nevermore Oluşturma zamanı: Temmuz 30, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Temmuz 30, 2009 Yahudi – Hıristiyan ve İslam dinleri Bilimle olan aralarındaki düzelmesi imkansız farklılıklar yüzünden Dini ve Bilimi bir arada toparlamak imkansız görülmektedir. Dinsel veya bilimsel bir olayı izah etmek için her iki tarafında müşterek bir asgaride birleşmesi şimdilik imkansız görünmektedir. Bir çok bilim adamı Dini inançların son derece katı bir tutum gösterdiklerini ve her türlü bilimsel düşünce ve buluşa kati olarak karşı olduklarını açıklamaktadırlar. Doğuda genelde Din üzerine sorular sorulduğu ve düşünceler yürütüldüğü zaman o insanlar dinsiz ve sapkın düşünce sahibi damgası vurulmakta ve ölüme kadar giden cezalar tatbik edilmektedir. Buna karşın bilimsel muhitlerde de ananevi ve muhafazakar düşünce kalıplarına uymayan bilimsel buluş ve düşünceler iyi karşılanmamaktadır. Buna karşın ise modern bilim merkezleri de ezoterik ve mistik olgu ve düşüncelerle takviye edilmiş bilimsel düşünceler çok zor kabul görmektedir. Doğu Devletlerinde Bilim ve Din birbirine karşı devamlı bir çekişme ve mücadele içindedir. Hinduizmde Vedas ( kutsal Kitap) lar hakkında soru sormak veya her hangi bir tenkitte bulunmak o insanın kafir veya deli olarak kabul edilmesine sebep olur. Daha yeni dinler olan Hıristiyanlık ve İslam da madde , enerji veya genler üzerinde ileri sürülen fikirleri ve yapılan denemeleri kabul etmez. Bilimsel bir Din felsefesi tartışması veya teorisi düşünülmesi bile çok aykırı bir şey olarak kabul edilir. Maddesel Bedenin tek eden bir ruhsal varlığı daha sonra ne olur ? Bunun en basit cevabı Ruhsal varlığın olmadığı ve madde bedenin belli bir süreç yaşatıp sonrada çürümeğe mahkum olduğudur. Bu onun sonudur ondan ötesi yoktur. Bu düşünce bu sondan başka hiçbir düşünce veya spekülasyonu kabul etmemektedir. Eğer sizde bu kadar dar ve katı bir düşünceye sahipseniz bu yazıyı okumaya devam etmenizin hiçbir manası ve değeri yoktur. Ama eğer içinizden birisi dünya da hakim olan Dinlerden birisinin fikrini kabul ederek onun ileri sürdüğü gibi ruhsal varlığın ölümsüz olduğunu ve bedensel ölümden sonrada yaşadığını kabul ediyorsa o takdirde bu yazıyı okumaya devam edip halen Dünyamızdaki değişik dinlerin ölümden sonraki evrede Ruhsal varlığın geçirdiği değişimler hakkında ileri sürülen teorilerini beraberce inceleyebiliriz. İnsan zekasının eğer bir analiz yapacaksa muhtelif fikirleri kabul edip incelemeye aşık olmalıdır. Bunların her birini birer hipotez olarak kabul etmelidir. Kapalı bir zeka çıkmaz bir sokağa benzer. Bir Bilim adamı için ölümden sonra hayat, ruhsal beden gibi soyut değerleri kabul etmesi çok zordur. Onun için bunların olmadığını iddia edip böyle tartışmalara girmemek çok daha tercih ve kolay bir yoldur. Doğu dinleri ayrılan ruhsal varlığın Son Muhakeme gününe doğru bir seyahate çıkar. Ve Tanrı o ruhun dünya yüzündeki yaşamı sırasında işlediği günahların hesabını yaapr buna karşında aynı şekilde yaptığı sevaplarında sayısını ve değerlerini hesaplar . Bunu sonunda o varlık Sevapları daha ağır basarsa her türlü güzel şeylerden istifade edeceği cennette veya günahları ağır basarsa bu kere bunların kefaretini ödemek için belli bir süre cehennem diye adlandırılan yere gönderilir. Bu teorinin doğru mu veya yanlış mı olduğunu ilerde ispat etmek imkanı var mıdır ? Eğer bir yerde Cennet diye adlandırılan ve içinde her türlü güzelliğin bulunduğu bir yer varsa veya Cehennem diye