nevermore Oluşturma zamanı: Haziran 26, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Haziran 26, 2009 (düzenlendi) Ruhsal yasalara göre kendimizin dışındaki diğer varlıklarla iletişim,ruhun öz bilgisini kullanılır hâle getirir. Ruhun gerçek hazinesi, kendinde saklı bulunan bilgiyi yaşanır ve kullanılır hâle getirince ortaya çıkar. Hepimiz özümüzde var olan bu bilgiyi uygulayabilmek için buradayız ve ruhsal güce aracılık etmek için bedenleniyoruz. Bedenlenmedeki amacımız, ruhun özünde saklı bulunan bilgiyi kullanılır hâle getirmekten ibaret. Hepimizde Bütünsel olana ait kudret saklı olarak vardır. Ve beden aracılığıyla yaptığımız deneylerle evrene katkıda bulunuruz. Her varlık bu kudret hakkında kendi anlayışına göre bilgi sahibi olur. RUH NEDİR? RUHUN TANIMI YAPILABİLİR Mİ? Ruhun tam bir tanımını yapmak mümkün değil. Ruh sonsuzdur. Tüm kelimeler sonlu oldukları için en iyi şekilde bir araya getirilseler bile yaradılıştan var olan kudreti tanımlamak için yine de yetersiz kalırlar. Ruh sayısız görünümlerdeki yaşamın, o olmaksızın fonksiyon göremeyeceği sınırsız evrenin sebebi olan kudrettir. Tüm yaşamların özünü oluşturan Tanrı gücüdür. Ruh, irade ve gücü nedeniyle uyum sağlayabildiği ortamlarda bedenlenen, yaşam adını verdiğimiz olguyla bilgi ve deneyimlerini arttıran bir cevherdir. (Töz) Yeryüzü fiziksel bir ortam olduğu için, ruh adı verilen tanrısal enerjinin milyarlarca varlığa iletilebilmesi ancak beden aracılığıyla gerçekleşir. BEDENLENMEDEKİ AMAÇ Ruh ve beden ilişkisinin asıl amacı fizik ötesine taşar ve bireyi ruhun bilgisine uyandırmayı amaçlar. Yani maddî ortamlarda yaşayan varlık, madde dünyası içindeyken de ruhsal dünyayı tanımalı ve onun gereklerini; sevgiyle, isteyerek, sevinçle bir denge içinde yerine getirmeli… Bedenlenmenin amacı kişinin kendi kendisini şuurlandırmak isteği.Yani neyi,neden, niçin, nasıl, nerede ve ne zaman yapacağını bilebilmenin, uygulayabilmenin yollarını öğrenmektir yaşamak. Her olayıyla da bizi bilgilendirdiği için yaşamı, insanı, varoluşu sevmek öyle önemli ki!... İLÂHÎ TOHUM Varlık ruhsal yapısının şuuruna vardıktan sonra doğal mirasının bir parçası olarak içinde saklı olan ilâhî tohum açılmaya başlar. Ve o andan itibaren kişi tüm evreni kaplayan sonsuz yaratıcı gücün ortaya çıkmasındaki rolünü şuurlu olarak yerine getirir. Kendini bizim aracılığımızla ifade eden kudret, tüm evreni meydana getirmiş olan kudretin bir bölümüdür. Bu kudret tüm gezegen ve yıldızları donatan kudrettir. Okyanuslara gelgit enerjisini o verir. Milyonlarca çiçeğe renk ve kokusunu veren, yıldızlara güneşlere enerji sağlayan kudrettir. Bu kudret doğumsuz ve ölümsüzdür. Daima vardır ve her şey onun bir parçasıdır. Evrensel kudret, var olan ya da var olmayan şeyler kategorisine sokulacak bir kavram değildir. Ölçülemez. Bir isimle, şekille veya entelektüel varsayımla sınırlı hâle getirilemez. Evrensel kudreti şeklî hâle getirmeye çabalamak boşunadır. Bizler ruhu tam olarak bilemeyiz ve tanımlayamayız. Çünkü insan aklı sonsuzluk ifade eden ruhun niteliklerini kavrayamaz.Bu yüzden de kutsal kitaplar siz ruhu tanımlayamaz ve onun hakkında çok fazla bilgi edinemezsiniz demişlerdir. Biz onu ancak bazı modellerle anlamaya çalışabilir, görünümlerini algılayabiliriz. Aynen elektrik örneğinde olduğu gibi. Elektriğin aslını tam olarak bildiğimizi kim söyleyebilir ki? Ama ısı, ışık şeklindeki görünümlerini biliyoruz.Ruhun da ne olduğunu tam olarak bilmemiz mümkün değil, ama görünüleni gözlem ve deney yoluyla saptanabiliyor. Deneysel ruh bilimindeki gözlemlerin artmasıyla birlikte 20. yy.ın başından beri ruh bilimi felsefe ve dinlerin zorunlu konusu olmaktan çıkmıştır.Metapsişik deney ve araştırmalar, spiritüel çalışmalar, özellikle yurtdışı üniversite ve laboratuarlarda, enstitülerde bilimsel metotlarla da araştırılarak bu konudaki bilgi ve tanımları sağlayan bilim dalları olarak, ruhun bilimine ilişkin anlayış ve kavramları geliştirmektedirler. RUH BEDEN İLİŞKİSİ Fizik beden öldüğünde ruh varlığı bedenle ilişiğini kesmiş demektir ve varlık astral beden ya da perisprital bedenle varlığını sürdürür. Ruh-beden ilişkisinin bu kesilme şekline tıpkı elektrik düğmesinin kapanması gibi diyebiliriz. Elektrik düğmesini çevirdiğinizde ortalık bir anda kararır. İşte bunun gibi ruh, beden üzerindeki konsantrasyonundan vazgeçtiğinde beden atıl kalır ve çürümeye mahkûm olur. Ruh beden ilişkisi sürdüğü sürece o beden canlı hâldedir.Ölüm olayıyla ruhsal varlık şuur projeksiyonunu başka bir ortama ve o ortamın özelliklerine uygun bir bedene kaydırmış demektir. Bilindiği gibi bir ömür boyu süren canlılık hâli içinde ruh-beden ilişkisi; uykuda, bazı rahatsızlıklarda, baygınlık hâllerinde, trans durumunda gevşer ve ölümle tamamen ortadan kalkar. ÖLMEK BOYUT DEĞİŞTİRMEKTİR Ölümün bir son olmadığını anlamalıyız. Bir varlık için ölüm bir realitenin bitimi, diğer realitenin başlangıcıdır. Çünkü varlık için ölmek veya doğmak değişik iki boyut arasında bir geçişten ibarettir. Ne ölüm ne de doğum sanıldığı kadar büyük bir olay değildir. Bir boyut sistemi içinde yatay şekilde hareket edildiği sürece daima birbirine sebep ve sonuç bağlarıyla bağlı olan olaylarla karşılaşırız. Fakat dikey şekilde hareket etmeye başladığımız zaman, bulunduğumuz realitenin başka bir plân altında hareket ettiğini görmemiz mümkündür. Bu düşünce bize ölüm ötesi hakkında bir fikir vermektedir. Kendimizi bir kâğıdın yüzeyine yapışık olarak düşünelim. Kâğıdın üstündeki yazılar da varlık olsun. Bu durumda sadece iki boyut söz konusudur. Üçüncü bir boyuta geçebilmek için kâğıdın kalınlığının olması gerekir. Ve biz üçüncü boyuta geçtiğimiz zaman iki boyutlu sistemin bütün yasalarının dışına çıkmış oluruz. Aynı şekilde üç boyut içinde yaşayan bizler, dördüncü boyuta geçtiğimiz zaman dördüncü boyutun yasalarına bağlanır, üçüncü boyutun bütün yasalarının dışına çıkmış oluruz. Elbette ölümden sonra varlığımızı sürdüreceğiz. Fakat bu bedenli bir var olma hâli değildir. Çünkü bedenimizi hiçbir yere götürmüyoruz. Beden bir süre sonra bırakılması gereken, bizim yeryüzü görgü ve tecrübelerimizi sağlayan, oldukça elverişli bir vasıtadan başka bir şey değildir. Varlık, bedenini terk ettikten sonra varlığın var olma hâli, şuurlu istekleri, şuurlu etkileme gücü ve şuurlu davranışları devam eder. Aslında ölüm diye bir şey yoktur. Doğuşlar vardır. İnsan sürekli olarak yeniden doğar. Hem ölünce öte âleme doğar, hem de bu hayatı içinde realite değişimleri ile yeniden doğar. Demek ki, bilgili bir insan için ölüm değil sürekli doğuşlar vardır, sürekli yenilenmeler vardır. Bir atom bile kendi içinde yasaları uygulayarak belli bir düzen içinde sürekli bir hareket, başka bir atomdan çözülme, başka bir atomla birleşme ve yeniden doğuş içindedir. Öldükten sonra spatyom adı verilen ince titreşimli duyular dışı bir âleme geçilir. Öte âlem tahayyül, yani imajinasyon yoluyla geçilebilen bir âlemdir. Duyular âlemimiz sınırlıdır ama duyular dışı âlemin sınırı yoktur. RUH GÜCÜ Varlık, özündeki ilke ve kanunların sahibi olduğunu tezahür âlemindeyken kanıtlamalıdır. Dünya hayatında yaşarken Varlıksal İlke ve Yasaların öğrenimini yaparız. İnsanoğlunun nefsaniyetini, düşüncelerindeki kabalığı, anlayış azlığını yok edip, ruhunun gizli gücünü kullanabilmesi için ruh gücünü tanıması ve bilmesi gerekmektedir. Bizler, fizik bedene ait güçlerimizi fazlasıyla kullandığımız için, düşünce ve eylemlerimiz kaba düzeyde kalmakta, yani dünyanın, insanın spiritüel güçlerini aşağıya çeken etkilerinden kurtulamamaktayız. Oysa varlık ancak ruh gücünü kullanma oranını artırdığı ölçüde incelir, sezgileri artar ve "Varlıksal İlkelerin" koruyucusu olmaya başlar. Şubat 5, 2011 nevermore tarafından düzenlendi 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
GunduzGezen Yanıtlama zamanı: Haziran 26, 2009 Paylaş Yanıtlama zamanı: Haziran 26, 2009 bedeb = nefis . hatırlatırım. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Ruhun Vücut Üzerindeki Fizikokimyasal Tesirleri Ruhun, maddesel olmayan bir varlık olduğunu ve bu varlığın ancak maddeler üzerinde gösterdiği tezâhürlerle kendini bize tanıttığını daha önceki kısımlarda belirtmiştik. Şimdi bu tezâhürlerin neler olduğuna bakalım: Ruh, imajinasyon yoluyla sanki bir heykeltıraş gibi maddeler üzerinde çalışarak onları istediği şekle sokar. Onun bu egemenliği tamamiyle dünyaya “inmezden” önceki bazı özel koşullar altında ve birazda dünyaya “indikten” sonraki tesirliliği ile olur. Ruhun kozmik maddeler üzerinde ne şekilde ve nasıl etkili olduğunu incelemek kudretinde değiliz. Hattâ onun dünyadaki tezahürlerinden bile tam olarak haberimiz yok. Vücudumuzda olup biten şuurlu / amaçlı hareketlerin haddi ve hesabı yoktur. vücudumuzun morfolojik ve fizyolojik durumunda ve yabancı etkilere karşı verdiği tepkilerinde öyle yüksek ve koruyucu amaçlar vardır ki, biz ne bu amaçları ne de bu amaçlar uğrunda ortaya çıkan ince otomatizmaları henüz anlayamıyoruz bile… Birkaç örnek verelim: Dikkat edilirse, organların yapısal durumları normalde; ne fazla ne de eksik olarak yaşam koşullarına göre ayarlanmıştır. Yalnız ot ya da etle ya da hem ot, hem de etle beslenen hayvanların dişleri onların besinlerini alabilmelerine en elverişli bir şekilde düzenlenmiştir: Otla beslenen hayvanların dişleri daha çok kesici ve öğütücü durumdadır. Oysa etle beslenen hayvanlarınki delici ve koparıcı şekilde gelişmiştir. Bağırsaklar da böyledir: Yediği otu ve bitki liflerini hazmetmek için uzun bir boruya gereksinimi olan ot oburlarda bağırsaklar, buna o kadar gereksinimi olmayan et oburlarınkine oranla çok uzundur. İnsanlarda mide kenarlarının basıncı o kadar fazla değildir; dişlerin, besini gerektiği kadar ezebilecek durumda olması, midenin bu bakımdan yükünü hafifletmektedir. Oysa, örneğin, kuş gibi, dişleri olmayan ve tohum / tahıl benzeri sert şeyleri yutan hayvanlarda mide kenarlarının basıncı hayret edilecek derecede şiddetlidir. Bunların midelerine ancak 40 kg’lık bir basınçla ezilebilecek mâdenî tüpler sokulduğu zaman, mide kenarlarının basıncı altında bu tüplerin yamyassı oldukları görülmüştür. Dilin ön ve arka tarafındaki tad alma duygularının topografisinde bile koruyucu bir amaç göze çarpar: Dilin uç tarafı acı, arka tarafı da tatlı şeyleri duyar. Zararlı yemeklerin bir kısmının acı / acımış olduğunu biliriz. Acılık duygusunun ön tarafa konmasında, zararlı bir maddenin boğaza doğru gitmeden önce algılanıp, ağızdan atılmasını sağlayıcı bir amaç görülmüyor mu? Atların otlamalarına dikkat etmişseniz, buna benzer bir durumu onlarda da görürsünüz: At, otu dişleriyle koparmazdan önce, dişleri kapalı olduğu halde dudaklarını yayarak otların üzerine yapıştırır ve ancak bu kontrolü yaptıktan sonra otlar. Şu halde bizim dudaklarımızın iç zarında bulunmayan ve gıdaların içeriğini anlamaya yarayan bir duygu bu hayvanların dudaklarında bulunmaktadır. Bu ne için onlarda var da bizlerde yok? Bunun yanıtını vermek hiç de zor değil, ruhçuluk bilgisiyle… Daha fazla koku alma, görme ya da dokunma gibi duyguların yardımıyla yaşamak zorunda olan çeşitli hayvanlarda bu duygular başka varlıklardakine oranla daha gelişmiş bir durumdadır. Örneğin, farelerin kulaklarındaki duyarlılık inanılmayacak kadar fazladır. Bu hayvanın 280 metrekarelik kapalı ve sessiz bir yerde, bize göre hiçbir ses oluşturmayan bir baş çevirme hareketiyle oluşan eklem sürtünmelerinden çıkan sesi 6 metrelik bir uzaklıktan işittiğini yeniden yeniden yaptığım denemelerde gördüm. Farede koku alma duyusunun da ne kadar gelişmiş olduğunu herkes bilir. Böylece yaşamda canlı kalmak için, gerektiğinde canını kurtarmak için; bir kedinin ayak seslerini işitmek ve bir sokak ötedeki kaşar peynirinin kokusunu duymak zorunda olan bu hayvancağızın duyu organlarındaki gelişmişlik derecesi onun yaşamsal zorunlulukları ile ayarlanmış bulunmaktadır. Bu, amaçlı bir oluş değil midir? Kartalların ve onlara benzer uçan canavarların iki bin metreden daha uzaklardaki ufacık kuşları gördüklerini biliriz. Böyle bir melekeye onların çok gereksinimi vardır, değil mi? Organlarla ilgili uyum konusu boş ve anlamsız değildir. Bunların her birinde birer yaşamsal işlev ve amaç gizlenmiştir. Herhangi bir varlığın çevresi ile olan ilişkileriyle ilgili koşullarda değişiklik ortaya çıkınca, yeni koşullara uygun bir takım morfolojik oluşumun o varlıkta belirmeye başladığını görüyoruz. Bu durumun en iyi örneğini yeni doğan bebekler verir. Anne rahmindeki bir bebeğin dışarıdan oksijen olarak kanını temizlemeye gereksinimi yoktur. Çünkü o yavru saprofit olarak annesinin kanı ile beslenir. Bu nedenle ana rahmindeki bebeğin kan dolaşımı oluşumu başkadır. Dünyadakilerde sağ ve sol kalbin birbiriyle bağlantısı olmadığı halde; bunlarda, bu iki kalp kısmı birbirine açılmaktadır. Demek ki, bunların sağ kalplerindeki kanlar doğrudan doğruya sol kalplerine geçer. Oysa, bebekler doğar doğmaz iş değişir: Artık o, kendi kanını ciğerleri aracılığıyla kendisi temizleyecektir. Bunun için de ciğerlerini çalıştırması gerekir. Onun sağ kalp kanı, önce olduğu gibi ciğerlere uğramadıktan sonra sol kalbe girmez. Böyle olmasaydı, bebek yaşamazdı. Bu gereksinimi karşılamak için ana rahmindeyken, açık bulunan iki kalp arasındaki delikler doğumda kapanır. Bazı hastalıklar vardır ki, bunların doğurduğu engeller yüzünden vücutta, doğal sirkülasyon yollarında bazı bozukluklar ortaya çıkar ve kan doğal yollarda dolaşamaz. Böyle bir engel yaşamı ciddi bir tehlikeye sokar. Fakat organ buna karşı derhal etkinleşerek doğal halde olmayan bir takım kan damarlarını oluşturur / geliştirir ve kanı bu şekilde öteki dolaştırıcı yollardan yönlendirerek kendisini yaşatmaya çalışır. Eğer sinirlerden birisi herhangi bir yerinden kesilip ufak bir parçası alınırsa, bir süre sonra kesilen uçların tekrar büyüyerek vücudun anatomisinin karmakarışık unsurları arasından yürüyüp, birbirini buldukları ve birleşerek yeniden vazifeye başladıkları görülür. Ağızda çeşitli tükürük bezleri vardır. Bunların her birinden ayrı ayrı besin maddelerinin hazmına yarayacak özel tükürük salgılanır. Her besin maddesine göre bu bezlerden birinin ya da ötekinin fazla çalışması bir araştırmacı yazarın belirttiği gibi, “Sanki ağzın akışkan zarında bir anlayış varmış..” fikrini insana