Jump to content

Sabahattin Ali - Kurtarılamayan Şaheser


Topal Kırkayak

Önerilen Mesajlar

Kurtarılamayan Şaheser

Genç şair siyah meşin ciltli ufak kitabı havaya kaldırarak

bağırdı:

-Bundan daha yükseğinin bulunduğunu söyleyemez, sevgilim

benim eserimden daha güzelini okuduğunu iddia edemez ya.-

Gözlerinde, erimiş bir madenin oynak parlaklığı ve yanık

yüzünde bir ekmek kabuğunun kırmızımtırak donukluğu vardı.

Yer ayaklarının altından itiyormuş, yahut gökyüzü kendisini

çekiyormuş gibi yukarıya uzanıyor; vücudunu insanlıktan

ayıran bir buğu, hareketlerine gökyüzündekilere mahsus sarhoşluğu

veriyordu. Çimenler üzerinde uçuşan beyaz kağıtlar,

ki bunlar elindeki şaheserin müsveddeleriydi, yüzüne sisten

yaratılmış küçük kuşlar gibi dokunup geçiyorlar ve sonra bahçedeki

beyaz güllerin, kan rengi karanfillerin, bıçak gibi keskin

kokulu sardunyaların, yaşmaklı bir kadına benzeyen zambakların,

ince sapları üzerinde alevli bir meşaleyi hatırlatan lalelerin

ve renkli maskeleriyle eski Yunan aktörlerini andıran hercaimenekşelerin

üstüne konuyorlardı.

Ve genç şair gülüyordu; yüzünün hiçbir çizgisini değiştirmeyen

fakat bir nehir coşkunluğuyla dökülen bir gülüş esmer

yanaklarına yayılıyordu.

Çünkü o bugün şaheserini bitirmişti.

Siyah meşin ciltli kitabın sahifelerine bakarak haykırdı:

-Artık hiç kimse benden yüksek değildir; Homeros veya

başkası! Ben bunlara da tepeden bakıyorum. Ve sevgilim benden

daha iyi yazanları gösteremeyecek. Ancak herkesten yüksek

şeyler yaratırsam beni seveceğini söylemişti. İşte, benden

evvel gelenlerin ve benden sonra gelecek olanların yetişemeyecekleri

yüksekliğe çıktım. Ve yalnız kendisi için yazdığım bu

kitabı ona verdiğim zaman o da benim için sakladığı kalbini

verecek...-

Kitabın sahifelerinden gözlerini ayırmayarak yürüdü. Islak

çimenleri çiğneyerek ve ayağının altında ezilen menekşelere

dikkat etmeyerek, iki tarafı mermer direkli bir kapıdan evine

girdi.

Ve şaheserini sevgilisine yolladı.

Tam sekiz sene evveldi ve o zaman genç şairin şakaklarında

şimdiki gibi beyaz teller, gözlerinin kenarlarında yorgunluk

çizgileri yoktu. Yüzünün derisi beyaz bir güle, dudakları kırmızı

bir güle benzerdi. Ve memleketin kadınları onun şiirlerini

sonsuz bir baygınlık ve şehvetle okurlardı. Bu esnada gözlerinin

önüne mısraları gibi tatlı ve ince endamıyla genç şair gelirdi.

Fakat güzelliğinin derecesi insan güzelliği hudutlarını aşan

bir genç kız vardı ki bunlara istihfafla (alay) dudaklarını bükmek

acayipliğinde bulunuyordu.

Ve genç şair, yazıları karşısında kendinden geçmeyen bu

fevkalade kızı seviyordu...

-Sevgilim- dedi, -mısralarım ki Hind'in ipeklileri kadar ince

dokunmuş ve İran'ın kıymetli halıları gibi hünerli renklerle

süslenmiştir, niçin senin kalbini heyecana getiremiyorlar? Geceyi

terennüm eden şarkılarım sana kendi gözlerini; gün doğuşunu

anlatan şarkılarım sana dudaklarının rengini hatırlatmıyor

mu? Dalgalara ait şiirlerimde dağınık saçlarının tellerine rast

gelmiyor musun?-

-Belki böyle olabilir...- diye genç kız cevap verirdi, -Belki

böyle olabilir, genç şair, fakat benim seni sevmem için daha

başka şeyler yazabilmen lazımdır. Bana tanımadığım şeylerden,

saklı güzellikler ve hakikatlerden bahsedebilir misin? Ve bunları

herkesten daha güzel olarak yazacak kudreti kendinde buluyor musun?

Güzel yazıyorsun ey şair, derin ve azametlisin, fakat Fuzuli

daha derin, Goethe daha azametli değil miydi?

Söyle, ihtiras ve çılgınlıkta Shakespeare'i, istihza (üzüntü,

umutsuzluk) ve ıstırapta Dante'yi geçebilir misin?-

Ve genç şair anlıyordu ki, bu büsbütün başka bir mahluktur.

Kadınları hayran eden, çeken şeylerin buna tesiri yok. Çünkü

bu kızın gözleri baktığı şeyleri görüyordu ve sinirlerinde

hissetmek, kafasında düşünmek kabiliyeti vardı...

Ve genç şair cevap verirdi:

-İçimdeki ateş, herkesin ısınmak için bana sokulmasına kafiydi.

Ben de onu üfleyip çoğaltmak, orada bir yangın yapmak

ihtiyacını duymuyordum... Lakin, ey sevgilim, görüyorum ki

bu, kıvılcımlarını senin kalbine sıçratamayacak kadar fersizmiş.

