nevermore Oluşturma zamanı: Haziran 26, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Haziran 26, 2009 Spiritüel yaşamın, insanın temel yaşamı olduğunu insan ne zaman anlar? Spiritüel yaşamın her türlü hayati izlenimler ve tecrübelerin dışında çok değerli, çok farklı bir yeri olduğunu acaba bizler nasıl anladık? Onun, hayatın diğer akışları içinde gösterdiği çeşitli formlara nazaran çok daha başka türlü bir forma sahip olduğunu ne zaman kavradık? Hangi türlü bir olay, hayatımızın bir noktasında, bize o anda bulunduğumuz haletin diğer haletlerden çok farklı bir şey olduğunu ama aynı zamanda yine o diğer haletleri de kendimizde barındırdığımızı hissettirdi? Hem diğer haletlerin farkındayızdır, hem de yepyeni, bütün bunların üzerinde olan, onları sarmalayarak koruyan başka bir haleti de hissetmekteyizdir. Ve deriz ki, "Herhalde olsa olsa spiritüalite denen manevi bir hal içinde kaldım. Bundan önceki hallerimde daima duyularımın, hislerimin bana gönderdiği bazı uyaranlar vardı. O uyaranlar içinde ben bunların farkına varıyordum. Acıydı, tatlıydı, sıcaktı, soğuktu gibi. Veya çeşitli hazlar, üzüntüler tarzındaydı. Bir de öyle bir durum oluşuyor ki, duyularımın bana getirmiş olduğu bilgi içinde bulunurken birdenbire, bütün bunların dışında kendimi görüp onlara hakim bir durumda bambaşka bir halete girdim. Hem de bir an içinde." Mesela, bunu bir sevgi hamlesi içinde bulunduğumuz zaman fark ediyoruz... Öyle bir olay ki, o olay normalde bizim üzerimizde çok daha beşeri yani bedensel tepkilerle ilgili bir durum oluşturması gerekirken, her şeyi ortadan kaldırıp derin bir sempati halinde bir bağlanma, bir sarıp sarmalama oluşuyor bedenimizde. Hiçbir şey yapamıyoruz, olmuyor. O sevgi bir anda her şeye galip geliyor. İşte bu hal diğer bütün hallerin üstünde olmak üzere bir spiritüalitenin varlığını gösterir. Sevgiyi herhalde hepimiz yaşamışızdır, bu konuda tecrübelerimiz olmuştur. İçimizde hangi türlü kahredici bir duyguyu veya düşünceyi taşırsak taşıyalım, eğer güçlü bir sevgi etkisini kendi varlığımızda koruyabilmişsek, her zaman kullanamamakla beraber ve o bir imkan bularak başını çıkarıp bizim şuur alanımızı doldurmaya başladığında görürüz ki orada bir manevi hayat kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Sevgi, bütün fiziksel güçlerin, maddi etkilerin üstünde, onlara hakim durumdadır. Duyuların sürdüğü süre içinde, bizi maddeye hakim hale getiren o sevgiyi hissedebiliriz. Manevi hayatı ya da duyguları elde edebilmek için kendi varlığımız üzerinde sistematik olarak pek çok gözlemler yapmak zorundayız. Kuru kuruya, "Ben spiritüel konuları daha çok severim, ruhsal sorunlar beni daha çok ilgilendirir." demek, spiritüel bir mizaca, spiritüel bir hayata uygun yaşıyorum anlamına gelmez. Zaten spiritüel bir hayata uygun yaşamak mümkün değildir. Dünya şartları içinde yaşadığımız sürece, öncelikle o şartlara uygun bir şekilde yaşamayı başarabilmemiz gerekir. Bunları başaramadığımız sürece, spiritüel yaşamın başarılı olması oldukça şüphelidir. DÜNYADAN NEFRET EDİLMEMELİ Çeşitli inançlarda, özellikle Uzak Doğu inançlarının kökeninin çoğunda dünya hayatının çeşitli yöntemler kullanılarak kısmen veya tamamen terk edilebilmesi meselesi büyük bir ideal olarak ele alınır. Buda her ne kadar bazı fikirlerini yumuşatmış olsa bile, yine de kendi doktrininde ileri sürdüğü konu dünyadan nefret etmektir. Halbuki dünya kendisinden nefret edildiği sürece, bizi en fazla sıkan ve ele geçiren bir varlık haline gelir. Yani tamamen tersine... Biz dünyadan nefret etme yöntemlerini, ondan ayrılma, dünyasal her şeyden kopma yollarını kullanmaya başladığımız andan itibaren, dünyanın bizim üzerimizdeki baskısı geometrik bir şekilde artar. Çünkü insanın sorunu, kendi manevi hayatını hür olarak alabildiğine yaşayabilmek isteği beslemesine karşı, madde de onun bu isteğini yerine getirebilmek, bedensel zayıflıklarının kendisine ne kadar engel olduğunu gösterebilmek için bütün gücüyle yüklenir insanın üzerine. Biz her ne kadar dünya üzerine bedenlenmiş bir ruh varlığı olarak yeryüzünde yaşasak da spiritüel hayatımızı bütün özgürlüğümüzle kullanmak da isteriz. Yani bedene hakim olmak istiyoruz. Bedenin bizim üstümüzdeki maddesel etkisini mümkün olduğu kadar sıfıra yaklaştırmak ve kendi irademizi kullanmak hedefimizdir. Ama buna karşılık bedenin ne olduğunu bilmiyoruz. Söz konusu yöntemlerle bedenimizi yıkmaya, yere sermeye çalışıyoruz. Peki, bedenin görevi nedir? Ruh varlığı olarak kendimize göre bir plan kurmuşuzdur. Yeryüzüne geldiğimizde araç olarak bir beden kullanıyoruz. Gözlem yapıyoruz, birtakım etkiler alıyoruz, bu etkileri hem bulunduğumuz ortama yöneltiyoruz, hem de bulunduğumuz ortamdan aldığımız etkileri kendi planımıza, yani daha üst seviyedeki varlıklar sistemine yönlendiriyoruz. Görünüşte gayet güzel bir musluk vazifesi görüyoruz ama bu bedenin ne olduğunu bilmiyoruz. Bedenin sadece bir yerden bir yere nakledici özelliğini kullanıyoruz. O halde bedeni tanımak için, spiritüel hayatın belli sınırlar içinde kalmasını ve bedenin fonksiyonunu, bedenle kendi özümüz arasındaki ilişkiyi, ince ve kaba bütün bağları tam manasıyla anlayabilmemiz gerekir. İşte o zaman "kamil insan" oluruz. Yoksa kuru kuruya bedenden kurtulmanın yollarını aramak ya da bedensel her türlü hazdan nefret etmek, onları yok etmeye çalışmak asla canlı varlığa gereken aydınlığı getirememiştir. BEDENİMİZ NE TÜRLÜ BİR FONKSİYON GÖRÜYOR? Bu durum hayat içinde büyük bir uyum zorunluluğu getirir. Bu nedenle öncelikle bedeni tanımamız gerekir. İç maneviyatın gelişmesinden önce fiziksel olan ortamı bilmeliyiz. Bedenin özelliklerini, içinde bulunduğu ortamın nasıl bir ortam olduğunu, zaman ve mekan bakımından bedenin ne gibi kesin ya da göreceli değerlere sahip olduğunu tanımalıyız. İki büyük gerçek olan doğum ile ölüm arasında geçen büyük bir maceradır bu... Dünyanın çok çeşitli yerlerindeki toplumlar kendilerine çeşitli önderler vasıtasıyla, ruhsal planlar vasıtasıyla büyümüş olan bilgileri anlayarak ve onları uygulayarak birtakım sonuçlar elde etmeye çalışırlar. Beden gerçekte fizik evrenin