Jump to content

Yaşam Uzaydan mı Geldi?


nevermore

Önerilen Mesajlar

Gezegenler üzerine çalışan biliminsanları, Güneş sistemindeki bazı gezegenler ve onların uydularında eskiden sıvı halde su bulunduğunu çoktan ortaya çıkardılar. Su, tanıdığımız biçimde yaşamın temel gereksinimlerinden biri olduğu için, Dünya-dışı yaşam araştırmalarında da olmazsa olmazlardan biri. Biliminsanlarının üzerinde en çok durdukları gezegense Mars. Çünkü bu gezegenin Güneş’e uzaklığı, onun gereken ısıyı Güneş’ten alabilmesi için uygun. Ayrıca, gezegende eskiden sıvı halde su bulunduğu açıkça görülüyor. Mars’ın yanı sıra, Jüpiter’in büyük uydularından Europa’nın yüzeyini kaplayan buz katmanının altında da kilometreler derinlikte bir okyanus bulunuyor. Satürn’ün en büyük uydusu Titan, organik moleküller bakımından çok zengin. Her ne kadar burası Güneş’e çok uzak ve soğuk olsa da, en azından bir zamanlar burada yaşamın ortaya çıkması işten bile değil.

 

Güneş Sistemi’ndeki gezegenler arasında en zorlu koşullara sahip olanı Venüs. Ancak, geçmişte bu gezegenin durumu belki de Dünya’nınki gibiydi. Günümüzde bile gezegenin yoğun atmosferinin üst katmanları, mikropların yaşamasına olanak tanıyacak kadar ılımlı olabilir.

 

Peki, “başka dünyalarda” gelişmiş olabilecek mikroorganizmalar gezegenlerarası yolculuk yapabilir mi? Eskiden, belki yirmi yıl öncesine kadar, “uzay” dediğimiz gezegenlerarası ortam büyük bir engel olarak görülüyordu. Ancak, o zamandan bu yana yeryüzünde bulunan ve Mars’tan geldikleri anlaşılan çok sayıda taş, bu düşünceyi değiştirdi. Bu arada, biyologlar da yeryüzünde, çok zorlu koşullara dayanabilen mikroorganizmalar keşfettiler.

 

Bazı mikroorganizmaların, göktaşlarının içinde yapacakları kısa bir yolculuktan sağ salim çıkabilecekleri düşünülüyor. Şimdilik kimse, yaşamın bu yolla başka bir gezegenden geldiğini söylemese de, en azından artık bunun olanaksız olmadığı biliniyor. Üstelik, henüz yaşamın tam olarak nerede ve nasıl ortaya çıktığı, Güneş Sistemi’ndeki öteki gezegenlerde ya da başka yıldız sistemlerindeki gezegenlerde bulunup bulunmadığı bilinmiyor.

 

Cansızdan Canlıya

 

 

Eski düşünürler için, yaşamın cansız maddeden ortaya çıkması çok şaşırtıcı bir olaydı. Bunu bir çeşit “büyü” olarak görenler bile vardı. Günümüzden 2500 yıl önce yaşamış olan Yunanlı bilgin Anaksagoras’a göre yaşamın kaynağı evreni oluşturan çok küçük tohumlardı. Bu varsayım, oldukça gelişmiş bir biçimiyle aslında günümüzde de geçerliliğini sürdürüyor. “Yaşam, her durumda, cansız maddeden oluşmuş olmalı.”

 

Yaşamın kaynağını araştıran biliminsanları, ilk mikropların Dünya’da mı ortaya çıktığını, yoksa uzaydan mı geldiğini artık pek sorgulamıyorlar. İlk zamanlarında Güneş Sistemi günümüzdeki gibi sakin bir yer değildi. Yeryüzü, basit organik moleküller içeren göktaşlarının bombardımanı altındaydı. Genç Dünya’ya, canlılığa çok yaklaşmış karmaşık moleküller de bu şekilde gelmiş olabilir. Gezegenimizde uygun koşulları bulan bu moleküller evrimlerini sürdürerek birer canlıya dönüşmüş olabilirler. Yani, yaşamın kaynağı aynı anda hem yeryüzü hem de uzay olabilir.

