nevermore Oluşturma zamanı: Kasım 24, 2009 Paylaş Oluşturma zamanı: Kasım 24, 2009 Her şeyi kapsayan ve her şeye nüfuz etmiş temel bir enerjinin varlığı gerek antik gelenekler tarafından gerekse birçok modern araştırmacılar tarafından ifade edilmiş bir kavramdır. Bu enerji canlı cansız her şeyin iç yapısında bulunmakla beraber özellikle canlı dediğimiz yapılarda yoğunlaşmakta ve canlılığın devamını sağlayan bağlayıcı bir enerji olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu enerjiye farklı kültürlerde farklı isimler verilmekle birlikte hepsi de temelde aynı şeyi ifade etmektedirler. Şimdi dilerseniz bu süptil enerjilerin çeşitli kültürlerde nasıl ele alındığına ve tarihteki izlerine bakalım. Mit, efsane, tarih ve arkeoloji eskilerin süptil enerjileri çeşitli biçimlerde kullandığına dair ipuçlarıyla doludur. Yerlerini çoktan başkalarına bırakmış eski kültürlerde bu kavramın ayrıntılı biçimde anlaşılmış olduğuna dair kanıtlar vardır. Hindistan’daki Gelenekler Süptil enerjiler hakkındaki en eski, en geniş ve tutarlı bilgilerin günümüzden 5000 yıl öncelere dek uzanan Hint Uygarlığından geldiğini görüyoruz. Hint felsefesinde temel olarak iki cins güç veya enerji kavramı olduğunu görüyoruz: prana ve akaşa. Bunların tanımları hakkında değişik okullar arasında tam bir görüş birliği bulunmamakla beraber, genel olarak prana, atmosferdeki serbest bir enerji formu ve aynı zamanda canlı varlıklardaki hayat verici enerji olarak kabul edilir. Bedene alınışı gıdalar ve solunum yoluyla olmaktadır. Belli tekniklerin kullanılmasıyla normalden fazla miktarlarda alınabilir, bedende depolanabilir ve sağlık için kullanılmasının yanı sıra başkalarına yardım etmek için zihinsel olarak yönlendirilebilir ve levitasyon gibi olağan dışı beceriler için kullanılabilir. Bir enerji ve eterik bir akışkan olarak farklı tanımlara sahip olan Akaşa evrendeki her şeyin varlık bulduğu temel ve görünmez bir enerjidir. Her şeyin aslı olarak kabul edilen akaşa aynı zamanda evrensel hafızayı da içeren bir cevherdir. Uzak Doğu Kadim Çin’in bilimsel birikimi, belki Mısır dışında zamanın bütün uygarlıklarının çok ilerisindeydi. İsa’nın dünyaya gelişinden çok zaman önce Çinli simyacılar baz metalleri altına çevirmeye, ölümsüzlüğün sırrını keşfetmeye ve beden, zihin ve ruhta mükemmelliğe ulaşmaya çalışıyorlardı. Yöntem ve terminolojilerinin Orta Çağ Avrupasının simyacılarınınkinin benzeri olması dikkat çekicidir. Süptil enerjilerle ilgili olarak Çin kültüründe chi (çi ya da ki) adı verilen evrensel bir enerji kavramı görülmektedir. Çi, tüm maddi formların ve hayatın oluşumundaki temel güçtür ve “Yin” ve “Yang” olarak adlandırılan iki kutbu olduğu söylenmektedir. Teoriye göre, chi’nin işleyiş tarzında değişiklik meydana getirme, akupunkturun temelini oluşturur. Chi’nin bedende “meridyenler” denilen kanallar vasıtasıyla dolaştığı söylenir. Bu meridyenler tıkandığı zaman, bedenin bir yerinde çok fazla diğer bir yerinde ise çok az chi var demektir. Bu dengesizlikler hastalıklara yol açmaktadır. Akupunkturun amacı bedendeki chi akışını dengelemek ve yeniden ahengi sağlamaktır. Japon kavramı ki, büyük ölçüde ch’i’ye benzer. Japonların da yakın zamanlarda popüler olan ve ki’lerini