nevermore Oluşturma zamanı: Temmuz 4, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Temmuz 4, 2009 “Üç kutsal din”in tanrı ve peygamberlerini içerisinden çıkarmış olan Sümer ve Babil topluluklarının şimdiki torunları arasında, günümüzde de yaşayan tükenmez çelişmelerin başlangıçtaki kaynağı, modern dünya anlamakta çok zorlansa da, eski insanın bir düzen oluşturmak için toplum birimler arasında zorunlu olarak yarattığı kutsal farklılıklara dayanmaktaydı. İslam ile Musevilik çatışmasının ruhsal kaynakları, Muhammed İslamı’nın ortaya çıkmasından çok öncelere, “Nuh Tufanı” olarak tanıdığımız, 5-6 bin yıl önceki Mezopotamya’nın yeniden düzenleniş dönemlerine değin uzanır. Coğrafi olarak eski Sümer uygarlığının şekillendiği topraklar üzerinde oturan şimdiki Irak’lı Şii’ler ile eski uygarlığın Akkad-Bağdat kanadını oluşturan Sünni Iraklılar arasındaki çelişmeler de Hazreti Ali veya Muhammed peygamber dönemlerinin ürünleri değildir. Bu topluluklar, kutsal renkleri, ibadet tarzları, inanç biçimleri bakımından “Sümer ve Akkad” döneminin yaşamakta olan kalıntılarının temsilcileridir. Bu durumda, ataları ile torunları arasında bulunması kaçınılmaz olan bağların incelenmesi, şimdiki Irak topluluklarını daha kapsamlı çizgiler çevresinde anlamak bakımından olduğu kadar, görenek kalıntıları aracılığıyla bile olsa, torunlar üzerinden, eski “Sümer ve Akkad” toplum yapılarını anlamak yönünden de önem taşıyor. Böyle bir çaba, modern uygarlığın iki temsilcisinin rezil Irak işgaline karşı direnişin özelliklerinin ve yöre topluluklarının yapılarının anlaşılabilmesine de hizmet edecektir. Gelgelelim, “Ortadoğu” veya “Sümer uzmanı” bilim adamlarımızın çabaları birçok yönüyle değerli olmakla birlikte, onların çalışmalarının tanımladığı uygarlıklar ile, birçok dış etkiye maruz kalmış olsalar da, eski uygarlıkların devamı olan Irak’lı, Ortadoğu’lu torunlar arasında dil, görenek veya geniş anlamıyla dini bağlantıları bulabilmek nerede ise olanaksızdır. Batılı bilim adamlarımızın önemli bir bölümü, bay Kramer örneğinde olduğu gibi, Sümer’leri yüceltme işini öyle bir tarzda yapmışlardır ki, Sümer olarak adlandırılan bu ittifak toplumu, sonuçta, dili, görenekleri ve insanlarıyla ‘yitip giden’ bir serap gibi gökyüzünün sonsuzluğuna uğurlanmıştır. Örneğin, Sümer döneminin tarihsel Meluhha yerleşimini, bay Kramer, sonraki Hitit ve Arami şehri olan Malatya’da değil de “Etiyopya”da aramayı sürdürmüştür. Oysa Nemrut dağı, Sümer dönemi tanrılarına ev sahipliği yaptığına göre, o ilişkilerin mirasları yaşıyor olmalıydı. Bilgi birikimini hesaba katarak, kendisinden daha yararlı çabalar beklediğimiz sayın M. İlmiye Çığ bile, Sümerleri, örneğin şimdiki İran ve Türkiye vb. ile bağ içinde ele alarak tanıtmaya çalışmak yerine, ‘Sümerli Ludingirra’yı ‘geçmişe dönük bilim kurgu’ şeklinde sunmayı yeğlemiştir. Karşımızdaki fotoğrafta, yaşayan, kültür oluşturan ve emanetler bırakan gerçek bir topluluk yerine, soyut, kurgusal bir hayalet toplumu görüntüsü bulunmaktadır. Zamanında sunulmamış bir kurban, gecikmeli olarak Tanrılara sunulduğunda, Sümerler bunu Sa-dug; Akkad’lar ise Sattuku, Sattuke ses değerleriyle okunan kelimelerle tanımlıyorlardı. Uzmanlarımız, genellikle, bu kelimeler ile ‘Sadaka’ olarak yaşayan sözcük ve anlamı arasındaki bağlantıyı ya kuramazlar veya