Fakat bunu yanardağ yapacak kudret bile bende var. Sana söylediklerini

aratmayacak eserleri getireceğim, sevgilim ve o zaman

kalbini bana vereceksin...-

-Ve o zaman kalbimi sen alacaksın!..-

Ve genç şair bir ay şehrin etrafındaki ormanları dolaştı, ki

orada yerlere kadar uzanan dalların pembe dudaklı çapkın gelinciklerden,

sarışın ve hayalci papatyalardan aldığı gürültüsüz

öpücüklere, yalnız sinsi sinsi yürüyen yabankedileriyle, daima

koşan ürkek karacalar mani oluyorlardı.

Ve bir ay geniş nehirlerin üzerinde kayıkla dolaştı ki, orada,

boyalı teknelerinde ağlarını temizleyen ihtiyarlar, tatlı sesli

su perilerinin toy balıkçıları bataklık sazlarının içine nasıl

çektiklerine dair acıklı türküler söylüyorlar; ve geceleri küçük

balıklar, ayın nehre avuç avuç serptiği gümüş kırıntılarını toplamak

için, suyun üstünde sıçrıyorlardı.

Ve bir ay, geceleri şehrin içinde gezerek, birbirinin göğsünde

uyuyan çiftleri, sokaklarda bir tek gölge halinde dolaşan

sevdalıları gördü. Korulardaki sık ağaçların altını ve alçak duvarlı

bahçelerde ay ışığının giremediği karanlık köşeleri gözetleyerek

sonsuz veda monologlarını veya kıskanç aşıkların yeis

dolu şikayetlerini dinledi.

Ve üç ay sonra, gümüş bir kalemle gümüş ciltli bir deftere

geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.

Fakat bu defter, zehirli dikenlerle yazılmış gibi acı satırları

taşıyan bir cevapla geri geldi. Genç kız:

-Heyhat, zavallı şairim- diyordu, -şiirlerin ihtiyar ve zengin

çiftlik sahibinin kızını ağlatacak ve valinin mağrur yeğenine

önünde diz çöktürecek kadar güzeldir. Sokaktan geçtiğin zaman

kadınlar pencerelerden eskisinden daha çok sarkacaklar,

ihtimal minimini ipek mendillerini de -tabii dalgınlıkla- ayaklarının

dibine düşüreceklerdir. Fakat bütün bunlar beni sana

yaklaştırmaya kafi değil..

Gerçi gördüğün ve yazdığın şeyler fevkaladedir. Lakin ben

de seninle beraber olsaydım onları aynı şekilde görecek değil

miydim? Hangi şey bana bilmediklerimden bahsetti? Belki şiirlerin

bizzat hayat kadar tesirli ve tatlı yazılmıştı, saf ve iyilikle

doluydular; fakat söyle, Horatius senden kat kat tesirli ve tatlı

değil miydi? Vergilius, ilahi Vergilius kadar temiz ve hayır isteyici

olmak elinden geliyor mu?-

Genç şair tükenmez hıçkırıklarla minderlerin üstüne atıldı.

Yüzükoyun kapanarak ağlıyor, ağlıyordu. Hayatlarında hiç

sevmemiş olanların tahayyül edemeyecekleri bir acı onu boğuyor;

sanki gür alevli bir meşale göğsünün içerisinde dolaşarak

kaburgalarını yalıyormuş gibi kıvranıyordu.

Kendisini tutmak isteyerek, beyaz dişlerini mor kadife yastıklara

geçirdi... Göğsünü saran bir sesle kesik kesik: -Yazacağım

sevgilim- dedi, -sana istediklerini yazacağım!..-

Ve genç şair altı ay memleketin bütün büyük filozoflarını,

şairlerini dolaştı. Şehrin birinde, uzun siyah sakallı, tepeleri

çıplak filozoflar, eskimiş cübbelerinin geniş kollarını sallayarak

ona Aristoteles'ten, Epikür'den veya İbni Rüşt'ten bahsettiler.

--------------------

Ve gözlerinde, başka bir aleme bakmaktan doğan, hürmete

layık bir mahmurlukla -ki genç şair bunu evvela açlıktan zannetmişti-

ruhun ölmezliğinden ve değişmelerinden; fani olan

eşyanın ebedi olan hayata ve fani olan hayatın ebedi olan eşyaya

karşı vaziyetlerinden ve -kendilerinin buldukları- ebedi hakikate

varmak felsefesinden; ezeli ve felsefi hayatın lezzet ve

feragatiyle dünya hayatının ve zevklerinin süfliliğinden -ta belediye

reisinin verdiği mükellef ziyafete geç kalmamak için bu

asil konuşmayı kesinceye kadar- coşkunca bahsettiler.

 

Ve diğer bir şehirde, gür beyaz kaşlı, damarlı elli meşhur

biyoloji alimleri genç şaire karıncaların öğleden sonraki yaşayışları

hakkında yeni nazariye ve tahminleri ihtiva eden yirmi

muazzam ciltlik kitaplarını hediye ettiler.

 

Ve çalımsız bir evde, şatafatsız bir masanın başında toplanan

beyaz ve nazik elli, ince yüzlü, parlak ve uzun saçlı, sihirli

sözlü şairler, -muhayyilenin genişlemesine pek ziyade yardım

eden- bir kağıt oyunuyla meşgul olurlarken şiirden, sanattan

ve bilhassa estetikten bahsettiler. Ve ona daha fazla alaka göstermek

isteyerek önlerindeki küçük para kümesini bitiriveren

bu kamil ölmezlerden bazıları, eve hülyalı bir loşluk veren sönük

kandilin ışığında, derin ve binbir renkli şiirlerini okudular.

