nevermore Oluşturma zamanı: Ekim 7, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Ekim 7, 2009 Muhatabıyla görüşmeden yazılan bir biyografi denemesi Şeytan, İblis, Lucifer, Satan… Ya da insanoğlunun kendisini rahatlatmak için ortaya koyduğu en büyük icat... Boynuzları, çatal kuyruğu, keçi sakalı ve insana benzememesi için yaratılmış imgesiyle suçlarımıza ortak ettiğimiz; hatta suçlarımızın asıl ve ağır yükünü üstüne attığımız günah keçisi… http://www.naturey.com/img/urun/6301-6400/6367_w250.jpg Muhatabıyla görüşmeden yazılan bir biyografi denemesi Şeytan, İblis, Lucifer, Satan… Ya da insanoğlunun kendisini rahatlatmak için ortaya koyduğu en büyük icat... Boynuzları, çatal kuyruğu, keçi sakalı ve insana benzememesi için yaratılmış imgesiyle suçlarımıza ortak ettiğimiz; hatta suçlarımızın asıl ve ağır yükünü üstüne attığımız günah keçisi… Şeytana inanmanın şeytancalığı! Bir kitap satın alınca arka kapağına şöyle bir bakarım. Okuyormuş gibi yaparak fiyat etiketine göz atar, sonra da kapakta ya kısa bir özet ya da kitap hakkında övgülerin bulunduğu kısmı gözden geçiririm. Her iki eylem sonucunda kitabın cüzdanıma ve kafama göre olup olmadığını anlarım… Bu kitabın arka kapağında da Baudalaire’in bir sözü var:” Şeytanın en büyük hilesi, bizi kendisinin olmadığına inandırmasıdır.” Peki, öyle mi gerçekten? Yoksa insanoğlunun en büyük hilesi şeytanın varlığına kendisini inandırması mı? Ve böylece yaptığı her türlü ahlaksızlığa, dürüst olmayan her türlü harekete, erdem dışı davranışlarına bir kılıf bulabilme başarısı mı? Toplumlar ürettikleri ve içinde yaşadıkları kültürün büyüklüğü ölçüsünde kavramlara, dile ve sözcük dağarcığına sahip oluyorlar. Örneğin Eskimo dilinde kar yağışının her biçimi, kar taneciklerinin her farklı şekli için ayrı bir sözcük ve anlatım biçimi var. Araplarda da deve için geçerli bu söylediklerim. İlkel dediğimiz kimi kabilelerde de uygar (!) dünyamızın sahip olduğu kimi sözcük ve kavramlar yok bu yüzden. “Çalmak” gibi ya da “sahiplenmek” gibi. Bir Kızılderili Reisi, beyaz adam topraklarına ayak bastıktan sonra, her halde gerçeği daha anlamadıklarından, şöyle demiş:”Biz, ulu manitunun bu toprakları bizim için yarattığını düşünürdük. Sonra beyaz adamlar geldiler. Demek ki ulu manitu bu toprakları bizler ve beyaz adamlar paylaşsın diye yaratmış.” Bu cümleleri geçenlerde gazetede okuduğum şu cümlelerle yan yana koyun. 1983’teki Falkland savaşı sırasında demokrasinin beşiği denen İngiltere’nin Başbakanı Thatcher A.B.D. başkanına veya İngiltere’deki büyükelçisine (emin değilim): Arjantin’i adadan çekilmek için ikna etmesini yoksa atom bombası kullanabileceklerini söylüyor. Yaşasın uygar dünya! ! ! “Şeytanın Genel Tarihi” de kabaca yukarıda anlattığım mantığı dolaylı da olsa veren bir kitap. Politik bir figür olarak nitelediği şeytanın izini eski kültürlerden, çok tanrılı dinlerden itibaren sürerek günümüze kadar getiriyor. Hem de batılı araştırmacıların genellikle yaptığı hataya düşmeden, İslam dinini de konuya katarak. Aslında anlatılan şeytanın öyküsü değil sadece. Genel olarak dinler tarihi diyebiliriz. Şeytan varsa tanrı da var, “iyi” varsa “kötü” de var. Her ikisi de insanlık tarihinin başlangıcından beri insanların hayatının içinde. Kitap “kötü”nün ne zaman şeytana dönüştüğü sorusunu cevaplamaya çalışıyor. “İyi”nin de tanrıya dönüşmesini elbette. “Günah”ın ortaya çıkmasını, neyin “günah” olduğunu ve “günah”taki göreceliliği. 