adlandırılan ve ruhların orada işkence gördüğü bir yer Kozmos da başka bir boyutta var ise ve bu yerler yaşamı boyunca insan tarafından görülemiyorsa ama ancak öldükten sonra ruhsal varlıklar tarafından görülebiliyorsa ? bu kabil midir ? Buna bir cevap yoktur hatta böyle bir cevabın verilmesi de imkansızdır. Bu sadece kabul edilecek veya ret edilecek bir şeydir. Bilim tarafından böyle bir şeyin kabul görülmesi çok zordur.. Burada insanın aklına birçok soru gelmektedir Eğer Tanrı ifade edildiği gibi iyi niyetliyse neden insanı doğduğu andan itibaren arasında çok büyük farklar bulunan bir skalada yarattı. Niye bazıları doğduğundan ölümüne kadar her türlü iyilik varlık ve rahatlık içinde cennette gibi hayat ortamda yaşıyor. Kötülüklerden uzakta buna karşın diğer bir grup insan ise niye doğduğu andan beri cehennem de yaşıyormuş gibi azaplar içinde. Yeni doğan bebekler de bu farlılık niye . Onlardan bir kısmı günaha bulaşmış gibi hemen ceza çekerek hayata atılıyorlar buna karşın ise de başka bir grup sanki Cennetteki hayatını dünyada devam ettiriyorlar. Bunu KARMA ‘dan başka ne izah edebilir. KARMA “Karma yasası ve karmik plan Zen sisteminde karma yasası öte-alemdeki yaşamı ve tekrar doğuşları belirleyen evrensel nedensellik yasasıdır. Yani Upanişadlar’da belirtildiği şekilde karma yasası insanın şimdiki ve geçmiş yaşamında yaptıklarıyla karşılaşmasıdır. Yapılan hareketlerin karşılığı olarak yaşanması gereken sonuçların planlı ve programlı bir şekilde düzenlenmiş haline “karmik plan” denir. Karmik planın oluşumu Kişi her an iradesiyle yeni hareketler yapmakta olduğundan karmik plan kısmen belirli, kısmen oluşum halindedir. Bu bakımdan karmik planın oluşum süreci ve bu süreçteki hareketler üç grupta ele alınır: Mukadderat üzerine bir etkide bulunmuş hareketler (agami-karma) Neden oluşturmuş ve mukadderat üzerinde bir etkide (sonuçta) bulunma sürecine girmiş hareketler (prarabdha-karma) Birikmiş, fakat henüz mukadderat üzerinde bir sonuç oluşturmamış hareketler.. Karma yasası ve Samsara Karma yasası, kısaca, her yaşamın, önceki yaşamlarda yapılan hareketlerin sonucu olarak belirmesi esasına dayanır. Yani, kişinin yaptığı hiçbir hareket sonuçsuz kalmayacak ve kişinin mukadderatının belirlenmesinde bir neden oluşturacaktır. Hiçbir neden, herhangi bir sonuç yaratmadan yok olup gitmez. (Bu, felsefe ve bilimde "nedensellik kuralı" olarak adlandırılır.) Dolayısıyla samsarayı esas alan Doğu öğretilerinde her yaşam ve her yaşamdaki koşullar, önceki yaşamlarda yapılan hareketlerin bir bileşkesi olarak meydana gelmekte olup, o yaşamda yapılacak hareketler de bir sonraki yaşamı ve koşullarını belirleyici bir etken olacaktır. Daha kısa olarak ifade etmek gerekirse, Doğu’nun karma yasası bir Türk atasözüyle tek cümleyle şöyle ifade edilebilir: “Ne ekersen onu biçersin.” Hindu mitolojisinde yasaları uygulayan, yasanın somutlaşmış biçimi olan karma ilahlarına Lipikas adı verilir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Temmuz 30, 2009 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Temmuz 30, 2009 Dharma - Karma - Reenkarnasyon Dharma; evrenin değişmez kanunlarına ve adaletine verilen addır. Başka bir deyişle orta yoldur. Evrenin ve insanların bir dharması vardır.