schizophrana Oluşturma zamanı: Eylül 11, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Eylül 11, 2009 "Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle, mutlaka bu duygulara dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın en büyük hazinesidir, kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında. Kadın, hayatın anlamını verir. Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf değildir. Kadınlara bu konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor hep, görünüşe bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını anlamıyorlar." "İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor. Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile görülebilen temel bir hata." - Bana öyle geliyor ki, spot ışıklarından rahatsız oluyorsunuz. İnsanlarla temastan kaçınıyorsunuz. Mesela, sadece ara sıra röportaj veriyorsunuz. Evet, pek sosyal bir insan değilim. Şöhretin sunduğu avantajlardan yararlanan, gazetecilerle temasta bulunmaktan hoşlanan insanlar vardır. Ben bunları sevmiyorum. Şimdiye kadar gazetecilerle yaptığım söyleşilerden sonra yazılmış tek bir makale olmadı ki, beni tatmin etmiş olsun. Mesele bana övgüler düzülmemiş olması değil, yazılanların tartışılan, konuşulan şeyle ilgisinin olmaması. Şöhretim yüzünden birinin ilgisine mahzar olduğumu anlamak benim için bir yük. Beni sinirlendiriyor. - Sizi sinirlendiren şey ne? Cevaplaması zor. Biraraya gelip konuşan insanların ortak bir noktaları olmalı diye düşünüyorum, ki sohbet tek taraflı olarak kalmasın. Oysa hemen her gazeteci sorusunu yönelttiğinde cevaplarla değil, notlarıyla ilgileniyor. Sohbet onu etkilemiyor, yalnızca işi için anlamlı. Aynı şekilde bir sohbet arkadaşı olarak sinema seyircisi de beni sinirlendiriyor, benim hakkımdaki merakımdan ötürü. Kısacası bu tür sohbetler samimi değil, bu da beni küplere bindiriyor. İnsanlar sosyalleşiyorlar, ama karşılıklı, samimi bir ilgi yok; dolaylı bir yolla karşılaşıyorlar. - Siz samimi bir temas mı istiyorsunuz? Bana öyle geliyor ki herkes biraz bunu istiyor. Yaptığımız bir çok şeyde büyük bir samimiyetsizlik var, özellikle insan içine çıktığımızda yaptığımız şeylerde, bir sürü saçmalık, boşluk. Şahsen söylemeyi önemli bulduğum bir şey yoksa, bu tür sohbetlere bir anlam veremiyorum. Film yaptığım için de her şeyi eserlerimle söylemeye çalışıyorum. - Sohbetimizin temelinin bir hayli olumsuz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz bana? Hep böyle olmuştur. Bu konuda yapacak bir şey yok. Hem ne demek öyle olumsuz bir temel? Bir temelimiz yok. Sizin benimle söyleşi yapma dileğiniz, benim de bütün gücümle size direnme dileğim var yalnızca. - Bunu kuvvetle hissedebiliyorum. Bakalım sohbetimiz nasıl devam edecek. “Zekice bir cevap istiyorsan, zekice bir soru sor,” diyen Goethe’ydi yanılmıyorsam. - Sayın Tarkovski, eğer hiçbir ortak yanımız olmadığınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Size geldim, çünkü filmlerinizden ötürü kendimi size yakın hissettim. Bu söyleşi benim açımdan sizinle konuşabilmenin bahanesi yalnızca. İşte bunu bana kanıtlamanız gerekecek. - Umarım kanıtlayabilirim. Londra’ya sizin için geldim. Buradan bir makale çıkacak olması yalnızca tali bir sonuç, bu sohbetin peşi sıra gelen bir şey. Anlıyorum, her şeyi birbirine bağlamak istiyorsunuz. - Her şeyden önce şu var: Sizi görmek benim dileğimdi, isteğimdi. Sonra bunu yapabilmek için bütün o engellerle karşı karşıya kaldım. Ve maalesef hepsini aştınız. Diğer bütün gazeteciler gibi sizin de bu engellerle tökezleyeceğinizi ummuştum, ama buradasınız. Dinleyin, filmleriniz beni derinden etkiledi; şeylere bakışınız çok tanıdık, bir kadın olarak kendimi o filmlerde görememem dışında. Kadınlar filmlerinizde kesinlikle geleneksel bir rol oynuyorlar. Erkek dünyası egemen, daha doğrusu yalnızca erkek dünyası var. Erkeklerin bakış açısından kadın gizemli. Sevgi dolu; erkeği seviyor, bütün varoluşu erkekle olan ilşkisi etrafında dönüyor. Kadının kendine ait bir hayatı yok. Buna pek kafa yormadım; demek istediğim, kadının için dünyasını hiç düşünmedim. Kadının kendine ait bir dünyası olduğunu inkar etmek zor olur, ama bana öyle geliyor ki bu dünya kadının ilgili olduğu erkeğin dünyasına kuvvetle bağlı. Bu bakış açısına göre, tek başına kadın anormalliktir. Peki tek başına bir adam, bu normal midir? Tek başına olmayan bir adama göre daha normaldir. İşte bu yüzden kadın filmlerimde ya hiç yok ya da erkeğin gücü üzerinden yaratılıyor. Kadın yalnızca iki filmimde var, Ayna ile Solaris’te. O filmlerde de erkeğe bağlı olduğu belirgin. Kadının böyle bir rolü olduğuna itiraz mı ediyorsunuz? Söylediğiniz şeyi nasıl kabul edebilirim ki? Ben, kendi adıma, kendimi o rolde göremiyorum. Birlikte yaşadığınız erkeğin dünyasının, sizin dünyanıza bağlı olması gerektiği sonucuna mı vardınız peki? Hayır, öyle de değil. Ben kendi dünyamı korurum, o kendi dünyasını korur. Bu imkânsız. Siz kendi dünyanızı, o kendi dünyasını korursa ortak hiçbir şeyiniz olmaz. İç dünyanın ortak bir dünya haline gelmesi gerekir. Gelmezse eğer, ilişkinin bir geleceği olmaz, umutsuzdur, uyumsuzdur, ölmeye mâhkumdur. Bir kadının eş değiştirmesini tuhaf bulmaya meyilliyim. Mesele kaç eşi olduğu değil, ben ilkeyi düşünüyorum. Mesele şu ki, kadın bu evlilikleri bir hastalık gibi yaşar. Yani önce bir hastalığa