verdirecek kadar şuurlu bir harekettir. Örneğin, ağza alınan bir madde çok kuru ve tadsız / tuzsuz bir şey ise (kil gibi), bu maddeyi eritmek ve sulandırmak için, sulu bir tükürük gerekir. Böyle bir durum ortaya çıktığında, gerçekten en sulu tükürüğü salgılayan kulakaltı bezi derhal çalışmaya başlar. Bunun içindir ki, aldığı besinleri çiğnemek ve sulandırmak ihtiyacında bulunmayan balık ve kuş gibi hayvanların kulak altı bezleri yoktur. Öncekinin tersine olarak lokma parçalarının birbirine yapışması ve kaypak bir duruma gelmesi gereken et gibi bir madde ağza alınırsa, o zaman öteki tükürük bezleri etkinleşir ki, bunlar da yapışkan ve kaypak bir sıvı salgılayan dil ve çene altı bezleridir. Bu konuda Prof. Pawlow üç tür tükürük bezinin ağzına ayrı ayrı tüpler takarak, bu bezlerden ayrı ayrı sıvılar almayı başarmıştır. Bu şekilde hazırlanmış olan köpeklere uzaktan besinler gösterilince, farklı tükürük bezlerinden salgılar gelmeye başlar. Fakat asıl dikkate değer durum şudur ki, köpeğe gösterilen besinlerin türlerine göre; bazı bezlerden, ötekine göre daha az ya da çok salgı gelir. Örneğin, hayvana biraz et parçası gösterildiğinde, çene altı tükürük bezinden daha fazla salgı geldiği ve kulak altı bezinden hiç salgı gelmediği; oysa aynı köpeğe ekmek parçası gösterildiğinde, tersi olarak; çene altı bezinden bir salgı gelmeyip, kulak altı bezinden bol salgı geldiği görülmüştür. Buna benzer durumları birçoğumuz, çoğunlukla da hiç dikkat etmeden deneyimlemişizdir. Önümüzde sıkılan bir limonu görmek ve hattâ anımsamak bile ağzımızı sulandırıverir. Limon görme durumunda, en çok dil altı bezi salgıda bulunur. Neden? Belki birden bire bunu bulamayız ama organların her hareketinde, var olan amaçlı bir iş görünümünden, bu olayın dışarıda kalmayacağını biliriz. Biliriz ki, organlarda bir alkali – asit dengesi vardır. Bu denge birçok yaşamsal işlerde önem kazanır. Bu durumda, ağızda fazla asit bulunması buradaki hazım işlemini olumsuz etkiler. Bundan dolayı organizma ağzın bu ortamını yaşamsal bakımdan düzeltmek zorundadır. Bunun için ağzı sulandırmaya başlar. Fakat durumun asıl dikkate değer yanı şudur ki, ağzın öteki bezleri arasında en etkili sıvıyı salgılayan bez, dilin altındakilerdir. İşte bu durumda dil altı bezi çalışmaya başlar. O kadar ki, o ekşi besin ağıza alınmadan, onu değişime uğratacak sıvıyı ağız bu şekilde önceden hazırlamış olur. Ağız sıvısında olduğu gibi, mide sıvısında da benzer uyumlu etkinlikler vardır: Örneğin, iyi bir hazım için mide ortamının ekşi(asidik) olması gerekir. Bu nedenle mide sıvısı ekşidir. Bu ekşilik litre başına 1-7 gr. arasında değişir. Bu derecenin ne aşağıdan ne de yukarıdan bu sınırları aşması gerekir. İşte burada da amaçlı bir düzenin var olduğunu görürüz. Vücudumuzda her iş (normalde) mutlaka bir amaca yönelik olarak yapılır. Bunların hiçbirinden haberimiz olmaz. Kırmızı kan hücreleri hipotonik (1) bir çözeltinin içine bırakılırsa, bu çözelti önce bu hücreleri şişirir, sonra da içlerindeki homoglobin maddesinin hücreyi patlatıp dışarı çıkmasına neden olur. Bu şekilde hücre parçalanmış olur. Demek ki vücutta bu maddelerin harabolmaması için, fizikokimyasal bakımdan belirli koşulları içeren bir çözeltide (izotonik) korunmaları gerekir. İşte kan, bu koşullara sâhiptir ve vücut, kanı bu koşullarda tutmaya gayret gösterir. Oysa yaşamsal bir takım başka zorunluluklar yüzünden bedene sürekli olarak su girer ve çıkar. Yani kan sıvısının bu çözelti (izotonik) özellikleri sürekli değişme durumuyla karşı karşıyadır. Eğer bu oluşa engel olacak düzenleyici otomatizmalar araya girmemiş olsaydı, kan sıvısı içinde yüzen ve yaşamsal önemi hâiz kırmızı kan hücreleri birkaç saat içinde parçalanıp gider ve organizmanın canlılığı ortadan kalkardı. Oysa, görüldüğü gibi; iş böyle olmuyor; biz kan sıvısının izotonik durumunu bozmak için, dışarıdan damara ne kadar bozucu (anizotonik) sıvılar enjekte etsek de, bu işte aslâ başarılı olamayız. Yani kan sıvısının gerekli olan izotonik niteliklerini bozamayız. Örneğin kana, su oranı fazla bir eriyik enjekte etsek, kanın sulanma tehlikesini gören vücut derhal bu duruma karşı harekete geçer ve kanı “koyulaştırmaya” çalışır. Bunun için, vücudun değişik yerlerinden tuzlar kana çekilir, bir kısmı suyu dışarı atar. Eğer kana su oranı düşük koyu bir eriyik verilirse, bu kez de, öncekinin tersine olarak, su sarfiyatı azaltılır, susuzluk duygusunu doğurarak dışarıdan vücuda su alınması sağlanır ve kan böyle bir otomatizma ile sulandırılmış olur. Solunuma yarayan ve vücudun oksijen gereksinimi sağlayan madde homoglobindir. O halde bu madde yaşamın en gerekli elemanıdır. Bununla beraber homoglobinin vücutta, kanda serbestçe dolaşması çok zararlıdır çünkü kanın fizikokimyasal koşullarını bozarak vücuda zehir gibi tesir eder. Yaşam için çok gerekli olan bu maddeyi, vücuda hiç zarar vermeden kanda saklamanın çaresi şöyle bulunmuştur: Az yukarıda değindiğimiz kırmızı kan hücreleri bunun için vardır. Bu hücreler homoglobine sanki bir “kutu” vazifesi görürler. Homoglobin, bu hücrelerin içinde kapalı bir halde bulunarak vücuda zarar vermeden görevini yerine getirirler. Bazı durumlarda, örneğin; fazlaca beden hareketleri (egzersizler) yapıldığında, vücudun oksijen gereksinimi artar. Oysa vücudun oksijenden yararlanmasını sağlayan araç homoglobin maddesidir. Bu durumlarda bu maddenin vücutta yeterince çoğalması gerekir. Fakat kanda bu maddeyi serbestçe dolaştırmaya izin vermeyen sistem, aynı zamanda onların “saklama kabı” olan kırmızı hücrelerini(eritrosit) de fazlaca üretmeye başlar. Vücut oksijen gereksinimini karşıladıktan sonra, homoglobin ve kırmızı hücreler normale dönerek yeniden beraberce azalırlar. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Tıp bilimine göre dalak organımız kırmızı kan hücrelerinin mezarıdır, onlar burada harâbolurlar. Buna karşılık kemik iliği de onların yerine yenilerini üreterek kana gönderir. Eğer beklenmedik bir zamanda vücutta bir oksijen yetersizliği baş gösterirse, örneğin; bir karbondioksit zehirlenmesi, atmosfer basıncının azalması ya da asfeksi (2)gibi bir durumun ortaya çıkması, hatta vücudun birden bire önemli miktarda kan yitirmesi durumlarından birisi oluşursa, vücut derhal buna karşı yaşamsal önlemleri almak için etkin duruma geçer. Şöyle ki; önce, kemik iliği normal kudretinden daha fazla çalışarak kana fazla kırmızı kan hücresini göndermeye başlar. Hattâ onun bu çalışması olayın düzelmesine yeterli gelmezse, kemik iliği normalden fazla ve hızlı çalışmaya başlar; yani, hücrelerin olgunlaşmasını beklemeden, kana hızla olgunlaşmamış genç hücreleri gönderir. Burada, “Ne olursa olsun…” deyip; en son hızla, bir felâkete karşı koymak isteyenleri telaşlı durumu vardır sanki... Fakat iş bununla da kalmaz, organizma bir yandan bu işi yaparken, bir yandan da, kana gönderilen hücrelerin korunmasına çalışır. Bu nedenle dalak, hücreleri tahrip etmek etkinliğine geçici olarak ara verir. Bu arada kendisinde depolanmış olarak ya da tahrip edilmek üzere saklı bulunan öteki hücreleri de dışarı, kan yollarına bırakarak facianın önünü almaya çalışır. Eğer olumsuz durum çok daha büyük ise, tüm bu etkinlikler de yetersiz kalırsa, ne olur bilir misiniz? Normal zamanlarda kırmızı hücrelerin öldürülme yeri olan dalak, görevini değiştirir ve onları tahribedeceği yerde, yeniden imal etmeye ve böylece kemik iliği gibi onunla aynı yönde çalışmaya başlar. Miyokart infarktusu, bir kısım kalp kasının ölümüyle bağlantılı bir rahatsızlıktır. Bu rahatsızlıkta kalp, olabildiğince az çalışmalıdır. Esâsen bu rahatsızlığın tedavisinde izlenen yol da budur. Fakat beden organizması bunu daha güvenli ve garantili yollarda sağlamaya çalışır: Bu rahatsızlıkta damarlar genişler, kan basıncı düşer ve bu yüzden kalbin yükü azalır, az çalışmaya başlar. Fakat tıbbın yeni (1940’lı) öğrendiği bu mekanizmayı onbinlerce yıl önce câhil bir vahşi bedeni biliyordu… Tüm buraya dek anlattıklarımıza ek olarak, beden organizmasının dış etmenlere karşı kendini koruma amacına yönelik, aktardıklarımızdan daha “ince” işlevleri de vardır: Trigeminus siniri(3) soluk alma refleksini uyandırarak, nefes alıp vermeyi hızlandıran bir sinirdir. Fakat garip ve ilginç olan şudur ki, aynı sinirin burun içini döşeyen kısımları, öncekinin tersine olarak, solunum işini yavaşlatıcı etkiye de sâhiptir. Acaba bunun nedeni nedir? Bu, aynı sinirin; farklı yerlerde, birbirine ait işler görmesinin son derece değerli, önemli ve yaşamsal bir nedeni vardır, bakın nasıl: Bu sinirin solunum merkezi üzerine olan durdurucu etkisi ile, buruna kaçan zararlı bir gaz ya da madde karşısında, isteğin dışında olarak birdenbire nefes durur ve bu sâyede zararlı gazın / maddenin ciğerlere gitmesi tehlikesinin ilk hamlede önüne geçilmiş olur. Örneğin, bir tavşanın burnuna su damlatılırsa, hayvanın nefesi âniden 10-20 saniye kadar durur. Benzer şekilde bir ata kloroform koklatılsa, hayvanın nefesi âniden durur. Şimdi, eğer bu sinir, bedenin başka yerlerinde olduğu gibi, burunda da solunum işini hızlandırmış olsaydı; o zararlı maddeler karşısında nefes duracağı yerde, hızlanır ve tehlikeyi daha da arttırırdı. Görülüyor ki, aynı bir sinirin yaşamsal bir niteliği, vücudun gereksinimine göre değişebilmektedir. Bu tür olaylar bize, insanın organları için değil; organların insan için var olduğunu gösterir. Bazen de zararlı bir maddeye karşı çeşitli bakımlardan organizmanın düzenli ve sanki birbirini destekleyici tepkileri vardır. Böyle karmaşık / zor savunma sistemi organizmada çoktur. Bu durum, tehlikeli bir düşmana karşı farklı kuvvetlerini seferber eden bir toplumun tavrına benzer. Bunlara bir örnek verelim: Organizma içi her şeyde olduğu gibi, karbondioksit gazının da fazlası zararlıdır ve bunun zararlı miktarı organizmadan atılacaktır. Bunun için de en iyi atılma yolu akciğerlerdir. Fakat bu atma işleminin en iyi bir şekilde yapılmasını sanki organizma düşünmüş ve gerçekleştirmiştir. Karbon asidinin ciğerler yoluyla en iyi bir şekilde atılabilmesi için şu üç mekanizmanın birlikte çalışmaları gerekir: a) Karbondioksitli kanın ciğerlere olabildiğince fazla miktarda gelmesi, b) Kanın bu maddeden olabildiğince iyi bir şekilde kurtulabilmesi için ciğerlerde uzunca bir süre durması, c) Karbondioksidi atıp, yerine oksijeni fazlaca alabilmesi için dışarıdan ciğerlere bol miktarda havanın girip çıkması, yani vantilasyonun artması İşte büyük bir yaşamsal amaç için çalışan bu şuurlu etmenin yani ruhun, bu otomatik işleyişi, çeşitli yollardan sağladığını görüyoruz. Şöyle ki, organizma içinde karbondioksit çoğalınca hidrojen konsantrasyonu artar, oysa hidrojen iyonu solunum merkezini uyarır ve bu durum derin derin solumaya ve ciğerlere fazla havanın girmesine neden olur. Az önce belirttiğimiz “c” otomatizması bu şekilde devreye girer “b” otomatizmasına gelince; karbondioksit gazının kalbi yavaşlatıcı etkisi vardır. Yani bu gaz bir yandan; solunum merkezini uyarırken, öte yandan kalp merkezini uyuşturur ve bu şekilde kalp yavaşlar. Kalp yavaşlayınca kanın akışı da yavaşlar ve bunun sonucunda kan ciğerlerde uzunca süre kalır. Yukarıda değindiğimiz “a” otomatizması da şöylece oluşur ve işler: Karbondioksit gazının etkisi altında, damarlar genişler ve özellikle ciğerlerdeki damarların genişlemesi ciğerlerde fazla miktarda kanın toplanmasına neden olur. Görülüyor ki, burada da çeşitli fizikokimyasal etmenler belirli ve yaşamsal bir amaçla ayarlanmış durumdadır. Buna yakın başka bir düzgün savunma düzeni de dışarıdaki ısı farkları karşısında kalan organizmanın tepkilerinde görüyoruz: Hava soğudu, üşümeye başladınız ne yaparsınız? İlk iş olarak sıcak bir yer arasınız. Bunu bulamazsanız, vücudunuzu bir takım eşyaya sarara soğuktan gizlemeye çalışırsınız. Bu arada, şunu hiç unutmamak gerekir ki, eğer bedenimizin koruması sâdece bizim bu irâdî çabamıza kalsaydı, dünyaya çoktan vedâ etmiş olurduk. Nasıl ki soğuğun öldürücü etkisine karşı yukarıda belirttiğimiz önlem ve benzerleri asla yetmez. Bu işte de yarım yamalak bildiğimiz ya da hiç sezemediğimiz birçok iç otomatizma devreye girer. Böylece kusursuz bir savunma oluşur. Soğuk bir ortamda kaldığımız zaman, önce içimizde; yürümek, hareketlenmek, ellerimizi birbirine sürtmek, hatta tepinmek vb. yarı ihtiyari bir istek belirir. Bunun anlamı şudur: Bu hareketler sâyesinde işleyen kaslarımız bedenimizdeki yanıcı maddeleri fazlaca yakmaya başlar ve bundan da hareket ortaya çıkar. Bu hareketlerle soğuğa karşı kendimizi korumaya çalışırız fakat belirttiğimiz gibi çoğumuzun bilmediği bir yarı irâdi otomatizma bizi soğuktan korumaya yetmez. Bunun yanı sıra aynı amacı daha etkili bir şekilde gerçekleştiren ve tamamen istek dışı bulunan başka bir olay cereyan eder ki; o da, her yanımızın titremeye başlamasıdır. Bu titremeden de amaç, yukarıdakinin aynıdır. Fakat yaşam bakımından gerekli olan belirli sınırlardaki ısı derecelerinin korunması için organizama, yukarıda belirttiklerinden daha karmaşık önlemlere sahiptir. Soğukta kaldığımız zaman, cildimizdeki kıl damarları hemen büzülür. Bu şekilde aynı zamanda iki savunma önlemi birden devreye girer: Bunlardan birincisi, kan kütlesinin olabildiğince soğuk ile , yani çevre ile ilişkisini azaltmak ve bu şekilde onu soğuktan korumaktır. Çünkü ciltteki kıl damarları büzülünce, kan cilt yüzeyinden uzaklaşır, içerilere doğru çekilir. İkincisi de, damarlar büzülünce alttaki ter guddelerine (bezlerine) az kan gideceğinden, her zaman vardır ama terlemede geçici olarak durur ki, bunun da yararı şudur: Önce sıcak olan ter ile vücut, sıcaklığının bir kısmının dışarı kaçmasına engel olur, ikinci olarak da, ter kururken çevresindeki sıcaklığı da alıp götüreceğinden, buna karşı gelinerek cild yüzeyinin iyice soğumasının önüne geçilmiş olur. Fakat vücut soğumasının ne kadar tehlikeli olduğunu iyi bilen şuurlu varlık, tüm bu önlemleri de yeterli görmez ve bu tehlikeli etmene karşı daha etkili çârelere başvurur. Bu çârelerden birisi şudur: Yandığı zaman fazla ısı yayan ve aynı zamanda vücudun kömürü durumunda olan şeker ve yağ maddeleri vardır. İşte organizma bunları yakıp, ısılarından yararlanmaya başlar. Bundan dolayı soğukta insanın yağlı ve şekerli gıdalara gereksinimi artar. Gerçi bu türden maddeler organizmada