İnsanın kendi dharmasına “Svadharma” denir. Olması gereken orta yoldan sapmalar olunca dharmadan uzaklaşılır ve bu bazı olumsuzluklara neden olur. Dharma’nın dışına çıkınca karmalar oluşur. Karmik yasa; etki-tepki yani nedensellik yasasıdır. Doğada fiziksel etki-tepki prensipleri nasıl geçerliyse, insan da doğanın bir parçası olduğundan; bu kural insanoğlu için de geçerlidir. İnsanlar da doğal düzene tabidir. Günümüz insanının en büyük yanılgısı, kendisini doğadan ayrı görmesi, onun yasalarına karşı gelmesi ve tüm doğanın insanlığın hizmetinde yönetilebilen bir şey olduğunu düşünmesidir. Bunun böyle olmadığı, en basit bir örnekle yaşanan doğal felaketlerle görülebilir. İnsanlık bu düşüncesinden dolayı doğayla adeta savaşarak, kendi yaşadığı yerin sonunu hazırlamaktadır. Karmayı anlamak için, düşüncelerin somut şeyler olduğunun farkına varmamız gerekir. İlk evren maddeden değil, kozmik şuurdan oluşmuştur. Madde, düşünce gücüne insanların fark ettiğinden daha fazla karşılık verir. Çünkü irade gücü enerjiyi yönetir, enerji de karşılığında maddeye tesir eder. Madde gerçekten enerjidir. İrade ne kadar güçlü olursa, enerjinin kuvveti o kadar büyük olur ve sonuç olarak enerjinin maddesel olaylar üzerindeki etkisi de o oranda büyük olur. Bir eylem, eylemin arkasındaki enerji tipine ve gücüne tam olarak karşılık veren bir tepkiyi evrenden davet eder. Enerji , manyetik bir alan oluşturur. Bu manyetik alan, eylemin sonuçlarını kendine çeker. Ego şuuru, bir kişinin hareketlerinin, kendisi için kişisel sonuçları olacağını garantiler. Eğer çabuk sonuçlar almak için bir düşünceye veya eyleme neden olan irade gücü yeteri kadar güçlü değilse ya da hamlesi birbirine zıt diğer enerjiler tarafından engellenirse, bu sonuçlar gecikebilir. Bununla birlikte er ya da geç bedenin olsun, düşüncenin olsun ya da arzunun olsun; hareketin son tepkimesini biçmesi gerekir. Bu, kendini tamamlayan bir çember gibidir. Zaman unsurundan dolayı tepkileri alması gecikebilir. Birey, bir takım güçler yayar, bu güçler evrende bazı direnç katmanlarına çarparak bireye geri yansır. Bazıları çevrenin etkisiyle geciktirilir, bazıları diğer kuvvetlerle karışır ve etkisizleşir veya bir şekilde yönünü değiştirir; fakat sonuçta öyle ya da böyle bireye ulaşır. İnsan sadece karmanın belirlediğini yaşamaz; sürekli kendisi de karma oluşturduğundan; geleceğinin büyük kısmının henüz şekillenmediği ve belli olmadığı söylenebilir. İnsanlar nadiren kendi hareketlerinin kötü olduğunu düşünürler. Yaptıkları ne olursa olsun, onlara iyi niyetli gibi görünür. Eğer diğerlerine ve böylece varlıklarının daha derin seviyesinde uyumsuzluk yaratırlarsa; bu uyumsuzluk dalgaları uyumsuzluk şeklinde kendilerine geri dönecektir. Her hareket, her düşünce karşılığında oluşan ödüllerini biçer. İnsanın acı çekmesi, Tanrı’nın insanoğluna olan öfkesinin işareti ya da Tanrı’nın insanlar için önceden hazırladığı bir senaryo değildir. Acının, insanoğlunun ilahi yasa yani dharma hakkındaki bilgisizliğinin bir işareti olduğunu söylemek daha doğru olur. Yasa, işleyişinde sonsuza dek şaşmaz. Eğer mutsuz isek; bu sadece mutsuzluk ektiğimiz anlamına gelir. Başka kimse bizim için mutsuzluk yaratmaz. Elbette ekmekle biçmek arasında bir boşluk vardır ve bu boşluk nedeniyle başka birinin sorumlu olduğunu düşünürüz ya da başımıza gelenlerin nedenini bir türlü anlayamayız. Bu boşluk bizi yanıltır. Geçmişte kendimizin ne yaptığımız hakkında hiç bir fikrimiz yoktur ve aniden birşey biçmemiz gerektiğinde ve bunu nereden geldiğinin anlayamadığımızda doğal olarak dışarıda bir neden aramaya başlarız. Eğer bir neden bulamazsak bir şey icat ederiz. Fakat tüm karma teorisi budur yani ne ekersek onu biçeriz. Yaşamımızın tüm sorumluluğunu