düşer, sonra bir başka hastalığa, sonra bir başkasına, vs. Aşk öyle bütün bir duygudur ki, aldığı biçim ne olursa olsun tekrarlanamaz; bütünlüğü yüzünden tekrarlanamaz. Kadın bu duyguyu tekrarlayabilirse ona tümüyle anlamsız gelir. Bu kadın şanssız olmuş olabilir ya da kendi dünyasını korumaya çalışmış, kendi dünyasını daha önemli bulmuş, yabancı bir dünya içinde erimekten korkmuş olabilir. Bu durumda da ciddiye alınmayı bekleyemez ki. Anlıyor musunuz? Daha önce kendine ait bir dünyası olan bir kadınla tanışmadınız mı hiç? Böyle bir kadınla ilşki kuramam ki. Doğru anladıysam eğer, siz bir kadında erimezsiniz, öyle mi? Hayır, erimem. Buna ihtiyacım yok. Ben bir erkeğim. Ama sizin içinizde eriyen bir kadına ihtiyacınız var? Doğal olarak. Kadın kendini korumaya çalışırsa, ilişki soğuk olur. Ama bu sevgi içinde siz kendinizi koruyorsunuz. Ben erkeğim. Benim farklı bir doğam var. Kadın doğasını bildiğiniz gibi bir izlenime mi sahipsiniz? Sizin gibi, benim de kadın doğası hakkında bir fikrim var. Ama ben kendimi içerden, bir kadın olarak tanıyorum, çünkü bir kadınım. İnsanlar kendilerine toz kondurmazlar. Kendi dünyasını korumak isteyen bir kadın beni şaşırtıyor. Bana öyle geliyor ki kadının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının büyüklüğü buradadır. Böyle bir kadının önünde saygı ile eğilirim. Böyle vakalar biliyorum. Dünyada böyle vakaların kıtlığı çekilmiyor pek. Evet, büyük kadınlar. Kendi dünyasında ısrar edip de, büyüklüğünü kanıtlamış bir tek kadın bilmiyorum. Birini söyleyin. Karşınızda dilim tutuldu. Yani kadın yalnızca erkeğe duyduğu aşka var olma hakkına sahip, öyle mi? Ben öyle mi dedim? Kadın-erkek ilişkisi üzerine konuştuk yalnızca. Lafım ağzıma tıkılmadan bir şey ifade etmem de pek mümkün olmadı. Epey bir şey söylediniz, gayet iyi biliyorsunuz. Ben sadece, erkek ya da kadın, bir insanın, sevdiğinde kendine ait kapalı bir dünyası olmasının imkânsız olduğunu, bu dünyanın ötekinin dünyası ile karışıp tümüyle farklı bir şeye dönüştüğünü söyledim. Kadını bu ilişkiden azat ederseniz, ilişkiyi bozarsınız. Kadın ayağa kalkamaz, şöyle bir silkinip beş dakika sonra yeni bir hayata başlayamaz. Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle, mutlaka bu duygulara dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın en büyük hazinesidir, kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında. Kadın, hayatın anlamını verir. Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf değildir. Kadınlara bu konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor hep, görünüşe bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını anlamıyorlar. Kadın gerçekten severse çetele tutmaz, sizin sorduğunuz gibi sorular sormaz. Sizin neden bahsettiğinizi bile anlamaz. Neden bir başkasının, özellikle de bir kadının bütün sevgisini istiyorsunuz, merak ediyorum. Neden kendinizi aşka adayıp yapması gereken her neyse yapmayı kadına bırakamıyorsunuz? Bu da mümkün olabilir tabii. Ben kimseden belli bir davranış göstermesini istemiyorum. Ben yalnızca kadının, bütün manevi benliğini ifade edebilmesi için, içinde bulunduğumuz şu anda kendi dünyasında ısrar etmemesi gerektiğini düşünüyorum. Kadının bir kişilik olarak var olmayı bırakıp da yalnızca sizin üzerinizden yaşamasından ne bekliyorsunuz? Bu size neyi getiriyor? Onun iç dünyasını anlayabilir ve kendi dünyamı ona açabilirim. Kadın kendi dünyasında kalırsa birbirimizi hiç tanıyamayız. Kadının sizin bahsettiğiniz gibi erkeğe kendini tümden adaması, kadın adına büyük tehlike taşıyor. Kadın, erkek üzerinden yaşamayı tercih ederse, eli boş kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu eski, çok eski bir hikaye. Çok iyi bildiğim bir hikaye. Ben de aşk içinde eriyip gitmeye zaman zaman epeyce meyilli olurum. Şükürler olsun. Bununla gurur duyun. ‘Eriyip gitmeyi’ kadından beklediğimi de düşünmeyin. Maalesef ben kendim, bu aşk duygusunu nadiren yaşıyorum. Çok nadir oluyor, olduğunda da insan, kadın ya da erkek o kişiyi kıskanabilir ancak. Bundan bahsetmem, birinin kendisini adamasını beklediğim anlamına gelmiyor. Böyle şeyler istemek imkansızdır. Aşk kaba kuvvetle yürütülemez. Bu yüzden de benim bakış açımın kimseye bir zararı yok. Aşk ya olur ya olmaz, öyle mi? Evet, ya olur ya olmaz. Olmazsa hiçbir şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim. Doğal olarak tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir bencil olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var. Belki böylesi daha kolaydır. Bu tür ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat. Ve feminizm düzeyinde bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin anlamı yalnızca kadınların sosyal haklarını garanti altına almak değil. Gerçi bugün kadının sosyal durumu, eskiden olduğu kadar ağır değil, birkaç yıl içinde de denge sağlanacak. Tuhaf, çok tuhaf, bundan bahseden kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor, kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Bu beni hep hayrete düşürmüştür, çünkü kadının iç dünyası erkeğinkinden esasen çok farklıdır. Kadının, özel olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten bağımsız varolursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır, asla. Bazı kadınlar bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. Hepimiz özgür insanlarız, ama özgür ülkede yaşıyor olabileceğimiz için değil. O önemli bir sebep değil. Antik Roma’nın duvarcısı, özgür bir insanın içinde olabilir. İnsan temelde özgürdür. Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Nihayet sadede gelebildik. Kadınların dünya olaylarından büyük ölçüde dışlanmış olmaları gerçeğini inkar etmiyorum. Kuşkusuz bu bir haksızlık. Ama kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var. Tatmin olmayacak. Size katılıyorum. Erkek egemen değerler hakim olduğu sürece, bu dünya bir kadın için zor olacak, kariyerinde erkek değerleriyle yarışmak zorunda olduğu sürece. Yanılıyorsunuz. Bence parlak kariyeri olan bir kadın kadar sevimsiz bir şey olamaz. Erkek haklarım için korktuğumdan değil, bunu gayri tabii bir şey olarak gördüğüm için. Görmezden gelmesi gereken bir yolu tutan bir kadın modeli bu. Yalnızca erkeğe karşı beslediği yanıltıcı, rekabetçi bir duygu böyle yapmasına sebep oluyor. Peki, neden oluyor bu? Kadın, erkek gibi mi olmak istiyor? Erkeğe, onunkine benzer becerilere sahip olduğunu mu göstermek istiyor? Bir kadının bir erkeğin işini yapabileceğine hiç kuşkum yok. Burada, İngiltere’de bir kadın, mücadelelerle dolu bir yoldan geçerek, büyük bir siyasal kariyere sahip oldu. Bir kadının bir erkeğin işini yapabilmesi özel bir şey değil. Elbette ki yapabilir. Ama bu bir şey kanıtlamıyor. İnsan M. Thatcher’ı anlayabiliyor. Bir kadının erkek alanında erkek değerlerini benimsemesi şaşırtıcı bir durum değil. Yapabileceği başka bir şey yok. Başka bir seçeneği yok. Sizin ifadenizde beni rahatsız eden şey, kadının gerçek doğası diye bir şey varsaymanız. Kadınlar asırlardır erkek egemen bir dünyada yaşadıklarından, kadın doğasının ne olduğunun, kadınların kadın değerleriyle nasıl bir dünya yaratabileceklerini kestirmek zor. Afedersiniz, sizin adınız ne? İrena. Dinleyin beni, İrena, siz kadın doğanızdan memnun olmadığınızı söylüyorsunuz. Hayır, beni yanlış anladınız. Ama hep var olmuş olan, yaratılmış olandan daha farklı bir kadın-erkek ilişkisi olamaz. Çünkü dünyamız iki cinsiyetli, ister beğenin, ister beğenmeyin. Belki başka bir gezegende tek ya da beş cinsiyetli bir dünya vardır, hayatın devamını sağlamak için bu tür bir gruplaşma gerekiyordur. Belki orada fiziksel ve manevi aşk için beş cinsiyet gereklidir. Ama yaşadığımız dünyada iki cinsiyet gerekli. Bir sebepten bunu hep unutuyoruz. Haklardan, koşullardan, bağımlılıktan bahsediyoruz. Bir kadının kadın olduğu, bir erkeğin erkek olduğu gerçeğinden hiç bahsetmiyoruz. Tek itirazınız bunu sevmediğiniz olabilir. Bence kadınlık bir başka kişiye bağımlı olmakta yatmıyor, bu yüzden de filmlerinizdeki kadın kahramanlarda kendimi bulamıyorum. Bütün o kadınlar erkek gezegeninin etrafında dönen uydular, bir iç dinamizme sahip olmaları bir nebze olsun mümkün değil. Tuhaf. Moskova’da kadınlardan birçok mektup almıştım, Ayna adlı filmimde, kimsenin erişemeyeğini, kimsenin göremeyeceğini düşündükleri dünyalarını açıp oraya sızmayı başardığımı söylüyorlardı. Belki sizin farklı bir kişilik yapısınız var. Belki kendinizden talepleriniz farklı. Belli ki, Ayna’daki anne gibi değilsiniz. Ayna annem hakkındadır. Kurgu değildir, gerçeğe dayanmaktadır. İçinde kurgusal bir tek bölüm bile yoktur. Belki haklısınız, belki de kendinizi orada göremiyorsunuz. Temel insanlık durumu ve sizin buna yaklaşımınız, özellikle Stalker ve Solaris’te beni çok etkiledi. İşte bu yüzden buradayım. Solaris’te aşkı resmetme biçiminiz muhteşemdi, incelikliydi. Ama aşk Hari’nin tek gücü ve aynı zamanda onun Aşil topuğu. Sadece aşkı var. Yani, siz bir Aşil toğuğu istemiyorsunuz. İncitilmez olmak istiyorsunuz. Kadınlar erkeği hiçbir zaman erkekçe fethedemezler. Kadın bütün sevgisini ortaya koymazsa, erkek-kadın ilişkileri farklı olur. Evet, farklı olur; farklı olması gerekir. Asırlardır başkaları için yaşamaya yönlendirilmiş, asla kendisi için yaşamamış, başkaları için her zaman kullanıldıktan sonra atılabilir bir kadın olduğunuzu düşünün bir. O yükü hissedebiliyor musunuz? Bunun bir erkek açısından daha mı kolay olduğunu düşünüyorsunuz? Değil tabii. İşlerin şimdiki hali, her iki taraf için de zor. Erkek olmak, kadın olmak kadar zor. Bahsettiğiniz ısdırabın kaynağında başka bir şey var aslında. İnsanın manevi düzeyinin çok düşük olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bugün yatıp uyduğumuzda, ertesi gün kalkamayabileceğimizi biliyoruz. Çılgının biri düğmeye basarsa eğer, bu gezegen üzerinde hayatı silmek için üç bomba yeterli olacaktır. Bunun bilincinde olmadığımız söylenmez, ama sürekli unutuyoruz. Manevi ilgilerimiz o derece maddiyatın kölesi olmuş ki, asla gündeme gelmemesi gereken meselelerle uğraşmamız gerekiyor. Toplumsal sorunların gelişmesi, bizim çılgın maneviyat karşıtlığımızın bir sonucu. Manen ergin bir kadın, erkekle ilişkisinde köleleştirildiğini ya da aşağılandığınız hiç düşünmeyecektir. Manen ergin bir adam da bir kadından bir şey istediğini hiç düşünmeyecektir. Yalnızca siz, argümanınızın gücüyle beni bu tür cevaplara getirdiniz. Bu tür meselelerden konuşmak bize yabancı olmalı. Bunlar hakkında konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri. Hayret verici kadınlar, manen hayret verici kadınlar tanıdım. Bu kadınlar kendilerini bu tür sorunlarla sıkmıyorlar, ama öyle bir iç zenginlik, manevi büyüklük, öyle bir moral gücü