esasen depo edilmiş olarak bulunsa da, organizma bunlara hemen dokunmak istemez. İhtiyat malzemesini sürekli elde hazır bulundurmak basiretini gösteren organizma, ilk gereksinim karşısında elini hemen depoya uzatmaz. Gereksinimini önce dışarıdan karşılamaya çalışır. Ancak, dışarıdan bulamadığı takdirde kendisinden kullanmaya başlar. İşte bu şeklide yağların ve şekerlerin bolca miktarda yanması sanki bir kalorifer görevi görür. Çok sıcak bir ortamda / mekânda kalınca, aynı etkinliğin tersine olarak ortaya çıktığını görürüz. Burada organizma, öncekinin tersine olarak tüm karakterleri en az düzeye indirir; derideki kıl damarlarını açarak oraya bolca kan gönderir, terlemeyi kolaylaştırır ve sonunda “kalorifer ocağı” nı iyice küller, vücutta yanma azalır. Biraz da organizmanın kimya laboratuarına girelim; vücuttaki kimyasal etkinliğin incelikleri en yetenekli kimyacılara taş çıkartacak niteliktedir. Vücutta bazı kimyasal maddeler vardır ki, bunlar vücudun biyokimya süreçlerinde asitlendirici ya da indirgen rolü oynarlar. Dahası, gerektiğinde kullanılmak üzere, vücutta demirbaş eşya gibi saklı tutulurlar. Örneğin, bunlardan birisi sistinsistein sistemidir. Biliyoruz ki vücutta amino asitleri arasında sistein de vardır. Bu asidin vücutta doğrudan yararı yoktur. Fakat onun önemli bir katalizör rolü vardır: İki adet sistein maddesi yan yana gelince, birleşerek hidrojenleri başka bir maddeye verirler. Bu şekilde birleşen iki sistein maddesi bir sistin maddesine dönüşür. Benzer şekilde, bu sistin de gerektiğinde yine iki sisteine ayrılarak önce bırakmış oldukları hidrojenlerini başka maddelerden geriye alırlar. İşte organizma bu otomatik işleyişten yararlanır ve biyokimyasal süreçler için gereken hidrojen alışverişleri bu şekilde sağlanır. Burada organizma için doğrudan gerekli olmayan iki maddenin, sırf organizmanın yaşamsal süreçleri için gerekli bulunan üçüncü bir maddeyi saklamak üzere organizma da mevcut bulunmaları ayrıca dikkate değer bir konudur. Gene böyle dikkate değer olan bir otomatik işleyiş daha vardır ki; gerek saf halde, gerek çeşitli bileşimler hâlinde bulunduklarına göre organizmada ya hiçbir tesir göstermezler ya da çeşitli şekilde biyolojik etkilere sâhip bulunurlar. İşte organizma kendi gereksinimine göre, bunları ya saf olarak ya da çeşitli bileşimlere sokarak kullanır. Bu maddelerden birisi “kolin” dir. Kolin, kanda serbest ya da çeşitli bileşimler hâlinde bulunduğuna göre; rahim, bağırsak ve kan basıncı üzerinde çok değişik şiddette etkide bulunur. Fakat aynı madde fostatitler ile birleştiği zaman, organizmada hiçbir biyolojik etki oluşturmaz. Eğer organizma kolinin bu etkisine gerek görmüyorsa, organizma içinde; ne serbest duruma, ne de başka bileşimler olarak bulunur, ama sâdece fosfatitlerle birleşik olarak bulunur. Bu durumda bu madde organizmada pasif bir depo maddesi olarak saklanır. Organizma, kolinin biyolojik tesirine gerek görünce, gereksinimi oranında bu maddeyi fostatitlerden ayırarak, çeşitli etki şiddetlerine sâhip bileşimler hâline sokup kullanmaya başlar. Örneğin, saf kolin, bağırsak hareketlerini arttırmak için yaptığı etki şiddetini 1 olarak kabul edersek, sirke asidi ile olan birleşik kolinin tesiri 100 olur. Ketopropiyon asidi ile birleşik olan kolinin tesiri ise 300 olur. Organizmanın gereksinimine göre, bu maddenin büyük şiddet tesir farklarına sâhip çeşitli bileşimlerinden birini görevlendirerek kullanması kör bir kuvvetin işi olamaz. Fizyopatolojik araştırmalar organizmada gerçekleşen amaçlı mekanizmaların o kadar hayret verici inceliklerini ortaya koymuştur ki, onların açıklamalarını yapacağız derken, daha karmaşık başka otomatizmalarla karşılaşılıyor ve işin içinden çıkamaz bir duruma düşüyoruz… Bunlarla ilgili de birkaç örnek vereceğim: Böbreklerin işlevleriyle ilgili konularda söz konusu incelikler çoktur. Böbrek iltihabı rahatsızlığının ileri aşamalarında bu organdan suyun geçmesi çok zararlı ve tehlikelidir. Bu bilgi bizi, bu rahatsızlığın tedavisinde hastayı aç ve susuz bırakmaya zorlar. Fakat bizim ancak son yüzyıllarda öğrendiğimiz bu gerçeği; muhakkak ki, organizma doğduğu andan başlayarak biliyordu. Çünkü buna karşı gereken koruma önlemlerini daha o zamandan başlayarak almış bulunuyordu. Bu önlem bazı otomatizmalar şeklinde kendini gösterir. Şöyle ki; bu rahatsızlıkta kan basıncı yükselir, kan basıncının yükselmesi, kılcal damaların daralmasıyla aynı zamanda olur. Bunlar arasında özellikle idrarı süzen böbreğin kılcal damarları da daralır. İşte bu durum böbreğe az kan gelmesini ve bunun sonucu olarak da az idrarın çıkmasını, dolayısıyla da böbreğin dinlenmesini beraberinde getirir. Beyindeki hipofiz bezinin, yaşamsal işlevleri düzenleyici olarak çıkardığı birçok hormon arasında bir de adiyüretin (3) denilen bir hormon vardır. Bu hormon, gerektiğinde idrarın azalmasını ya da çoğalmasını sağlar. Şöyle ki; böbrek kıl damarlarından süzülen su, bu organın başka kısımlarındaki enbubeler (4) tarafından yeniden emilerek idrara dönüşmeden, beden tarafından geri alınır. İşte bu suyun emilemeyen, ancak pek küçük bir kısmı (%9-1) idrar olarak dışarı çıkar. Doğal halde durum böyledir. Oysa antidiüretik hormonu söz konusu enbubelerin suyu emme kabiliyetini arttırır. Şu halde, bu hormon kanda ne kadar fazla miktarda bulunursa, enbubelerböbreğin kılcal damarlarından çıkmış olan suyu o kadar fazla miktarda emerler ve bu durum idrar olarak atılacak suyun miktarını o oranda azaltır. Eğer bir insan çok fazla miktarda su alırsa, organizma da “su zehirlenmesi” denilen, yaşamı tehlikeye koyucu bir durum ortaya çıkar. İşte bu çoğalan suyun organizmaya zarar vermemesi için, böbreklerden fazlaca miktarda çıkarak atılması gerekir. Bu gereklilik karşısında başın oldukça gizli bir yerinde saklanmış bulunan hipofiz bezi, öteki hormonlarını kana göndermeyi sürdürdüğü halde, adiyüretin(3) hormonunu tutar ve kana göndermez ya da duruma göre pek az miktarda gönderir. Bundan mahrum kalan böbrek enbubeleri (4) kendisine gelen suyu fazla miktarda emip vücuda göndermez; böyle olunca da suyun önemli bir kısmı idrar olarak dışarı çıkar ve vücut fazla su yükünden kurtulur. Bunun tersine olarak; insan az su içmiş olursa, vücuttaki suyun tasarruf edilmesi gerekir. Çünkü vücutta belirli miktarda suyun sürekli bulunması gerekir, susuz yaşam olmaz. O zamanda, hipofizde cereyan eden olayların öncekinin tersine olduğunu görürüz: Bu bez, adiyüretin (3) hormonunun fazlaca salgılayarak kana gönderir. Bu hormonun etkisiyle böbrekteki tubulus hücrelerinin (5) suyu emme kabiliyeti artar. Böylece, hücrelere girmiş olan suyun, öncekine oranla daha büyük bir kısmı geri alınarak, yeniden vücuda sokulmuş olur ve idrarın miktarı azalmış olur. Vücutta geçen olayların hepsinde yaşamsal ve koruyucu bir amaç vardır. Bu olaylar sayısızdır. Dar bir âdemci materyalist görüş ile bu olup bitenlerde tezahür eden amacı yadsımak belki kolay olur ve ilk hamlede tüm bu olup bitenlerin fizikokimyasal yasalar ile açıklanabileceğini sananlar bulunur fakat acele etmeden olayların akışını ve özellikle de birbiriyle olan ilişkilerini adım adım izlemek gerek. Esasen dünyada, hele görünür âlemimizde hiçbir olayın fizyokimyasal yasalar dışında cereyan etmeyeceğini biliriz. Bunu yadsımak, dünyada geçerli yasaları ve gereklilikleri yadsımak olur. Fakat burada da yine sebep ile sonucu birbirine karıştırmadan düşünmeliyiz. Bu arada şunu da hiç unutmamalıyız ki, sürekli olarak âtıl hareketler hâlinde kendini gösteren fizikokimyasal vücudun her an değişen gereksinimlerine ölçülü tepkiler vermek kudreti beklenemez. Böyle bir şeyi düşünmek de dünyanın dışındaki yasaları ve gerekleri yadsımak olur. Bu fikrimi bir örnekle açıklamaya çalışayım: Bir şeker hastasını ele alalım, bunun kanında fazla miktarda şeker vardır. Acaba burada şeker neden kanda fazlalaşmıştır? Olayın şekline bakarsak, şekerin kanda azaltmasının gerekeceğine hükmetmemiz gerekir. Çünkü böyle hastalar sürekli idrarları ile vücutlarından şekeri dışarı atmaktadırlar. Acaba vücutta şeker çoğaldı için mi; yani vücutlarına fazla geldiği için mi şekeri dışarı atıyorlar? Hayır. Tam tersine hastaların dışarıdan şeker almadığı bazı durumlarda bile vücut tüm şekerini dışarı atıp bitirdikten başka, öteki yapı maddelerinin bir kısmını da şekere çevirip dışarı atar. Burada, şekerin idrarla dışarı çıkması bir sonuçtur. Bu, hastalığın asıl kendisi değildir. O halde, kanda şekerin çoğalması mı asıl hastalıktır? Hayır, bu da değil. Peki, asıl hastalık nedir ve kanda şeker miktarı neden çoğalmaktadır? Biliriz ki, beden örgülerinin şekersiz yaşaması olanaklı değildir. Ayrıca bugün (1940’lık yıllar) anlaşılmıştır ki, şeker; önceleri sanıldığı gibi, hücrelerin sâdece bir enerji maddesi değil, esas unsurlarından biridir. Şu halde vücut örgüleri şekerden yoksun kalınca ölürler. Nasıl ki, şeker hastalarının bazılarında görülen kangrenler, öngülerin şekerle beslenmemiş olmasından ileri gelir. Oysa bu hastalıkların vücutlarında, hekimliğin henüz iyice açıklayamadığı fizikokimyasal bir bozukluk sonucunda, şeker metabolizması vücudun bu maddeden yararlanabileceği şekilde cereyan edememektedir. Daha doğrusu, vücutta şekerin glikoz hâlinden glikojen hâline geçme oranı normal insanlardakine göre azalmıştır. İşte buraya kadar anlattıklarımız fizikokimyasal olayların sonuçları olup, henüz bilim alanında tamamen aydınlatılmış değildir. İş burada kalmıyor ve bu olaylarla beraber bir takım amaçlı ve şuurlu bir zekânın tesirliliği de açıkça kendisini gösteriyor: Yukarıda sözünü ettiğimiz dokular, şekerin ancak glikojen hâlinde yararlanır; glikoz hâlinde kalan şeker, hücreleri beslenemez. Bir üst paragrafta değindiğimiz gibi, hastalık yüzünden glikozun glikojene çevrilme oranı azalınca; hücreler, kendilerine gerekli olan maddeyi (yani glikojeni) yeterli derecede sağlayamazlar ama bunun sağlanması zorunludur. İşte yukarıda dikkat çektiğimiz zeki tesirlilik, burada dokuların glikojen gereksinimini karşılamak için oldukça etkili bir çareye başvurur ve kanda normalden fazla glikoz bulundurmak glikojen olma oranındaki azlığı vücudun lehine telâfi etmeye uğraşır. Şu halde hiperglisemi denilen, şekerin akar kanda fazlalaşması durumu bir savunma mekanizmasıdır. Fakat yaşamsal amaçlara yönelik olan bu mekanizmanın yönetimi hangi bilimsel yetki ile kör fizikokimyasal tesadüflere bırakabiliriz? Bu mekanizma fizikokimyasal bir olaydır ve o da şudur: Biliriz ki, bir kütlesel tesir yasası vardır. Bu yasaya göre, birbirine etki eden iki cisim karşı karşıya gelince, bunlardan birinin fazla yüklü olması, kimyasal işlemin o oranda çabuk ve belirgin olmasını gerektirir. Bu bir yasadır ve her yerde her gereksinime göre o, uygulama alanına konabilir. Nasıl ki, burada da bu yasadan yararlanılmıştır. Eğer akar kanda glikozun miktarı normal sınırlar içinde bulunmuş olsaydı, hastanın glikozundan glikojen yapma kabiliyeti azaldığı için, dokular yeterli derecede glikojen bulamayacaktı. Dolayısıyla insan beslenemeyecek ve ölecekti. İşte yukarıda değindiğimiz kütlesel tesir yasası burada uygulanarak, dokular için gerekli olan glikojen miktarı sağlanacak oranda glikoz akar kanda çoğaltılmıştır. Peki ama bu yasayı uygulayan kimdir? Bu yasanın gereksinimi gerekli gören ve her güçlüğe karşın, onu uygulama alanına çıkarmakta bu kadar acele eden kimdir. Buradaki mekanizmanın fizikokimyasal bir yoldan ortaya çıktığını nasıl herkes kabul ederse, bu yolun yaşamsal büyük bir amaca yönelik olduğunu da öylece kimse yadsıyamaz. O halde, bu amacı taşıyan unsur nerededir? Vücutta olup duran tüm maddesel olaylar fizikokimyasal yasalara tâbidir. Bununla birlikte bu durum; şeker hastalığında olduğu gibi başkaları hakkında da yukarıdaki soruların geçerli olamayacağı anlamına gelmez. Tüm bunların, şuurlu ve zeki bir tesirliliğini ve etmenini aramak gerekir. Acaba biz bu etmeni kendi yetersiz araçlarımızla bulamıyoruz diye yadsımaya mı mecburuz? Elbette, hayır. Böyle bir mecburiyeti düşünmek geriliğin en büyüğü olur. Eğer dünyada bulunmayan ve hemen bilinmeyen her şeyi yadsımak âdet olsaydı, beşeriyet henüz ilk devirlerdeki ilkelliğini şimdi de sürdürüyor olurdu. Bununla birlikte bu düşünceden sonra da bu işlerde; örneğin, yukarıdaki şeker hastalığı örneğinde, olduğu gibi, olayları gene kör kuvvetlerin çarpışmalarıyla açıklamaya çalışmak sevdasından kendini kurtaramayacak kimseler bulunabilir ve bu gibiler şöyle bir fikir de ortaya atabilirler: Şeker hastalığında, hücrelerde oluşan açlık sonucunda sinir merkezlerinin yardımı ile kimyasal bir yoldan kanda şeker çoğalıyor ve bu da tesâdüfen vücudun işine yaramış bulunuyor…Keşke bu fikirle tüm konular halledilmiş olsaydı da, yaşamın bilinmeyenlerini, dünyamızın dışındaki etmenleri arasında araştırmak yorgunluğundan hepimiz kurtulmuş olsaydık. Fakat bir iki deyim kullanmakla, birçok karanlık dehlizlerden oluşan bir fikir labirenti kurmakla duygu ve düşünceler hapsedilemiyor. Günümüzde(1940’lı 50’li yıllar) insanların çoğu; fikir tuzaklarının değil, olay cereyanlarının câzibesine bağlanmayı yeğliyor. İşte bunun içindir ki, yukarıda sözü edilen kimyasal yol hikâyesi insanın kafasına takılır: Sinirsel refleksleri uyandıran hücrelerdeki açlık durumu bu işin biricik etmeni olsaydı, bu etmen sürüp gittiği için, şekerinde kanda sürekli yüklenmesi gerekirdi. Bununla birlikte vücut için başka bir bakımdan zararlı olan bu duruma da meydan verilmiyor ve vücutta biriken şeker idrarla dışarı atılıyor. Hiç kuşkusuz, bu da önceki gibi biyokimyasal yasalara bağlı bir olay olmakla beraber, vücudun yaşam yolundaki düzeni korumaya yönelik bir iştir. O halde, sorumuz, hem de daha genişlemiş bir şekilde, gene açıkta kalıyor. Yaşam yolunda tüm bu biyokimyasal yasalardan yararlanmak gereğini gören ve onları tek bir amaçta toplayan etmen nedir? Rastgele iki taşın birbirine çarparak kırılmasıyla, aynı taşları kırmak amacıyla birbirine çarpan bir kimsenin hareketi arasında fiziksel bir olay olmak bakımından hiçbir fark yoktur ama nedensellik ilkesi bakımında; ikinci olayda, fazla olarak görülen bir şey vardır. Gören gözler ve düşünen kafalar için bunu yadsımak olası değildir. Bizim, biyokimyasal anlamda kabul ettiğimiz şey, vücutla ilgili unsurların bin bir çeşitte görülen ve birtakım