 

Ve keskin kokulu portakal bahçelerinde, erguvan renkli

güller arasında, ay ışığının renklerini aksettiren firuze yüzükler,

opal taşından küpelerle dolaşan va küçük bir kuşa benzeyen

başlarını şairin ipek harmanisinin arasına saklayan sevgilileri

veya büyük bir gece şenliğine Lahur şalından sarıkları, zebercet

saplı asalarıyla, gümüş bilezikli zenci köleler arasında

gelen ve Firdevsi'yi imrendirecek ilahi cenk kasidelerini gülümseyerek

dinleyen uzun bıyıklı, heybetli sultanları onun taze

muhayyilesinde yaşattılar.

 

Ve genç şair altı ay memleketin velut (Doğurgan, çok eser veren)

ve bakir sanatkarları arasında seyahat etti. Köyün birinde, geniş

yapraklı çınarların altında, rutubet kokan hasırlara oturarak,

tepelerindeki saçları kazınmış buruşuk yüzlü ihtiyar saz şairlerini

dinledi. Ve onlar buna öyle kahramanları terennüm ettiler ki, zürafalar

gibi koşan beyaz atlarıyla bir akbaba sürüsü halinde şehre iniyorlar ve

korkudan ovalara kaçan ahali arasından ince vücutlu, pembe

topuklu kızları beygirlerinin üstüne alarak kaçırıyorlardı.

 

Ve öyle babayiğitlerden bahsettiler ki, ormanlarda bir kaplan

gibi hüküm sürüyorlar ve kendilerine uykuda baskın veren

yirmi tane düşmana, hiçbir silahın işlemediği dev gibi vücutlarıyla

saldırarak onları sansarın önündeki civcivler gibi dağıtıyorlardı.

 

Ve başka bir köyde, deniz kenarındaki isli bir kayıkçı kahvesinde

küçük boylu, seyrek bıyıklı bir aşık, elindeki minimini

kemençeyle binbir türlü korkunç ve hayret verici deniz maceralarını

haykırıyordu.

 

Ve genç şairin gözünün önünde, tek yelkenli bir taka ile

muazzam kalyonlara hücum eden, sahildeki kasabaları dehşet

içinde bırakan iri palalı, çıplak kollu kabadayılar; veya alçak

küpeşteli alamanalar (büyük kayık), aykırıseren cırnıklarla açık denizlere

uzanarak mücevher ve esir yüklü tüccar gemilerini soyan gözü

yılmaz korsanlar geçit resmi yapıyorlardı.

 

Ve o, bu basit çalgıların belki cırıltıdan fark edilemeyecek

olan nağmelerinde herhalde derin bir şeyler bulunması lazım

geldiğini hissediyordu.

 

Ve genç şair altı ay memleketin bütün şehirlerini dolaştı ve

orada ağlayanları ve gülenleri gördü.

 

Büyük bir konağın geniş salonunda raks ve kahkahadan

yorulup terleyenler serin şerbetlere, buzlu yemişlere koşarlarken,

kristal pencerelerden dışarı süzülen ışıkta, soğuktan donan

ayaklarını avuç avuç karla ovmaya çalışan ihtiyarları gördü.

 

Kucağında taşıdığı aç çocuğu yaşatmak için sarhoşların arkasından

koşan kadınları; ve karnında taşıdığı günahsız çocuğu

öldürmek için hekimlerin cebine beyaz alevli inci salkımları

koyan kadınları gördü.

 

Kardan ve rüzgardan koruyan bir dükkan kepengi altında

başını bir köpeğin sırtına dayayarak uyuyanları ve güzel ısınmış

odalarda, Çin ipeği örtülü yataklarda, nakris (Nikris olmalı. Halk

arasında damla hastalığı denir. Parmaklarda, topuklarda, eklem

yerlerinde olur. Tıpta gut adıyla geçer.) ağrılarıyla kıvranarak

uyuyamayanları gördü.

 

Aptalların tahakkümüne, günahsızların cezalanmasına; faziletin

susmasına ve ihtirasların gürültüsüne, hikmet ehlinin

tahrik edildiğine ve nadanların alkışlandığına şahit oldu.

 

Ve tam bir buçuk sene sonra, altın bir kalemle altın ciltli bir

deftere geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.

 

..

 

Fakat bu defter, bir Arap hançeriyle yazılmış gibi keskin

satırları taşıyan bir cevapla geri geldi.

 

-Hayret, ey genç şair!- diyordu, -Öyle güzel şeyler yazıyorsun

ki, yüzyıllardan beri sahipsiz duran sanatkarlık tacı senin

başını süslemek için herhalde acele edecektir. Ve hükümdarlar,

sana bitip tükenmez şereflerin erguvan renkli maşlahını

giydirmek için saraylarının geniş bahçelerinde muhteşem ziyafetler

hazırlayacaklardır.

 

Halbuki ben gene senden uzak kalacağım...

 

Felsefelerini, ey şair, en ele avuca sığmaz kafaları bağlayacak

kadar kuvvetli ve güzel laflarla dolu olan felsefelerini senden

evvel Eflatun ve daha birçokları kandırıcı bir belagatle ve

fazlasıyla tekrar etmediler mi?

 

Kabadayılık ve savaş destanların o kadar tesirlidir ki,

Çin'in hiç durmadan uyuyan afyonkeşleriyle, Hind'in yıllardan

beri kımıldamayan fakirlerini, Priyamus'un kahraman milleti

veya Rüstem'in korkusuz arkadaşları gibi azgın dövüşlere, şanlı

yiğitliklere sürükleyebilir.

 

Fakat bu yolda Homeros'un senden daha coşkun, Firdevsi'nin

daha usta olduğunu inkar edebilir misin?