gösteriyorlar ki, erkeklerin dizlerine kapanması, bundan utanç değil, onur duyması gerekir. Bakın, işte asıl mesele burada. İlişkilerimizi açıklamaya başladığımızda, çoktan kötü yola girmiş oluyoruz. Buna özlem duymak hoşnutsuzluğumuzun bir belirtisi, adalet arayışı değil. Hoşnutsuzluk ve adalet arayışı da iki farklı kategori, gördüğüm kadarı ile kadınlar bugün korkunç durumdalar. Gerçekten seven bir kadın böyle sorular sormaz. Bunlarla ilgilenmez. Dünyaya egemen olan erkek değerlerinden bahsediyoruz. Kadın değerlerinin güçlü bir etkisinin olduğu bir toplumda işler böyle kıyametvari bir tehdide varmayabilirdi. Bugün bir kadının Kıyamet’i bilip de, kendini bundan sorumlu ve bununla yakından ilgili hissetmeyip onun yerine kendini tam bir aşk içinde tek bir adam için, hâlâ aşkıyla sımsıcak olan bu adamın gezegeni mahvedeceği düşüncesiyle feda edebileceğini nasıl oluyor da tasavvur edebiliyorsunuz? Şok edici, şok edici. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama hayretten ağzım açık kaldı, İrena, bir erkeğin aynı hislerle, aynı kaygılarla dertlenmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu gezegene erkeğin hükmettiğine inanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Kim hükmediyor peki? O. Nerede O? (Yukarıyı işaret eder.) Anlıyor musun? Olayları tartışıyoruz, sebepleri değil. En önemli şeyden bahsediyoruz. İnsan, varoluşunun sebebini bilmeden yaşıyorsa, bu dünyaya hangi sebepten geldiğini, neden bir süre yaşamak zorunda olduğunu bilmeden yaşıyorsa, o zaman dünyanın bugün içinde olduğu hale gelmesi gerekirdi. Aydınlanmadan bu yana, insan, görmezden gelmesi gereken şeylerle uğraşıyor. Maddi şeylere doğru dönmeye başladı. Bilgi açlığı insanı ele geçirdi. Kadınlar erkekler kadar bilgiye aç değildir. Şükürler olsun. Kadınların başka tür algılara duyarlılığı olabilir. Evet, kesinlikle. Demek bunu anlamışsınız. Peki sonra ne oldu? İnsan körmüş gibi kendi kendisinin etrafında dönmeye başladı. Elleri dışında dünyayı algılamasına yarayacak bir organı kalmamıştı. Bu dünyaya dair o kadar çok şey algıladık ki, bunun mutluluk ve uyuma varmak için yeterli olacağı düşünülebilir. Ama hayır, tam tersine, ‘dünya hakkında ne kadar çok şey bilirsek’, aslında atalarımızdan o kadar daha az biliyoruz, açıklığı daha fazla yakalamış uzmanlar bunu görüyorlar. Karıştırma kabiliyetimiz var. Körsünüz diyelim, soğuk bir radyatöre dokunduğunuzda, etrafınızdaki dünyanın da soğuk olduğunu düşünürsünüz, kaloriferler yanıyorsa da tam tersini, etrafınızdaki dünyanın sıcak olduğunu. Orası önemli değil, ama bu anlayışın gerçek dünyayla bir ilgisi yoktur; yalnızca dokunma duyusunu ifade eder. Dünyayı algılamamızın kaloriferlerin yanıyor olup olmamasına bağlı olması zavalıca. Dünya hakkında çok şey bildiğimize karar verdik. Oysa hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kısmına dair belli belirsiz bir kavrayışa sahibiz, ama o da bize genel tabloyu vermiyor, çünkü dünya sonsuz. Bence insanın varoluşunun pathosu, anlamakta yatmıyor; o insanın entelektüel bir görevi, ama asıl işi değil. İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor. Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile görülebilen temel bir hata. Bilimci amacının keşif yapmak olduğuna inanıyor. Bu hakikatle ilgili pragmatik bir yaklaşım. Sanatçı sanat eseri üretmek için yaşıyor. Herkesin hayatındaki amacı yakalayıp onu yaşaması gerekirken, herkes belli görevlerle yaşıyor, herkes eşitsizliği hissediyor, herkes öbürünü kıskanıyor. Bu zeminde herkes haklı ve eşit haklara sahip; sanatçılar, işçiler, rahipler, çiftçiler, çocuklar, köpekler, erkekler ve kadınlar. Hayatın bu anlamı içimizde gizli kalırsa tökezlemeye başlarız ve hayatın anlamını anlamış olsak ortaya çıkmayacak sorunlar icat ederiz. Bu benim bakışım. En baştan alacak olursak, her şey yerinde kalır. Uygarlığımızın krizi bir orantısızlıktan kaynaklanmıştır. İki kavram arasında uyumsuzluk var; maddi gelişme kavramıyla manevi gelişme kavramı arasında. Bu Platon’la başlamıştı. Hayır, çok daha önce. İnsan kendini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya başladığında başladı. Toplumumuz bu kırık fay üzerine gelişti. İnsanlar sevgiyle, dostlukla, manevi bir temas ihtiyacı ile değil, yarar sağlama itkisiyle birbirleri ile ilişki kuruyorlar. Ayakta kalmak için, doğal olarak. Ama ben insan her durumda ayakta kalabilirdi diye düşünüyorum, çünkü insan, hayvan değil. İnsanın doğayla uyum içinde yaşadığı ve hayret verici şeyler yarattığı örnekler biliyoruz. Örneğin Sanskrit dilinde belgelenmiş o Doğu kültürleri, maddi dünya ile manevi dünya arasında bir denge kurmayı başarabilmişlerdir. Hâlâ bu kültürlerin izlerini taşıyoruz, bize uygarlığın bir zamanlar farklı, gerçeğe daha yakın bir yol aldığını anlatıyorlar. Bu uygarlıkların neden silinip gittiği sorulabilir. Öyle görünüyor ki başka kültürler onlara paralel gelişti, birbirlerine karşı birtakım düşmanca duygular beslemeye başladılar ve bu uygarlıklar kendi kavramlarını geliştirme imkanı bulamadılar. Yine de bunun tam sebepleri bilinmiyor. Her halukarda insanın bu dünyaya manen yükselmek amacıyla geldiğini, kötülük dediğimiz şeyi yenmek, kaynağı egotizmde yatan kötülüğü yenmek için geldiğini anlaması lazım. Egotizm, insanın kendi kendisini sevmesinin, sevgi kavramına dair hatalı bir kavrayışı olmasının