nevermore Oluşturma zamanı: Ekim 8, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Ekim 8, 2009 http://www.sinemadefteri.com/wp-content/themes/mimbo2.2/images/epstein1.jpgAklınızda bir dizi soru var… Kim bu Jean Epstein? Neden bu kadar önemli biri? Ya da gerçekten önemli mi? Görülmesi elzem olan filmleri var mı? Varsa hangileri? Sinemaya ne katmış? Takip edilmeye değer miymiş vs. vs… Fazla uzatmadan sözü şöyle bağlayalım; Jean Epstein bir Fransız, şehir cereyanına tutulmuş gibi görünen saçları var ve klasik sinemayı olabildiğince dışlayarak, deneyselliğin ön planda olduğu yaklaşık üç düzine kadar film yapmış… Bu kadarcık bilginin sinema müptelaları için yeterli olamayacağını göz önünde bulundurarak mevzuyu biraz daha açmaya çalışalım. Jean Epstein aslen bir film teorisyeniydi. Şiir, fotoğraf ve film sanatı hakkındaki fikirlerini topladığı “Bonjour Cinema” adlı inceleme kitabı döneminin dikkate değer kuramsal çalışmaları arasında sayılıyordu; ki zat bu eseri kaleme aldığı sırada henüz 24 yaşındaydı. Bundan yalnızca bir yıl sonra, 1922’de Louis Pasteur üzerine bir belgesel niteliği taşıyan ilk filmi Pasteur’ü hayata geçirdi. Ve arkası da çorap söküğü gibi geldi. Jean Epstein biyografisine biraz ara verip ufak bir uyarıda bulunalım. Epstein’ın kariyeri, filmleri ve sinema anlayışı, dolayısıyla da yazının bundan sonraki kısmı konvansiyonel sinemayla fazlasıyla içli dışlı olanların pek fazla ilgisini çekmeyebilir. Sebebi basit: Epstein’ın sineması her türlü bünyeye hitap edecek cinsten değil. Örneğin kendisi Honoré de Balzac, George Sand, Edgar Allan Poe gibi yazarların eserlerini sinemaya uyarlamış olduğu halde, söz konusu filmlerin hemen hiçbiri alışıldık anlatım kalıpları içermiyor. Nitekim Epstein sinemasının en belirgin özelliği de zaten yakın planlar, çizgisel olmayan zaman akışları, yoğun bindirmeli planlar, zaman zaman izleyenin algısıyla oynayan kamera hareketleri ya da ağır çekimler gibi kendi dönemi için hayli ayrıksı sayılan denemelere ve yabancılaştırıcı etkisi yüksek bir biçimselliğe dayanıyor oluşuydu. Diğer bir deyişle, Epstein’ın filmlerinde hikâye ziyadesiyle geri plandaydı. O kadar ki, kimi söylencelere bakılırsa Epstein ilk önemli filmi olarak kabul gören 1923 tarihli Coeur fidèle’in senaryosunu yalnızca tek bir gecede yazmıştı. Film, hikâye bazında o yılların Hollywood yapımlarını aratmayan bir basitliğe, hadi adını koyalım ‘basmakalıplığa’ sahip olsa da, Epstein daha açılış planından başlayarak karakterlerin ve içinde bulundukları durumların portresini çıkarmaya soyunmuş, üstelik bunu Hollywood’a öykünme gereği duymaksızın son derece yaratıcı bir üslupla gerçekleştirmeyi başarmıştı. http://www.sinemadefteri.com/wp-content/themes/mimbo2.2/images/epstein3.jpg Öte yandan Epstein’ın, sinemasına tesir etmiş isimler arasında Charlie Chaplin ve David W. Griffith’i de saymış olması hayli ilginç. Ne var ki, Epstein’ın asıl ilham kaynakları dendiği zaman Fransız yönetmen ve film teorisyeni Louis Delluc’un yanı sıra, erken dönem Sovyet sinemasının da adını anmak şart. Sovyet sinemasının