yararlar altında cereyan eden ilgili ilişkilerinin tezâhür ve gerçekleşmesinden ibârettir. Fakat bunların bile bize görünen pek çok noktaları vardır ki, bu noktalar ruhun müdahelesini kolaylıkla yadsımamıza yarayan birer “açık kapı” hâlinde durmaktadırlar. Aslında, burada biyolojik bir sentez vardır. Bu sentez, işini niçin yaptığını bilen, şuurlu ve zeki bir varlığın eseridir. Bu varlığın hedeflediği yüksek amaçları, maddenin âtıl ve monoton hareketleriyle bağdaştırmak ve açıklamak olanaklı değildir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Ruhun Tesirliliğine Tezâhür Zemini Olan Araçlar Acaba ruh dediğimiz varlık maddeler üzerindeki tesirliliğini hangi yollardan gerçekleştiriyor? Bu konuda çeşitli ruhçu ekol mensuplarının ileri sürdüğü fikirler var. Dinler genellikle ruh ve beden arasında aracı maddelerin bulunup bulunmadığı hakkında açık seçik bir şey söylememişler; daha doğrusu, hiçbir şey söylememişlerdir. Birçok dinsel görüşe göre ruh-beden ilişkisi anlaşılmaz bir karışıklık içinde boğulup kalmıştır. Biz bu nokta üzerinde duracak ve irdeleme yapacak değiliz. Dinler genellikle dogmatik bir îmana dayanır. Böyle bir îmanla savunulan herhangi bir fikir buradaki konularımıza giremez. Bununla birlikte bu dogmatik düşüncelerden başka bir de, ruhun madde ile ilişkilerini açıklamaya çalışan başka ruhçu ekol izleyicileri vardır. Bu ekollerden başlıcalarının üzerinde biraz durmayı yararlı görüyoruz. Bunun için, bu ekol mensuplarının ruh-beden ilişkileriyle ilgili düşüncelerini, gerçek kimliklerini bozmamaya çalışarak, kısaltılmış bir şekilde ele alalım: Burada bizleri en çok ilgilendiren iki meslek vardır ki; işe önce bunların düşünceleri üzerinde durmakta yarar görüyoruz. Bunlardan biri, teozoflar, ötekisi de ruhçulardır. Bunlardan teozoflar arasında da görüş farklılıkları bulunduğu için bunlarında ayrı ayrı ele alınmaları gerekir. Özellikle Hindistan’da yayılmış olan doğu teozofisi ile daha çok Avrupa’da bulunan batı teozofisinin birbirinden ayrıldığını görüyoruz. Bununla birlikte Batılı teozoflar arasında da görüş ayrılıkları yok değildir. İşte ele aldığımız konumuzu daha iyi aydınlatmak ve özellikle de Yeni Ruhçuluk anlayışını belirginleştirmek için, birkaç sayfamızı bu görüş sâhiplerinin yaklaşımlarına ayıracağız. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Doğulu Teozoflara Göre Ruh-Beden İlişkisi Doğudaki, daha doğrusu Hindistan ve çevresindeki teozoflar, Avrupa’da yaygın olan teozofiyi kendi anlayışlarına uygun bulmaz. Doğu Teozofisi’nin tüm ayrıntılarını bu sınırlı sayfalarımıza sığdırmaya olanak olmadığı gibi, gerek de yoktur. Biz bunları olabildiğince kısaltmaya çalışarak okuyucularımıza sunacağız: Doğu Teozofisi’ne göre; insan varlığı, çeşitli planlarda vasıflandırılan ayrı ayrı elemanlardan oluşmuştur. Bunların dışında insanla ilgili bir varlık yoktur. Bu elemanlar nelerdir? Önce insanı ayrı ayrı iki varlığı ile incelemek gerekir: Bunlardan birincisi, onun “yüksek” ve gerçek varlığıdır. Bu varlık 3 ögeden oluşmuş bir varlıktır ve Tanrı’tır. Bu “yüksek” varlığın elemanlarından biri, İslâmî anlayışa da “zat” olarak geçmiş olan “Soi”dir. Sanskrit diliyle bunun adı “Âtma” dır. Buna “Âtman” da denilmektedir. Âtman’ın tek başına bir şahsiyeti yoktur. O, herkesle ilgili, herkesi kapsayan durumdadır. Âtman tek başına bir ferdiyet gösteremez ama ferdiyet sâhibi olan insan onunla değerlenir. İnsanın bireysel şahsiyetini tamamlaması için bir başka öge daha birleşmesi gerekir, bu da onun yüksek varlığının ikinci ögesini oluşturur. Bu ögeye bizim anlayacağımız anlamda “nefs” diyebiliriz. Teozoflar buna “manas” derler. Manas, insan düşüncesinin ve tümdengelim melekesinin bir aracıdır. Âlem kapsamlı olan Âtman ile birleşerek, insan ferdiyetini oluşturmaya yarayan öge budur. Bu, insana; “Ben varım” dedirten ve kendi bireysel şahsiyeti hakkında onu şuurlandırmaya yardım eden ögedir. Fakat bu iki ögenin birleşebilmesi için üçüncü, aracı bir ögeye daha gerek vardır ki, buna teozoflar “buddhi” derler. Buddhi ruhsal bir ögedir. O, Âtman’ın hem bir geçiş aracıdır, hem de onun âlemdeki bir yansımasıdır. İnsanın yüksek sezgi ve ilham kaynağı budur. Çünkü buddhi, Âtman’ın yüksek özelliklerini insanın yüksek üçlemesi (trinite) üzerinde ortaya çıkartır. İşte bu üç ögenin birleşmesiyle insanın yüksek varlığı oluşur ki, teozoflar buna “yüksek üçleme” derler. Yüksek üçleme, teozoflarca hem; ruh, hem de Tanrı’dır ki, bu aynı zamanda kusursuz bir insandır. Görülüyor ki, bazı düzeltme ve değiştirmelerle, başka yerlerdeki birçok ruhçu düşüncelerde gördüğümüz “üçleme” konusu doğu teozofisinde de vardır. Görülüyor ki, teozoflara göre, madde içinde ya da madde dışında gibi ayrılmış varlık kavramları söz konusu değildir. Burada maddesel kavramın; ne sınırı, ne de olanakları göz önüne alınmıştır. Belki “son” olarak kabul edilen bir noktada; ALLAH, insan, ruh aynı şey olarak görülmektedir. Fakat bu “yüksek” üçleme de tamamlanma ihtiyacındandır. Bu da ancak yoğun maddeler dünyasında olur. Yani ruh ya da ALLAH, yoğun maddelerden oluşmuş dünyaların dışında kusursuzlaşamaz. O, yoğun dünyalarda bir süre geçirdikten sonra “yükselir” ve kendi asıl vatanına döner. Teozoflar buraya “cennet” (devâchan) der. Yalnız, “yüksek” üçleme doğrudan doğruya dünyaya inemez, bunun için onun mutlaka daha öteki 4 unsurla birleşmesi gerekir. Bu 4 unsur, değersiz (süflî) doğadadır. Bu nedenle insanın bu ögelerden oluşan varlığına “katerner” derler. Şu halde, dünyada yaşayan insan bir “yüksek” üçleme ile, bir de “katerner” den oluşmuştur; bunlarda üçü “yüksek”, dördü “açık” unsurlardır. Görülüyor ki, dünyada yaşayan bir insan; bir “yüksek” üçleme ile, bir de “katerner” den oluşmuş durumdadır. Böylece insan, bir bütün olarak 7 unsurdan oluşmuş bulunmaktadır. “Yükselmek” amacıyla dünyaya inmek için “alçak katerner” varlığı ile birleşerek “yüksek” üçleme zorunlu olarak “yüksek” niteliklerinden önemli bir kısmını yitirir, değersizleşir, “kararır”. Çünkü “katarner” varlığı oluşturan 4 unsur,”alçak” tezâhürlerin kaynağıdır. Bu unsurlar dünyada gördüğümüz olumsuz duyguları, fikirleri, eğilimleri, hırsları vb. tüm “aşağı” nitelikleri içerisi. “Katerner” bileşimin unsurları da iki kısımda ele alınabilir: Bunlardan birincisi ve en değersiz / bayağı olanı dünya bedenidir. Teozoflar buna “sthûla – sharîra” derler. Bu beden dünya maddelerinden yapılmıştır. Söz konusu bileşimin ikinci kısmı kendi içinde üç unsurdan oluşmuştur ki, buna; önceki “yüksek” üçlemeye karşılık “alçak” üçleme derler. Dünyadaki ölüm olayı ile “sthûla–sharîra” “alçak” üçlemeden ayrılır ve uzaklaşır gider. “Alçak” üçleme ise, dünyadan ayrılarak “Kâmaloka” denilen bir plana çıkar. Demek ki, “Kâmoloka” daki bir insan; biri “yüksek”, öteki “alçak” nitelikte iki üçlemeden oluşmuştur. “Alçak” üçlemenin unsurları(aşağıdan yukarıya doğru) şunlardır: Linga- Saharîra. Bunlar tamâmiyle bedenin bir kalıbıdır. Bu bir modeldir. Ve beden bu modelin üzerinde kurulmuştur. “Alçak” üçlemenin ikinci unsuru “prâna” dır. Bu, insanı canlandıran, ona dünyada kudret, kuvvet ve yaşamsal özelliklerini veren unsurdur. “Alçak” bileşimin en yüksek ve ruha yakın olan ögesi “kâma”dır. Bu öge ihtirasların ve arzuların kaynağıdır. Bunu “kavramsal nefs” anlamında kabul etmek olabilir. Fakat “Kâmaloka” da bir süre kaldıktan sonra, “yüksek” üçleme, “alçak” üçlemeyi (tıpkı dünyada bırakılan fizik beden gibi) orada bırakarak ayrılır. Yani insan “Kâmaloka” da ikinci bir ölüm deneyimler ve tıpkı fizik bedenin uğradığı âkıbet gibi, “alçak” üçleme de yeryüzünden daha yüksek tertipteki bir âlemin, Kâma-loka’nın mezarlığında bozulmaya ve çözülmeye terk edilir. Ölümsüz olan “yüksek” üçleme, ruh ya da Tanrı olarak Devachân’a gider. Görülüyor ki, Hint teozoflarına göre, bizim anladığımız anlamda bir madde ve maddeden ayrı bir ruh kavramı yoktur. Burada adları geçen ögelerin bilimsel içerikleri hakkında da hemen hemen hiçbir şey söylenmiş değildir. Bu anlayışa göre Tanrı, ruh, madde birbirine karışmakta ve bunlar ancak var sayılan bir “yükseklik” ve “alçaklık” kavramlarıyla derecelendirilmiştir. Gene bu yaklaşıma göre, insanın asıl ölmeyen kısmı “yüksek” üçlemesidir. Bu hem kusursuz, hem de “alçak” âlemlerde “alçak” unsurlar arasında gelişmeye muhtaçtır. Egonun yani “yüksek” üçlemenin kazandığı katerner bir tekâmül aracıdır. Fizik beden ise insanın sâdece dünyaya özgü bir unsurudur. Fizik bedenden sonra gelen “alçak” üçleme, modern teozoflara göre, elektrik ya da mıknatıs türünden bir şeydir. Gene aynı yaklaşıma göre, bazı atmosferik koşullar altında bunlar duyarlı (psişik) kimseler tarafından görülürler. Dolayısıyla (gene aynı filozoflara göre); deneysel ruhçuluk çalışmalarında, mezarlıklarda ya da bazı evlerde görülen tüm fantomatik oluşumların nedeni bu “alçak” üçlemeden tamamıyla ayrılmıştır. Bununla beraber “alçak” üçleme de hâla canlıdır. Bu varlığın; duyumsuz, duygusal, yerli yersiz birçok eğilimleri vardır. Deneysel ruhçuluk çalışmalarında, araştırmacılarla iletişime geçen ve ruhçulara göre “ruh” adı altında bilgiler verene varlıklar bunlardır. Kısaca bunlar; bilinçsizce hareket eden, orada burada dolaşan ve bol bol konuşan bir takım “kabuksu varlıklar”dır. Bu kabuksular tıpkı mezarlarda kokmaya çürümeye başlayan ve çevrelerine zehir saçan fizik bedenler gibi zehirleyici, kokmaya ve çürümeye mahkûm birer kadavradan ibarettir. Bunların herhangi bir şekilde dünyadakilerle bağlantı kurmaları onlar için zararlı ve tehlikelidir. Bunlar girdikleri yeri berbâd ederler. Bu varlıkları davet ederek yapılan etkinlikler yasaklanmalıdır. Doğu kökenli teozofinin durumunu bu şekilde özetledikten sonra, Batı Teozofisine geçmek isterim. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Önce Kısa Bir İrdeleme Doğu Teozofisinin yaklaşımları ve açıklamaları insanın evrende bulunuş nedenlerini ve gelişimini aydınlatıyor. Dahası, bu fikirlere karşı akla gelen bazı soruları da yanıtlıyor. Burada insanın kafasını tırmalayan başlıca konular şunlardır: Eğer Ego, katerner bileşim ile tekâmül etmek için birleşmek ve alçalmak zorunda kalıyorsa, kendisi olgun durumda değildir demek olur. Ego aynı zamanda, herhangi bir mertebesinde ALLAH olduğuna göre, onun olgunluğundaki bir noksanlığı nasıl kabul edebiliri? ALLAH fikri mutlak fikrinden ayrılamaz ve noksanlık da, mutlak fikriyle bağdaşmaz. Tekâmüle gereksinimi olan bir varlık mutlak ve dolayısıyla da ALLAH olamaz. ALLAH’ın mutlaklığı söz konusu değilse, Ego neden ALLAH’lık ile ilişkilendiriliyor? Dahası, “ruh=ALLAH” formülüne niçin başvuruluyor? Ego’nun olgunluğundan maksat, kendi oluş hâlinin gelişimi midir, yoksa ”aşağı” âlemlerdeki cevherlerle kendi melekeleri arasındaki ilişki durumunun gelişimi midir? Eğer birinci şık ise, yani; esâsen olgun olmayan ego, ancak aşağı planlarda bir süre geçirdikten sonra, kendi bünyesinde yüksek bir varlık durumuna geçiyorsa, bu “ilâhi ve ölümsüz” egoyu bir sonuç, ölüme mahkûm unsurları da bir neden olarak kabul etmek gerekecektir. Böyle olunca, egonun ölmezliği, yüksekliği ve ulûhiyeti ile alçak ögeleri aşalığı, fâniliği hangi ölçü ve düşüncelere göre takdir olunmuştur? Eğer ikinci şık ise, yani yüksek üçleme, esâsen oluş hâlinde kusursuz bulunmakla beraber yalnız aşağı âlemlerle olan ilişkilerinde tamamlanmak gereksiniminde ise, böyle bir fikir karşısında haklı olarak aşağıdaki itirazı nasıl yanıtlayacağız. Yüksek üçleme her “Devâchan”a ulaştığı zaman, katerner ögelerini ebedîyen ölüme terk ediyor; her inişte yeni (yani yabancı) ögeler alıyor. Buna göre, kendisinin yabancı ögeler âlemiyle olan ilişkileri, oradan her dönüşte tamâmen kesiliyor. Böyle olunca, onun her dönüşünde aşağı ögelerle olan ilişkisi bakımından Devâchan’da yeniden önceki haline döndüğünü kabul etmek gerekir. Böyle olunca, egonun bu alçak ögelerle olan ilişkilerinde, sürüp giden bir tekâmül durumunu kabul etmek olası değildir. Çünkü herhangi bir ilişkinin tamamlanması demek, onun; kesintiye uğramaksızın, sürekli gelişmesi demektir. Bu da ilişkilerin ebedîleşmiş olmasını gerektirir.O halde; Ruhun olgunlaşmasından amaç nedir? Yukarıdaki açıklamalardan sonra, bu sorunun yanıtını vermek pek güç olacaktır. Ne şekilde olursa olsun, eğer teozofların söyledikleri gibi, alçak ögeler âlemi ve özellikle de dünyamız, yüksek fakat tamamlanmaya muhtaç ve noksanlıklarla yüklü bir Ego’nun olgunlaşmasını sağlıyorsa ve bunların üzerinde mutlak bir düzenleyici yoksa, biri noksan, ötekisi ölüme mahkûm olan bu iki varlığı yönetip yönlendiren yasalar nereden çıkmıştır. Burada bir kuralı anımsamakta yarar var: Bir şey, kendi oluşunun aynı zamanda; hem nedeni, hem de sonucu olamaz. Fakat o, aynı zamanda; bir oluş hâlinin sonucu, başka bir oluş hâlinin nedeni olabilir. Yüksek Üçleme, eğer tekâmül yasalarının kendisi hazırlıyorsa, onun tamamlamaya gereksinimi olmamalıdır. Eğer kendisi tamamlanmaya muhtaç bir durumda ise, tekâmül koşullarını belirleyecek kadar yüksek ve mutlak bir basiret sahibinin eseri olması gereken yasaları hazırlamaya muktedir olmamalıdır. Görülüyor ki, Doğu teozoflarının yaklaşımları, çok karışık ve zâhiren derin anlamları taşır gibi görünen ciddi çehresine karşın; insanı, birbirini izleyen tezatlar içinde bunaltıp bırakmaktadırlar. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Batı Teozoflarına Göre Ruh–Beden İlişkisi Yukarıda sunduğumuz fikirlerin yanında, Annie Besant(6) ve Lead Beater(7) gibi düşünürler tarafından savunulan ve birçok taraftar kazanmış bulunan, öncekinden az çok farklı başka teozofik görüşler ve inanışlar da vardır. Genellikle bunların fikirlerini Doğulu Teozoflarınkine oranla daha ileride görüyoruz. Gerçi bunlarda da, öncekilerde olduğu gibi madde-ruh fikri birbirine girift olmuş bir durumda görünüyor ve ruhun maddeler arasındaki hareketleri fikrini çıkmaza sürükleyici yaklaşımlara rastgeliyorsa da, hiç olmazsa ruh ile madde arasındaki ilişkilerden söz ederken, maddesel bir kavram belirginleştirilip vurgulanıyor. Bununla birlikte, burada da; belirttiğim gibi, tekâmül amaçları / hedefleri göz ardı edilmiş, daha doğrusu, teofizik yaklaşımlar teozofları böyle bir görmezlikten gelişe zorunlu olarak götürmüştür. Nasıl ki, bu durumun bir sonucu olarak; önce de belirttiğim gibi, Batılı teozoflar da bazı noktalarda anlaşamamışlar ve aralarındaki ikiliğe neden olmuşlardır. Biz de bu iki görüşü ayrı ayrı ele alacağız. Bu görüşlerden biri Annie Besant, öteki Lead Beater tarafından savunulmuştur. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Annie Besant’a Göre Ruh – Beden İlişkisi Batı teozofisinin çoğunluğuna tercüman olan Annie Besant, insan ruhunun dört bedeni olduğunu kabul eder. Bunlar sanki, merkezleri ortak daireler gibi birbiri içine gömülmüşlerdir. Bu dört bedenin en kabası fizik beden (corps physique)’dir. Fizik beden dünya maddelerinden yapılmıştır. Bu bedende kendiliğinden canlılık yoktur; o, bir şekilden ibarettir. Fizik bedeni şekillendiren ve canlandıran başka bir beden vardır ki, buna da “esiri beden” (crops etherique) derler. Esîrî beden yaşamsal kudretlerin bulunduğu bedendir.Görülüyor ki bu beden, fizik bedenin hem şeklini sağlar, hem de onu canlandırır. Annie Besant’a göre, fizik moleküllerin belli bir organizma hâlinde birleşmesine yarayan ve ona canlılık veren koruyucu kudret esîrî bedenden gelir. Bu beden organizmada bir yaşam nefesidir. Hattâ birçoklarına göre bu beden, fizik bedenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bunların ikisi birleşerek bir beden yaparlar. Hem fizik, hem de esîrî beden aynı planın (yani dünyanın) malıdır, ikisi de orasını bırakmaz. Esîri beden fizik bedenin oluşumundan ancak birkaç gün önce ortaya çıkar ve onun ölümünden sonra, en fazla birkaç gün daha yaşayabilir. Teozoflara göre, buna “esîrî” adının verilmesi, onun esîr maddesinden yapılmış olmasındandır. Burada da görülüyor ki, teozofların “esîr”leri ile, bizim madde konusunda değindiğimiz esîrî maddeler arasında bir ilişki yoktur. Uyku zamanlarında, ruh varlığı; esîri bedenle fizik bedeni beraberce bırakarak, öteki iki bedeniyle birlikte kalır ve fizik bedenden ayrılır. Ölüm zamanında ise; esîrî bedenini de beraber götürerek, fizik bedenini dünyada bırakır ve ölüme terk eder. Bununla birlikte, esîrî bedeniyle esîrî planda yaşayan ruh varlığı, dünyadan ve özellikle de kadavrasının yanından ayrılamaz. Ölümden hemen sonra, ölenin yakınlarında ya da mezarlıkta görünmesi (teozoflara göre) bu esîrî bedeniyle olur. Bu beden, bir bakıma, Hint teozofarının “linga-sharira”sına karşılık olmaktadır. Esîrî beden, kendisinden daha kaba olan fizik bedene oranla yaşam kaynağı olmakla beraber, doğrudan doğruya kendisi yaşam sâhibi değildir; onun da canlandıran daha “yüksek” bir beden vardır ki, buna astral beden (corps astral) denir. İşte bu (teozflara göre) ruh varlığının 3. Bedenidir. Bu beden esîrî bedene oranla yaşam kaynağıdır. Astral beden duyarlığın, tasavvurun ve hayvansal hırs ve tutkuların bulunduğu yer olarak nitelendirilir. Bu bedenden kaynaklanan düşünceler olur fakat bu düşünceler aklî değil, duygusaldır. Bu beden, Hint teozoflarındaki “kâma” karşılığıdır. Yine teozoflara göre, ruhçuluktaki “perispiri” de bu astral bedenden başka bir şey değildir. İnsan ne kadar gelişmişse, bu bedenin şekli o kadar belirginleşir ve net bir hal alır. Varlığın geriliği oranında, astral beden şekilsiz, belli belirsiz bir durumdadır. Böyle astral bir beden, fizik bedene fazla bağlıdır ve ondan uzaklaşamaz. Dahası, böyle bir astral bir beden Yukarı’dan gelen şuuru da pek az bir oranda fizik bedene aktarabilir. Bunun sonucu olarak, geri bir kimsenin ruhu astral planda bulanık bir şuur, belli belirsiz bir ruh hâli içinde yaşar. Buna karşılık, çok az gelişmiş durumda olanlar, bu planda “yükseklikleri” oranında şuurlu etkinlik sergilerler. Onların şekilleri tamdır, belirgindir ve fizik bedenin tam materyalize olan fantomik oluşumlar bu astral bedendir. Ölümün ardından, yani ruh varlığı esîri bedenini esîri planda bıraktıktan sonra, astral bedeniyle beraber astral plana yükselir. Her bedenin kendine özgü bir planı vardır. Ruh varlığı, hangi plana özgü maddelerden oluşmuş bir beden içinde tezahür edebilirse, o planda yaşamış olur. Bu şekilde astral planda yaşamaya başlayan ruh, eğer az çok “yükselmiş” ise, burada etkin olmaya başlar. Kendisinde belli bir anlayış düzeyi vardır ve astral planın sürprizleriyle dolu yaşamından bir süre yararlanır. Fakat onun bu bedeni de yaşamın kaynağı değildir. Ancak esîri bedene göre hayat olan astral beden, kendisinden daha yukarıdaki ruh varlığının bedenine göre bir şekildir. Astral bedeni canlandıran bu yüksek bedenin adı “mantal beden”dir (corps menta). Ruhsal tesirlilikten yoksun kalınca, başka maddeler gibi ölüme mahkûm olan astral beden de günün birinde ruh tarafından terk edilir ve astral âlemin mezarlığına gömülmeye mahkûm kalır. Böylece astral bedenini de terk eden ruh, aynı zamanda astral planı da terk etmiş olur. Ruh, bu 3. ölümünün arkasından mantal bedeniyle birlikte mantal plana yükselir. Mantal beden ruh varlığının bedenlerinin en seyyalidir (süptil, latîf, ince, titreşimi yüksek). Bu beden asil ve yüksek düşüncelerin, irâdenin ve zekânın kaynaklandığı yerdir. Kazanılmış tüm anılar ve bilgiler burada bulunur. Tüm şuurlu olaylar da burada geçer. Akıl yürütmenin yeri de burasıdır. Mantal beden, ruhun mantal plana geçiş aracıdır. Bunun şekli öteki bedenlerinki gibi değildir. Yani mantal beden, öteki bedenlerden (astral, eterik) gibi fizik bedenin şekline sâhip değildir. Bunun şekli ovaldir (yumurta gibi) ve büyüklüğü varlığın gelişmişliği oranında artar Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Lead Beater’e Göre Ruh-Beden İlişkisi Lead Beater’in ruh-beden ilişkisi anlayışında, belli esaslarda aynı olmakla birlikte, üçüncü bir öğenin daha işin içine girdiğini görüyoruz. Bu şekilde konu karışık ve sıkıntılı bir görünüm kazanmış oluyor. Lead Beater ’e göre insan 3 kısımda oluşmuştur: Bunlardan biri, ego; yani ruh varlığının ta kendisi, ikincisi buna araç görevinde olan maddesel beden, üçüncüsü de (L.Beater ’in söylemiyle) bir “cevher”dir (essence). Bu cevher tüm planlardaki bedenleri canlandırır. İşte ruh varlığının, maddeye inerken, geçtiği planlardaki bedenlerine giren bu cevhere L.Beater, “elementral cevher” adını vermiştir. Bu teozofa göre üç büyük elemental hükümranlık (royaumes) vardır: Bunlardan biri mantal planın en üst kısımlarındaki bölgelerle ilgilidir. Ötekisi, bu planın alt kısımlarıyla ilgilidir. Üçüncüsü de astral planla ilgilidir. Bu kademeleşmeden anlaşılıyor ki, ego (ruh) “aşağıya inmek” için, plandan plana geçerken; hem o planla ilgili bedeni kurmak üzere planın maddelerinden bir kısmını, hem de aynı zamanda o planda bir bedene bağlanmak gereksiniminde bulunan elemental bir cevheri kendisine çekecek onlarla birleşmek zorundadır. Görülüyor ki, L.Beater ’e göre, insanın varlığı; ego + beden + elemental cevher komplesinden oluşmaktadır. Ruh varlığının her plandaki bedeninde, o planın maddelerine bağlanabilecek ve onları canlandıracak bir elemental cevher bulunmaktadır. Örneğin, fizik âleme gelmek üzere yüksek mantal plandan “aşağı” inen ve mantal bedenini kuran bir ruh varlığına, aynı zamanda üç büyük elemental hükümranlığının ikincisiyle ilgili cevher de eşlik eder. Burada “elemental cevher” nedir? L.Beater’e göre bu, Genel Yaşam Kaynağı’ndan geçici olarak ayrılmış canlı bir cevherdir. Bu cevherin zekâsı (intelligeance) yoktur. Çünkü kendisi henüz bir mineral düzeyinde bir değildir. Oysa biz mineraller âleminde bile zekâ eseri göremiyoruz. Fakat bu cevherinde bir içgüdüsü vardır. Bu içgüdü onu gelişime yarayan her şeye doğru sürükler. O, bu sâyede çevresine uymak, kendisi için gerekli olan şeyleri çevresinden almak becerisine sâhiptir. Bu beceri o kadar kuvvetlidir ki, ona bu yüzden kısmî bir zekâ (unintelligeance partielle) de denilebilir. İnsan varlığını tamamlamak üzere, insan bedenine girmiş olan bu cevher Büyük Elemantal Cevher’in deryasından kopmuş bir parçacıktır (particule). Bedensiz, ölümden sonra, o yeniden genel yaşamına dönecek ve orada kaybolacaktır. Bu parçacıkların kendilerine özgü ayrı bir gelişim yolu vardır. bunların gelişimleri için gerekli olan şey Lead Beater’e göre, kuvvetli ve maddesel titreşimlerdir. Bu cevher de, ruh gibi, dışarıdan gelen uyarılara tepki vermesini öğrene öğrene “yükselir”. Bunun için o; titreşimlerin, sürekli olarak yeni türlerini öğrenmek gayretindedir. Bu nedenle, uzun süre sâbit durumda kalmayı reddeder. L.Beater insanın mantal yaşamındaki dağınıklığı ve belirli bir noktada fikrin saplantısına karşı koyan içgüdüleri bu etmenin etkisine bağlar. Görülüyor ki, ruh ile de mantal cevher arasında bir zıddiyet vardır. Elemantal cevherin gelişimi daha kaba maddelerin içine gömülmekte, oysa egonun (ruhun) tekâmülü, tam tersine süptil (ince, lâtif) maddelere doğru “yükselmekle” olur. Elemantal cevherin arzusu gittikçe daha yoğun ve daha kaba maddesel titreşimlerle karşılaşmaya; oysa egonun arzusu, tam tersine tüm maddesel koşulların üstüne “yükselmeğe” ve yüksek titreşimlere uymaya yöneliktir. Bu cevher mental bedenle birleştiği gibi, astral bedenle de birleşerek, ruhla birlikte insan varlığını tamamlar. Astral plan (plane), heyecanlar (emotions) ve hırslar / tutkular (passion) planıdır. Bu şekilde elemental cevher bu plana bağlanarak heyecan ve hırs titreşimleriyle karşılaşmış ve kendine özgü gelişim gereksinimini gidermiş / karşılamış olur. Bu parçacıkların şuuru olmamakla berâber, kendilerinde var olan içgüdüler, bir dereceye kadar onların bu işlerden haberdar olmalarını sağlar. Böylece buradaki yaşamların kendileri için yararlı olduğunu anlarlar. İşte onların burasını terk etmek istemelerinin nedeni budur. Ruhun maddeden uzaklaşmak arzusu karşısında elemantal cevherin daha yoğun maddesel titreşimler içine gömülmeye susamış bir durumda bulunması, ruh ile bu cevher arasında sürekli bir mücadeleye yol açar. Eğer o, bedenin titreşimlerini kendine uydurabilirse, bu durum ego için bir tür aldanma / yanılma olur ki, o zaman insanda her türden kaba duygular belirir. Bununla birlikte, L.Beater’e göre, bu cevher dinlerin kabul ettikleri şeytan değildir. Çünkü bunda bir niyet yoktur. Bu cevher farkında bile olmadan ego ile mücadele hâlindedir. Onun tüm arzusu insanı “aşağıya” çekmektir. Ayrıca bu çekiş, hiçbir maksatla değil, ancak kendi çıkarlarının zorlamasıyla olur. Demek, onda insanı geriletmek ya da aldatmak gibi duygular yoktur. O, mutluluğunu, sâdece kaba titreşimlerin içine gömülmekte bulduğu içindir ki, yükselmeye çok istekli olan egoya saldırır haldedir. İşte bu düşüncelere göre, insanı kötülüğe sürükleyen zorlamalar egodan (ruhdan) değil, elemental cevherlerden gelir. Bununla birlikte, bu zorlamaların etkisiyle yapılmış olan tüm işler gene insanın sayılır çünkü bu cevher de insanın bir ögesidir. Eğer insan bir yaşamında alçak arzularıyla mücadele edip, onlara üstün gelmiş ise; gelecek yaşamındaki elemental cevher daha hoş olur ve insanı güzel olmayan düşük açgözlülük/ doymazlık titreşimlerine doğru çekmez. İnsan ölünce, yani fizik âlemden ayrılınca, şahsiyetini oluşturan tüm “zaaflar” dağılmaya başlar. Ölüm ânından başlayarak, astral beden de dağılmaya başlar. Bununla beraber bedende yerleşmiş olan elemantal cevher astral bedenden ayrılmak istemez. O, bu bedenin dağılmaya yüz tuttuğunu görünce, (L. Beater’e göre) korkmaya başlar ve derhal kendisinni savunmaya hazırlanır. Bunun için astral bedenin çözülüp dağılmasına karşı koyabilmek amacıyla onun parçacıklarını (particles) guruplandırır (regroupement). Bu bedeni dağılması, elemental cevherin bağımsızlığını yitirmesi demektir. Bu durum, onu şiddetle sanki bir nefs müdafâsına sevkeder. Fakat o, bu guruplandırma işinde başarılı olduğu oranda, farkında olmadan insanı, arzularının etkisi altında tutmuş olur ki, bu durum ruhun tekâmülü için uygun değildir. Çünkü önce, ruhun bir an önce “yukarı” planlara çıkması gereklidir ve ruhun tekâmülü bunu gerektirir. Ayrıca, astral bedenin dış tabakası bu cevher tarafından guruplandırılma sonucu olarak; yoğun bir hâle konulduğundan, astral planın yüksek/ ince titreşimleri ruha nüfuz edemez. Bu durum ruhun bu planda yeterince şuur sâhibi olmasına ve buradan yararlanmasına engeldir. L.Beates’e göre bu guruplandırma işi şöyle olur: Elemantal cevher astral bedenin maddelerini, bu bedenin en dış kısımlarında toplar ve orada yoğun bir tabaka oluşturur. Öteki tabakalar merkeze doğru gittikçe seyyalleşir (süptilleşir, incelir). Bu şekilde elemantal cevher astral bedenin parçacıklarını çevrede toplayarak, dış etkilere karşı sanki bir kale duvarı gibi onu savunmaya çalışır. Şu halde insan astral plandaki elemantal cevherin bu guruplandırma işlemine engel olmalıdır. Çünkü ruh ancak bu sâyede astral planın tüm güzelliklerinden ve yüksek titreşimlerinden yararlanabileceği gibi, bu bedenin hızla dağılmasını sağlamakla da daha yüksek planlata bir an önce çıkmak olanağını bulur. L.Beater’in, arkadaşlarından ayrıldığı noktaları bu açıklama yeterince ortaya koymuştur. Genellikle Batılı teozoflar tüm yaşamsal özelliklerin ruhtan geldiğine, fakat değişik bedenlerden geçerken, o bedenlerin olanaklarına göre tezâhür ettiğine emin durumdadırlar. Oysa L.Beater insanda ortaya çıkan alçak nitelikli özellikleri ve ruh ile uyuşmayan zorlamaları, insanda üçüncü bir ilke olarak kabul ettiği bir cevher ile açıklamaya uğraşıyor. Fikrimizce, bu yoldaki açıklama konuyu aydınlatmaktan çok karartmaktadır. Hele bu cevherin ayrı bir gelişim seyri izlemesinin ne gereğini, ne de anlamını anlamak olasıdır. Dahası, böyle bir fikir birçok ruhsal ve yaşamsal olayların açıklanmasını ve özellikle de tekâmül konusunu iyice karıştırmaktadır. Bu elemantal cevher konusu her noktasında itirazlara yol açacak söylemlerle doludur. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Batılı Teozoflara Göre Ruh-Beden İlişkisinin Şekli ve Amacı Batılı teozoflara göre, ruhun; elbise gibi bu bedenleri nasıl ve ne için giyip çıkardığını da biraz araştıralım. Bu teozoflara göre, en yüksek bir plan olan mental planda ruhların az ya da çok kalmaları onların tekâmül düzeylerine bağlıdır. Ruhların şuur hallerinin “yüksek” bölgelerde yoğunlaşması ve gelişimi, onların “yükseklik” dereceleriyle ilişkilidir. İşte ruhların bu tekâmül olanaklarını sağlayacak olan şey de onların dünyaya (maddeye) inmeleridir. Teozoflara (ve özellikle de L.Beater ’e) göre ruhun enkarnasyonu ve dezenkarnasyonu bir tür nefes verme ve nefes alma gibidir. Tekâmüle gereksinimi bulunan bir ruh, kendisinden bir parçayı “aşağı” planlara yöneltir. L.Beather bunun “extariorisation” olarak adlandırmıştır. Bu, bir nefes verme gibidir. Eksteryorizasyon bir zaman sürdükten sonra; ruh “aşağı” plana gönderdiği parçasını tekrar geri alır. Bu da nefes almaya benzetilmiştir. Örneğin, az gelişmiş bir kimseyi gözümüzün önüne getirelim: Teozoflara göre, bu kimse dünyada bir süre kaldıktan sonra, çeşitli bedenlerinde ardı ardına ölümünün ardından, mental bedeniyle kalarak mental plana çekilir. Fakat mental plan 3 tabakadır. Bu ruhun en “yüksek” mental tabakalarda yaşaması henüz olanaklı değildir. O, “yukarıdan” başlayarak ancak üçüncü tabakaya eksteryorize olabilir, yani şuurunu ancak burada toplayabilir. Bunun için, ilk gelişlerde, bu tabakada cereyan eden şeylerden haberdar olmaz. Bu durum, onun burada büyük şeyler öğrenmesine olanak sağlamaz. Bununla beraber o, bir üstadın (maitre) “çekiminden” ve varlığından etkilenebilir. Bu durum, henüz açılmamış bir goncanın üzerine tutulan canlandırıcı ışık huzmeleriyle o goncanın canlandırılmasına/ uyarılmasına benzer. Bununla birlikte o, dışarıdan gelen tesirlere kapılır. İşte bu yüzden bu tabakada uzun süre kalamaz, kalabilmesi için daha çok tekâmül etmesi gerekir. Bu “yükselmeye” hazırlanmak amacıyla yeniden madde ortamına (dünyaya) iner (tekrar doğuş). Bu inişten sonra, biraz daha tekâmül etmiş olarak mental plana döner. Çünkü dünyadaki eksteryorizasyonu sırasında yeni yeni birçok deneyim geçirmiş, yeni nitelikler / beceriler kazanmış ve şuurunu genişletmiştir. Şu halde ruh, mantal planın aşağı tabakasına ikinci kez çıktığı zaman çevresinde olup bitenleri öncekinden daha iyi anlayacak ve burada daha uzunca bir süre kalabilecektir. Bununla birlikte, henüz mental planın daha yüksek tabakalarına çıkabilecek bir durumda değildir. Bunun için defalarca dünyaya inmek zorundadır. Eğer ruh yeterince tekâmül etmiş ise mental planın ikinci tabakasına çıkabilir. Fakat tıpkı birinci tabakaya çıkışın ilk zamanlarında olduğu gibi, burada da önce hemen hemen şuursuz bir durumdadır ve çevresindekileri anlamaz. O, buranın “tadını” gerektiği gibi alamayacağı için, ilk gelişlerinde burada uzun zaman kalamaz ve yeniden “aşağı” iner. Ruh böylece “nefes alıp vermeler” şeklinde dünyaya gelip giderken mantal planın en yüksek tabakalarına dek yükselir. Sonunda, ruhun, âlemin gizemine vâkıf olmasına, uyum sağlamasına(adeptat) yaklaşması olanaklı duruma gelir. Artık o, en yüksek bir planda kendi hâlini (ego) bulur. Onun bu hâli tekâmüle başlamazdan önceki durumu gibidir. Fakat arada çok büyük fark vardır. Şimdi o, tekâmül etmiş bir durumdadır. Yani tedrîcen ilerlemiş bir şekilde yeni özellikler, nitelikler ve beceriler kazanmıştır. Teozoflara göre, acaba ruh “aşağı” planlara nasıl “iniyor” ? Bu konuda özellikle L.Beater ’in oldukça karışık, bir o kadar da ayrıntılı fikirlerini hızla gözden geçirelim: Ruh, tekâmülünü sürdürmek üzere dünyaya “inecektir”. Bu “iniş” bir tür “susuzluğun” ya da “arzunun” yönlendirmesiyle olur. Burada egonun yer değiştirmesi söz konusu değildir.O, sâdece şuurun mental planın “aşağı” tabakasında toplanmakla bu işi yapmış olur. Ruh dünyaya birden bire de “inmez”. “Yolda” kademe kademe uğrayacağı merhaleler vardır. Bu merhalelerden birincisi, kendisine en “yakın” olan mental planın alt tabakasıdır. Demek ki, o işe önce buradan başlayacaktır. Ruhun “indiği” herhangi bir planda tezahür edebilmesi için, o planın maddelerini kullanmaya gereksinimi vardır. Tıpkı bir ruhsal celsede kendini göstermek isteyen bir dezenkare varlığın materyalize olması gibi; yani fizik gözle görülemeyecek bir niteliğe bürünmek ve eşyaları hareket ettirmek için, fizik planın maddesini kendi çevresine çekmek gibi, burada da ruhu, içine “gireceği” planın maddelerini çevresinde toplar. Başka bir deyişler, bu maddeler tarafından sarılır. İşte onun bu planda arazı olan mental beden bu şekilde oluşur. Gerçi bu planın maddeleri ruhun “yüksek” düzeyine oranla “alçak” bir mertebededir ama dünyada yaşayan insanlara oranla, kapsanamayacak kadar “yüksektir”. Ruhun bu planda tüm varlığı, olduğu gibi tezâhür edemez. Burada ortaya çıkan, ruhun entelektüel kısmıdır. İşte biraz önce belirttiğimiz gibi, “ruhun bir parçasını aşağı planlarda eksteriyorize etmesi” deyiminin anlamı budur. Ruhun bu plandaki elbisesini” kurması için , aldığı maddelerin inceliği, önceki birikimine (deneyim + görgü) bağlıdır. Yani ruh, yoluna, geçen defa (gelişinde) bu planda bırakmış olduğu yerden başlar. Şu halde, bu kez; çevresine topladığı maddeler, geçen gelişinde mental planda en son bırakmış olduğu maddelerin süptilliği (inceliği, lâtifliği) âyarındadır. Bu bedenin kuruluş şekli, insanın dünya yaşamındaki terbiye ve çevre koşullarına geniş oranda bağlıdır. Yani insan tüm yaşamı boyunca , mental bedenini kurmayı sürdürür. Mental bedenine yeni yeni parçacıklar eklemek, geliştirmek ya da ihmâl ederek onu durmadan değiştirir. Egonun “iniş” yolculuğuna devam ederken, mantal plandan sonra ilk uğrayacağı yer astral plandır. Burada da ruhun bedenlenmesi için, “yukarı” plandaki gibi olaylar geçecektir. Ruh, astral planın maddelerini çevresine çekerken onlardan astral bedenini kurar. Astral beden mental bedenden daha yoğundur. Şu halde, ruhun yüksek niteliklerinin ortaya çıkması astral planda daha daralmıştır. Astral bedeni kuran maddeler, mental beden hakkında olduğu gibi; geçmiş astral yaşamda olduğu gibi, geçmiş astral yaşamdaki maddesel mertebelerin bir devamı değildir. Burada geçen vetire şudur: Ruh, her planda, o planın olanaklarına göre kendisinin bir kısmını meydana çıkarabilir ve bu durum aynı plana her gelişinde daha çok gelişmiş bir şekilde ortaya çıkabilir. Görülüyor ki, ruh varlığı herhangi bir plana gelince, o plandaki gelişimine, önce aynı planda bırakmış olduğu yerden başlar. Bu da, ikinci gelişte, öncekinden daha “yüksek” maddeleri kullanmakla olur. Mental beden hakkında olduğu gibi, astral bedenin de kuruluş şekli, varlığın dünyada geçireceği yaşam koşullarına göre olur. Şu halde dünyada yaşayan bir insan, bu yaşayışı sırasında sürekli olarak mental ve astral bedenlerini kurmak ve onları az çok geliştirerek ya da geliştirmeyerek değişime uğratmaktadır. Bundan sonra ruh fizik âleme nüfuz eder ve fizik âlemin maddelerinden bir beden kurar. Burada da kural aynıdır. İşte bu şekilde insan, çocukluğundan başlayarak, büyüdükçe yavaş yavaş astral ve mantal maddeler üzerindeki egemenliğini kuvvetlendirir. Bu durum, gelecek göksel yaşamında, kendisine bir tezâhür zemini olacak bedenlerinin kusursuzluğunu hazırlar. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Teofizik Düşüncelere Karşı Görüşler Daha önce de belirttiğim gibi; gerek doğu, gerek batı teozoflarının konuya yaklaşımları birçok noktadan kuvvetli itirazlara yol açabilir. Bunlar üzerinde ayrı ayrı durmaya kitabımızın hacmi uygun değildir. önce şunu belirtmek gerekir ki, deneysel sonuçlar teozofların görüşlerini kanıtlamaktan çok, ileride ele alacağım ruhçuların perispiri yaklaşımlarını güçlendirici içeriktedir. Bu denemeler üzerinde de ayrı ayrı duracak değiliz. Yalnız kısaca bir noktaya değinmeden geçemeyeceğiz: En yetkili yazarların yapmış oldukları dedublaman çalışmasını ele alalım. Burada bir dublenin oluşum şekli gözden geçirilirse, birbirinden koyu çizgilerle ayrılmış değişik bedenlerin oluştuğunu gösteren hiçbir kanıta rastlanmaz. Bir fantomun oluşumu, en seyyal (ince, latif, süptil) maddesel durumlardan, en yoğununa dek, sanki bir renkten ötekine geçerken olduğu gibi, sonsuz bir takım nüanslar içinde ve yeni yeni özellikler de göstererek ortaya çıkar. Bu konuda açık bir fikir verebilmek için güvendiğimiz araştırmacıların deneyimlerinden yararlanarak bir fantomun nasıl oluştuğunu kısaca görelim: Dedubluman deneyine(celsesine) hazırlanmış bir somnambülün üzerinde önce fosforeson parıltılar oluşur, sonra bunlar yavaş yavaş yoğunlaşır ve süjeden ayrılırlar. Daha sonra bunlar; birisi süjenin sağında, ötekisi de solunda olmak üzere, hafif buhar şeklinde iki sütun oluştururlar ve bu sütunlar süjenin solunda birleşerek, onun bedenine benzeyen bir beden hâline gelirler. Bu işlemde ayrı ayrı bedenlerin oluşumunu değil, bir bedenin değişik derecedeki yoğunluğunu görüyoruz. Teozofların başka tamamlayıcı deneylerde almış oldukları, sonuçlardan, burada astral ve eterik diye ayrı ayrı iki beden olduğu hakkında çıkardıkları sonuçlar da kuvvetli kanıtlara dayanmaz. Dahası, gene filozoflara göre, astral bedenin, insan bedenine benzeyen belirli bir şekli vardır, esîrî bedenin de aynen böyle bir şekli vardır. Oysa, dedublumanın oluşumu sırasında, ayrı ayrı iki bedenin yani astral ve eterik bedenlerin, süje dışında oluştuğu bir aşamayı kabul etmelerine karşın, teozof deneycilerden hiçbiri bize bu bedenlerle ilgili özellikleri içeren iki bedenin ayrı ayrı görüldüğünü söylemiyorlar. Bundan başka onların “astral beden” diye kabul ettikleri şey, eksteryorize olan maddenin şekilsiz ve seyyal bir hâlidir. Bu ise astral bedenin nitelikleri hakkında teozofik iddialara uygun gelmiyor. Bununla birlikte, bu deneylerden vazgeçerek; teozofik teorileri kendi bünyelerinde bile incelesek, onların ruh-beden konusunda bizi doyurucu kuvvetle olduğunu göremeyiz. Buradaki birçok çelişki ve genellikle açık seçik olmayan söylemler içinde boğulmuş fikirler bizi aydınlatamaz. Hakikatler, karmakarışık fikirlerle değil, derin ama sâde fikirlerle bulunabilir. Teozofik teoriler, her şeyden önce insan varlığının, hattâ evren varlığının en büyük bilinmezi olan tekâmül konusunu anlaşılmaz bir hâle sokmaktadır. Dikkat edilirse, gerek Doğu teozoflarının, katerner ögeleri, gerek Batı teozoflarının bedenleri ya da elemantal cevherleri fânidir. Bunlar gelip geçici bir halde ruhla birleşmişlerdir ve ona bir takım alçak tertipte zorlamalarda bulunurlar, bilerek / bilmeyerek insanı yanlış yola yönlendirmeye çalışırlar. Tüm bunlardan sonra da, bir daha insan ruhuna dönmemek üzere onu kendi planlarında ebediyen terk ederler. Bu şekilde ruh, her plana gelişinde başka bir beden “giymek” başka bir ögeyle ya da cevherle birleşmek zorunda kalır. İşte ideal bir tekâmül fikrinin açıklanmasını güçleştiren birinci nokta budur. Böyle bir anlayış ile ne yapılırsa yapılsın, nasıl düşünülürse düşünülsün; “Ruh; madde evrenine niçin gelmiştir, ruhun melekeleriyle madde âleminin gelişim olanakları arasında ne gibi bir ilişki vardır ve nihâyet, madde evrenindeki ruh tekâmülünün ideal amacı nedir?” vb. sorularının yanıtlarına ulaşılamaz. Tüm maddeler insanın gelişimine yarar, bunu herkes söyler. Fakat bunun amacı nedir? İşte üzerinde derinden derine durmaktan çekinilen nokta budur. Önce, ruhun olgunlaşması nedir? Ruhun olgunlaşması vetiresinde maddelerin oynadıkları rol nedir? Ne teozoflar, ne ruhçu filozoflar bu nokta üzerinde uzun uzadıya durmuş değildirler. Gerçi bu konuda pek çok şey söylenmiştir fakat bunların içinden yukarıda ortaya koyduğumuz soruların yanıtlarını çıkarmak olası değildir. Üzerinde ısrarla durulması gereken konu şudur: Ne şekilde düşünülürse düşünülsün; acaba madde, ruhun sâdece bir tekâmül aracı mıdır, yoksa tekâmül bakımından madde ile ruhun ilişkileri evrenimizdeki ruh varlığının bir zorunluluğu mudur? Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Ruh, Maddesiz Tezâhür Edemez Biz madde aracılığıyla olduğu söylenmekte olan bir “ruh olgunluğu” nun ne olduğunu anlayamıyoruz. Bunun şöyle olması gerekir: Ruhun madde ile ilişkilerindeki zorunluluğun bir amacı vardır. Söz konusu olgunluk bu amacın gerçekleşmesidir ki, bu fikrin açıklanmasına / ayrıntısına ileride girilecektir. İşte biz teozofik teorilerin, bu şekilde düşünülen olgunlaşma yolunda aydınlatıcı ve doyurucu içerikte olmadığını görüyoruz. Eğer tüm bu bedenler ya da ögeler, daha doğrusu, ruhun bu tekâmül araçları, bir süre kullandıktan sonra, bir daha geri gelmemek üzere ruh için ebediyen ölüp gidiyorsa; insanların, ruhlarının bu kadar didinmeleri ve kazançları ne oluyor? Eğer bu deneyimler ve sonuçta elde edilen kazançlar ancak ve ille de maddeler aracılığıyla oluyorsa, maddelerin gelişimini ruhun tekâmülünden ayırmamak gerekir. Nasıl ki, bunu teozofların her söylemi doğrulamaktadır. Oysa, ruhun madde âleminde tezâhür olanağını sağlayan aracı, böyle her adımda değişirse, onun sürekli olarak kabul ettiğimiz “yükseliş” nedenlerini açıklayamayız. Bu konuda iyi anlaşılması ve anlatılması gereken bir nokta vardır. Tüm deneysel ruhçuluk ve teofizik söylemlerden çıkan genel anlama göre; 1- Ruh, maddesel bir araca sâhip olmayınca hiçbir tezâhür gösteremez, 2- Ruhun, maddesel bir aracı olmayınca, tekâmül de edemez. Demek ki, ruhun tekâmülü, maddesel araçların gelişimiyle örtüşme / uyum hâlindedir. “Maddenin gelişimi”nden anlaşılan ise; onun daha seyyal (süptil, lâtif, titreşimi yüksek), daha işlek; yani daha yüksek ve işlek bir araç ile yaptığı işi kaba bir araç ile yaptığı işi kaba bir araç ile yapamaz. Ruhun madde evrenindeki varlığı, onun bu evrende gerçekleşmesi olanaklı olan tüm kudretlerini ortaya çıkarmak ve geliştirmek zorunluluğunu doğurmuştur. Bu durum ruhun en belirgin özelliği olan tesirliliğine tezâhür zemini bulması ihtiyacından ileri gelir. Şu halde, ruhun derece derece yükselen bu olgunluğunu sağlamak için maddesel aracının da derece derece yükselmesi gerekir. Fakat ruh, madde evrenine “inmezden” önce de her derece yükseklikteki maddeler vardı. Eğer ruh, istediği maddeyi derhal bulabilecek bir durumda olsaydı, bu çok zahmetli tekâmül devrelerini geçirmeye gerek kalmadan, en yüksek mertebedeki maddeler âlemine atlayıverirdi. Neden böyle olmuyor? Ruhun madde üzerindeki tesirliliğini gösterebilmesi, onunla olan ilişkilerinde ilerlemiş ve olgunlaşmış olmasına bağlıdır. Acaba buradaki bu ilişkiden/ilişkilerden amaç nedir? Ruhun madde ile ilişki kurması demek, onun içinde gizli olarak bulunan tesirlilik gücü ile orantılı etkilenme niteliği gelişmiş, yani ruhun “emrine” yatkın olgunluğa gelmiş maddesel araca sâhip olması demektir. Ruh ancak böyle bir tekâmül aracı ile istediği madde üzerinde istediği etkinliği gösterebilir. Şu halde ruhun, değişik planlardaki maddeler üzerinde tesirliliğini gösterebilmesi, ancak onun bu işe uygun, sürekli ve “yükselerek” gelişen