bir semptomudur. Her şeyin deforma olmasınn kaynağı budur. Bilimimizin budalalığı, hataları ve yıkıcı sonuçları, kadınların doğru zamanlarda iktidarı almamalarının değil, insanın manen yüksek seviyeye çıkamamış olmasının sonucudur. İnsanlık manevi değerler doğrultusunda ilerleseydi, bir enerji kaynağı değil manevi bir kaynak arayışına girseydi, o zaman bu konuştuğumuz hiçbir şey gündemimizde olmayacaktı. O zaman insan manevi bir sürecin denetiminde uyum içinde gelişecekti. Manevi sürecin entelektüel süreç gibi böyle bir tek taraflılık yaratabileceğini sanmıyorum. Maneviyat, uyum kavramını içerir zaten. Ne kadar haklı olursanız olsun, başka her şey ikincil önemdedir. Filmlerimde kendinizi göremiyorsanız bu benim yanlış olduğumu kanıtlamaz. Ben resmetmek istediğim kadınlar hakkındaki gerçeği söyledim. Siz beğenmeyebilirsiniz. Yoksa kadınları toplumsal gerçekçi bir anlamda mı resmetmemi izterdiniz? Bana karşı önyargılısınız. Yo, yanılıyorsunuz, siz benim hakkımda önyargılısınız. Bence birlikte yaşadığınız erkeğe ‘neden bu kadar aptalsın?’ diye sormalısınız. Sorunun böyle sorulması gerekir. Şiirsel Sinema - Andrey Tarkovski - Derleyen: John Gianvito - Agora Kitaplığı - S.135-140 [söyleşiyi yapan: İrena Brenza - 1984 - TİP. ] karakutu.com Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
xteksus Yanıtlama zamanı: Eylül 11, 2009 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 11, 2009 Malesefki bu yazarı henüz tanıdım. Şahsen söyleyebilirimki, insan doğasını ve kadın psikolojisini çok iyi tanımlamış. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 25, 2011 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 25, 2011 “Sanat yaratma kapasitesidir. Yaratıcının aynadaki yansısıdır. Biz sanatçılar bu jesti tekrarlamaktan, taklit etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Sanat, Yaradan’a benzediğimiz belirli bir andır. Bu yüzden Yaradan’dan bağımsız bir sanata asla inanmadım. Tanrı”sız bir sanata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı’ya yöneltebilirse ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını bulacak: Hizmet etmek. Ama bunu asla başkalarına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet etmek fethetmek demek değildir.“ Şair Arseniy Tarkovsky’nin oğlu Andrey Arsenyevich Tarkovsky 4 Nisan 1932 tarihinde Zavraje’de (Beyaz Rusya) dünyaya geldi. Dünyanın ilk sinema okulu olan VGIK Sovyet Film Enstitüsüne başlamadan önce müzik ve Arapça eğitimi aldı. VGIK’te Mikhail Romm’un öğrencisi olan Tarkovsky, 1960 yılında mezuniyet (kısa) filmi olarak “Silindir ve Keman”ı çekti. İlk uzun metrajlı filmi “Ivan’ın Çocukluğu (1962)” ile dünyaya adını duyurdu ve üç ödül aldı. (Venedik Film Festivali, San Francisco Film Festivali, Acapulco Festival Filmleri.) İkinci filmi “Andrey Rublyov (1969)” 1971 yılına kadar Sovyet makamlarına takılmış, Cannes Film festivalinde de son gün sabah 4′te gösterilmiştir. 1972′de “Solyaris” izleyici ile buluştu. 75′te “Zerkalo” (Ayna) sansüre uğradı. Dört yıl sonra “Stalker”ın – iki defa da da olsa – çekimleri tamamlandı. Nostalghia (1983) sürgünde çevirdiği ilk film unvanına sahiptir. Vasiyeti niteliğindeki filmi “Offret (Kurban 1986)” filmografisindeki son filmidir. Tarkovsky, 28 Aralık 1986′da akciğer kanseri nedeniyle öldü. Bu kısa biyografiden sonra Tarkovsky’nin hayatına ve sinemasına daha yakından bakalım; Üç yaşındayken ailesi Moskova’ya taşındı. Çocukluk ve gençlik yıllarını Moskova’da geçiren Tarkovsky eğitimini de orada tamamlamıştır. Sinema okuluna başlamadan önce Tarkovsky’nin şu üç alanda eğitim aldığını söylemek yanlış olmaz sanırım: Müzik, Arapça ve Şiir. Filmlerindeki görsel ve içsel yapı bu alanların etkisi altında şekillenmiştir. 1951′de Moskova Doğu Dilleri Enstitüsü’ne kaydolmuş fakat bu bölümü tamamlamadan yarım bırakmış, ardından 54′te Sinema Enstitüsü’ne kaydolmuş ve burada altı yıl eğitim görmüştür. Tarkovksy filmlerinin önce görsel yönünü ele alalım. “Şiirsel sinema” diye tabir edebileceğimiz yeni bir dilin mucididir Tarkovsky. Ingmar Bergman’a göre Tarkovsky çağdaş yönetmenlerin en iyisidir, çünkü o hayatı zahiri bir görünüş olarak değil, bir rüya gibi algılamasını mümkün kılan yeni bir dilin mucididir. Tarkovsky Japon Haiku şiirlerinden de etkilenmiştir. Mühürlenmiş Zaman’da Haiku’dan şöyle bahseder: “Bu dizeleri bu kadar güzel kılan, sonsuzluğa karışmadan önce yakalanabilen anın tekrarlanamazlığıdır.” Anlatım gücü yüksek tablolar gibi planlara sahiptir filmleri. Herhangi bir Tarkovsky filminden sonra zihninize kazınan birkaç planla bir sonraki haftayı geçirebilirsiniz. Tabi cevapsız bıraktığı sorularla da… Fakat içsel yapıya yazının ikinci bölümünde devam edeceğiz. Bu görsel etkinin arkasında Tarkovsky’nin kendine has şiirsel üslubu vardır. Mühürlenmiş Zaman’da filmlerinin dayandığı görsel yapı ile ilgili açıklamalara şöyle devam eder: “İnsan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilir. Buna rağmen film yönetmenleri sık sık şiirsel mantığın yerine kaba bir tutuculukla teknik yöntemleri kullanmakta ısrar ediyorlar. Bu filmlerde rüyalar somut bir yaşam fenomeninden modası geçmiş film hileleri karmaşasına dönüşüyor.” Aslında Tarkovsky’nin diğer yönetmenlerden farklılığını/özgünlüğünü ortaya koyan cümlesidir bu. Benzer bir örnek de klasik dram mantığı ve şiirsel mantık farklılığında