 

Gezdiğin yabancı yerlerin büyüleyici kokusunu ruhlarımıza

benzersiz bir ustalıkla üflüyorsun, fakat şüphesiz Byron da

seyahatlerini anlatırken güzellik ve ustalıkta senden daha aşağı

değildi.-

 

Ve genç şair ipek minderlere ateş gibi gözyaşları dökerek

düştü. O kadar çok seviyordu ve şimdiki ıstırabı o kadar büyüktü

ki artık hiçbir şey onu yatıştıramaz sanılırdı. Evvela iki

yumruğunu dişleriyle ısırarak ve ayaklarının ucuyla kadife sediri

parçalayarak hıçkırıyordu. Fakat biraz sonra birdenbire fırladı;

susmuştu. Gözlerinde yaş yerine alelacayip bir parıltı vardı.

Yavaş yavaş loş bir karanlığa dalan odaya alnından, gerilen

ve birdenbire daha genişlemiş görünen alnından, beyazımtırak

bir ışık yayılıyordu. Odanın aynı koyu lacivert tülle örtülmeye

başlayan renkli eşyası ortasında fildişinden bir Buda heykeline

benzeyen vücudu gittikçe büyüyor ve uzuyor gibiydi.

 

Geriye atılmış başından lülelerle saçlar çıplak omuzlarına

dökülüyor, bir şeyi kucaklamak ister gibi yumuşak bir hareketle

ileri ve biraz yukarı uzanan kolları bir mayıs gecesindeki hilali

andırıyordu. Gökyüzünün en uzak yerindeki birer yıldız gibi

kırpışan gözlerinin önünde kapkaranlık bir saha uzanıyordu:

Siyah, gözleri kamaştıracak kadar siyah bir boşluk... Ve bunun

ortasında ince bir yol vardı, kendi gözlerinden çıkan ve uzak,

görünmez yerleri dolaştıktan sonra yine oraya dönen ince, adeta

bir bıçakla çizilmiş gibi keskin ve beyaz bir yol, bir çizgi...

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ve gözlerinde, başka bir aleme bakmaktan doğan, hürmete

layık bir mahmurlukla -ki genç şair bunu evvela açlıktan zannetmişti-

ruhun ölmezliğinden ve değişmelerinden; fani olan

eşyanın ebedi olan hayata ve fani olan hayatın ebedi olan eşyaya

karşı vaziyetlerinden ve -kendilerinin buldukları- ebedi hakikate

varmak felsefesinden; ezeli ve felsefi hayatın lezzet ve

feragatiyle dünya hayatının ve zevklerinin süfliliğinden -ta belediye

reisinin verdiği mükellef ziyafete geç kalmamak için bu

asil konuşmayı kesinceye kadar- coşkunca bahsettiler.

 

Ve diğer bir şehirde, gür beyaz kaşlı, damarlı elli meşhur

biyoloji alimleri genç şaire karıncaların öğleden sonraki yaşayışları

hakkında yeni nazariye ve tahminleri ihtiva eden yirmi

muazzam ciltlik kitaplarını hediye ettiler.

 

Ve çalımsız bir evde, şatafatsız bir masanın başında toplanan

beyaz ve nazik elli, ince yüzlü, parlak ve uzun saçlı, sihirli

sözlü şairler, -muhayyilenin genişlemesine pek ziyade yardım

eden- bir kağıt oyunuyla meşgul olurlarken şiirden, sanattan

ve bilhassa estetikten bahsettiler. Ve ona daha fazla alaka göstermek

isteyerek önlerindeki küçük para kümesini bitiriveren

bu kamil ölmezlerden bazıları, eve hülyalı bir loşluk veren sönük

kandilin ışığında, derin ve binbir renkli şiirlerini okudular.

 

Ve keskin kokulu portakal bahçelerinde, erguvan renkli

güller arasında, ay ışığının renklerini aksettiren firuze yüzükler,

opal taşından küpelerle dolaşan va küçük bir kuşa benzeyen

başlarını şairin ipek harmanisinin arasına saklayan sevgilileri

veya büyük bir gece şenliğine Lahur şalından sarıkları, zebercet

saplı asalarıyla, gümüş bilezikli zenci köleler arasında

gelen ve Firdevsi'yi imrendirecek ilahi cenk kasidelerini gülümseyerek

dinleyen uzun bıyıklı, heybetli sultanları onun taze

muhayyilesinde yaşattılar.

 

Ve genç şair altı ay memleketin velut (Doğurgan, çok eser veren)

ve bakir sanatkarları arasında seyahat etti. Köyün birinde, geniş

yapraklı çınarların altında, rutubet kokan hasırlara oturarak,

tepelerindeki saçları kazınmış buruşuk yüzlü ihtiyar saz şairlerini

dinledi. Ve onlar buna öyle kahramanları terennüm ettiler ki, zürafalar

gibi koşan beyaz atlarıyla bir akbaba sürüsü halinde şehre iniyorlar ve

korkudan ovalara kaçan ahali arasından ince vücutlu, pembe

topuklu kızları beygirlerinin üstüne alarak kaçırıyorlardı.

 

Ve öyle babayiğitlerden bahsettiler ki, ormanlarda bir kaplan

gibi hüküm sürüyorlar ve kendilerine uykuda baskın veren

yirmi tane düşmana, hiçbir silahın işlemediği dev gibi vücutlarıyla

saldırarak onları sansarın önündeki civcivler gibi dağıtıyorlardı.

 

Ve başka bir köyde, deniz kenarındaki isli bir kayıkçı kahvesinde

küçük boylu, seyrek bıyıklı bir aşık, elindeki minimini

kemençeyle binbir türlü korkunç ve hayret verici deniz maceralarını

haykırıyordu.

 

Ve genç şairin gözünün önünde, tek yelkenli bir taka ile

muazzam kalyonlara hücum eden, sahildeki kasabaları dehşet

içinde bırakan iri palalı, çıplak kollu kabadayılar; veya alçak

küpeşteli alamanalar (büyük kayık), aykırıseren cırnıklarla açık denizlere

uzanarak mücevher ve esir yüklü tüccar gemilerini soyan gözü

yılmaz korsanlar geçit resmi yapıyorlardı.