bir araca sâhip olması ile olasıdır. İşte ruhun, evrende geçirdiği “acı / tatlı” deneyimler, bu ilkel aracını farklı farklı çevrelerde ve değişik bileşimler içinde kullana kullana onu, evrenin her maddesiyle kendisini ilişkilendirmeye yarayacak bir duruma koyması içindir. Biz hiçbir ruhun bir araç kullanmaksızın maddeler üzerinde etkili olabileceğini kabul etmiyoruz. Ruhun, “yüksek” maddeleri kullanması, bu maddeler üzerinde tesirliliğini gösterebilmesi demektir. Oysa ruhun bu tesirlilik özelliği onda yeni doğmuş değildir. “Ruh, ilâhi bir lem’adır” denilmişti. Onda, bir yaratılmışın İlahi İrâde Yasaları kapsamında gelişmesi zorunlu olan tüm kudretler potansiyel olarak bulunur. Fakat bu kudretlerin gelişimi, ruhun o yönde çalışmasıyla bulacağı tezâhür zeminleri oranında olanaklı hâle gelir. Maddesel evren ruh melekelerinin belki sınırsız olan gelişim yönlerinden biridir. Ruhun madde evrenine girmesi fikrini, maddelerle ilişki hâlinde olmuş bulunması fikrinden ayıramayız. Bu ilişkide daha önce belirtildiği gibi, ancak maddesel bir araca sürekli olarak sâhip olmakla sağlanabilir. Evrenimizde bulunduğu sürece bir ruhun maddesel ilişkiden bir an bile ayrı kalabileceği söz konusu olamaz. Ruhun tekâmülünden söz ederken kastettiğimiz şey, madde ile ruh ilişkisinin gerçekleşmedir. Maddesel ilişkiden kurtulmuş tek başına bir ruh, “olgunluk” la ilgili bizim düşünebileceğimiz anlamda; ne kusursuzdur, ne de kusurlu. Maddeden soyutlanmış bir ruh olgunluğu, maddeden ayrı bir ruh gibi aklımızın almadığı boş bir sözden, anlamsız bir hipotezden ibâret kalır. Bize göre ruhun tekâmülü fikri, onun ancak madde ile ilişkiye girdiği andan itibâren başlar ve o ilişki boyunca sürüp gider. O halde, ruhun tekâmül zorunluluğu, bu ilişkinin gelişimi/ilerlemesi zorunluluğudur. Örneğin, ruhun maddeden bir an ayrıldığını kabul etsek, o anda onun madde evreniyle ilgili tüm kazançlarından yoksun kaldığını ve bu evrene “inmezden” önceki durumuna geri döndüğünü düşünmemiz gerekir. Çünkü ruhun maddesel evrenle bağlantısı doğuran zorunluluk ve o zorunluluğun amacı ortadan kalkmış olur. Demek ki, ruhun tüm kazançlarının ebedî olduğunu söyleyebilmemiz için, onun bu maddesel ilişkilerinin (maddesel esâretinin değil!) ebedîyen ve hiçbir kesintiye uğramaksızın sürüp gitmesinin gerektiğini kabul etmemiz gerekir. Ruhun madde evreniyle ebedî ilişkisi demek, ruh oradan ayrıldıktan sonra bile geliştirmiş olduğu aracıdan ebedîyen ayrılmaması ve onunla kendi melekeleri arasındaki ilişkilerini tekâmül amacına ulaştırmış olması demektir. İşte, bize göre; ruhun maddesel evrendeki ve özellikle ıstıraplarla geçen onun ilk merhalelerindeki tüm didinmelerinin hedefi bu işi sağlamaktır. Bununla birlikte bu sözümüz, eğer az çok doğru ise; ancak bu evrene, yani bizce sonsuz olan fakat ruhun ebedî yaşamı karşısında hiçbir zaman ve mekân değerini hâiz olmayan maddesel evrenle ilgilidir. Biz, evrendeki tüm tekâmül merhalelerini tamamlamış ideal olgunluğa ulaşmış ruhlar hakkında bile maddesel ilişkilerin kesintiye uğramasını olası görmezken, henüz bu tekâmül merhaleleri içinde yuvarlanmakta olan ruhların maddesel ortamlardan ayrılabileceklerini bir an için bile düşünemeyiz. Bunu kabul ettiğimiz anda, ruhun bu evrenden ayrıldığını, oraya hiç girmemiş gibi olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Çünkü o, bu araç ile bağlıdır, onun bu evrenle ilişkilerini sağlayan da odur. Kısacası, ruhu bir an bile maddesel varlığından ayrılmakla, tekâmül konusunu anlaşılmaz bir şekle sokmuş oluruz. Ruhun maddesel evrendeki kazançları nelerdir? “Bu kazançlar ruhun kendi bünyesindedir” diyemeyiz. Böyle bir iddianın karşısına haklı olarak birçok itiraz çıkar. Ruhun elde etmiş olduğu kazançlarını maddeyle olan ilişkilerinde gördüğümüze göre, bu kazançların, maddesel ilişki sağlayan araçta depo edilmiş olduğunu; hem zorunlu olarak kabul ederiz, hem de böyle bir düşünce ile birçok fikir sâhiplerini rahatlatmış oluruz. Buna karşılık, birbiri üzerine giyilmiş çamaşırlar gibi, birçok beden kabul eder ve bu bedenleri ruhun her adımda kolayca çıkarıp atıverdiğini ve sonunda sık sık ruhun saf hâle (yani, çıplak hâle) girip, yeniden yeni bedenler giyerek madde âlemine girdiğini düşünürsek; tüm bu giysiler aracılığıyla nelerin kazanılmış olduğunu ve kazanılmış olan şeylerin nerelerde bulunduğunu haklı olarak kendi kendimizden sormak zorunda kalırız. Maddeden tamamen soyutlanmış saf bir ruhun örneğin, ruhun hafıza melekesi söz konusu olamaz. Çünkü bu melekenin kanıtı / işâreti olan şey, ruhun ancak maddeler evreninde olanaklı olaylarla ilişkisinin sürüp gitmesine bağlıdır. Bu ilişkiyi sağlayan aracın var olduğunu kabul etmediğimiz anda hafıza melekesini de zorunlu olarak söz konusu edemeyiz. Tıpkı bunun gibi ruhun tanıdığımız ya da tanımadığımız başka melekeleri hakkında da aynı şeyi düşünebiliriz. Tüm bunlarla beraber şunu da hemen kabul ederiz ki, teozof duayenlerin bu konuda birçok gerçeği gördüğüne eminiz. Bu görücülerin (durugörürlerin) görece “yüksek” maddeler âlemiyle ilgili gözlemleri metapsişik ve animik uygulama bakımından çok önemli ve değerlidir. Bunlardan hepimiz yararlanıyoruz. Teozoflar tarafından görülen auralar, renkli maddesel tezâhürler ve başka emanasyonlar kuşkusuz boş ve anlamsız şeyler değildir. Burada bizler; kendini fındık kabuğunun içinde hapsederek, dışarıdaki tüm olup bitenleri görmemezlikten gelen gâfiller gibi düşünmüyoruz. Biz bu gözlemlerin doğruluğunu kabul ediyor ve hattâ onlardan yararlanma yolunu araştıranlar arasında bulunuyoruz. Biz ancak bunların teozoflarca yapılan tesirlerine ve bu tesirlerden doğan görüşlere ve yorumlara karşıyız. Bize göre ne ruh ne de evren fizikoşimik maddelerin dar olanakları içinde sıkışıp kalmış bir yaklaşımdan doğan üç beş kalemlik “beden” ya da “ilke”lerle sınırlandırılamaz. Buutlar hakkındaki açıklamaları okuyanlar çok iyi bilirler ki, teozofların son tekâmül merhalesi ve olgunluk zirvesi olarak tanımladıkları en “yüksek” planların maddeleri (mantal plan) bile büyük madde evrenimizin içinde hemen hemen hiçbir değer ifade etmeyecek kadar küçük kalan üç buutlu âlemimizin dışına çıkmamaktadır. Teozoflar, madde âleminin son sınırı ve belki de “dış” diye önerdikleri bu alanlarda ne şekil, ne de renk kavramlarından kendilerini kurtarabiliyorlar:”Oval şekiller”, “renkler”, “büyümek / küçülmek”, “genişlemek” vb. gibi mekân fikrinden asla ayrılmayan nitelikler eninde sonunda üç buutlu âlemin gerekleridir. Maddesel evrendeki üç buutlu âlemin değeri hakkında bir fikir edinmek için buutlar konusunda yapmış olduğumuz değerlendirmeleri yeniden gözden geçirmek yeterlidir. Durum böyle olunca, tüm maddelerin ve evrenin “üzerinde” olan ruh ve onun tüm yaşamını ve kozal kaderini ve hele bunların hiçbirisiyle karşılaştırılması söz konusu olmayan MUTLAK VARLIK’ı küçücük evrenimizin en ufak bir köşesini bile doldurmayan üç buutlu dünyaların realiteleri içine sığdırmaya çalışmak, çocuk sâfiyetiyle yapılmış büyük bir hatâ olur. Biz burada hiçbir ekolü, hiçbir kanaati küçümsemek amacıyla hareket etmiyoruz. Belki herkesin söylediği doğrudur ve belki bizim söylediklerimiz doğrudur. Ne birinci, ne de ikinci durumda bugün bizim varmış olduğumuz kanaatler hiçbir zaman iddakârlık boyutlarına varmayacaktır. Bizim yukarıdaki görüşleri ortaya koymaktaki amacımız, kendi yolumuzu şimdiye kadar topladığımız bilgi ve duygu unsurlarıyla çizerken, öteki yolları da gözden geçirmek gereğini duymuş olduğumuzu, fakat oralarda tatmin edilmediğimizi, nedenleriyle belirtmektir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Ruhçuların Ruh- Beden İlişkisi Hakkındaki Görüşleri Ruhçuların perispiri teorileri, insan hakkındaki bilginin gelişip genişlemesine yarayacak belki en doğru bir başlangıç olarak görüyoruz. Ruhçular, ayrılmaz bir şekilde ruhla birleşmiş olan maddesel bir aracı kabul eder. Böyle bir yaklaşımla tekâmül fikri rahatça izleneceği gibi, öteki ekollerin düştüğü birçok çelişkilerde giderilmiş olur. Gerçi perispri teorisi teozofların “bedenler teorisi” kadar belirsiz değildir ama bir şeyin gerçek olması için mutlaka, anlatılması ve anlaşılması güç bir halde bulunması gerekmez; sâdelik içinde en büyük gerçekler anlatılabilir. Kim ne derse desin, biz öteden beri, güçlükle anlatılmaya çalışılan herhangi bir teorinin gerçekliğinden hep kuşkulanmışsızdır. Perispiri nedir? Bu sorunun yanıtını deneysel ve klasik ruhçuluk konusundan yetkili yazarlara bırakıyorum. Klasik ruhçuluğun kurucusu Allan KARDEC şunları söylemiştir: “Beden ile ruhu birleştiren bağ ya da perispiri, yarı maddesel bir zarftır. Ölüm, en kaba zarfın harâbiyetidir. Ölümden sonra ruh, ikinci bedenini korur. Bu ikinci beden eterik bedendir. Bu beden her zamanki normal durumlarda bize görünmez ama “aparisyon” (8) olaylarında gelip geçici olarak ortaya çıkar. Hattâ etorik bedene dokunmak da olasıdır.” file:///C:\Users\pc\AppData\Local\Temp\msohtmlclip1\02\clip_image005.png Aynı konuda Leon Denis şu açıklamada bulunur: “Ruh, ölümden sonra olduğu gibi; cismâni yaşamı boyunca, sürekli olarak seyyâlevî (ince, süptil, lâtîf) bir zarfa sâhiptir. Az çok ince / lâtif (esîri) olan bu zarfa Allan KARDEC,‘perispri’ ya da ‘ruhâni beden’ (corps spirituel) adını vermiştir. Perispri, ruh ile beden arasında bağlantı görevi görür. Perispri, duyularımızla edindiğimiz izlenimleri ruha aktarıldığı gibi; ruhun irâdesini de bedene taşır. Ölüm sırasında o, fizik bedenden ayrılır ve fizik bedeni mezarında çürümeye terk eder ama kendisi ruhtan ayrılmaz. O, ruhun şahsiyetinin bir dış şeklidir. Bu duruna göre perispiri sayyâlevi bir organizmadır. O, insan varlığından önce var olan ve ondan sonra da var olmayı sürdüren bir şeklidir. Perispri öyle bir ‘sübstratom’ dur ki, fizik beden onun üzerine kurulur. Fakat bu fizik (et) beden ne kadar nüfuz edilemez görünse de, son derece incelmiş bir maddeden oluşmuş ve görünmeyen perispri bu bedenin içine nüfuz etmiştir. Kaba madde hiç durmadan yaşamsal sirkülasyon ile sürekli yenileşir. Bu maddeler insanın sâbit ve sürüp giden kısmı değildir. Doğumdan ölüme dek insan yaşamının her devrinde beşeri örgüyü ve fizyonomik hatları ayakta tutan perispridir.O halde perispiri, bir kalıp rolü oynar ki, dünyanın maddesi onun üzerinde beden hâlini alır. Bu seyyâlevî beden öylece olduğu gibi kalmaz, o da ruhla birlikte temizlenir, saflaşır ve olgunlaşır. O, sonsuz enkarnasyonları boyunca ruhu izler, ruhla beraber derece derece (tedrîcen) ‘yükselir’ ve giderek şeffaf, parlak bir yapı ve görünüm kazanır. Perispri hayattan varlığın tüm kazançlarını korur. Tüm bilgiler fosforesan katlar hâlinde bu, ruhânileşmiş bedenin dimağında yerleşir ve yeniden doğan varlığın beyni bunun üzerine kurulur. Duyguların, yüksekliği’ yaşamın sâfiyeti iyi ve ideal bir yaşama doğru yapılmış hamleleri kararlılıkla geçirilmiş deneyimler (epreuves) ve ıstıraplar perisprinin titreşimlerini ‘yükselterek’ ve arttırarak onu süptilleştirir, parlaklaştırır ve saydamlaştırır. Bunun tersine olarak, sefil ve bayağı ihtiraslar, maddeye yönelik açgözlülükler perispiri üzerinde olumsuz etki yaparak, onu ‘ağırlaştırır’, yoğunlaştırır ve giderek daha ‘karanlık’ bir hâle sokarlar. Perisprinin de bedeninkine benzeyen duyguları vardır fakat bunların kudreti bedeninkinden çok yüksektir. Perispiri ruhâni nurla görür. Ayrıca, maddesel duyguların kavrayamadığı yıldızların ışıklarını; ne kadar dağınık bir halde bulursa bulsun, perisprinin duyuları bunları ayırt eder. Ölümden önce ve sonra, ruhların görülür hale gelmeleri (apparitions) ve maddeleşmeleri (materialisations) perispri ile açıklanır. Spatyomun (âhretin) serbest yaşamında insan organizmasını oluşturan tüm kuvvetlere o, düşünce olarak (gizlide) sâhiptir.” Son sözü, ruhçuluk konularını pozitif bir görüşle incelemiş olan G.Delanne’ a bırakıyorum: “Filozofiye ve bedensiz varlıklardan alınan bilgilere göre; ruh maddesel bir varlık değildir. Başka bir deyişler, ruhun bizim tanıdığımız maddelerle hiçbir bağlantı noktası yoktur. Doğadaki cisimlerle ruh arasında benzetme ile de anlatılabilecek özelliklerin bulunduğunu kabul edemeyiz. Çünkü ruhun imajı ve yayını olan düşünce, tüm ölçülerin, tüm fizik/kimya analizlerinin dışında kalır. Fakat acaba “madde dışı” sözcüğünü mutlak anlamında kullanabilir miyiz? Hayır. Çünkü mutlak madde dışılık yokluk olur. Fakat ruh öyle bir varlıktır(etre)dır ki, bu dünyada hiçbir şey onun hakkında bize fikir veremez. Bununla beraber, insanda madde ve ruh gibi iki ögenin “birleşmiş” olduğunu görüyoruz. Bunlar oldukça yakın bir şekilde bir biriyle “birleşmiş” lerdir ve birbirini etkilemektedirler. Ruh hakkında söylediğimiz şeylerle, ruh ve beden ilişkisi konusu arasında bir çelişki var gibi görünüyor. Bununla birlikte bu çelişki gerçek değil, zâhirîdir. Bunların arasında perispri, yani “ruhun zarfı” diyebileceğimiz aracı üçüncü bir öge vardır. “Ruh maddesel olmayan bir şeydir. Çünkü onu oluşturan olgular maddenin hiçbir özelliği ile karşılaştırılamaz. Düşünmenin, tasavvurun ve anımsamanın, ne şekli, ne rengi, ne de sertliği ve yumuşaklığı vardır. Ruhun bu ürünleri fizik âlemi yöneten yasaların hiçbirisiyle sınırlandırılamaz; onlar tamamen ruhânidirler, ne ölçülebilirler ne de tartılabilirler. Ruh, doğası gereği harabolmaz çünkü o, bedenin dağılmasından sonra bütünlüğü ile tezâhür eder. O halde ruh; hem maddesel olmayandır, hem de ölümsüzdür. “Bizlerin doğduğunu, büyüdüğünü ve öldüğünü gördüğümüz beden, düşünen ögenin (ruhun) zarfıdır. Bu zarfı oluşturan ögeler, yerküreyi oluşturan maddelerden alınmıştır. Bu ögeler, organizmada bir süre durduktan sonra, yerlerini başka öğelere bırakırlar. Bu işlem şahsın ölümüne dek sürer gider. O halde, beden ile ruh esas olarak birbirinden ayrılır. Birisi, durmaksızın oluşan şekilden şekle girmelerle(transformations); öteki de, cevherlerindeki değişmezliğiyle belirginleşir… Bununla birlikte, biz bunların kusursuz bir uyum içinde yaşadıklarını ve birbiri üzerine karşılıklı tesirler yaptıklarını görüyoruz. Kin, öfke, merhamet, sevgi, duyguları yüzde yansımalar oluşturur ve fizyonomiye özel bir karakter verir. “İşte bir yandan, iyi gözlemlenmiş olan bu karşılıklı tesirler, öte yandan ruhun madde dışı oluşu filozoflar için hayli güç bir konu ortaya çıkartmıştır.. En