 

1950’li yıllarda laboratuvar ortamında yapılan ve Dünya’daki ilkel koşulları canlandıran bir deney, bu varsayımı doğrular nitelikteydi. İlkel Dünya’da bulunan bazı basit bileşiklerden, yaşamın temelini oluşturan aminoasitler ve bazı başka moleküllerin oluşturulabileceği anlaşıldı. Bunun gibi, RNA (ribonükleik asit) gibi daha karmaşık moleküllerin de benzer şekilde oluşarak, yaşamın gelişiminde önemli rol oynadığı düşünülüyor.

 

Astronot Mikroplar

http://img206.imageshack.us/img206/6231/xxxrd9.jpg

 

Yaşamın kaynağı üzerine çalışan bazı araştırmacılar, mikroorganizmaların gezegenlerarası yolculuğa dayanabilmeleri için hangi koşulların gerektiği üzerine senaryolar üretiyorlar. Gezegenlerarası yolculukların bugünkü teknolojimizle bile zor olduğunu düşünürsek, geçmişte ilkel canlılar bunu nasıl başarmış olabilirler?

 

Gezegenlerarası yolculuğa çıkan mikroorganizmaların öncelikle gezegenin yüzeyinden bir şekilde fırlatılmaları gerekiyor. Gezegenin kütleçekiminden kurtulmaları için, bu etkinin epeyce güçlü olması şart. Bu da ancak bir kuyrukluyıldız ya da asteroit gibi büyükçe bir göktaşının çarpmasıyla olabilir. Nitekim, bu tür çarpışmalara ilkel Güneş Sistemi’nde çok sık rastlanıyordu. Çarpışmada gezegenin kütleçekiminden kurtulan kayaların, başka bir gezegen ya da uydusu tarafından yakalanması ve tümüyle yanmadan yüzeye ulaşması gerekiyor. Bu, gerçek dışı bir senaryo gibi görünse de, sık rastlanan bir durum.

 

Araştırmalara göre, her birkaç milyon yılda bir, Mars’tan kopan parçalar gezegenimize kadar ulaşıyor. Ancak, iş bununla bitmiyor. Parçaların yeryüzüne ulaşabilmesi için uzun bir yolculuk yapmaları gerekiyor. Çarpışmayı izleyen üç yıl içinde yeryüzüne ulaşan ve büyüklükleri bir yumruktan daha küçük olmayan taşların toplam sayısı 10 kadar oluyor. Daha küçük parçacıkların çok daha hızlı, büyük parçalarınsa daha yavaş ulaştıkları düşünülüyor.

 

Çarpışma ve atmosfere giriş bir yana, araştırmalar yaşam tohumlarının gezegenler arasında yapacakları yolculuğun daha da yıpratıcı olacağını gösteriyor. İştetaşıyıcı kayacı ilk evinden fırlatan çarpışmada, yeni evinin atmosferine girişinde ve bu ikisinin arasında geçen zamanda mikroorganizmaların başına gelebilecekler:

 

Çarpışma sırasında, çarpışmanın çevresindeki en büyük yıkıcı etki, çok yüksek basınç, sıcaklık ve ivme (hızlanma). laboratuarda yapılan araştırmalar, bazı bakteri türlerinin çok yüksek basınç ve ivmeye dayanabileceğini gösteriyor. Çarpışmada ortaya çıkan sıcaklıksa, kayaları, içinde bulunan mikroorganizmaları kavuracak kadar ısıtamıyor. Bunun da ötesinde, bilgisayarla yapılan canlandırmalarda gezegenin yüzeyinden kopan parçaların bir bölümünün, önemli bir basınç ve sıcaklığa maruz kalmadan gezegenlerarası boşluğa savrulduğu görülüyor.

 

ABD Chicago Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, atmosfere giren gezegenlerarası ortamdaki toz parçalarının, eskiden sanıldığı gibi yanmadığı ortaya çıktı. Atmosfere düşük hızla giren bu parçalar yavaşça alt katmanlara inerek yüzeye ulaşabiliyor. Buna karşın, göktaşları yerçekiminin etkisiyle hızlanarak atmosferde ilerlerken ciddi bir ısınma söz konusu oluyor. Bu nedenle de atmosferde ilerlerken yüzeyleri eriyor. Ancak bu yüksek sıcaklık, büyükçe göktaşlarının yüzeyinin altına ancak birkaç cm işleyebiliyor. Bu da göktaşının içinde bulunan mikroorganizmaların kavrulmaktan kurtulabileceği anlamına geliyor.