mantal plana (mantal plan, ruhsal enerjinin meydana getirmiş olduğu özel bir ara plandır) en iyi şekilde uyum sağlayabildiği bir ortamdır. Fizik evrenin içinde var olan bütün yasalar, bütün tesir mekanizmaları, mikroevren olarak insan bedeninde mevcuttur. Bütün yaradılışın özü kendisinde var olduğu için, ruhsal enerjiye de makroevren denir. İşte bedenin asıl özelliği mikroevren ve makroevren olarak tek bir evren halinde önümüze çıkmış olmasıdır. Her iki evreni de kendisi temsil edecek güçtedir. İnsanın önce bedene karşı şuurlu bir saygısı ve sevgisi olması gereklidir. Bu bedeni sevmek, egoizm anlamına gelmez. İslam öğretisinde insan bedeni için, "Tanrı'nın evi" sözü kullanılır. Bu beden, Tanrı'nın insana hediye etmiş olduğu büyük bir nimettir, anlamına gelir. O bedene ona göre muamele et. Arkasından da, "Kendinize zulmetmeyiniz." ifadesi vurgulanır. Aslında kastedilen konu, insanın kendi bedeninin neleri yapabileceğini, bu bedenle neler elde edilmiş ve edilecek olduğunu bilebilmektir. Birçok inanç bunun farkına varmıştır. Fakat bu farkındalık derhal, her şeyde olduğu gibi bir özdeşleşme işine dönmüş, büyük bir amaç haline getirilmiş, ana fonksiyonu kaybedilmiştir. O küçük fonksiyonlu bilgi ise temel fonksiyon haline getirilmiştir. BEDENİ TANIMADAN SPİRİTÜELLİĞE GEÇİLMEZ Buna yogi yolu denmektedir. Yogi yolundan maksat, bütün inanç sistemlerinde bedenin, içinde bulunduğu durumun dışına taşabilecek şekilde aşırı faal hale getirilme meselesi vardır. Bir yoginin yapmak istediği de budur. Bedenin gerçek yeteneklerini, gerçek gücünü ortaya çıkartarak ondan yararlanmaktır. Bu sayede de spiritüaliteyi genişletmek hedefleniyor. Bir yere kadar geliniyor fakat bir de bakıyoruz ki, spiritüalitenin yerine doğrudan doğruya bedene özel olarak bağlanıp kalma eğilimi hakim. Hristiyanlık da kendine özgü bir yogizme sahiptir. İsa'ya benzemek için yapılan düşünce yoğunlaşmaları buna örnektir. İsa'yı taklit etmek; İsa'nın kendisi gibi olmaktan çıkmış, doğrudan doğruya İsa'nın bedenindeki yaraların taklidine kadar gidilmiştir. Nitekim bazı azizlerin bedeninden, İsa'nın çarmıha gerildiği noktaların aynısı olmak üzere kan akmaya başlamıştır. Burada spiritüalite değil, doğrudan doğruya bedenle özdeşleşmenin devreye girdiğini görüyoruz. Denebilir ki, bu, İsa'ya gösterilen sevginin tezahürüdür. Ancak söz konusu bu sevgi maddeleşmiş bir sevgiye dönüşmüştür. Eğer tam bir gelişme sağlanmış olsaydı, İsa'nın taklit edilmemesi gerekirdi. İsalaşmak gerekirdi... BEDENİMİZDE EVRENSEL YASALAR GEÇERLİDİR Beden mikro ve makroevreni, her ikisini birarada temsil eden, yaradılış düzenine en uygun ölçülerde meydana getirilmiş bir araçtır. Bedenin kendine özgü çok büyük yasaları vardır. Uzak Doğu öğretilerinde ortaya çıkan bazı bedensel noktaları ve değiştirici bölgeleri belki yasalar olarak ele alabiliriz ancak yine de uygun değildir ve yetersizdir. Bedendeki bütün titreşimsel seviyeleri değiştirerek tek bir amaca konsantre ettiğimizde ne istiyorsak o olur. Bedenimizde ne istiyorsak onu yapabiliriz. Şeklimizi değiştirebiliriz. Varlığın tahayyülüne bağlı olduğu için kendi şeklimizi değiştirebiliriz. Yerimizi ve mekanımızı da değiştirebiliriz. 