büyük zekâlar ruhun beden üzerindeki tesirliliğini aydınlatmaya çalışmışlardır. Fakat bu durum memnuniyet verici bir açıklamasını ortaya koyamamışlardır. Biz, bazı filozofların aşağıdaki görüşlerini kayda değer buluyoruz. Sürekli ve bilinen yasalara uymayan ya da bağlantısız ama irâdî olsun, ruhun tartılabilir maddelerden yapılmış beden üzerindeki tüm tesirleri, tartılmayan seyyalelerin (9) bazı dalgalar aracılığıyla olur. Bu dalgaların iletilmesi serebro-spinal ve gangion spinal şeklindedir. “Bunlar tamâmiyle bizim düşüncelerimizdir ve biz, sinirler aracılığıyla işlenen ölçülemez/ tartılamaz bir seyyâlenin varlığını kabul etmedikçe, perisprinin rolünü tanımlayamayız. Perisprinin varlığını gösteren en iyi kanıt, bazı özel durumlarda insanın deduble olabilmesidir (10). Bir yanda maddesel beden, öte yanda bu bedenin aynı olan seyyal/süptil başka bir bedenin oluşması bu konuda kuşkuya yer bırakmaz. Ayrıca, perispri; ruh ile bedenin karşılıklı tesirlerini açıklamaya yaramakla kalmaz, aynı zamanda maddeden kurtulan ve spatyomda bulunan ruh varlıklarının durumlarını da bize anlatır. Şimdiye dek ruhun geleceği hakkında belli belirsiz fikirler vardı. Dinler ve ruhçu filozoflar, mezarın ötesindeki hayat hakkında hiçbir bilgi vermeksizin, sâdece ruhun ölmezliğini doğrulamakla yetiniyorlardı. Bazıları için ruhun hayatı ebedîyen, içinde sâdece seçkinlere özgü zekâ sâhiplerini taşıyan iyi tanımlanmamış bir cennette geçer ya da ruh varlıkları için cehennem korkunç bir mekândır. Orada varlıklar korkunç işkenceler çeker. Bunların yanında yürüyen, bilimsel gözlemler ise, elle tutulur maddelerde kalıp, ondan ileri gidemiyordu. Tüm bunlar, ruhsal âlem ile maddesel âlem arasında aşılmaz gibi görünen bir uçurum oluşturuyordu. “Ruhçuluk bilgisi bize gösteriyor ki, iki âlem arasındaki ilişkiler kesilmiş değildir. ‘Ölü’ denilenlerle ‘diri’ arasında sürekli bir ilişki vardır. Doğum ile ruhsal âlem, madde âlemine varlıklar verir; dünya da geçici olarak kendisine oturmaya gelmiş varlıkları spatyoma gönderir. O halde, beşeriyetle ruhâniyet arasında birçok bağlantı noktaları vardır. Görünen âlemle görünmeyen âlemi birbirinden ayırır gibi olan uzaklık dikkate değer bir şekilde kısaltılmıştır. “Eğer spatyomun maddelerden oluştuğunu ve ruhlarında maddesel bedenlere sahip olduğunu gösterirsek, bu kadar radikal görünen aradaki farkları bir takım küçük nüanslara indirgememiş oluruz. Ruhun doğası bizce bilinmez. Fakat biz biliyoruz ki o, seyyâlervî bir bedenle çevrilmiş ve çevrelenmiş (circonscrite) durumdadır. Bu beden, ölümden sonra ruhu, şahsiyet sâhibi, belirginleşmiş / seçkinleşmiş bir varlık hâline koyar. Allan KARDEC ’e göre, soyut olarak ele alınan ruh zekidir. O, bizim soyut olarak maddeden ayrı bir halde anlayabileceğimiz, düşünen ve tesirliliği de olan bir kuvvettir. Seyyalevî zarfına ya da perisprisine büründükten sonra; ruh “espri” denilen hâle girer. Nasıl ki, bu espri de zarfına büründükten sonra, insan hâlini alır. “Bu zarf asla ruh değildir. Çünkü o düşünmez; bu bir giysiden başka bir şey değildir. Ruhsuz bir perispiri, ruhsuz bir beden; yaşamdan ve duygulardan yoksun âtıl bir maddedir. Her ne kadar o, tartılmaz/ ölçülmez bir seyyâle de olsa, yine bir maddedir, elle bile tutulabilir. Ruh bu zarfı sâdece serbest ruh hâlindeyken taşımaz ve ondan ayrılmaz. Zarf, ruh varlığının spatyom hayatından sonra gelecek enkarnasyonunda da onu izler, insanın yaşamı sırasında perispiryle ilgili seyyâle (akışkan) bedenle birleşir ve o, dışarıdan gelen duyguların ve ruhtan gelen irâdenin geçiş aracı olur. Bedenin tüm aksamına (her yanına) nüfuz eden budur. Fakat ölümle o, ruh varlığıyla beraber bedenden kurtulur ve ölümsüzlüğe katılır. Eğer ruhun cisimler üzerine doğrudan tesir edeceği iddia edilseydi, bu perisprinin gereğine itiraz edilebilir ve bu durumda bizim teorimiz çürürdü. Fakat biz olgulara dayanmıyoruz ve bizim teorimize olan güvenimiz soyut bir idrakîn değil, irdelenmenin ve gözlemin ürünü olan bir sonuç olduğundan, bu tür itirazlar bizim bakışımızı değiştiremez.” Ruhçuların ve özellikle de fikirlerine özel bir saygımız olan G.DELANNE ’ın sözlerini teozoflarınkilerle karşılaştırırsak, aradaki sâdelik farkını ve ruhçuların bugünkü (1940’lı yıllar) bilimsel etiğe uygun söylemlerindeki mantığı ve kapsamlı anlamı takdir etmekte gecikmeyiz. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Klasik Ruhçuların Perispiri Yaklaşımları Yukarıda ana hatlarını verdiğimiz klasik ruhçuluğun perispiri hakkındaki görüşlerine eklenebilecek pek fazla bir şey yoktur diyebiliriz. Ancak, daha sonraki yıllarda yapılan deneylerden alınmış sonuçları ve kendi deneylerimizden alınmış sonuçları bir araya toplayınca, klasik yaklaşımların bazı belirsiz görünen noktalarını aydınlatmak ve birkaç noktada onları genişletmek zorunluluğu duymaktayız. Bu zorunluluk bizi, klasik ruhçuluğu YENİ RUHÇULUK adı arlında yeniden incelemeye / irdelemeye yönlendiren etmenlerden biri olmuştur. Bir kez daha yineliyorum; klasik ruhçuluk ile YENİ RUHÇULUK arasındaki farklar esaslarla değil, ayrıntılarla ilgilidir ve bu da tekâmül yasası ile sürekli değişmek kaderinde olan bir gerçekliğin gereğidir. Perispriyi ruhun üzerinde giydirilmiş bir giysi gibi ele almak; zannedersem, ruhçuların da bu şekildeki söylemlerine karşın akıllarına gelmemiştir. Çünkü Gabriel DELANNE ’ın yazılarından da anlaşılacağı gibi, ruh ile madde arasında doğrudan doğruya bir ilişkinin bulunmayacağına ve ruhun özellikleriyle maddenin özelliklerini karşılaştırmaya olanak bulunamadığına ruhçularda inanmıştır. Durum böyle olunca, sâdece maddelere özgü olan mekân kavramı ruh için söz konusu olamaz. Şu halde perispriyi “giyilmiş bir giysi” ya da ruhu sarıp sarmalamış bir zarf, bir küre gibi düşünemeyiz. Gene bu yaklaşımla biz Allan KARDEC tarafından adlandırılmış olan perispiri yani “ruhun kılıfı” gibi bir deyimle de taraftar değiliz. Ancak, alışılmış ve akla da Yarkın bir teorinin ortaya konmasına hizmet etmiş olduğu için bu sözcüğü koruduk ama onu simgesel bir anlamda kullanmaktayız. Kitabımızın madde bölümünde uzun uzun yazdığımız gibi, zaman–mekân kavramı bize göre en yüksek anlamını üç buutlu evrenimizde kazanır. Hattâ burada bile maddeler “yükseldikçe” mekân kavramı bizim anladığımız anlamdaki değerini değiştirmeye başlar. Yer tutma gibi mekânla ilgili maddesel özellikler daha fizik maddelerimizin alanı sınırından çıkmadan yavaş yavaş ortadan kalkmaya yüz tutar. Buna bir örnek olarak şunu gösterebiliriz: Dünyadaki yüzlerce radyo istasyonunun yayınına karşın, radyomuzu dilediğimiz dalga boyuna ayarlayarak yayınları ayrı ayrı dinleyebiliyoruz. Teknik olanakların artmasıyla bu merkezlerin (istasyonların) sayısı onbinleri / yüzbinleri bulursa, biz yine bulunduğumuz yerde hafif bir düğme hareketiyle bir yayını ötekine karıştırmadan bulabiliriz. Ayrıca, bu dalga miktarlarının azalıp çoğalmasında, istasyonların adetçe artmasında odamızın (bulunduğumuz yerin) genişliği söz konusu olamaz. Yani bu yüz binlerce dalganın odamıza sığıp sığmayacağını kimse düşünmez. Oysa tüm bunlar maddesel titreşimlerdir ve madde ile bir yerden başka bir yere aktarılır. Bu durum, maddelerin inceldikçe yer tutma gibi kaba maddelere özgü özelliklerden kurtulmaya başladıklarını gösterir. Bununla birlikte bu radyo yayını, konusundan daha çok seyyal (ince süptil, akışkan) ve esîrî olan ruhun kullandığı “yüksek” maddelerde bu durumun daha geniş bir ölçüde ortaya çıkacağı doğaldır. Dahası, fikrimizce, önce de belirttiğimiz gibi, teozofların bedenler hakkındaki açıklamalarında yanılmaları; gözlemlerinin, mekân hakkındaki anlayışlarımızın son sınırında durmasından ileri gelmektedir. Üç buutlu bir idrak içinde hapsolmuş bir dünya çocuğunun, ne kadar lüsit (11) olursa olsun, kendisini zaman ve mekân anlayışından ve özellikle de üç buutlu düşünce şeklinden kurtarmasına olanak yoktur. Bundan dolayı eğer telestezik bir gözlemci duru görür bir teozof maddeyi en geniş anlamında düşünmeye yatkın değilse, maddeleri ancak görebildiği üç buutlu âlemin içindekilerden ibaret sanacak ve idrakinin ötesindeki maddeleri “madde olmayan” diye anlayacaktır. Kısacası, maddeler birkaç adım ileride tanıdığımız / bildiğimiz tüm özelliklerini yitirirler. O zaman, bizim onları, ruhun üzerinde bir giysi gibi giydirmeye hakkımız kalmaz. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 10, 2016 DİPNOTLAR (1) Hipotonik: (hypotonic) : Kandan daha düşük osmotik basınca sahip olan çözelti. İzotonik (isotonic): Hücrelerin osmotik basıncına eşit osmotik basınca sahip, içine konulduğunda su giriş çıkışı olmayan sıvı (2) Asfeksi (asphyxia): Oksijen yokluğundan ileri gelen boğulma (3) trigeminus(trigeminal) sinir : kafada yer alan sinir (kranyal sinir= kafada yer alan sinir) (3) adiyüretin(antidiüretik): su tutulmasını sağlayan hormon (4) Enbube: borucuk (5) Tübülü (tubulus) hücreleri:Böbrek hücrelerinden bir türünün adı. (6) Annie Besant(1847-1933): 1907’den 1933’e dek Teozofi Derneği’nin başkanlığını yapmıştır. Yaşamı boyunca 300’den fazla eser ve bir o kadar da bülten hazırlamıştır. Ruhsal araştırmalar ve ruhçuluk konusunda da birçok öğrenci yetiştirmiş ve bir çok araştırmacıya önderlik etmiştir. Batı’nın önde gelen teozoflarından Madam Blavatsky’nin “Secret Doctrine”(Gizli Öğreti) adlı eserini okuduğunda, bundan çok etkilenmiş ve yazardan bir söyleşi rica etmiştir. Bu görüşmeden sonra dünyasal konularla ilgilerinden birer ikişer sıyrılmış ve Teozofi Derneği’ne katılmıştı(1889). Bundan sonra Madam Besant’ın gerek konuşmacı, gerekse yazar olarak hızla parladığını görüyoruz. 1893’de, Chicago’da toplanan Dünya Dinleri Parlamentosu’nda ülkesini temsil etti. Kendisiyle yakın iletişimde bulunanların ortak ve en önemli izlenimlerinden biri, onun paranormal yetenekleri ve okült konulardaki vukufu(bilişi, anlayışı) olmuştur. (7) Charles Webster Leadbeater (16 Şubat 1854 – 1 Mart 1934): Teosofi Derneği'nin etkili bir üyesi, yazar. Liberal Katolik Kilisesinde J. I. Wedgwood ile gizli konular hakkında yazmıştır. Leadbeater Stockport, Cheshire'da 1854 yılında doğdu. Babası Charles Sr.,Lincoln'de ve annesi Emma Liverpool'da doğdu. Tek çocuktu. 1861 yılında ailesiyle birlikte Londra'ya taşındılar. Babası tüberküloz hastalığı sebebiyle 1862 yılında hayatını kaybetti. (8) aparisyon: ölmüş insan ruhlarının perisprileriyle dünyadakilere görünmeleri (9) seyyâle= akışkan (10) duble= İngilizce’de “double” ve “astral body”, Türkçe’de “eş beden” ve “duble”, kadîm Mısır’da “ka”, kadîm Yunan’da “eidolon”, kabalada “nefeş”, teozofide “esirî beden”, klasik ruhçulukta “duble” olarak ifâdesini bulmuştur. Durugörürler için ilk bakışta, açık mavi / menekşe renginde gözükür, zekidir ve hayatiyetin %80’ini kendinde taşır. Buharımsı bir görünüşe sâhip olan duble hızla yer değiştirebilir ve engellerin ardına kolayca geçebilir. Ölümlerde, mezarlıklarda sıkça görülmesi olasıdır. Deneysel olarak yapılan çalışmalarda, yakından inceleme fırsatı elde edilmiştir. Dublenin çevresinde, onun gelişim düzeyinin de izlerini taşıyan ışıklı hâleler(“aura”) vardır.(Kaynak: METAPSİŞİK TERİMLER SÖZLÜĞÜ, Ergün Arıkdal, Ruh ve Madde Yayınları) (11) Lüsit= açık seçik anlaşılır net, kolay anlaşılır Dr. Bedri RUHSELMAN’ın RUH ve KÂİNAT adlı eserinin 1. Cilt, sayfa 105 ve devamından güncel Türkçe’ye uyarlayan Selman GERÇEKSEVER Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Luwian Yanıtlama zamanı: Mayıs 11, 2016 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 11, 2016 Bu dünyadaki herkes kendi yarattıkları gerçeklerinde yaşıyorlar. Birbirine tamamen zıt olan fikirler, sahiplerinin dünyasında gerçeklik buluyor. Ruha inanmayanın gerçekliğiyle ruhlar dünyasına inananın gerçekliği eşit. Bilime teslim olanla, kendini Allah, Tanrı kudretine teslim etmişin arasında inanç açısından fark yok. Kısacası her şey gerçek ya da herşey yalan, sihir. Bu durumda bilinç dediğimiz beyin dalgalanmaları, bize olmasını dilediğimiz gerçeklikleri yaşatıyor. Yani düşünce ve inançlarımız doğrultusunda ya matematik formülleri çözüyoruz ya da meleklerle, şeytanlarla oturup insanların belasını verip, ans kapılarını aralıyoruz. Ruh dediğimiz bu nesnenin, bizi biz yaparken aynı zamanda da bizden bu kadar uzak ve ulaşılmaz olması çok ilginç. Düşüncelerimize hükmedebiliyorken; neden ruhun gerçek mevcudiyetine gerçek anlamda ulaşamıyoruz ? Belki de bizden, bilincimizden ayrı ruh diye bir nesne yok. Nasıl ki Tanrı kavramını yaratıp, kendimizi yaratılan bir kul haline soktuk aynı şekilde de kendi özümüzü, benliğimizden ayırıp bir üst nicelikle kendimizi biraz daha değersiz kıldık. Aslında tüm inançlardaki insanların görmesi gereken nokta şu: gerçek Tanrı, yaradan bizleriz. Aksi takdirde dünyada bu kadar birbirine zıt gerçekler, inanışlar var olamazdı. Herkes kendi inancı doğrultusunda gerçekler yaratıyor. Şeytan, demonlar gerçektir diyenler kadar 'hayır gerçek değildir' diyenlerde haklıdır. Bu durumda beyin dalgalarımızın işleyicisi konumundaki bedenin faaliyetlerinin durmasıyla, yeni bir işleyici bedene gereksinim duyulup, reakarne olma olasılığı çok uzak bir ihtimal sayılmaz Herşeyin sonunda bizlerin birer bilgisayar programı olmamız olasılığı, en az beden dışı bir ruhun varlığı olasılığıyla eşittir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
inanna Yanıtlama zamanı: Mayıs 24, 2016 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 24, 2016 Öncelikle teşekkürler bu yazıyı paylaştığınız için Nevermore. Ruhun yükselişi, uyanış bütün dinlerde ortak vurgudur her ne kadar tekamülden dolaylı olarak bahsedilse de simgesel anlatımlarla ruhun, madde boyutunda öğrenmesi gerekenler olduğunu ve burda amacımızın bunu deneyimlemek olduğu ortak düşüncedir. Fakat madde boyutu gözümüzün gördüğünden, ellerimizle dokunduğumuzdan ziyade bilincimizde oluşan bir algıdan, ilüzyondan ibaret olduğu düşünceleri de vardır. Öyle ki tüm bu oluşumların da tek olan bir bilinçten aktarıldığı söylenir. Bunun doğru olma ihtimali bile aslında o eterik, astral, mental bedeninde şüphesini uyandırabiliyor bende. Rüyada görülen ama gerçekte var olmayan gibi.. Aslında bu kadar önümüze sunulmuş çeşitli bilgi(karmaşası) varken bu kadar kesinliği çok doğru bulmuyorum. 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.