görmezden gelirler. Oysa, gecikmeli kefaret ödeme kurumu olarak sadaka, Hint ve Ortadoğu toplumsal ilişkilerinde, diyelim ki dilencilik olgusunun ortaya çıkışı ve yaşamasında da temel bir olgudur. Çalışmak yerine dilenciliği kutsayan toplumları yerden yere vururken, önce olguyu anlamak gerekliydi. Eski Sümer uygarlığı, aralarında barışçıl (ittifak) ilişkilerin kurulabilmesinin yolu olarak, başlangıçta, en kesin hatlarıyla toplum birimler arasındaki ayrımları vurgulamaya özen göstermiştir. Kurulmuş bu ilişkilerin belirleyici özelliği, tam olarak, ‘düşman kardeşlik’tir. Toplum birimler arasındaki barışçıl ittifak, orada, her bir toplum birimin hak ve yükümlerinin ötekinden kesin hatlarla ayrıştırıldığı bir düzen olarak uygulanır ve bu ortamın devamı, tarafların farklılıklarını unutmasını değil, vurgulamasını gerektirir. Eski toplumda, soy-sop çizgisine, göreneklere bağlılığın altında, bu bakımdan öncelikle barışı, ittifakı sürdürebilme dürtüsü de yatar. Sunum tarzı bakımından İslam’da daha az bozularak devam eden kurban geleneği, kutsal üç dinin de onlara dayanmış olduğu Sümer-Babil toplumlarının (iç ve dış) yamyamlıktan uzaklaşmaya başladıkları geçiş süreci içinde, insan kurbanı yerine geçmek üzere, zamanla formüle edilmiş kurallara dayanmaktadır. Sümer-Akkad topraklarındaki her farklı toplum birim için, sunma zorunda olduğu kurbanın türü, rengi, yaşı; (sunma) öldürülme ve hazırlık biçimi; etinin sağ veya sol kısım olarak ayrılması; başının ve iç organlarının (kalp, böbrek vb. olarak) somut dağılımı... sadece birbirinden farklı kılınmamış, üstelik birbirinin tam zıddı görenekler olarak, toplum birimlerine dağıtılmıştı. Sümer-Akkad topluluklarında sunulan kurbanın hangi toplum birimini temsil ettiğinin anlaşılması öncelikle hayvanın türü ve rengi ile belirlenir. Kurbanın türü kadar, rengi de önem taşır. Çünkü Sümer oluşumunda, toplum birimler birbirlerinden renkler temelinde de ayrıştırılarak aralarında bir düzen sağlanmıştı. Kırmızı, yeşil, mavi, beyaz veya siyah renkler nedensiz yere kutsal hale gelmiş değildir. Sümer döneminde ak veya kara sığır; Musa döneminde ‘sarı dana’; Agamemnun’da beyaz ve siyah koyun kurban sunma zorunluğu, tarihteki bu renk ayrımına dayanır. Sümerlerde (ve sonra Hititlerde) kurbanın sağ kısmı, Akkadlarda ise sol kısmı önem taşımakta; Sümerler, sunmadan önce dualarını kurbanın sağ kulağına, Akadlar ise sol kulağına mırıldanmaktaydılar. Kurbanın sağ kol veya sol kol ile tutularak taşınması; yöneticilerin oturum veya yürüyüş düzeninde ‘sağ’ veya ‘sol’da bulunmak; ‘sağ kol’ olmak. . . yön düzenini çok önemseyen eski toplumun kurban bağıntısında karşımıza çıkan uygulamalarıydı. Sonradan İsa çarmıhı olacak olan (+) da, en eski tanrısal sembollerden birisidir ve dört yön arasındaki ittifakın bir tanım biçimiydi aynı zamanda. Eski yerleşimlerde de hep, surların Doğu, Batı, Kuzey, Güney kapıları ile kesilmiş olduğunu görüyoruz. Doğu kapısından, büyük olasılıkla, o yerleşime göre Doğu’da bulunan topluluk üyesi girmekteydi. Bay Akurgal, Hititlerde sağ yönün önemine dikkat çekmişti ( Anadolu Kültür Tarihi. S. 122 vd.). 