kendisini gösterir. Tarkovsky şiirsel mantığın, yaşamın yasalarına, klasik dram mantığından daha yakın olduğunu söyler. Bu nedenle şiirsel mantık daha geniş bir anlatı olanağına sahiptir. Dramatik çatışmaları ifade edebilmek için tek yolun klasik dram olduğu ön kabulünden de bu nedenle rahatsızlık duyar. Tarkovsky anlatılan bir anı veya rüyanın gerçekçiliği üzerine de şöyle der: “Perdeye yansıyan “rüyanın öyküsü” hayatın görünür, doğal biçimlerinden oluşturulmalıdır. Ama bazen bu öykü şu şekilde de yansıtılabiliyor: Ağır çekim ya da sis bulutu yardıma çağrılıyor, modası geçmiş yöntemlere başvurulabiliyor ya da uygun bir gürültü yapılıyor. Ve bu konuda artık eğitilmiş seyirci de hemen beklenen tepkiyi gösteriyor: “Evet, bak şimdi hatırlamaya başladı!” “Kadın bunu rüyasında görüyor demek!” ne var ki bu tür esrarengiz görünüşlü betimlemelerle rüyanın ya da anıların filmsel bir etkisini yaratmak mümkün değil.” Tarkovsky’yi rahatsız eden etki-tepki durumu/kullanılan sahte ortam belki de. “Hayatın görünür, doğal biçimlerinden oluşturulmalıdır” cümlesi ortaya konan sahte yapıya işaret ediyor aslında. Gerçekçi olmayan sahne oyunları ile gerçeğin ifade edilmeye çalışılması. Nihai olarak söylenebilecek olan; Tarkovsky kendine has, gerçekçi, şiirsel bir dil geliştirmiş ve filmlerini bu dil ile yazmıştır! Tarkovsky’ye ait herhangi bir film izlemişseniz, izleyeceğiniz ikinci Tarkovsky filminden önce size hiçbir bilgi verilmese de filmin ona ait olduğunu söyleyebilirsiniz. Sadece bu bile Tarkovsky’nin özgünlüğünü ifade etmeye yetecektir sanırım. Şimdi de Tarkovsky filmlerinde içsel bir yolculuğa çıkalım: “Neye yarar sanat? Bu sorgulamanın cevabı şu formülde yatıyor: Sanat bir yakarıştır. Bu her şeyi anlatıyor.” Tarkovsky filmlerini okurken bu cümleyi göz önünde bulundurmak gerekir. Tarkovsky’nin tüm filmleri Tanrı’ya bir yakarış, birer hediyedir. Her ne kadar kendisi yaptıklarının Yaratıcı’ya birer hediye olamayacağını söyleyerek mütevazı bir yaklaşım sergilese de Tarkovsky bu övgüyü hak ediyor. Bu tanımın dışında bir sanatın var olamayacağını ifade etmiştir (Bu bağlamda Picasso’nun sanata hiçbir zaman ulaşamadığını bile iddia etmiştir.). Tarkovsky’nin sahip olduğu bu bakış açısı nedeniyle onun tasavvuf düşüncesinden etkilendiği de yazılıp çizilmiştir. Bu savı destekleyecek birçok örnek de bulunabilir belki. Bu konu kimin hangi pencereden baktığına bağlı biraz da. Tekrar Tarkovsky’nin sözleri etrafında sanat tanımına dönelim: “Sanıldığının aksine, sanatın işlevsel amacı, düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir. Hayır, sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.” Mühürlenmiş Zaman’daki bu ifadeyi, üstteki röportaj’dan alıntı ile beraber değerlendirirsek Tarkovsky, insanın ruhunu, iç dünyasını anlatmaya, Yaratıcı’ya daha yakın, O’nu ifade etmeye çalışan bir sanat peşinde koşmuştur. Filmlerine bir üst basamak olan sanat boyutundan bakarsak sanırım manzara az çok bu şekilde görünecektir. Her bir filmini kendi görsel ve içsel yolculuğu açısından değerlendirmeye çalışırsak: Silindir ve Keman (1960) Sinema Enstitüsü mezuniyet filmidir. 45 dakikalık bu filmde keman yeteneği olan bir çocukla, bir silindir şoförünün hikayesi anlatılır. Tamamı Sovyet topraklarında geçen, tamamı renkli tek filmidir aynı zamanda. Tarkovsky yönetmenliğinde çekilen filmin senaryosunu, kendisi dahil üç kişilik bir ekip yazmıştır. Ivan’ın Çocukluğu (1962) Film hakkında bilgi vermeden önce filmin çekim aşamasındaki hikayesini ele alalım. Filmin çekimlerine önce başka bir ekiple başlayan Mosfilm, çekimler yarıya gelince ortaya çıkan filmi beğenmeyip projeyi durdurdu. Bunun üzerine yeni bir yönetmen arayışına girdiler. Hiç kimse bu yarım filmi devam ettirmek istemeyince Tarkovsky’ye teklif götürüldü. O dönemde Silindir ve Keman’ı tamamlamaya çalışan yeni mezun denebilecek Tarkovsky bazı şartlar ile projeyi kabul etti (senaryoyu yeniden yazmak, oyuncu ve teknik ekibin değiştirilmesi). Şirkette paranın yarısını verme şartını öne sürdü ve nihayetinde anlaşma sağlandı. Bu bağlamda konu seçimi dışında film tamamıyla Tarkovsky’ye aittir denebilir. Filmin teknik bilgileri ise; 1962 tarihli bu film Tarkovsky’nin ilk uzun metrajlı filmidir. Filmin öyküsü Vladimir Bogomolov’un kısa öyküsü Ivan’a dayanmaktadır. Senaryosu yine Tarkovsky’nin dahil olduğu dört kişilik bir ekip tarafından yazıldı. Doksan bir dakikalık film siyah beyazdır. Ödüller: Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan, San Francisco Film Festivali’nde Golden Gate ödülü ve Acapulco Festival Filmleri Festivali’nde (Meksika) büyük ödül kazanmıştır. İlk uzun metrajlı filmi ile uluslararası arenada üç ödül almış kaç yönetmen vardır acaba? Ödüllerin siyasi yönü vs. tartışılabilir belki ama daha sonraki filmleri de ortada yönetmenin. Konusu: İkinci Dünya Savaşı sırasında öksüz bir çocuğun dramı anlatılır. Tarkovsky Ivan ile, çocukluğunu yaşayamamış bir dönemin çocuklarını resmeder. Tarkovsky’nin bu filmle ilgili en büyük sıkıntısı kendisinin tarih görüşünün bu film ile okunmaya çalışılmasıdır. O’na göre film kendisinin dünya görüşünü ifade eden bir filmden başka bir şey değildir. Genç bir yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olarak onun dünya görüşünün okunabileceği bir filmdir Ivan’ın Çocukluğu. Film hakkında Sartre’ın ifadesinin – “Savaşın canavarlar, sonunda yiyip bitireceği kahramanlar ürettiği” – daha fazla gündeme gelmesi de rahatsız etmiştir Tarkovsky’i. O’nun rahatsızlık duyduğu kendisinin de katıldığı bu görüş değil, düşünce ve değerlerin ön plana çıkarılıp sanatın/sanatçının unutulmasıydı. Andrey Rublev (1969) Tarkovsky’nin ifadesiyle Andrey Rublev, bir akşam Konchalovsky ve oyuncu bir dostları ile sohbet ederken gündeme gelmiş. Oyuncu dostları “Niçin Rublev üzerine bir film yapmıyoruz? Ben oyuncuyum, Rublev rolünü de pekala oynayabilirim.” İşte Rublev filminin doğumu bu cümle ile başlamış. 