 

1996’da ünlü olan Mars taşı ALH84001, bu ününü içindeki mikroorganizma fosillerine benzeyen yapılara borçlu. (Bu taşın içindeki yapının mikroorganizma fosili olup olmadığı anlaşılamadı.) Ancak, bu taş ve benzerleri üzerinde araştırma yapan biliminsanları, taşın Mars’taki oluşumundan sonra aşırı derecede ısınmadığını saptadılar. Hatta Mars’taki çarpışma, taşların sıcaklığını 100 derecenin üzerine çıkaramamış bile. Çoğu değilse bile, yeryüzündeki bazı tek hücreli canlılar, bu sıcaklıklara direnebilecek kadar dayanıklılar.

 

Çarpışmadan kaynaklanan patlama ve atmosfere girişte meydana gelen zorlu koşulları aşabilecek dayanıklılıkta olmak yeterli değil. Belki bunlardan da zor olanı, gezegenlerarası ortamda yapılan uzun yolculuğa dayanmak. Burası, sadece boşluk gibi görünse de gerçekte pek de öyle değil. Burada sıcaklıklar çok aşırı değerlerde bulunabiliyor. Göktaşının Güneş’e bakan yüzüyle öteki yüzü arasında yüzlerce derece sıcaklık farkı olabiliyor. Bununla birlikte, yoğunluk da çok düşük; sıfıra yakın. Ama hepsinden daha yıkıcı olanı ışınım (radyasyon). Güneş, bol miktarda UV (morötesi) ışınımı yayıyor. Bu ışınım yeryüzünde bile, özellikle mikroorganizmalar üzerinde öldürücü etkiye sahip.

 

UV’den korunmak için ince bir kaya katmanı yeterli oluyor. Ancak, küçük toz parçacıklarının üzerinde bulunabilecek mikroorganizmalar için UV önemli bir tehdit oluşturuyor. UV, koruması olan mikroorganizmalar için tek başına fazla sorun olmasa da, dolaylı yoldan oluyor. UV kayalarla etkileşime girdiğinde, farklı ışınım tipleri ortaya çıkabiliyor. Bunlar ve gama ışınımı gibi yüksek enerjili ışınım türleri, yaklaşık iki metre çaplı bir göktaşının merkezine kadar ulaşabiliyor. Güneş ve yıldızlararası ortamdan gelen, elektrik yüklü parçacıklar da maddeyle etkileşime girerek canlılar için zararlı ışınımın ortaya çıkmasına neden oluyor.

http://img212.imageshack.us/img212/1440/fosilzn2.jpg

 

Milyonlarca yıl önce Mars’tan yeryüzüne düşmüş olan bir

taşın içinde, mikroorganizma fosillerine benzer yapılar.

 

Sonuçta, yapılan araştırmalar, gezegenlerarası yolculuğun çoğu bakteri türü için kolay olmadığını gösteriyor. Ancak bazı türler var ki, çok dayanıklılar. 1950’lerde keşfedilen bir bakteri türü (Deinococcus radiodurans) besinleri bakterilerden arındırmada kullanılan ışınıma dayanabiliyor. Bu bakteri öyle dayanıklı ki, nükleer reaktörün içinde bile çoğalabiliyor.

 

Işınımın mikroorganizmalar üzerinde yarattığı en önemli yıkım, genetik kodlarını taşıyan DNA’larının parçalanması.D. radiodurans, ışınımı önemli ölçüde engelleyen hücre duvarının yanı sıra, DNA’sını tamir edebilme yeteneğine de sahip. Benzer özelliklere sahip bakteriler, aşırı ısı etkisi altında kalmadıkları sürece, gezegenlerarası ortamdaki ışınıma dayanabilirler.