21. yy insanının öğreneceği şeylerden biri de, kendi bedenini istediği yere nakledebilmek, bedeni değiştirebilmektir. Bedenini değiştiren insanların ilk yapacağı şey, bedendeki dejenere edilmiş bölgelerin rejenere edilmesidir. Mide kanamalı değil, sağlam; kalp bozuk değil, o da sağlam. Varlık kendi kendisini iyileştirme özelliğine o zaman sahip olur. Bunlar tamamen varlığın kendi spiritüalitesini tanıdığı zaman ortaya çıkacak olan beden üzerindeki avantajlarıdır. Şu an beden bize hakim olduğu için bedenin avantajları çok. Ruhsal avantajlar ise pek yok. Büyük değişimle birlikte varlıkta kendi özü hakkındaki bilgisi genişlediği zaman, bedeni üzerindeki hakimiyeti de birdenbire artacaktır. Bir yaranın bir hafta sürmesi mümkün olmayacaktır. Filipinler'de yapılan ameliyatlar buna örnektir. Bedensel yenilemeler ömür yenilemesi demektir. Vücudun sağlam hale getirilmesi, fonksiyonlarını tam olarak yerine getirmesidir. Örneğin 120 yaşındaki bir insanın 100 metreyi 10 saniyede koşması normal karşılanacaktır. BİZLERDE BÜYÜK BİR POTANSİYEL BİLGİ GİZLİDİR Bunlar zaten insan varlığının yapısında hücresinde, beyninde, her şeyinde yerleştirilmiş durumdadır. Bunlar fiziksel enerjinin ruhsal enerjiyle birlikte biraraya getirmiş olduğu temel yapıda mevcut özelliklerdir. Onları kullanıp kullanmamak ona enkarne olmuş varlığın bileceği bir şey. Yeniden hiçbir şey ihya edilmiyor. Üzerini kirlettiğimiz cevherin altından çok şeyler çıkacaktır ve çıkıyor. İnsan bedeni çok yüksek bir cevherle yüklüdür. Yapısı, ruhuna eşlik edebilecek bir bedendir. İnsanoğlu fizik evreni keşfederken dünyayı da geliştirmiştir. Gerçi bu keşif sırasında yeryüzüne bazı zararlar verilmiştir ama başka çaresi de yoktu. Kömürü, petrolü, nükleer enerjiyi tanımak için onlarla haşır neşir olmak gerekirdi. Elbette bu arada bazı kazalar da olmuştur. Ama dünyanın, verdiğinin yanında aldığı da çok fazladır. Şu son siklus içinde dünya maddesinin bu derece derinine inebilmek her varlık grubunun nasibi değildir. Bu nedenle günümüzde yaşayan 6 milyar insan gözüpek varlıklardır. Evrenin pek çok yerinde elde etmiş oldukları bilgileri getirip burada iş birliği halinde kullanıyorlar. Her ne olursa olsun, insanlık büyük bir dayanışma halindedir. Dünyanın gelişimine bizler çok hizmet ettik. Dünya da her şeyiyle canlı bir varlıktır. Bizim bedenimiz de dünya malıdır. Onun bize sağlamış olduğu araçlar aracılığıyla onun gelişmesine yardım ediyoruz. Çünkü ruh varlığı bütün varlık sistemlerinin anasıdır. Ruh enerjisinin girmediği bir şey var olamaz. Bir şey var olmak için ruhsal enerji vasıtasıyla aşılanması gerekir. Her şeyin varlığı ruh varlığına bağlıdır. İlk yaratılan, Varlığın tek yarattığı nesne, ilk hareketi meydana getiren doğrudan doğruya ruhsal enerjidir. Ruhsal enerjinin içinde tasavvur edeceğimiz veya edemeyeceğimiz her şey vardır. Ergün ARIKDAL Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.