15. y.y.’da yaşamış bu ikon sanatçısı hakkında çok az bilgiye sahip oldukları için Rublev’in hayatını taramaya başlamışlar. Rublev’in sanat hayatındaki boş dönemi bir reddiye olarak değerlendiren Tarkovsky filmini bu temel üzerine inşa etmiş. Filmin senaryosunu Tarkovsky ve Andrei Konchalovsky yazmıştır. Filmin orijinal versiyonu iki yüz beş dakikadır. Sovyetlerde sansürlü olarak yüz altmış beş / yüz seksen altı dakikalık iki farklı süre ile gösterilmiştir. Renkli ve siyah beyazdır. 1966′da çekimlerine başlanan film 69′da tamamlanabildi. Sovyet Film Departmanı’nın sansüründen 71′de geçebilen film Cannes Film Festivalinde ödül almaması için son gün sabah 4′te gösterilmiş buna rağmen bir ödül almıştır. Cannes Film Festivali dahil üç festivalden ödülle dönmüştür. Solyaris (1972) Filmin konusu kısaca; Solyaris adlı gezegeni araştırmaya giden astronotlar garip davranışlar sergilemeye başlar. Bunun üzerine durumu incelemek üzere gönderilen psikolog-astronot Kelvin, uzay gemisinde yıllar önce intihar etmiş olan karısı ile karşılaşır. Artık araştırma Kelvin için içsel bir yolculuğa dönüşmüştür. Aşk, hayat, evren kavramları etrafında şekillenen bir içsel yolculuk… Kendisiyle yapılan bir röportajda aşkı ve aşkın filmdeki yerini şöyle ifade eder yönetmen: “Aşk hikayesi filmin yalnızca bir yönü. Belki de Kelvin’in Solyaris’te bir tek amacı var: Başkasına duyulan aşkın yaşamak için vazgeçilmez olduğunu göstermek. Aşksız bir insan, insan değildir.” Filmin teknik bilgilerine geçersek; Stanislaw Lem’in aynı isimli romanından uyarlanan filmin senaryosunu Tarkovsky ve Fridrikh Gorenshtein kaleme almıştır. 72′de gösterime giren film yüz altmış beş dakika, renkli ve siyah beyazdır. Solyaris Cannes Film Festivalinde 72 yılında gösterilmiş ve iki ödül almıştır. Zerkalo / Ayna (1975) Otobiyografi türündeki bu filmde Tarkovsky, çocukluğunu, pişmanlıklarını resmetmiştir. Kendi ifadesi ile “çok sevdiği insanların” hayatlarını ve onların sevgisine layık olamadığını anlatmaya çalışmıştır. Yüz sekiz dakikalık film, 1975 yapımı. Diğerleri gibi siyah beyaz ve renkli. Senaryo Tarkovsky ve Aleksandr Misharin’e ait. Stalker (1979) Stalker’ın çekim aşaması ile ilgili birkaç detaydan sonra film ile ilgili bilgelere geçelim. Stalker iki defa çekilmiş bir filmdir. (Kısmen bu yazı gibi) İlk çekimler tamamlandıktan sonra bir laboratuar kazası sonucu çekimler yok olmuştur. Söylentilere göre film Sovyet yönetimi tarafından sansüre uğramış bu nedenle yok edilmiştir. Nihayetinde film düşük bir bütçe ile tekrar çekilmiştir. Yine başka bir söylentiye göre Tarkovsky’nin ölüm nedeni olan akciğer kanserine bu filmin çekimi sırasında yakalandığı söylenir. (Filmin son sahnelerine doğru kar şeklinde yağan beyazlıkların kar değil, sanayi atığı olduğu ve ekipteki birkaç kişinin de aynı şekilde akciğer kanserine yakalandığı iddia edilmiştir.) Filmin teknik bilgileri; Senaryo Tarkovsky ve Boris Strugatsky tarafından yazılmıştır. Senaryo Boris ve kardeşi Arkady’nin romanları “Yol Kenarında Piknik”‘ten uyarlanmıştır. Yüz altmış üç dakikalık film, 1979 yılında Rusya’da çekilmiştir. Konusu: Film üç kişinin (yazar, bilim adamı ve iz sürücü) yasak bir “Bölge”‘ye (Zone) yolculuğunu anlatıyor. Kişinin en çok istediği şeyi gerçekleştirebileceği bir oda barındırdığına inanılan odaya doğruca, en kestirme yoldan gidilmez. Doğrudan gidilmeyen, farklı bir yol izlemek gerekir odaya ulaşabilmek için. Yapılan yolculuk içsel bir yolculuktur. Bireyin en çok istediği şeyi gerçekleştirme arzusu ile yüz yüze gelmesi… Her bir karakter bir dünya görüşünü temsil ediyor denebilir. Gerçi Tarkovsky sinemanın şiirselliğinin simgeselliğe aykırı olduğunu söylüyor ama başka türlü de okunamaz karakterler sanırım. Yazar sanatı, profesör bilimi, iz sürücü Tarkovsky’nin kendi deyimiyle idealizm’i simgeliyor. Filmi izleme fırsatı bulursanız filmden sonra benzer birçok soruyla baş başa bulabilirsiniz kendinizi. Tabi filmden kimi karelerde birkaç hafta zihninizden çıkmayabilir de. Hem görsel açıdan hem de içerik açısından son derece etkileyici bir bilim kurgu Stalker. Son olarak Tarkovsky’nin Bölge (Zone) ile ilgili açıklamasını not düşelim: “Böyle bir “Bölge” yok. Stalker’ın kendisi yaratıyor bu “Bölge”yi. Mutsuz insanları oraya götürmek ve onlara umut düşüncesi aşılamak için yaratıyor. Dilek odaları da aynı şekilde Stalker’ın yaratımları.” Nostalghia (1983) Tarkovsky’nin ifadesi ile Nostalghia, aşka ve yaşama konan sınırları anlatmaktadır. Aşk sınırlandığı zaman kişi bundan acı duyar. İşte bu anda kişinin yaşadığı çaresizliğin ve acının resmidir Nostalghia. Karakterin acı çekmesinin bir nedeni olarak da modern dünyaya uyum sağlayamamasını gösterir Tarkovsky. Maneviyatsız, içi boş modern dünyaya uyum sağlayamamış bir karakter. Röportajın devamında çözümü de sunar. Kişi sürekli olarak yaratıcısına bağımlılığını hissetmelidir. Bu bağlılık ortadan kaldırılırsa insan hayvan’a döner diye devam eder. Kısaca filmin hikayesi yönetmenin ağzından böyle. Geçelim teknik detaylara. Senaryo yine iki kişiye ait. Diğer yazar Tonino Guerra. 