 

Canlıların bu tür yolculuklara nasıl tepkiler vereceğini henüz pek de iyi bilmiyoruz. Bu konuda yapılan çalışmalar, genelde insanların uzay yolculuklarında ne kadar ışınım altında kaldıklarını ve bunun onlar üzerindeki etkilerini anlamaya yönelik. Yalnız, 2001 yılında Mars Odyssey yörünge aracıyla birlikte gönderilen MARIE (Mars Çevresi Işınım Deneyi) adlı araç, kozmik ışınımı ve Güneş’in ışınımının dozunu ölçüyor. MARIE, herhangi bir canlı içermesede, özellikle DNA’ya zarar verebilecek ışınımı ölçmek için tasarlanmış bir araç.

 

Peki, sonuç olarak yaşamın uzaydan gelmiş olabileceğini söyleyebilir miyiz? Kuramsal olarak “evet”. Yani, yapılan araştırmalar bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Şimdilik, mikroorganizmaların gezegenlerarası yolculuk başarıları tam olarak bilinmiyor. Başka gezegenler ve uydularında da yaşamın izlerine rastlanmış değil. Ancak, örneğin Mars’tan gelenlerin yanı sıra, Dünya’da da yaşam bağımsız olarak gelişmiş olabilir. Henüz yeryüzündeki bakteri türlerinin çok küçük bir bölümünü keşfettiğimizi düşünürsek, belki de çok farklı genetik yapıya sahip, bir zamanlar Mars’tan gelmiş olan bakterileri henüz keşfetmiş değiliz. Bu bakteriler, bir yerlerde ilkel biçimleriyle yaşamlarını sürdürüyor olabilirler.

 

http://img127.imageshack.us/img127/9819/kayaln2.jpg

 

 

Yeryüzünde bu güne kadar bulunan yaklaşık 25.000

göktaşından 34’ünün Mars’tan geldiği kesinleşti. Mars’tan

gelmiş bu taş, yaklaşık yarım kilogram kütlede.

Elbette, bu mekanizmanın tersine işlemesi de bir ölçüde mümkün. Yani, Dünya’daki ilkel yaşamın başka gezegenlere ve uydularına taşınmış olması söz konusu olabilir. Bu da, Dünya’dan giden mikroorganizmaların, uygun ortam bulduklarında bu gezegenlerde de gelişip çoğalabileceği anlamına gelebilir. Bu canlılar, orada evrim geçirerek daha gelişmiş canlı türlerine de dönüşmüş olabilirler. Bu açıdan bakınca, öteki gezegenlerde ya da uydularında yaşamın bulunması pek şaşırtıcı olmayabilir. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, araştırmalar Mars’tan Dünya’ya gelen göktaşlarının sayısının Dünya’dan Mars’a gidenlerinkinden çok daha fazla olduğunu gösteriyor.

 

Mars ve Dünya arasındaki alışveriş, ne olursa olsun heyecan verici. Çünkü yaşam bir yerlerde başladıktan sonra, bu şekilde tüm sisteme yayılabiliyor; en azından kuramsal olarak. Bu yalnızca bizim sistemimizde değil, tüm evrende işleyen bir mekanizma olmalı. Bu şekilde, belki de evrende yaşamın sandığımızdan çok daha yaygın olduğunu düşünebiliriz.

 