üzerimize almamız gerekir. Başlangıçta “Bu cehennemin nedeni benim” düşüncesini kabul etmek zordur. Fakat bu kabul edilirse çok geçmeden bu değişim kapılarını açmaya başlar ve kendi cehennemimizi yaratabiliyorsak,cennetimizi de yaratabileceğimizin farkına varırız. Sorumluluk özgürlük getirir, yaratıcılık getirir. Her ne isek bunu kendimizin yarattığını gördüğümüz an, tüm dış nedenlerden ve şartlardan kurtulmaya başlarız. Bireysel karmalar olduğu gibi toplumsal karmalar da vardır. Fiziksel ya da zihinsel olsun, bir birey ya da bir grup, bir millet ya da milletler grubu tarafından yapılmış olsun, karma eylemdir. Bir bireyin kitle karmasından etkilenip etkilenmemesi kendisinin bireysel karma gücüne bağlıdır. Örneğin düşen bir uçakta ölenlerin hepsinin ölmelerini gerektiren karmaların olması gerekmez. Bu felakette sadece çoğunluğun karması, yaşayacak azınlıktan daha güçlü olmuş olabilir. Öte yandan yaşamak için yeteri kadar güçlü karması olanlar , ya düşme anında ya da ilk etapta bu uçağa binmekten alı konarak kurtulabilirler. Ulus karması, insanların bir bütün olarak kozmik yasalarla uyum sağlama derecesine bağlıdır. Karma, ceza kavramıyla çoğu kez karıştırılmaktadır. Karma ceza değil, sadece harekettir. Hareket birçok şekillerde olabilir. Doğuştan, iyi,kötü, ya da iyiyle kötü arasında geçiş olarak hizmet veren nötr hareket olabilir. Evrenin kendisi Hindu kitaplarına göre üç niteliğin bir karışımıdır; iyi, harekete geçirici ve kötü. Sattwa guna denilen iyi nitelik, şuuru Tanrı’daki kaynağına doğru yükseltir. Harekete geçirici, rajas veya raja guna, mutlaka harekete geçirici olmasa da insanları ego yararına olan harekete doğru iter. Kötü gunaya ise tamas denir. Kötüdür çünkü anlayışı karartır. Çoğu insanoğlu dünyasaldır. Kişisel kazanç için hareket ederler. Çok az insan bunu diğerlerini incitme isteği ile yapar; çok az insan gerçekten kötüdür. İstemeyerek, yani yanlış olduğunun farkına varmadan yaptığımız hareketler yasanın dışında değildir. Cehalet, yasayı değiştirmez. Eğer bir kişi arabasını dalgın bir şekilde ağaca sürerse, sonrasında gelen yaralar, sırf onun dalgın olmasından ötürü daha az olamaz. Cehennem ve cennet sanıldığı gibi yukarılarda değil, burada bizim yanı başımızdadır. Dünyada bir kaç yıl süren davranışların ebedi bir cezayı hak etmesi anlamsızdır. Sonu olan bir nedenin, sonsuz bir sonucu olamaz. Bu durum en başta değişmez doğa ve evren kanunlarına aykırıdır. Kötü karmadan kaçmanın yolu sanıldığı gibi hareketsizlik değildir. Bizim kötü karmalarımıza neden olan şey zihnimizin bize oynadığı oyunlar yani kama manas’tır. Dizginleri ele alarak, zihnimizdeki düşünceleri kontrol altına almamız gerekir. Arzularımızı özellikle dünyasal arzularımızı frenlememiz şarttır. Arzuların hepsi kötü değildir, iyi olan şeyleri arzulamak kötü karmalar yaratmaz; burada önemli husus orta yolu bulmaktır. Arzuları hırs haline getirmemelidir. Çünkü bu şekilde oluşturulan her enerji bize geri dönmek zorundadır. Bu arzularımızı geçekleştirebileceğimiz tek yer dünya olduğundan; bu arzular yani karmalar bizi dünyasal plana geri çeker. Böylece ölümden sonra tekrar dünyasal plana en karne olma sağlanmış olur. Bu şekilde de reenkarnasyon zinciri başlar. Çünkü tüm karmanın ya da etkilerin tüm tepkilerinin bir ömürde tamamlanması imkansızdır. Hayatın bir çok ömürden oluştuğu gerçeği, birçoklarının tam tersini savunmasına rağmen bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisinde çok açık bir biçimde