kullanarak olağandışı işler yapan, sihirli yeteneklere sahip kadim ninja gelenekleri vardır. Mısır Kadim Mısır’da rahiplerin zihinleri veya enerjileri sayesinde şarj edilen güç çubukları olduğunu anlatan efsaneler vardır. Bu nesnelerin, Büyük Piramit’tekiler gibi yekpare ve ağır taş bloklara yöneltilerek onların havaya kalkmasını ve yere inmeden bir iki metre hareket etmesini sağladığı söylenmektedir. Efsanelere göre piramitlerin, masif mabet temellerinin ve anıtsal yontuların taşları bu yolla hareket ettirilip yerlerine yerleştirilmişlerdir. Mısır yontu ve resimlerinin belli bir görevi olması gereken esrarengiz çubuklar tutan kişileri sergilediğini biliyoruz. Birçok Mısır resminde resimdeki kişilerin tuttukları görülen, Ejiptologların açıklamakta zorluk çektikleri gizemli değnekler vardır. Değneğin belirsizce bir hayvan başına benzeyen tuhaf bir başı, düz bir gövdesi ve bir at nalı gibi iki uca ayrılan bir alt kısmı vardır. Bu kombinasyonun pekala elektrik enerjisini veya belki de vrili depolamak için tasarlanmış bir alet, bir kapasitör olması ihtimali vardır. Son olarak, bazı fresklerde ana figürün direkt avuç içlerinden çıkan dalgalı çizgiler veya yıldırımlar görülmektedir. Bu bir otorite sembolü olabilir, fakat iyileştirici gücü simgeliyor olması da mümkündür. Britanya’ya Kısa Bir Gezi İngiltere’nin her tarafında “ley hatları” diye bilinen doğrusal hatların kalıntılarına rastlanır. Bunlar son derece eski mabet yerlerini, taş çemberleri, dağ tepelerini ve mezar höyükleri birbirine bağlar. Yazar John Michell View Over Atlantis (Atlantis’e Tepeden Bakış) adlı kitabında bunların, eskilerin havaya yükseltilmiş arabalarla üzerlerinden uçabildikleri manyetik güç hatları olabileceğine dair birçok kanıt sunar. Çin, Polinezya ve Asya’daki benzer “kutsal” güç hatlarına da dikkat çekilmiştir. Bu arada tabii ki Stonehenge’in taşlarından bahsetmeden geçemeyiz; bunun nedeni yalnızca burasının bir güç odağı olduğu hakkındaki gelenekleri değil fakat kadim ustaların beş yüz km ötede çıkarılan ve “mavi taş” denilen özel cinste bir taşı temin etmek için gösterdikleri sıra dışı çabadır. Stonehenge ve benzeri diğer yöreleri gezip incelediğiniz zaman; bunların bilimsel bilgiye sahip, ancak işlemek için yeterli ekipmana sahip olmayan kişiler tarafından inşa edildikleri duygusuna kapılırsınız, tıpkı gemisi batan bir mühendisin becerikli ellerinden çıkan hindistan cevizi ve bambudan yapılmış işe yarar yapılar gibi. Genel Bir Bakış Arkeoloji, tarih, efsaneler, mitler ve psişik algıların tümü kaçınılmaz bir biçimde eskilerin bugün bizim onlara biçtiğimiz değerden çok daha ilerlemiş oldukları sonucuna işaret etmektedir. Levitasyon, şifacılık ve tahrip gibi marifetler öyle yaygın ve öyle tutarlı ayrıntılarla tanımlanmıştır ki, bunlara birer fantezi gözüyle bakıp hafife alamayız. Tanımlananların çoğu elektrik hatta belki lazer ve atomik silahlarla ilgili bir bilgiyi simgeler görünümdedir. Tek başına bu bile yeterince fantastiktir, fakat bizim işimiz hayretten ağzı açık kalmakla yetinmek değildir. Bizi ilgilendiren, bugünün dünyasında evrenselleşmiş bilgiler arasındaki yerini almamış bir gücün kullanımına işaret eden artakalmış ayrıntılardır. Böyle bir gücün bir zamanlar