KAYNAK: Bilim ve Teknik

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Bize kendi bilimimiz açıklandığı kadarıyla -yapay sperm yapabilir düzeyde. Ki gizli yürütülen deneyleri , çalışmaları göz önüne alırsak daha neler neler vardır. Embriyo yapmak , sperm yapmak -benim her zaman dediğim gibi dünya insanının 100 yıl sonra gezegenler üzerinde yaşam kuracak kapasiteye geleceğinin işaretçisidir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Panspermia . (yanlış hatırlamıyorsam kelime buydu) yaşamın önce uzayda başladığını ve başlangıç noktasının sonuna ulaştığını böylece tüm gelişmiş teknolojiyi aklımıza gelen hertürlü ileri düzey bilgiyi yok edip varlığın başlangıcına dönüldüğünü ve yaşanabilir durumda olan dünya isimli gezegene tohumlandığını savunan bir düşünce var .... Yabancı kaynaklı bir sitede okumuştum.hatırlar yada bulursam yazarım.Tez şöyleydi ; dünyayı düşünün, yıl 3000 küsür.ileri teknoloji sınırları zorlar durumda ama buna paralel doğa bitmek üzere.(ki teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin sadece var olan doğayı taklit edebiliriz) yani dünyanın iflas etmek üzere olduğu bir zaman dönemi.insanlık bilim adamlarının gayretiyle ilk zamana geri dondurulüp yaşamin çıkış noktası elde ediliyor ve tohumlar evrimini sürdürebileceği bir gezegene yerleştiriliyor. Ve herşey yeniden başlıyor.. Yani varlığın reenkarnasyonu gibi ... Ne dersiniz ? Bilimkurgu gibi gelsede bundan yüz yıl önce küçük bir kutunun içinde konuşan insanlarda bilimkurguydu .. Oysa televizyon artık teknoloji bile sayılmıyor...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Farkettiniz mi tüm bulgular öncesi var diyor ama hiçbirşey başlangıcı işaret edemiyor. Canlılık nerden çıktı deniyor yaşamın uzaydan gelebileceği ortaya çıkıyor. Peki nasıl oluştu ben onu merak ediyorum nereden geldiğinden ziyade. Neden hiç oluşumla ilgili birşeyler bulamıyorum :)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Elinize sağlık.

İzninizle bununla ilgili çok hoşuma giden bir yazı okudum onu paylaşmak isterim.

 

Apollo 16'nın 1971 yılında dünyaya getirdiği Ay toprağı örneklerini bir kez daha inceleyen bilimadamları dünyamızdaki hayatın uzaydan geldiği iddialarını destekleyen bir sonuçla karşılaştılar.

 

Dünyamızın atmosferi, jeolojik tarihini okuyabileceğimiz maddelerin kısa zamanda bozulmasına neden oluyor. Bu nedenle bilimadamları dünyanın uydusu Ay'a bakma yoluna gidiyor.

 

 

 

 

 

 

METEORLAR YIKIM DEĞİL ÇEŞİTLİLİK GETİRDİ

 

Yapılan incelemelerde Ay'ın bundan 400 milyon yıl önce ağır bir göktaşı bombardımanına maruz kaldığı ortaya çıktı. Ayın burnunun dibindeki Dünya'nın aynı bombardımandan etkilenmemiş olduğu düşünülemez.

 

Berkeley Üniversitesi'nde görevli bilimadamlarından Richard Muller konu hakkında şöyle konuşuyor: 'Meteor hareketlerinde 400 milyon yıl önceki artış yeryüzündeki Kambriyen Çağı ile aynı zamana rastlıyor. Bu çağda yeryüzünde ansızın birçok yaşam biçimleri ortaya çıktı. Balıklar, kuşlar ve insanın ataları konumundaki canlılar hep bu çağda yeryüzünde görülmeye başladılar. Çoğu insan yeryüzüne düşen meteorların yıkıma neden olduğunu düşünmekte. Oysa bu çarpmalar hayatın çeşitlilik kazanmasına, renklenmesine de neden olmuş olabilir.'

 

Araştırmalar, Ay'dan getirilen ve meteor çarpmaları sonucunda camlaşmış küçük taneler üzerinde yapıldı. Bu taneler birer küçük radyoaktif saat niteliğini taşıyor. Böylece yaşlarını hesaplamak da kolaylaşıyor. İçerdikleri potasyumun argon gazına dönüşmesi süreci değerlendirilerek taneciklerin yaşları ölçülebiliyor.

 

Ancak araştırmacılardan Paul Renne Ay'dan daha fazla numune getirilmesi gerektiğine işaret ederek 'Henüz bilmemiz gereken her şeyi bilebildiğimiz bir konumda değiliz. Daha çok numuneye ihtiyacımız var' şeklinde konuşuyor.

 

GÖRÜŞ YENİ DEĞİL, BULGU YENİ

 

Aslında bu konudaki görüşler yeni değil. Ama görüşleri destekleyen bulguların elde edilmeye başlanması yeni yeni gerçekleşmekte.

 

Bu bulgulardan biri bilim dünyasına bomba gibi düşen 1996 tarihli NASA keşfi.