 

Ve o, bu basit çalgıların belki cırıltıdan fark edilemeyecek

olan nağmelerinde herhalde derin bir şeyler bulunması lazım

geldiğini hissediyordu.

 

Ve genç şair altı ay memleketin bütün şehirlerini dolaştı ve

orada ağlayanları ve gülenleri gördü.

 

Büyük bir konağın geniş salonunda raks ve kahkahadan

yorulup terleyenler serin şerbetlere, buzlu yemişlere koşarlarken,

kristal pencerelerden dışarı süzülen ışıkta, soğuktan donan

ayaklarını avuç avuç karla ovmaya çalışan ihtiyarları gördü.

 

Kucağında taşıdığı aç çocuğu yaşatmak için sarhoşların arkasından

koşan kadınları; ve karnında taşıdığı günahsız çocuğu

öldürmek için hekimlerin cebine beyaz alevli inci salkımları

koyan kadınları gördü.

 

Kardan ve rüzgardan koruyan bir dükkan kepengi altında

başını bir köpeğin sırtına dayayarak uyuyanları ve güzel ısınmış

odalarda, Çin ipeği örtülü yataklarda, nakris (Nikris olmalı. Halk

arasında damla hastalığı denir. Parmaklarda, topuklarda, eklem

yerlerinde olur. Tıpta gut adıyla geçer.) ağrılarıyla kıvranarak

uyuyamayanları gördü.

 

Aptalların tahakkümüne, günahsızların cezalanmasına; faziletin

susmasına ve ihtirasların gürültüsüne, hikmet ehlinin

tahrik edildiğine ve nadanların alkışlandığına şahit oldu.

 

Ve tam bir buçuk sene sonra, altın bir kalemle altın ciltli bir

deftere geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.

 

..

 

Fakat bu defter, bir Arap hançeriyle yazılmış gibi keskin

satırları taşıyan bir cevapla geri geldi.

 

-Hayret, ey genç şair!- diyordu, -Öyle güzel şeyler yazıyorsun

ki, yüzyıllardan beri sahipsiz duran sanatkarlık tacı senin

başını süslemek için herhalde acele edecektir. Ve hükümdarlar,

sana bitip tükenmez şereflerin erguvan renkli maşlahını

giydirmek için saraylarının geniş bahçelerinde muhteşem ziyafetler

hazırlayacaklardır.

 

Halbuki ben gene senden uzak kalacağım...

 

Felsefelerini, ey şair, en ele avuca sığmaz kafaları bağlayacak

kadar kuvvetli ve güzel laflarla dolu olan felsefelerini senden

evvel Eflatun ve daha birçokları kandırıcı bir belagatle ve

fazlasıyla tekrar etmediler mi?

 

Kabadayılık ve savaş destanların o kadar tesirlidir ki,

Çin'in hiç durmadan uyuyan afyonkeşleriyle, Hind'in yıllardan

beri kımıldamayan fakirlerini, Priyamus'un kahraman milleti

veya Rüstem'in korkusuz arkadaşları gibi azgın dövüşlere, şanlı

yiğitliklere sürükleyebilir.

 

Fakat bu yolda Homeros'un senden daha coşkun, Firdevsi'nin

daha usta olduğunu inkar edebilir misin?

 

Gezdiğin yabancı yerlerin büyüleyici kokusunu ruhlarımıza

benzersiz bir ustalıkla üflüyorsun, fakat şüphesiz Byron da

seyahatlerini anlatırken güzellik ve ustalıkta senden daha aşağı

değildi.-

 

Ve genç şair ipek minderlere ateş gibi gözyaşları dökerek

düştü. O kadar çok seviyordu ve şimdiki ıstırabı o kadar büyüktü

ki artık hiçbir şey onu yatıştıramaz sanılırdı. Evvela iki

yumruğunu dişleriyle ısırarak ve ayaklarının ucuyla kadife sediri

parçalayarak hıçkırıyordu. Fakat biraz sonra birdenbire fırladı;

susmuştu. Gözlerinde yaş yerine alelacayip bir parıltı vardı.

Yavaş yavaş loş bir karanlığa dalan odaya alnından, gerilen

ve birdenbire daha genişlemiş görünen alnından, beyazımtırak

bir ışık yayılıyordu. Odanın aynı koyu lacivert tülle örtülmeye

başlayan renkli eşyası ortasında fildişinden bir Buda heykeline

benzeyen vücudu gittikçe büyüyor ve uzuyor gibiydi.

 

Geriye atılmış başından lülelerle saçlar çıplak omuzlarına

dökülüyor, bir şeyi kucaklamak ister gibi yumuşak bir hareketle

ileri ve biraz yukarı uzanan kolları bir mayıs gecesindeki hilali

andırıyordu. Gökyüzünün en uzak yerindeki birer yıldız gibi

kırpışan gözlerinin önünde kapkaranlık bir saha uzanıyordu:

Siyah, gözleri kamaştıracak kadar siyah bir boşluk... Ve bunun

ortasında ince bir yol vardı, kendi gözlerinden çıkan ve uzak,

görünmez yerleri dolaştıktan sonra yine oraya dönen ince, adeta

bir bıçakla çizilmiş gibi keskin ve beyaz bir yol, bir çizgi...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ve anladı ki, ihtişam ve büyüklüğe, gizli hakikatlere ve ölmez

güzelliğe giden yol bu...

 

Oraya koşmak ister gibi atılırken, üzerlerindeki gözyaşı hala

kurumayan yastıklara düştü.

 

..

 

Ve genç şair tam iki sene hiçbir insanın giremediği hudutsuz

kum çöllerinde dolaştı.