geçmektedir. Neden bir bebek sakat doğar? Bunu sadece reenkarnasyon tatmin edici bir biçimde açıklamaktadır. İnsanlar onu tatlı, masum bir bebek olarak görmüşlerdir. Ancak geçmiş yaşamının birinde bu kişinin dharmanın bir yasasını çiğnemiş olması gerekir. Bu ihlal, onu iyi bacaklara sahip olma şuurundan mahrum eder. Bu yüzden yani zihin bedeni kontrol ettiğinden, bu kişi fiziksel bir bedene geri geldiği zaman bir çift kusursuz bacak oluşturamamış ve sakat doğmuştur. İnsanların farklı kültürlere doğması, farklı şanslara sahip olması, bedenlerinin farklı ya da eksik olması, zengin ya da fakir doğmaları, aptal ya da akıllı olmaları gibi şeyler eğer nedensiz olsaydı; o zaman dharmanın adil bir yasa olduğundan söz edilebilir miydi? Ama bir neden vardır ve şu an ne olduğumuz, geçmişin çeşitli zamanlarında oluşan hareketlerimizin sonucudur. Zaten farklı imkanlara sahip iki kişi adil olarak yargılanamaz. Ruhsal yanımızda ölümsüzüz ama kişiliklerimizdeki kusurların hepsi silininceye ve de gerçekten erdemli bir insan oluncaya kadar bu ölümsüzlük şuurunu geri isteyemeyiz. Kendi üstümüzde çalışmak, saklı şekil kendini tüm kusursuzluğu içinde gösterinceye kadar bir heykel üstündeki taşı tıraşlayıp cilalamaya benzer. Ego, fiziksel bedeni şekillendirir. Bu fiziksel doğumun sonucu değil, nedenidir. Ego, fiziksel ölümden sonra alı konan astral bedenin bir unsurudur. Fiziksel beden sadece egonun maddesel dünya içindeki yansımasıdır. Yalnızca ölmek gibi basit bir eylemle Tanrı’ya erişilemez. Ölmek kolaydır, kendimiz isteyerek bile gerçekleştirebiliriz. Ayrıca kendimizi öldürmemiz, yapmamız gereken sınavdan kaçmaktır; böylece sınavı uzatmış oluruz. Ancak ruhun sonsuzluğa geri karışıp birleşebileceği yüksek şuur seviyesine erişmek çok zordur. Ölümsüz olan birey tarafımız, Tanrı’nın bir parçasıdır ve biz kendimiz yeterince temiz olana dek tekrar onun bir parçası olamayız. Herkesin ruhsal tekamül derecesi farklıdır. Evrendeki ruh sayısı değişmez ve herkes kendi karmasını karşılayabileceği uygun zamanda dünyasal plana geri gelir. Buradaki dünyasal plan kavramı sadece bu yaşadığımız dünya da olmayabilir. Aslında ruh varlığı mükemmeldir , insanın astral plana beraberinde götürdüğü ego şuurudur. İnsanın ölünce astral planda ne kadar kalacağı belli değildir. Gelmesi uygun olan dönemi bekler. Evrende her şey titreşimden oluşmuştur ve astral planda da değişik titreşim seviyeleri vardır. Eğer insan iyi işler yapmışsa ve karması çok değilse; o zaman yüksek titreşimli yüksek astral planlara gider ve orada zamanını bekler. Astral plan süptil bir maddeden oluşur ve zihnimizde ne varsa orada onun şekillenmesi çok kolaydır. Bu nedenle kötü karması olanlar düşük titreşimli düşük planlarda kalırlar ve kafalarında dolanan tüm kötü şeylerle karşılaşırlar. Bu planlar sanıldığı gibi yukarıda ya da aşağıda değildir. Onlar bizim yanımızdadır. Bunlar, fiziksel vizyonumuzun tam arkasındadır. Bir kişinin astral planda ne kadar uzun kalacağı, dünyada ne kadar iyi yaşadığına bağlıdır. İyi karması olanlara orada uzun asırlar kalabilir. Öte yandan aydınlanma arzusu ile teşvik edilenler, ruhsal çabalarına devam etmek üzere dünyaya en kısa zamanda geri dönmeyi isterler. Çünkü onlar, astral dünyanın aslında Tanrı’nın ardına sakladığı bir peçe olduğunu bilirler. Fiziksel düşünce anında, esirde bir ışık parlaması olur. Fiziksel yeniden doğuşu bekleyen diğer dünyadaki ruh varlıkları, bu ışığın titreşimleri kendilerininkine uygun olduğu zaman hızla