 

7 Ağustos 1996'da NASA'dan yapılan açıklamada, Mars orijinli bir göktaşında, bundan 3.6 milyar yıl önce Mars'ta ilkel bir yaşam biçimine kanıt gösterilebilecek izler bulunduğu ifade edilmişti.

 

Konuya ilişkin bir makale yazan bilimadamı Paul Lutus (1985'te Oregon Bilim Akademisi tarafından yılın bilimadamı seçilmiştir) bu araştırmaları şöyle özetliyor:

 

'Öncelikle Mars'a insanlı ya da insansız uzay araçları göndererek daha fazla numune elde etmeliyiz. Oradaki yaşamın DNA temelli bir yaşam olup olmadığını saptamalıyız.

 

 

HER CANLI DNA TEMELLİ OLMAYABİLİR

 

Eğer oradaki yaşam dünyadakinin aksine DNA temelli değilse bundan şu sonuç çıkar:

 

Her gezegendeki yaşam biçimi, o gezegenin kendi özelliklerine bağlı olarak gelişir. Bu özellikler arasında sıcaklık, atmosfer basıncı, sıvı durumdaki suyun varlığı ve nitelikleri ile bu şartların uygun süre mevcudiyetini koruması sayılabilir. Bunun da anlamı her gezegenin potansiyel bir yaşam mekanı olduğudur.

 

 

Ancak Mars'taki yaşam DNA temelli ise bu durumda Dünya'daki ve Mars'taki yaşamın kökenlerinin aynı olduğunu düşünmemiz gerekecektir. DNA, farklı koşullar altında aynı şekilde gelişecek kadar basit bir mekanizma değildir çünkü.

 

 

Bu durumda da şu üç sonuç ortaya çıkar:

 

1. Dünyadaki DNA bir şekilde Mars'a ulaştı

 

2. Mars'taki DNA bir şekilde Dünya'ya ulaştı.

 

3. Mars ve Dünya aynı kaynak tarafından tohumlandı.

 

 

Bu üçüncü alternatif uzun bir zamandır Panspermia adıyla bilinen bir teori şeklinde varlığını sürdürmekte.

 

Panspermia, yeryüzündeki tüm yaşamın dünyadışı zeki yaratıklarca ve belli bir sebepten ötürü başlatıldığını iddia eder. Teori, kanıt dışında varlığını sürdürmek için her şeye sahiptir.'

 

Bu bilgiler ışığında Rus bilimadamları Stanislav Zhmur ve Lyudmilla Gerasimenko'nun araştırmalarına da yer vermek istiyoruz.

 

Zhmur ve Gerasimenko, 1999'da ABD'nin Denver şehrinde yapılan bilimsel bir toplantıya bazı resimler sundu.

 

Resimler, Murchinson, Efremovka ve Allende adlı meteorlarda yer alan bazı oluşumlara aitti. İşin ilginci bu oluşumlar morfolojik olarak düpedüz yeryüzünde de bilinen mikroorganizmalara benzemekteydi.

 

Bu bulgular hakkında Zhmur şunları söylüyor:

 

'Meteorlarda bulunan bakteriyomorfolojik yapılar ile yeryüzünde bilinen organik yapılar arasındaki benzerlik bize yaşamın kaynağının tek olduğunu işaret etmeli. Yaptığımız araştırmalarda Güneş Sistemi'ndeki çeşitli objelerde yaşamın, o objelerin oluşumundan daha önce de var olduğunu ortaya koydu. Bu da Panspermia teorisinin doğruluğunu kanıtlayacak bir bulgu bence.'

 

Bilim adamları Ay'dan getirilen toprak örneklerini bir kez daha inceleyince şaşırtıcı bir sonuçla karşılaştılar: Hayat, uzaydan gelmiş olabilir! 400 milyon yıl önce Ay yoğun bir göktaşı bombardımanı yaşarken, dünyada tek hücreli canlılar yaşıyor; canlı çeşitliliği görülmüyordu. Sonra birden bire, dünyadaki hayat çeşitleniverdi; balıklar, kuşlar, sürüngenler ortaya çıktı.