gerçekten kullanıldığına dair kendi başına yeterli kanıt oluşturan bir kaynak yoktur. Arkeoloji bize sadece açıklaması olmayan yapıtlar sunmaktadır, fakat bu bir gün onların basit bir açıklamasını bulamayız anlamına gelmez. Tarihin tarihçiler tarafından kendi amaçlarına uyacak şekilde saptırıldığını biliyoruz. Efsane ve mitler, sembolizm veya arzuların tatmini ile iç içe geçmiş olabilir ve psişik algılar tek başına bir değer taşıyamayacak kadar şarlatanlığa ve çarptırmaya bulaşmıştır. Ancak dünyanın çeşitli köşelerine dağılmış bu kaynakların hepsini bir araya getirdiğimiz zaman, ikinci derecedeki kanıtların ne kadar ağır bastığını hissedebiliriz. O halde eskilerden bize kalanlar, ümit vadeden ipuçlarıdır. Anton Mesmer ve Çalışmaları Franz Anton Mesmer, 23 Mayıs 1734’te doğmuş ve 1815’te, seksen bir yaşında ölmüştü. Çalışmasının yalnızca bir yan ürünü olan ve aslında kendisinin hiçbir zaman birinci derecede dikkate davet etmediği bir fenomenle özdeşleştirilmesinden dolayı ismi ölümsüzlük kazanmıştır. Günümüzde “mesmerizm” onun yakınarak itiraz etmesine rağmen ipnotizmayla aynı şey olarak görülmektedir. İpnotizma da hayati önem taşıyan bir konudur, fakat on sekizinci ve on dokuzuncu asırlarda mesmerizm bütünüyle başka bir anlama gelmekteydi. Mesmer’in buluşuna verdiği isim olan “Canlısal Manyetizma”yı (animal magnetism) ifade ediyordu. Anton Mesmer otuz bir yaşında Viyana Üniversitesinden tıp diploması alarak mezun oldu. O sırada daha önceden hak kazandığı, bir doktora derecesi de dahil olmak üzere iki diploması daha vardı. O günün tıbbi bakış açısından doktora tezi olarak seçtiği konu şaşırtıcıydı, fakat daha da şaşırtıcı olanı bunun kabul edilmiş olmasıydı. Çünkü, Paracelsus’un yazılarından şiddetle etkilenen Mesmer’in tezinin konusu, gezegenlerin insan bedeni üzerindeki etkileriydi. Bunu tezinde şöyle dile getiriyordu: Açıktır ki dünyamızın sıvı ve katı varlıklarına tesir etmeyen gök cisimlerinde hemen hemen hiçbir değişim yoktur. Bu bağlamda, canlı organizmaların da bu tesirden paylarını aldıklarını inkar etmek mümkün müdür? Canlı bir varlık da bu dünyanın bir parçasıdır ve sıvı ve katı bileşenlerden meydana gelmiş böyle bir varlık, bu bileşenlerinin oranları ve dengeleri süptil bir biçimde değişime uğradığı için bunların oluşturduğu etkileri bünyesinde hassasiyetle hisseder. Şimdi, istiridye ve bazı solucan cinslerinin hayat devrelerinin ayın evrelerine bağımlı olduğunu ve güneşteki lekelerin insanların zihinsel durumlarını etkilediğini biliyoruz. Burada Mesmer’in bilimsel gerçeklerden söz ettiğini görebiliriz. Fakat, onun yaşadığı zamanda, teorilerine alaylı bir hoşgörü ile yaklaşılıyordu. Ancak Mesmer bu teoriyi mantıksal bir çıkarıma ilerleterek büyük bir sıçrama yaptı. Eğer yıldızlardan gelen bir tesir söz konusu ise o zaman bu tesir onunla karşılıklı etkileşim içerisinde bulunabilen Dünya üzerinde de bulunmalıydı. Mesmer bu noktadan hareketle, her şeye nüfuz edebilen, canlısal manyetizma gücü için bir taşıt gibi iş gören, yalnızca canlılarla sınırlı olmadığını kabul ettiği bir enerji olan evrensel akışkan kavramını geliştirdi. Mesmer şu teorisini haklı çıkaracak bir şeyin peşindeydi: Doğadaki her şey belirli bir kuvvete sahiptir