 

Ayrı, her şeyden, herkesten ayrı ve uzak kalmak, yalnız

kendisini dinlemek, yalnız kendi düşünebileceği gibi düşünmek

istiyordu. Sakız gibi çiğnenmiş güzelliklerden, bir dua kadar

çok tekrar edilmiş yeni fikirlerden eser bulunmayan bu

çölde hiçlik ve... güzellik hüküm sürüyordu: Ne canlı kumları

güneşin ve ayın bakışlarından saklayan münasebetsiz bir ağaç,

ne durmadan sızan bir yara gibi etrafını kirleten bir su, ne de

üzerinde şairlerin zevzeklik edebilecekleri bir çiçek görülüyordu.

 

Ve işte burası güzeldi.

 

Çünkü burada yalnız güneş, ay ve kum vardı... Bir de rüzgar.

 

Ve bunlar büyük, güzel ve sarihtiler (açık, belli, belirgin).

 

Evet, büyüklüklerine rağmen sarih... Ne bir nebattaki karmakarışık,

anlaşılmaz değişmeler, ne bir hayvandaki içinden çıkılmaz

ve dehşetli yaşayış hareketleri, ne bir dimağdaki kökü

bilinmez hisler ve düşünceler... Burada insan ruhunun en çok

susadığı ve muhtaç olduğu bir vuzuh (açıklık) vardı ve bunu şairin

vücudundan başka hiçbir şey bozamıyordu.

 

Bu vuzuh, korkunç bir karışıklığın görmek kudretinden

mahrum olan gözlerimizdeki tecellisi de olabilirdi, buna rağmen

herhangi çelimsiz bir mahlukun mütecessis (meraklı) kafalarımızda

sıraladığı mızmız sorguları tekrar etmiyorlardı.

 

Ve o, zihni hiçbir sorgu çengeline takılmadan düşünebiliyordu.

İşte böylece bu mutlak güzelliğin içinde yıkandı, yıkandı...

Geceleri ayın ışığı altında insana kımıldıyormuş gibi gelen

kumlara yüzükoyun yatarak başını bu minimini zerrelere gömüyor

ve onlar, her nefes alışında ağzına, burnuna dolmak isterlerken,

o gözlerini içine çevirerek kendine bakıyordu. Anlıyordu

ki yazılacak şeyler, güzel ve hakiki şeyler yalnız orada

var...

 

Fakat o burada maddi elemlerin en acılarını tattı. Çünkü

gündüzün çöl bir maden eritme ocağına dönerdi. Birer kıvılcım

olam kumlar, derisini yırtarlar, güneşten su halinde akan alevler

sırtını yalar ve ensesini delerek beynine kadar dökülürlerdi.

 

Ara sıra bir hurma ağacı aramak ve su tulumunu doldurmak

için çölün kimsesizliğinden ayrılırken -ki nihayet o da bir

insandı ve yaşamaya mecburdu- ayaklarının altında kımıldayan,

kayan ve çöken bir zemin hissederdi. Ve bazan dizleri dermansızlıktan

kırılarak bu dikenli yatağa uzanır ve midesinin

dimağına kalkıp ilerlemek, uzuvlarına böylece uzanıp kalmak

için verdiği birbirine zıt emirlerin feci mücadelesine şahit olurdu.

 

Fakat o bunların bağırmalarını susturduktan sonra yine çöle

büyüklük ve tenhalık ülkesine dönmekte acele ederdi.

 

Hiçbir zaman susmayı bilmeyen kalbi hemen her gün sevgilisini,

evini, bütün bıraktığı yerleri yavaş fakat keskin bir sesle

fısıldar ve o, göğsünün içinde birbirine muvazi (paralel) birçok

bıçakların hep beraber hareket ettiklerini hissederdi.

 

Fakat iki sene sonra, sertleşen ve kararan bir deri, gözlerinin

kenarında derinleşen çizgilerle burayı terk ettiği zaman,

büyüklük ve güzelliği, acıyı ve hasreti yüz yüze tanıyordu.

 

Ve genç şair iki sene engin denizleri ve şimalin buz sahralarını

dolaştı.

 

Deniz... İşte bu da muazzam ve nefis bir şeydi... Kendisini

gezdiren geminin güvertesine uzanarak uzaklara, ta uzaklara

bakar ve kesik kesik nefes alan sulardan başka hiçbir şey görmezdi.

 

Çöl ve deniz hemen hemen aynı şeylerdi: Her ikisinde de

aynı büyüklük, aynı ağırbaşlı sessizlik veya aynı heybetli ve

derin bağırmalar... Ve denizde de, küçük, minimini, sinirlendirici

teferruat yoktu. İnsan orada yalnız renkten renge giren su

damlaları ve devlere benzeyen bir mahlukun yavruları gibi birbirleriyle

oynaşan hoyrat dalgalar görebilirdi... Sonra bitmez

tükenmez bir genişlikle karanlık ve sıkı bir derinlik... Ve bütün

bunlar onu manasız bir tecessüse değil, düşünmeye sevk ederlerdi.

 

Ve sonra buz sahraları...

 

Beyaz, temiz, günlerce uzanan bu yerlerde, gösterişsiz bir

kibarlık ve incelik vardı. Sade, şatafatsız, fakat güzel ve tatlı olmanın

sırrını ancak bu şekilsiz kar tepeleri keşfedebilmişlerdi.

 

Her şeyi hayattan uzaklaştıran, hiçbir zaman yenilmeyen

dehşetli bir kudretleri olduğu halde, mütevazı ve kibardılar. Ne

gururdan doğan bir süs, ne kendini beğenmeyi gösteren bir ses...