 

 

GRİP DE Mİ UZAYDAN GELİYOR

 

Astrofizikçi Sir Fred Hoyle ve Cardiff Üniversitesi'nde görevli meslektaşı Chandra Wickramasinghe yaptıkları gözlemler sonucunda yeryüzündeki grip salgınlarının uzaydan gelen virüslerce tetiklendiğini açıkladılar.

 

1918-19 tarihlerinde Dünya'yı kasıp kavuran grip salgının Boston'da ve Bombay'da aynı günde başladığı bilgisi üzerine konuyu araştırmaya başlayan bu iki bilimadamı 1761'den bu yana yaşanan tüm salgınlarda Güneş lekelerinin aktiviteleri ile enteresan bir paralellik olduğuna dikkat çekiyorlar.

 

Virüs taşıyan ve kuyrukluyıldız kaynaklı toz taneciklerinin atmosferin üst tabakalarında asılı olduğunu ve Güneş'te meydana gelen lekeler ve patlamaların neden olduğu enerji boşalımları ile yeryüzüne inerek hastalığın yayılmasına yol açtığını iddia ediyor bu bilimadamları. Grip salgınlarının 11 yıllık Güneş lekesi periyotlarına paralel yayılması bu görüşü destekler nitelikte.

 

Panspermia (Gk. πάς/πάν (pas/pan, tüm) σπέρμα (sperma, tohum)) hipotezi şudur: yaşamın kökü olan "tohumlar" tüm evrene dağılmış şekilde bulunmaktadır dolayısıyla dünyada yaşamın kökeni bu yaşam kaynağı olan tohumlardan meydana gelmiş olabilir.

 

Exogenesis (Gk. "dış köken") daha kısıtlı bir hipotezdir ve ve Dünyadaki yaşamın evrendeki bir yerden nasıl olduğu belirsiz bir şekilde dünyaya aktarıldığını iddia etmektedir. Panspermia terimi daha çok bilindiğinden exogenesis olarak adlandırılması gereken iddialar için de kullanılmaktadır.

 

Varsayım

 

Bu konuda bilinen ilk düşünce MÖ 5. yy'da Yunan düşünürü Anaksagoras'a aittir. Panspermia varsayımı, 1743 yılında, uzaydan gelen mikropların okyanuslara düştüğü ve önce balıklara, sonra amfibiyumlara,sürüngenlere ve en sonra memelilere dönüştüğünü iddia eden Benoît de Maillet yazılarında belirene kadar rafa kaldırılmıştı. Ondokuzuncu yüzyılda modern bir biçimde Jöns Jacob Berzelius (1834)'ün ve Kelvin (1871), Hermann von Helmholtz (1879) ve daha sonra, Svante Arrhenius'un (1903) da içinde bulunduğu çeşitli bilim insanları tarafından tekrar gündeme getirildi.

 

 

 

 

 

 

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Nedir ki bu ? tam olarak anlayamadım üzgünüm?

 

Arkadaş ya "Yok hayır yaşam uzaydan falan gelmedi Allah yarattı" demek istemiş ya da "Bak Kur'an'da bile yazıyor aşağıların aşağısına atmış Allah, yani Dünya'ya uzaydan yollamış yaşamı" demek istiyor.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

ohaaa saçma bi tez olmuş....hiçbi müslüman bence böle bişeye inanmamalı

emege karsi bi saygi sevgi olunmali bence. Her ne kadar ayni fikirde olmasan da saygili olmayi ogrenmelisin sonrada yorum yazarsin.

 

 

Bu arada yazi bence dusundurucu bi konu uzerine, yasam sicramasi gercekten ilginc bi olay ama belli ki arastirmissin; olabilir de olmayabilirde ancak konu guzelmis tezini begendim; dusuncelerine de saygi duydum. Ellerine saglik :)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Aslında insan vücüdunda bulunan demir ve çeşitli metaller dünyada hiç bulunmamakdadir (bazi metaller hariç)dünyanın ilk yıllarinda meteor yamurlarının sık olduğu yıllarda dünyaya çeşitli demirler ve metaller gelmişdir buda bizi yıldızlarin çocukları yapabilir

 

ama benim inancıma göre bunuda yapan tek bir tanrı var

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...