63 tanrının tasvir edildiği Yazılıkaya kabartmalarında erkek tanrılar sağda, tanrıçalar onların solunda duruyordu. Kutsal çiğköfte ve öteki sunular sağ elle, sağ yumrukta sunulmaktaydı. Büyük olasılıkla, bir Hitit geleneği olarak Türkiye’de kullanılan ‘baş sağlığı’ temennisi de, yaşamak karşılığı olan ‘sağ’lığı değil; yön olarak ‘sağ’ı anlatmaktadır ve ölen kişinin korunan kurukafasının mirasçılarının sağ’ında bulunması temennisine dayanıyor olmalıdır. İslamda bu yön fenomeni, sağ ve sol omuz başında duran melekler ve namazda başın sağa ve sola çevrilişi olarak sürdürülmektedir. Kutsal kitaplarda, kurban’ın tür, cinsiyet, yaş ve renk olarak ayrılması; sunum (kesme, boğma, kazığa geçirme, deniz veya nehire atma) ve hazırlanma (çiğ, haşlama, ateşte pişirme) biçimleri; paylaşım oran kuralları; takvimsel değerler, yiyecek şahısların cinsiyeti(kadın, erkek, kız-erkek çocuk)... gibi noktaların bütün asıl gerekçeleri, eski toplumun en gerçek ilişkilerinde anlam bulur. İsa’nın kutsal ilk Sıpa’sı, Musevilikte, eğer kefareti ödenmedi ise, kanı akıtılmadan, boynu kırılarak öldürülmesi gereken kurbandı. Uzak Asya’da, Moğolların Gizli Tarihi’nde, Cengiz Han da rakibi olan baş Şaman’ın (kan akıtmadan) boynunu ve kaburgalarını kırdırarak öldürtmüştü. Osmanlı şehzadelerinin başı vurdurulmaz, sadece sicimle boğdurularak öldürülebilirdi. Fıransız giyotini, Osmanlı-Türk darağacı, Muhammed veya Ali kılıcı, Roma-Vatikan ateşi veya Voyvoda kazığı, bu toplulukların geçmişlerindeki kurban sunum biçimlerine; kurban kanını akıtıp akıtmadıklarına da işaret eden gelenek dayanaklarıdır. Eski toplumu tam olarak tanımadan, kurban hakkında İslam üzerinden yapılan yorumlar, eğer semer döğme değilse, yorum sahiplerini tatmin etme ötesinde fazlaca bir değer taşıyamaz. Sümer tanrıları ‘insan’ı, kendilerine yiyecek ve içecek hazırlasın diye ‘yaratmış’larsa, yarattıkları o somut ‘insan’ topluluğu da, onların sofralarını dolu kılmalıydı. Sümer Tanrı’larının sofra’ları yani sunakları ikiye ayrılmaktadır: Birisi hayvan kurbanlar ve içecekler için; diğeri ise meyve ve tahıl ürünleri için. Bay Dhorme, bu ikinci masanın çiçeklere ayrıldığını düşünmektedir. (Les Religions de Babylonie et d’Assyrie. Page. 222) Fakat tarım ürünlerinin ilk ağzının, eski toplum yaşamında oynadığı önemli rolü de görmüş bulunuyoruz. Tahıl, meyva veya sebzenin kutsal turfanda sunumu, toplum birimler arasındaki eski genel yükümlerin yok olurken bıraktığı bir sembol ise, kutsal demet sembolü de kendisini çiçek buketi haline dönüştürerek toplum yaşamından uzaklaşmış olmalıdır. Günümüzün yarışma kupaları, çiçek vazoları, Sümer, Akkad veya Hitit tanrılarının ellerinden hiç eksik etmedikleri içecek araçlarından başka bir şey değildir. Avrupa ilkyaz karnavalları ile aynı dönemde günümüz Türkiye’sinde kutlanan Kiraz Şenlikleri gibi törenlerin eski toplumun kefaret kurumunun devamı olduğunu düşünmemiz için epey gerekçemiz var. Eğer, tanrı sunaklarının birisi, daha Sümer döneminde, çiçek sunusunun yapıldığı sunak halini almış ise, bu durum, Sümer uygarlığının öteki toplum birimlere göre neden böylesine önde bulunduğunun da bir açıklamasını verir. Tanrıların kurban ve sunuları yiyip içtikleri masalar, uzmanlarımızca, Sümerce ‘Banshur’, Akkadca olarak da ‘Pashshuru’ olarak okunmaktadır. Davet sahibi tanrı ile ziyaretçi tanrıların oturdukları Tanrısal masa, sofra, sunak ise, Lagaş tapınağındaki e-ba-ga sunağının (masasının) bulunduğu bölümdü ve bu Gudea yazıtında, tanrı Ningirsu tarafından, “Lagaş’ın