yapısallığından fazlasıyla etkilendiği bilinen Epstein’ın, kamera ve kurgudan faydalanış biçimi, yakın planlara olan düşkünlüğü ve filmlerindeki kimi mistik öğeler düşünüldüğünde özellikle diğer bir öncü olan Yevgeni Bauer’in filmleriyle arasında bir bağ kurmak mümkün. Söz gelimi, Epstein’ın başyapıtı olarak kabul edilen Poe uyarlaması La Chute de la Maison Usher ve diğer bazı filmlerindeki set tasarımları, buna paralel olarak yalnızca mekâna değil aynı zamanda karakterlerin iç yapısına da vurgu yapılmasına olanak veren kamera devinimleri ve gizem unsuru Bauer’in filmlerinden belirgin izler taşır. Kronolojik akışa dönelim. Coeur fidèle sonrasında Epstein, La Belle Nivernaise, Le Lion des Mogols, Les Aventures de Robert Macaire, Au pays de George Sand gibi yapımların da aralarında bulunduğu bir dizi filme imza attı. Ardından kendi yapım şirketini kuran yönetmen Mauprat ve Six et demi onze filmleriyle yoluna devam etti. Bu noktada Epstein’ın sinema tarihinin ilk bağımsız yönetmenlerinden biri olarak anıldığını ve kendi şirketi bünyesinde stüdyo sisteminin tam ters kutbuna denk düşen yapımlarla müstesna bir filmografi inşa ettiğini not düşelim. http://www.sinemadefteri.com/wp-content/themes/mimbo2.2/images/epstein2.jpg 20’li yılların son çeyreğine gelindiğinde ise Epstein üç adet şahane film kotardı. Hipnotize gücü yüksek, klostrofobik La Chute de la Maison Usher, kurgunun sunduğu olanaklara dair adeta bir gövde gösterisi olan orta metrajlı La Glace à trois faces ve Epstein’ın kariyerinin ikinci döneminin habercisi olan Finis terrae. Söz konusu üç filmin de en dikkat çekici özelliği sıra dışı kurgu anlayışı ve atmosferi merkeze yerleştiren görsellikleridir. Hiçbirinde çok katmanlı bir hikâye örgüsünden söz edilemez. La Glace à trois faces duyarsız bir playboyun, kendisine aşık olan üç kadın ile yaşadığı ilişkileri çapraşık bir kurguyla sunar. La Chute de la Maison Usher, hikâyeden ziyade başkarakteri Roderick Usher’ın iç dünyasına odaklanır. Finis terrae’nin öyküsü ise aşağı yukarı, genç bir balıkçının elini incitmesi ve durumunun giderek kötüleşmesinden ibarettir. Epstein, filmin dramatik çatısını genç balıkçı ve diğer bir avuç karakterin tepkileri üzerine kurmuştur. Epstein, Finis terrae’nin ardından bir geçiş dönemi yaşar ve kariyerinin ikinci evresine girer. II. Dünya Savaşı’na kadarki bu yaklaşık 10 yıllık periyotta birkaç istisnai yapım hariç, Britanya adalarındaki yaşamı gözleyen belgesel türünde çalışmalara imza atar. Epstein, ilk dönemine kıyasla artık nispeten minimal sayılabilecek bir tarza yönelmiş gibi görünse de, ağır çekimler, çeşitli kamera hileleri, yer yer zaman sıçramaları da içeren sofistike bir kurgu çalışması ve kimi mistik motiflerle desteklenmiş anlatım biçimleri denemekten de geri durmaz. Mor vran, L’Homme à l’Hispano, La Bretagne ve Les Bâtisseurs bu dönemin dikkate değer filmleri arasında gösterilebilir. II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin ardından, Polonyalı Yahudi bir ailenin çocuğu olan Epstein, bazı filmlerinde ortak senarist ve oyuncu olarak da