 

Ve işte genç şair fırtınalı denizlerden, soğuk buz sahralarından

ayrılırken, dünya hudutlarını aşan bir genişlik ve derinliği,

necip (temiz, soylu) kalplere mahsus olan bir kibarlığı ve esaslı

kıymetlerin bir tek elbisesi olan tevazuu içinde taşıyordu...

 

Ve genç şair iki sene dünyayı rastgele dolaştı. Bu sefer gördüğü

şeyler onu hayretten hayrete düşürüyordu. Halbuki değişen

hiçbir şey değil, sadece kendi görüşüydü.

 

Evvelce fazilet diye baktığı şeylerin birer merasim ve gösterişten

ibaret olduğunu ve asıl iyiliğe yalnız ahlak münakaşalarında

veya akıllı nasihatlarda rastlanabildiğini, namuslu olabilmek

için başkalarının namusuna dil uzatmanın, kirlenmeden

yükselebilmek için temiz alınlara basarak çıkmanın yeter olduğunu

ve daha buna benzer birçok şeyleri gördükçe şaşkınlığı

büsbütün artıyordu. Fakat o, böylece ahmaklık ve aciz isimli

mahluklarla, bunların çocukları, küstahlık ve riya adlı iki zavallıyı

tanımış oldu.

 

Ve ayrılırken kalbinde yalnız ufuksuz bir merhamet, yeis

veya hiddeti manasız bulan bir rikkat (yufkalık, incelik)

hissetti...

 

İşte genç şair şaheserini bilinmeyen ve bulunmayan kumaşlardan

dokumak için yaptığı bu seyahatten dönüşünde,

içinde Allahla boy ölçüşen bir kuvvet kımıldıyordu. Çünkü

şimdiye kadar yazanların ancak var olduğunu bildirdikleri şeye

o bizzat erişmişti.

 

Üç ay uğraşarak derin manalı, renkli kelimelerden bir elbise

giydirdiği şaheserinin her sahifesi onun çölde kavrulan ve

kutuplarda gerilen muzdarip derisinin bir parçasıydı ve bir sevinci

bağırmak, bir elemi ağlamak veya bulutlardan yüksek bir

fikre ulaşmak için durmadan kımıldayan satırlar coşkun sinirlerinden

örülmüştü. Ve o bu satırlardaki kelimeleri -vakit vakit

bir sabah yıldızının belirsiz ışığı gibi ince, felaketin gözleri kadar

keskin, yalanın dudakları kadar yumuşak ve bir çocuk rüyası

kadar tatlı sesler veren kelimeleri- gözlerinin kenarındaki

derin çizgilerden işledi.

 

Lazım gelen yüksek ve temiz asilliği eserine büsbütün verebilmek

için de, onu yazdığı müddetçe insanların arasına karışmadı.

Ve siyah bir kalemle, siyah meşin ciltli bir deftere yazdığı

şiirleri sevgilisine yolladı...

 

..

 

Bu sefer genç kız, gözlerinde gurur ve hayretin parıltısı,

hareketlerinde hasret ve isteğin acelesi olduğu halde bizzat geldi.

Boynuna atılarak onu öptükten sonra böyle haykırdı:

 

-Genç şair, genç şair, ey benim sevgilim! Artık hiç... hiç

kimse seni aşamayacak; sen peygamberleri gıptaya düşürecek

şeyleri yarattın, sen insanları yaşamaya veya öldürmeye sürükleyebilecek

şeyleri yazdın. Güneş senden daha sıcak, gökyüzü

daha geniş, ilkbahar rüzgarları daha canayakın değildir.

 

Ve sen bunları yalnız benim için yaptın.

 

Ey genç şair, ey benim sevgilim!

 

Artık hiçbir kadının benimle bir olmadığını hissediyorum.

Artık Leyla benim yanımda minimini ve Jülyet pek zavallıdır,

ben Beatrice'ye bile gururla bakıyorum ve bundan sonra Süleyman'ın

sevgilileri de benimle boy ölçüşemeyeceklerdir. Ebediliğe

senin kolların arasında süzüleceğim sevgilim ve yüksekte,

en yüksekte uçacağız.

 

Ey sevgilim, yalnız benim sevgilim!

 

Şimdiye kadar hep sana koşmak için çırpındığı halde yenilmez

bir gururun emirlerini dinlemeye mecbur olan kalbim bak,

içindekileri anlatmak için acele ediyor. O gururum ki, fanilerden

birine meyli olduğu için gönlümü bir ısırgan demeti gibi

dalamıştı, şimdi sana bunları söylemekte bir haz buluyor.

 

-Mademki uzun senelerin hasreti içimizde yaramaz bir çocuk

gibi tepinmektedir, gel, birbirimizin olalım ve sen bana aşkın

da ebedilik kadar tatlı ve güzel olduğunu anlat... Gel, beni

kollarının arasında sık...-

 

Fakat genç şair onu kollarının arasında sıkmadı.. Çünkü

hiçbir şey işitmemişti.

 

Sevgilisinin, sedirlerden birinin üzerine bıraktığı şaheseri

parmaklarıyla karıştırırken sihirli satırlar onun gözlerini, elinde

olmayarak, çekmişler ve o, derin bir hayret içinde kendinden

geçerek, bunları okumaya başlamıştı.

 

Yarattıkları o kadar güzeldi ve şairi o kadar kuvvetle çekiyorlardı

ki, sevgilisinin: -Beni işitmedin mi şair!- diye bağırdığını bile duymadı.