ona doğru giderler. Böylece yeniden doğuş gerçekleşir. İyi kişiler her zaman iyi ailelere doğmayabilir. Bu durum; kişinin karşılamak zorunda olduğu karmasının niteliklerine bağlıdır. Ya da avatar olanlar gibi, sadece bazı görevleri yerine getirmek için iyi olmayan ortamlara doğanlar da vardır. Geçmiş enkarnasyonlarımızı hatırlamamamızın sebebi; hafızamızın kama manas’ta tutuluyor olmasından ileri gelir. Bu durum mitolojide, yeniden doğacak kişilerin “Lethe ırmağı”nda yıkanarak eski hayatlarını unutması ile sembolleştirilir. Kama manas, bizim ölen kişilik tarafımızdadır. Eğer birşeyleri iyi yaparak bunu içselleştirebilirsek, o zaman geçmiş tecrübelerimizi geleceğe taşımamız mümkün olur. Evrim süreci kaçınılmazdır ve herkes sonunda Tanrısallığı şu veya bu şekilde yakalayacaktır. Farklılık zamandan ileri gelir. Reenkarnasyon zincirinin kırabilmek ve bu dünyadaki acılara sürekli maruz kalmamak için kendimizi geliştirmeli ve evrim sürecimizi hızlandırmalıyız. Zihnimizi kontrol etmeye başladığımızda; bu durumunu ödülü sadece bu dünyada değil; fiziksel ölüm sonrasındaki astral planda da gelecektir. Karmadan kaçmanın yolu hareketsizlik değildir. Tam aksine hayatın içine dalmalıyız. Ama erdemli bir şekilde ve orta yolda ilerlemek şartıyla. Orta yoldan her sapma bizde kötü bir karma oluşturacak ve reenkarnasyon zincirimizin uzamasına sebep olacaktır. Bhagavad-Gita’da Krishna; hareketten kaçınarak kimsenin karmadan kaçamayacağını öğretir. Ama bu arada karmadan kaçmak için önemli bir metod da verir. Metodun tavsiye ettiği nishkam karma dır.Yani hareket meyveleri için arzusuz hareket yani arzu olmadan harekettir. Hareket ederken aslında hareket edenin biz değil de Tanrı olduğunu düşünürsek, hata yapmamız zorlaşır. Çünkü biz de Tanrı’nın bir parçasını taşıyoruz, aynı zamanda da dharmanın bir parçasıyız. Arzusuz hareket edince birçok insan otomatikleşeceğini, yaşama karşı ilgi duymayacağını düşünür. Ama tersine hayatı sınırsız şekilde daha ilginç bulurlar. Arzusuzluk motivasyon çalmaz. Eylem hakkında Krishna şöyle demektedir: “ İnsan eylemsizlik özgürlüğüne hiçbir şey yapmadan ulaşamaz, sırf herşeyden vazgeçmekle yüce olgunluğa erişmez. Çünkü insan bir an bile eylemsiz duramaz. Doğanın güçleri herkesi çaresiz bir biçimde eyleme iter. Kendini eylemlerden çeken ama gönlünde durmadan o eylemlerin zevklerini canlandıran kişi kendini aldatmaktadır, o kişi yolun sahte yolcusudur. Hiç bir şeye köle olmadan , zihnin güçlerini uyum içinde tutarak Karma Yoga ( Doğru Eylem) yolunda, kutlu işler yolunda yürüyen kişi ne büyüktür. Eylem, eylemsizlikten daha iyidir, onun için hayatta ödevini yap. Dahası eylem olmazsa beden de canlı kalmaz. Dünya eylemin esiri olur, eğer eylem kutlu olmazsa. Eylemlerin saf ve arzuların kementine takılmamış olsun.” Bhagavad-Gita’da dharma-karma ve reenkarnasyon hakkında bir çok sır verilmiştir. Bu kadar çok ezoterik bilginin bir arada verilmesinden dolayı bize eşsiz bir kaynak gibi görünmektedir. Kaynaklar: “Bilgeliğe Yolculuk” Paramhansa Yogananda "Gizli Doktrin" Helena Petrovna Blavatsky "Bhagavad-Gita" Asırlar boyunca Bilimin görüşlerinde bazı değişmeler oldu . Orta çağda yaşayan insanlar bilimdeki bugün meydana gelen şaşırtıcı ilerleme ve yeniliklerin oluşa bileceğini hayallerine bile getiremezlerdi. Elektrik , telefon, havada yolculuk sadece bilim kurgu romanlarında bile zor rastlanıyordu. 