2600 yıllık düşman Çok tanrılı dinler zamanından tek tanrılı dinlere geçen bir günahlardan arınma seremonisi var. Belli zamanlarda insanlar, günahlarını simgeleyen notları, muskaları ve benzeri şeyleri bir keçinin üstüne asar ve keçiyi çöle, ölüme gönderirlermiş. “Günah Keçisi” deyimi oradan geliyor.İşte şeytan da günah keçilerinin en büyüğü… İnsanoğlu (veya kızı) önce bazı edimlerine “günah” tanımını yapıyor. İlk başta Mezopotamya’da bireyi ezmek için ve daha kötüsü birey kendi ezilişini doğrulasın diye keşfedilen günah daha sonra İran’da bireyi korkutmak için icat edilen şeytanın hükümranlığına veriliyor... Okyanusya ve Uzakdoğu’daki cinlerle uç veren, İran Zerdüşt diniyle başlayan şeytan imalatı… Oysa eski kadim uygarlıklarda belirgin bir şeytan imgesi yok. Onun yerine engellenmiş aşıkların, kazıklanmış tüccarların, boynuzlanmış kocaların ve kıskanç komşuların kötü mizaçlarını dile getirmeye yarayan iblisler var yalnızca. Bir de her şeyin olduğu gibi cehenneminde bir sorumlusu var. Bu kimi zaman bir cin kimi zamansa bir tanrı. Şeytan daha sonra, çok daha sonra tek tanrılı dinlerle birlikte insanlığın üzerine çöküyor. Budistlerde, eski Yunan’da, Roma’da bulunmayan ama iki bin altı yüz yıldır hayatın her alanında karşımıza çıkan varlık. Hani Haçlı Seferlerini yaptıran, engizisyonda binlerce insanı yaktıran, dünya savaşlarını çıkartan, Yahudileri gaz odalarına gönderen, Bosna’da Sırpların tüfeklerini dolduran, Filistin’de bebelerin kanına giren, Madımak’ta ilk kıvılcımı çakıp ilk kaldırım taşını fırlatan, HSBC bankasına bomba yüklü kamyonetle saldıran; aşağılık, vahşi, barbar şeytan! İnsanlığın güzide tarihini mahveden (!) bu kibirli yaratığın öyküsünü merak ediyorsanız bu kitabı okuyun.Kendi kötülüğümüzü gizlemek için suçun tamamını atacağımız bir varlığın zihnimizde ve kültürümüzde nasıl oluştuğunu adım adım, kültürden kültüre gezerek, insanlık tarihinin akışıyla birlikte, dinlerin oluşumuyla birlikte izleyin. On sekiz bölümlük bu kitap dinlerin tarihini, oluşumunu anlatırken şeytanı, bu karşı-tanrıyı da enine boyuna inceliyor. Ve yazarının tabiriyle bu “ Politik Figür”, bu “Düşmüş Melek”, “Tanrısal İradenin Sadık Uygulayıcısı” bu yaratık (?) kültürden kültüre; coğrafyalar arasında, kutsal kitapların sayfalarında, egemenlerin dillerinde ve uygulamalarında nasıl dolaşmış; insanlığın genişlemesi ve insani kavramlarını yitirmesiyle ters orantılı olarak nasıl semirmiş bir okuyun. Şu soru hep aklınızda olsun: Şeytan kötülüğün nedeni midir, yoksa sonucu mudur? YAZARA DAİR Gerald Messadié 1931'de Kahire'de doğdu. Sainte-Famille Cizvit Okulu'nda öğrenim gördü. Paris'teki gençlik yılları, öğrenim gördüğü Doğu Dilleri Okulu'ndan (Hintçe, Tamilce) çok Jean Paulhan'ın Nouvelle Revue Française'deki bürosunda ve sıkça yinelenen Almanya kaçamaklarıyla geçti. İlk romanı 'Une personnage sans couronne'u 1955'te yayımladı, roman daha sonra 'Combat'da tefrika edildi; üçüncü romanı 'Le Chien de Francfort'un (1961) ardından on yedi yılını yolculuklara, bilim gazeteciliği çalışmalarına ve dostlarına ayırdı. Birilerince evlat ya da kardeş –hiç değilse manevî evlat– olarak bellenmiş, keşiflere, okumalara susamış Messadié, uzun bir dönem Roma ve New York'ta yaşadı, bu arada Sudan'dan Samoa'ya, Gana'dan Bolivya'ya koşuşturup durdu, böylelikle insanlar arasındaki kardeşliğin kültürlerden ve dinlerden daha üstün olduğuna ilişkin inancını sürekli pekiştirdi.Messadié yıllar boyu 'Sciences et Vie' dergisinin başyazarlığını da yürütmüştür. (kabalciyayinevi.com ‘dan alınmıştır) Ulvi ATEŞ Antoloji.Com Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.