 

Ve ancak genç kız onu omuzlarından yakalayınca kendine

geldi. Kızın gözleri, kafasının içindeki herhangi bir ateşten kaçarak

dışarı fırlamak isitiyormuş gibi yanıyordu. Dudakları titreyerek

tekrar etti:

 

-Beni dinlemedin mi şair? Sana söylediklerimi işitmedin mi?-

 

 

-Ne söyledin sevgilim?- diye cevap verdi, -Beni affet, biliyorum

ki tamiri kabil olmayan bir şey yaptım. Ama bunun sebebi

senin için yazdıklarımın yine sana benzeyen güzellikleriydi.

Aşkın sesinden uzak kalan kalpleri hasretin ne hallere koyduğundan

bahseden satırlarım, beni seslerin en canayakınını

dinlemekten alıkoydu. Tekrar et sevgilim, söylediklerini benim

için tekrar et...-

 

Genç kız biraz düşündü. Yüzü beyaz, bir kuğunun tüyleri

kadar beyaz olmuştu. Başını ağır ağır kaldırarak sordu:

 

-Hiç, hiçbir şey duymadın mı?-

 

-Hiçbir şey sevgilim, fakat tekrar et-'

 

O zaman boğuk ve yeisini örtmek isteyen bir sesle tekrar

başladı:

 

-Kitabını okudum genç şair, yalnız harikuladeliklerle, yalnız

insanı saran güzelliklerle doluydu. Ve senin herkes gibi olmadığını

haykırıyordu.

 

Senden daha fazla uzak kalmak istemem ey şair!..-

 

Burada dudaklarını yakıcı bir gülüşle ısırdı; gözleri, donuk

ve karanlık, şaire dikildiler, dimdik baktılar. O bir kadın, baştan

aşağı bir kadındı... Dişlerini sıktı, onların arasından, keskin,

ağır bir sesle:

 

-Yalnız...- dedi, -Yalnız bu kitap dehanı ve kudretini bana

gösterdikten sonra aramızda lüzumsuz olmaya başlıyor... Ve

görüyorum ki o seni hemen hemen benim kadar alakadar edecek...

 

Hiç buna imkan var mı şair? Senin kafanda, ruhunda, hatta

en ufak bir hüceyrende (hücrende) bile benden başkasının yer almasına

tahammül edebilir miyim?

 

Şu halde büsbütün senin olmam için bu engelin ortadan

kalkması lazım. Ve sen benim için yazdığın bu kitabı yine benim

için yok etmekte eminim ki tereddüt etmeyeceksin, hatta

bunu ben yapacağım.-

 

Ve genç şairin elinden çekip aldığı şaheseri, orada, mercan

alevlerle yanan ocağa fırlattı.

 

Ve bir feryat, duvarları sarsan, havayı karıştıran, yüzyıllık

ağaçların fırtınada devrildikleri zaman yaptıkları gürültüye, ormana

bir yıldırım düştüğü zaman vahşi hayvanların kopardıkları

çığlıklara, ateş saçan bir yanardağın geniş çatlaklarından

fırlayan boğuk ve yırtıcı ıslıklara benzeyen bir feryat genç şairin

göğsünden fırladı...

 

Ve o, kendisini oraya, minimini alevlerin kitabın meşin cildini

ağlayışlı bir çıtırtıyla büktükleri ocağa doğru attı.

 

Fakat genç kız daha evvel koşarak ocağın önünü vücuduyla

kapatmıştı. Vahşi bir gülüşle: -Çekil!- dedi.

 

Erkek, ki o zamana kadar gözlerinde sonsuz bir tatlılık ve

ilahilikten başka bir şey bulunmazdı ve hareketleri devamlı bir

çekingenliğin ağırlığını taşırdı, birdenbire buğulanan bakışlar,

pençe haline giren kollarla oraya hücum etti ve her iki ağızdan

birden fırladı: -Çekil!..- ve hiçbirisi çekilmedi...

 

O zaman aralarında öyle korkunç bir mücadele başladı ki,

köpüren ağızlardan feci soluklar ve hırıltılar çıkıyor, duvarlara

şiddetle çarpan kafalar orada kanlı saç demetleri bırakıyordu.

Birdenbire erkek, genç kızı -gittikçe artan dermansızlığına ve

erkeğin yüzünü parçalarken dökülen tırnaklarına rağmen vücudunu

ocağın önünden ayırmayan genç kızı- boğazından yakaladı;

kendininkilere korkunç bir sebatla bakan büyük ve kanlı

gözler hareketsiz kalıncaya kadar sıktı.

 

Sonra, kollarının arasında yavaş yavaş gevşeyen, kanla bulaşık

olmayan yerleri ezik bir sarılık alan vücudu yere bırakarak

ocağa eğildi, gittikçe hafifleyen alevlerin arasından meşin

kitabı aldı.

 

Kavrulan, şeklini kaybeden bu ateşten cildi açtığı zaman

yere ancak bir avuç mavimtırak kül döküldü... Ve bunu gören

şair oraya, boylu boyunca yatan ölünün üstüne -bir kadının

elinden kurtaramadığı şaheseriyle beraber- cansız yıkılıverdi...

 

1929

 

(Atsız Mecmua, s. 17, 25.09.1932)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Beni affet, biliyorum

ki tamiri kabil olmayan bir şey yaptım. Ama bunun sebebi

senin için yazdıklarımın yine sana benzeyen güzellikleriydi.

Aşkın sesinden uzak kalan kalpleri hasretin ne hallere koyduğundan

bahseden satırlarım, beni seslerin en canayakınını

dinlemekten alıkoydu. Tekrar et sevgilim, söylediklerini benim

için tekrar et...-

 

 

sabahattin ali, öldürülen, katledilmek istenen sonra da öykücülüğü hep övülen yazar...

 

emperyalizmin acizliğinin bir göstergesiydi ölümü... amabakın hala akıllarda kalıyor...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ali Baba dergisinde yayımladığı "Ne Zor Şeymiş" başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi"... Ne söylenebilirki

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...