20 asrın ortalarında DNA ve Gen’lerin varlığı bilinmemekteydi. Bugün her bakımdan çok normal olarak kabul edilen bazı şeyler o zamanlar tahmin bile edilemezdi. Halen bilim tarafından hafızanın nasıl beyin tarafından asimile edilip depolandığı bilinmemektedir. Birkaç on sene evvel Beyindeki loblar arasında bilgi transferine sebep olan Nöron transmisyonu bilinmemekteydi. Bugün ise bütün bu olayların insan vücudundaki kimyevi reaksiyonlarla sayesinde oluştuğunu bilmekteyiz. Ayrıca yine biliyoruz ki Genetik özeliklerin insandan insana övüllerde meydana gelen spermalar tarafından taşınan kodlar tarafından geçmekte . Bu kodlarında kimyasal birer imza taşıdıkları anlaşılmıştır. Doğru, Ruh bir organ değildir kalp veya beyin gibi . Ruhun meydana getiren ( halen bilinen ) hücreler yoktur . Ama çok yakında ruhun bir enerji formu olduğu ve onunda kendine özel kimyasal kodları bulunduğu ispat edilecektir. Batı Dinleri Bilime karşı daha hoş görülüdürler.Karma ve tekrar Doğuş kanunları Bilim tarafından daha müsamaha ile karşılanmaktadır. Eğer Ruh bir Enerji formu olarak kabul edilirse onun bedensel ölüm anında yok olacağı kabul edilemez. Enerji ortadan kaldırılamaz tekrar yaratılamaz sadece şekil değiştirir. Karma Ruha yeni kodların işlenmesini sağlar. Misal olarak İyi bir ölüm insan ruhuna artı bir elektrik şarjı olarak buna karşın bir suç neticesi meydana gelen kötü ölümde negatif bir elektrik şarjı olarak işlenir. Bhagavad – Gita da sevgi , şiddete karşı davranış , affedicilik, dürüstlük kutsal hareket ve hisler olarak kabul edilir ve karmayı müspet şeklide etkiler. Buna karşın şehvet, kızgınlık ,terbiyesizlik, gurur ,ve iki yüzlülük ise negatif şarjlardır. Bu muhtelif hisler karşılığı beynin de değişik bölgeleri kimyasal tepkimelerle etkilenmektedir. Bunun aynısı da Ruhu etkilemektedir. Bu şekilde insan hayatı boyunca yaptığı iyi ve kötü şeyler ve ölüm şekli ruhumuza da aynı şekilde etkiler yapmakta mı dır. Beden öldüğü ve ruhumuz ( enerji ) serbest kaldığı an kendisine yüklü olan kimyasal kodlarıda beraberinde Taşımaktadır. Bu yükselişin yolunu insan ruhunda işlenmiş olan iyi ( müspet ve kötü ( negatif )şarjlarının hangisinin daha çok oluşu tayin edecektir. Kötü şarjlarla ağırlaşmış ( kötü karma ) bir ruh fazla yükselemez ve tekrar dünya yüzüne iniş yaparak ( tekrar doğuş ) yapar. Buna karşın positif şarjlarla yüklenmiş bir ruh ( iyi Karma ) devamlı kozmosda yükselerek Nirvanayı veya Moksha’ya varır. “Mokşa (Sanskritçe: vimukti, विमुक्ति、vimokSa, विमोक्ष), Sanskrit'çede özgürlük anlamına gelen Mokşa veya kurtuluş anlamına gelen Mukti terimleri ölüm ve yeniden doğum çemberinden kurtuluşu tanımlar.” “Nirvana her dünyaya gelişinde “iyi karması olan” bir insan, her seferinde bir üst kastta doğar ve daha sonra en üst kastta yer alan bir rahip olarak doğar. Rahip olarak iyi işler yapan insanın ise bir daha dünyaya gelmeyeceğine ve o insanın “Hayat Çemberi”nin sona erdiğine ve “Nirvanaya ulaştığına” inanılır. “ Hindu Din alimleri medeniyetin ilk başlarında Upanishads da izah edilen canlının ruhunun tekrar doğuşunun bir evre olduğuna inanmışlardır. Buna göre Ruh ( jiva – Atman ) Tanrının bir Parçasıdır ( parama- Atman ) . Her Dinde Tanrının İnsanı kendi resminde yaratığını ifade eder. Ruh ölümsüzdür ve o yaşadığı hayatındaki geçirdiği olayların neticelerini ( karma ) sını taşır. Ruh için Karmasından bir kaçış yoktur. Karma ruhun üzerinde bir damga gibi her zaman için muhtekif tekrar doğuşlardaki hayatlarında geçirdiği olayların izlerini taşır. Buna enerjinin yenilenmesi ( recycling energy ) denmektedir. Chandogya Upanishad da bir öğrencinin hikayesi anlatılır. Bu öğrenci hayatın kaynağını öğrenmeği arzu eder. Bilgelere kendisine yardım etmelerini rica eder. Bilge ona ağaçtan geniş bir incir almasını ve içini açmasını söyler. Daha sonrada incirin içindeki çekirdeklerden birinin de içini açmasını söyler. Ondan sonra da talebeye içinde ne gördüğünü sorar. Talebe cevap olarak “ hiçbir şer üstadım “ , “ içi boş “ der . Bunun üzerine bilge öğrenciye şu soruyu sorar. “ Peki nasıl oluyor da bu kadar ulu bir incir ağacı hiçbir şeyden büyüyüp bu hale gelebilmiş “ Canlıların hayatlarını idare eden bu enerji insanın algı güçlerinin dışındadır . Bir saliselik ve son derece küçük . Tohumun içindeki boşluk gibi , para-atman ( Tanrı ) görünmezdir, ama o kadar kudretlidir ki bütün evreni yaratabilmiştir. Doğu Felsefelerinde Hıristiyanlığın ve İslam’ın öngördüğü gibi cennet ve cehennem yoktur. Onlar yaşanan dünyada mevcutlardır, ve eski için karması tarafından sahibi olduğu kodlar şimdi için ise onun şimdiki hayatında ki tutum ve kararları geçerlidir. Beden bunları taşır. İnsanın maddesel hayatındaki bedeniyle yaptığı karalar ve oluşumlar neticesinde aynı anda içinde yaşayacağı Cehennem ve cennettin oluşum sınırlarını da çizmektedir. Son muhakeme günü diye bir şey yoktur yaşam devamlı tekrar ölüm doğuşlardan meydana gelen bir evredir. İnsan bu evrelerden geçerek her evredeki tutum ve hareketleri ise kendi karmasının şeklini çizer ve bunun neticesinde karması pozitif oldukça bir üst mertebeye yükselir ve bu bir gün en üst mertebe olan Nirvanaya ulaşında bu devam eden tekrar doğum ve ölüm siklüsü de sona erer . Ama her defasında Karmasındaki müspet şarjlar yerine menfi şarjlarla yüklenirse bu takdirde dünya yüzündeki evreleri devam eder gider. İşte Nirvana cennettin yerini Dünya yüzündeki hayatı da Cehennemi temsil eder. Doğu Dinlerinde Gökte Tarhında oturmuş inananlarına adalet dağıtan ve kötülük tapanı cezalandıran iyi davrananı da mükafatlandıran BİR TANRI YOKTUR. Her RUH kendi yaptığından doğrudan sorumludur ve bunların neticelerine kendisi muhataptır. Doğuda Din ve Bilim hiçbir mevzuda aralarında bir çekişme ve sürtünme olmadan yaşayabilirler. Budizm gibi Tanrısız bir din bile Ruhun tekrar doğuş fikrini müdafaa eder zira onunda RUH esas olduğu için ve her hareketinden de sorumlu olduğu için ayrıca bir Tanrı ( koordinatörüne) İhtiyacı yoktur. Doğu Dinlerinde Tanrı tanımı olmadığından ve orada her ferdin kendi RUHU ve KARMASI ön planda ve inancın merkezinde bulunduğundan Bilim ile Batı Dinlerindeki Dinin Merkezi olan Tanrı arasındaki Otorite ve üstünlük münakaşa ve kavgaları olmamaktadır. Doğu inançlarında kabul gören Reenkarnasyon ( tekrar doğuş ) fikri acaba Bilim tarafından kabul edilmesi daha kolay bir teori midir. ? Acaba RUH yaptığı hareket ve aldığı kararların hatırasını kendi bünyesinde bedeni terk ettiği anda taşıyor mu ? Beynimizin hayatayken taşıdığı gibi . Bunlar çok derin sorulardır. Fakat inanıyoruz ki bir gün bilim adamları buna gayet kolayca cevap verebileceklerdir. Modern bilim esaslarına göre Ruh’un bir hafızası olduğu, Onun enerjiden oluştuğu , ve ölümsüz olup devamlı olarak reenkarne olduğu Batı dillerinde ileri sürülen Cennet ve Cehennem efsanelerinden çok daha kolay olarak kabul edilip ispatlana bilinir. Bu ispatlandığı anda dünya yüzündeki hayat çok daha fazla bir mana taşıyacak ve anlaşıla bilinir olacaktır. evrenin sırları 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.