ulu tanrılarının buluştuğu masamın bulunduğu mekan” diye tanımlanmaktadır. (S. 222) Tanrı sofrası, kurbanların sunulduğu masa, Assur bulgularında ise, ‘kiretu’ olarak okunan bir kavramla tanımlanmaktadır. Türkiye’de, ‘kirevit’, ‘kerevet’, ‘makat’ olarak tanınan bu kavram, sunu, yiyecek masası olarak ortaya çıkmış olmalı. Bu durumda, masalların ‘...biz çıktık kerevetine’ motifindeki kerevet’in, muradına erenin bunun karşılığında sunduğu kurban ziyafetini ifade ettiği anlaşılmaktadır. Kuzey (Akkad) ve güney (Sümer) toprakları arasında dinsel ortak bir merkez rolü oynadığı anlaşılan Nippur’da (şimdi Niffer) ele geçen kurban-sunu listelerini içeren binlerce tablette, genel olarak koyun, kuzu, keçi gibi hayvanlar yer almaktadır. Bunun yanısıra tosun, inek gibi büyükbaş hayvanlar ile balık ve yabani veya evcil kaz, ördek, tavuk, horoz, güvercin; hurma, palmiye, salatalık vb: de yer almaktadır. Sümer sunularında yabani ve evcil domuzun da önemli bir yeri bulunuyor olmalı. Çünkü, örneğin bir hastanın iyileşebilmesi için bir domuz yavrusu kurban edilirken bir dini görevli şöyle söylemekteydi: “(Hastanın) yerine bir domuz yavrusu ver; (hastanın) eti yerine et, kanı yerine kan; onlar (ruhlar, şeytan, iblis... ) bunu kabul etsinler! (Kurbanın) kalbini kalbine bastır ve onlara ver ki, o kabul edilsin!” (Sayfa 230) Muhammed’in Huri’lerine kaynaklık eden Hurri ve onunla ilişkili gibi görünen Urartu toplumunda da, baş tanrı Haldi’ye günde 17 sığır ve 34 koyun, İştar’a karşılık düşen gök tanrısı Teşeba’ya ve Güneş tanrısı Şivini’niye günde 6 sığır ve 12 koyun kurban ediliyordu. (N. AYDIN. Belleten Ağustos 1991. Sayı 213, s. 327) Bununla birlikte eski toplumun düzenleniş ve ilişki tarzları hesaba katılırsa, Tanrı sofralarına sunulan kurban türlerinin, hiç olmazsa başlangıçta, gelişigüzel seçilmiş olamayacağı açıktır. Eski kayıtlar incelendiğinde, ‘tanrılara kurban’ sunma genel uygulamasının, başlangıçta, kurban türlerinin son derece önem taşıdığı bir uygulama geleneğinin zamanla bozulmasına dayandığı anlaşılıyor. Sümer ritüel kayıt tabletlerine göre, bazı hayvanların bazı tanrıların sofrasında yer alması kesinlikle yasaktı. Örneğin Uruk’taki Anu tapınağındaki bir kayıt şöyle bitmekteydi: “Şamaş tapınağında Tanrı Şakkan’a koyun eti sunulmayacak; Tanrı Sin’in tapınağında Tanrı Harru’ya inek eti sunulmayacak; Tanrıça Belet-şeri’ye kuş eti sunulmayacak; Tanrıça Ereş-kigal’e inek ve kuş eti sunulmayacak” (s. 226) Derinleştirilmiş bir incelemenin, burada sözü edilen tanrıların temsil ettiği toplum birimler ile onların totem olan hayvan-bitkileri arasındaki ilişkiyi de ortaya çıkaracağını sanıyorum. Yamyamlığın ilk yasak adımı, iç yamyamlığın yasaklanması doğrultusunda gelişmiş ise, doğal olarak kendi içerisinde bu yasağı uygulamaya başlayan toplum birim için kendi totemi dokunulmaz tabu, haram addedilecekti. Bu topluluk, kendi toplum birimi namına totemini sadece, yabancıya, kendi üyelerinden birisi gibi (olarak) sunacaktı. Sunduğu kurban veya yiyecekten kendisi yemeyen veya ondan yalnızca yılın belirli ay veya günlerinde yeme hakkı bulunan topluluklarının gerisinde, genel olarak, iç yamyamlık yasağının izleri bulunmaktadır. http://img.blogcu.com/uploads/toplumvetarih_reklam_icin1.JPG Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.