamamlayıp son kuruşuna kadar harcadıktan sonra ölmekti dileği.” 1916 yılının Kasım ayında hayata gözlerini yuman London’un ölümü de birçok soru işareti bıraktı. Ölüm nedeninin intihar mı yoksa yanlışlıkla aşırı dozda aldığı ilaçtan mı, kaynaklandığı hala tartışılır. Fakat aldığı uyku ilaçları; odasında çıkan, birinde atropin sülfat, diğerinde morfin sülfat bulunan iki boş kutu ve çalışma masasının üzerindeki bloknotta zehirin öldürücü dozunu hesaplaması intihar olasılığını arttırıyor. Jack London’ın yaşamı her zaman dolu dolu geçti. Hayatında çelişkiler, çoğu zaman belirleyici oldu. Fakat her şeye rağmen tavrını hep ezilenlerden, işsizlerden, insandan yana koydu. Çünkü Jack London da onların yaşadıklarını yaşadı, acılarını hissetti ve bunu kitaplarında anlattı. Kitaplarında her zaman gerçeği anlatmaya çalıştı. Yaşamı bu kadar dolu yaşamak ancak Jack London’lara yaraşırdı herhalde. Yaşamını böylesine dolu dolu yaşamasa o kitaplar nasıl yazılırdı ki? Kaynakça: - “Denizler Serüveni Jack London” (İrving Stone)/ (İtalikler bu kitaptan alınmıştır.) -www.london.sonoma.edu Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.