1983 yapımı film yüz yirmi beş dakika. Yine siyah beyaz ve renkli. Nostalghia, Cannes Film Festivalinden üç ödülle dönmüştür. Offret / Kurban (1986) gitmişti orası da ayrı. Gerçi böyle bir film nasıl ve hangi şartlarda izlenmeli o da ayrı bir yazı konusu olur herhalde. Bu parantez böyle gidecek gibi… ) Sorular, sorgulamalar arka arkaya geliyor. Eve giren aile bireyleri doğum gününü kutlamak için hazırlıkları tamamlarken artık bildiğimiz Tarkovsky tarzı, filme hakim olmaya başlıyor. Filmdeki en etkileyici sahnelerden biri olan Profesör’ün yakarış sahnesi de bu bölümde. Profesör tüm insanlık için kendisini feda etmek ister ve bunu izleyicinin de duyabileceği bir şekilde dile getirir. En dikkat çekici sahnelerden biri de filmin sonunda, yaktığı evin ateşinden ve patlamalardan korkan Profesör, kendisine kucak açan ailesine değil, Rahibe’ye doğru koşmaktadır. Aslında O’na sığınmaktadır. Yine, her ne kadar Tarkovsky simgeselliğe karşı olduğunu söylemiş olsa da ben açıkçası başka türlü yorumlayamadım bu sahneyi. “Bireyi ölüm korkusundan ancak din kurtarabilir.”Tarkovsky’nin vasiyeti niteliğindeki filmi. Aynı zamanda bu filmi oğluna ithaf etmiştir yönetmen. Konusu; Profesör Alexander’ın doğum gününü kutlamak için bir araya gelen aile bireyleri, tam bu esnada televizyondan nükleer savaşın başladığı haberini alırlar. Profesör ailesini kurtarmak için kendisini kurban etmesi gerektiğini düşünür. Filmin giriş sahnesi çok az filmde görebileceğimiz bir güzellikte açılır – ki bu sahne filmin sonunda tekrarlanacaktır. – Filmin ilk bölümünde bir Tarkovsky filmi izlediğinizden şüpheye düşebilirsiniz. Çok yoğun bir diyalog hakim çünkü bu bölümde. Gerçi diyalog deyince Hollywood filmleri seviyesinde bir diyalog aklınıza gelmesin. Dolu dolu diyaloglar demek daha doğru olur aslında. Bu bölümde, koltuğunda rahat rahat oturan izleyiciyi alıp güzelce bir silkeliyor Tarkovsky. (Gerçi ilk izlemeye çalıştığımız festivalde, film izleyici kitlesine kurban Aynı şekilde benzer bir simgesellik; Stalker’daki Profesör ile bu filmdeki Profesör aynı düşünceyi mi temsil ediyor diye insanın aklından geçmiyor değil. İkisi de bilimi ve/veya modern dünya görüşünü mü temsil ediyor diye sormadan edemiyor insan. Tarkovsky’nin kemiklerini daha fazla sızlatmadan ve daha fazla sormadan/cevaplamadan bırakalım. Nihayetinde Tarkovsky, simgeselliğe karşı olduğunu ifade etmiş zaten. Bu son filminde ölüm korkusunu, insanlığın hızla tükettiği dünyanın nereye gittiğini resmeden Tarkovsky bu film ile filmografisine noktayı koymuştur. Filmin yapım aşamasında Tarkovsky, Bergman’ın ekibi ile çalışmıştır. Diğer filmlerinden farklı olarak senaryoda başka birinin imzası yoktur. Yazıp yöneten Tarkovsky’dir. 86 yapımı film yüz kırk dokuz dakikadır. Yine diğer filmlerinden farklı olarak renklidir bu film. Toplam yedi ödüle layık görülmüştür Offret. Tarkosvky’nin aldığı tüm ödülleri detaylı bir liste olarak yazının sonunda bulabilirsiniz. Sinema tarihine adını altın harflerle üstelik sadece yedi filmle yazdıran Tarkovsky, kamerayı bir kaleme dönüştürerek şiirlerini ve resimlerini onunla yazmış/çizmiştir. Sinema tarihi tekrar ne zaman böyle bir şahsiyete sahip olur bilinmez. Nihayetinde Tarkovsky kendi tarzını oluşturmuş, onu icra etmiş ve sahneden alkışlarla ayrılmıştır. Ödülleri: Her film başlığı altında kısaca değindiğimiz ödüllerin detaylarını burada bulabilirsiniz. Tarkovsky toplam 19 ödül almıştır. • Ivan’ın Çocukluğu (1962) • – Venedik Fim Festivali Altın Aslan • – San Francisco Uluslar arası Film Festivali En iyi yönetmen • Andrey Rublev (1969) • – Cannes Film Festivali FIPRESCI Ödülü • – Sinema Eleştirmenleri En iyi yabancı film (1971) • – Jussi ödülleri En iyi yabancı film (1973) • Solyaris (1972) • – Cannes Film Festivali FIPRESCI Ödülü • – Cannes Film Festivali Jüri Özel Ödülü • Stalker (1979) • – Cannes Film Festivali Ekümenik Jüri Ödülü (1980) • – Fantasporto (1983) • Nostalghia (1983) • – Cannes Film Festivali En İyi Yönetmen • – Cannes Film Festivali FIPRESCI Ödülü • – Cannes Film Festivali Ekümenik Jüri Ödülü • Offret (1986) • – Cannes Film Festivali FIPRESCI Ödülü • – Cannes Film Festivali Jüri Özel Ödülü • – Cannes Film Festivali Ekümenik Jüri Ödülü • – Valladolid Uluslararası Film Festivali Golden Spike Ödülü • – BAFTA Ödülleri (1988) Bunların dışında David di Donatello Ödülleri kapsamında 80 ve 82 yıllarında iki ödül almıştır (Luchino Visconti Award ve Golden Medal of the Minister of Tourism) Ömer Faruk Demirbaş, 29.02.2008 – 20:05 Kaynaklar: http://tr.wikipedia.org/wiki/Silindir_ve_Keman_(film) http://www.thymos.com.tr/Tarkovsk.html Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovsky, Agora Kitaplığı http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0z_S%C3%BCr%C3%BCc%C3%BC_%28film%29 http://tr.wikipedia.org/wiki/Ivan%27%C4%B1n_%C3%87ocuklu%C4%9Fu_%28film%29 http://tr.wikipedia.org/wiki/Andrey_Tarkovski http://www.imdb.com/name/nm0001789/ Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.