görev yapmış olan kız kardeşi Marie ile birlikte gestaponun eline düşer ve savaş boyunca film yapması engellenir. Savaş sonrasında iki film daha çeken yönetmen böylelikle kariyerine noktayı koyar. Aklımızda bir dizi soru var… Yenilikçi bir sinemanın peşinde mi koşuyorsunuz? Filmleri, tekrar tekrar izleyip ince detayları yakalamaya ve yeni anlamlar bulmaya çalışırken bir fetişe mi dönüştürüyorsunuz? Sinemayı bir eğlence aracından öte bir kavramlar bütünü olarak mı ele alıyorsunuz? “Bünyem her çeşit sıra dışı deneyime dayanıklıdır” mı diyorsunuz? Hala bir Jean Epstein filmi izlemediniz mi? Başlıca Filmleri: http://www.sinemadefteri.com/wp-content/themes/mimbo2.2/images/epstein4.jpgCoeur fidèle (1923): Marsilya rıhtımlarını mesken tutan karanlık ve hüzünlü bir aşk melodramı. Lunapark sahnelerindeki kurguya dikkat. La Glace à trois faces (1927): Zamanının çok ötesindeki kurgusuyla baş döndüren bir deneyim. Epstein’ın en iyilerinden. La Chute de la Maison Usher (1928): Poe’nun hikâyesine Epstein’dan şiirsel bir yaklaşım. Aynı zamanda yönetmenin kendine özgü kamera hilelerinin en yoğun biçimde kullanıldığı filmlerden. Finis terrae (1929): Britanya sahillerindeki yoksul Fransız balıkçılar üzerine kurulu bu ‘belgeselvari’ çalışma Epstein’ın kariyerindeki zirve noktalarından biri; keşfedilmeyi bekleyen bir başyapıt. Le Tempestaire (1947): İtalyan Yeni Gerçekçiliği ile Epstein’ın mistisizmini buluşturan çarpıcı bir kısa metraj. Başrolde tabiat ana. Kan Bağı: Luis Bunuel: Bunuel’in Endülüs Köpeği, Altın Çağ ve Las Hurdes gibi ilk filmlerinde, bir dönem asistanlığını da yapmış olduğu Jean Epstein’ın etkisini gözlemeniz olası. Sonrası malum, Bunuel nispeten farklı sulara yelken açtı. Roberto Rossellini: İlk bakışta birbirleriyle uzaktan yakından ilgileri yokmuş gibi görünebilir ancak Yeni Gerçekçilik akımı ile Epstein’ın son filmleri arasındaki benzerlik de gözden kaçacak gibi değil. Ayrıca akımın önde gelen yapımlarından, Visconti imzalı La Terra Trema da Finis terrae başta olmak üzere kimi Epstein filmlerini akla getiriyor. Robert J. Flaherty: Belgesel sinemanın büyük ustası Flaherty ile Epstein’ın ikinci dönemi arasında bilhassa tematik yönden sıkı bağlar mevcut. Özellikle de Man Of Aran birçok geç dönem Epstein filmiyle kan kardeşi dahi sayılabilir. Alain Resnais: Tıpkı Rossellini ve Flaherty gibi, Resnais ile Epstein arasında da doğrudan doğruya bir bağ kurmak çok kolay olmayabilir. Ancak Resnais’nin Hiroshima mon amour ve L’Année dernière à Marienbad gibi filmlerinde özellikle stil açısından La Glace à trois faces’in etkisi görülebilir. Fransız Empresyonizmi: I. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan, özetle duygular, izlenimler ve görüntüye odaklanan, resim sanatından beslenen, başlıca temsilcileri Abel Gance, Germaine Dulac, Marcel L’Herbier, Louis Delluc ve Jean Renoir olan akımın en önemli isimlerinden biri de Epstein idi. Yönetmen, özellikle Gance ve Delluc’un kendi sineması üzerindeki etkisini hiçbir zaman gizlememiştir. altyazi.net Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.