ve bu kuvvet kendisini diğer nesneler üzerinde özel bir eylemle tezahür ettirir; yani başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, burada herhangi bir kimyasal birleşme olmaksızın ya da organizmanın iç yapısına girmeksizin dışsal olarak eylemde bulunan bir psiko-dinamik kuvvet söz konusudur. Ona göre bu güç yalnızca hayvani canlılarla sınırlı olmaktan çok uzaktı ve “tüm nesnelerin -hayvanların, bitkilerin, ağaçların, suyun, hatta taşların- hatırı sayılır bir uzaklığa kadar yayılabilen bu sihirli akışkanla yüklü” olduğu düşüncesindeydi. 1774’te Mesmer, Viyana Üniversitesi profesörlerinden ve aynı zamanda Maria Theresa’nın kraliyet astroloğu olan bir Cizvit papazının mıknatısları tedavi amacıyla kullandığını duydu. Paracelsus da iki yüz sene önce aynı olasılığı rapor ettiği için Mesmer buna yoğun bir ilgi duydu ve papazla birlikte çalışmaya başladı. Cizvit iyileştirici etkenin mıknatısın kendisi olduğunu düşünürken Mesmer, mıknatısın yalnızca iyileştirici güçteki akışkana aracılık eden bir aletten ibaret olduğuna inanıyordu. Kendi araştırmalarını derinleştiren Mesmer, mıknatısları uzun süredir devam eden bazı hastalık vakalarına uyguladı ve hastalıklarda kayda değer iyileşmeler elde etti. “Mıknatıs uygulaması sık olarak ağrılarda bir artışla ve hemen arkasından bir krizle sonuçlanıyor, bunu sükunet dolu bir rahatlama ve hastanın yavaş yavaş iyileşmesi izliyordu.” Bunların dışındaki klinik çalışmalar, onu çelik mıknatısların manyetik etkinin yegane kaynağı olmadığına ikna etti. Kağıt, ekmek, yün, ipek, deri, köpekler, insanlar ve her şeyin iyileştirici bir gücü kendine çekebildiğini ve sonra da onu yayabildiğini bulguladı. Nihayet kendisinin de bir güç jeneratörü olduğunu ve sadece ellerini sorunlu bölgelerin üzerinden geçirmesi suretiyle bazı hastaların iyileştiğini keşfetti. Mesmer asla kendisini ruhsal bir şifacı olarak görmedi. Uygun bir eğitimle herkes tarafından uygulanabilecek doğal bir fenomeni kullandığını biliyordu. Aynı zamanda esas olarak zihnini kullandığının farkındaydı. İyileştirici güç “psiko-dinamik”ti; hastaya girmesi yoğun olarak istenmeli ve daha da önemlisi hasta tarafından kabullenilmeliydi. Fransız Bilim Akademisi’nin Başkanı, Dr. Charles Le Roy’un ricası üzerine Mesmer, yirmi yedi maddelik bir memorandum hazırlamış, bu metinde canlısal manyetizma olarak adlandırdığı gücün işleyiş prensipleri ve özellikleri ile ilgili çeşitli açıklamalar yapmıştı. Mesmer her ne kadar kendi çağında anlaşılamamış olsa da aslında sezgisel bir yolla çok önemli buluşlar yapmıştı. Bugün çok çeşitli isimler altında uygulanan manyetik şifacılığın bilimsel temellerini Mesmer atmıştı. Manyetizma günümüzde özellikle Fransa’da yaygın olarak uygulanan ve çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılan geçerli bir iyileştirme yöntemidir. Günümüzde yaygın olarak kullanılan şifa uygulamalarının birçoğunda da her insanda bulunan manyetik gücün aktarımı söz konusudur. Manyetizma, ayrıca insandan yayılan manyetik güce hassas olan kimselerin bir tür trans haline sokulmasında da kullanılabilmektedir. Manyetik paslar yoluyla hiçbir telkin kullanmadan ipnozda elde edilene benzer bir trans hali elde etmek mümkündür. Manyetik trans gerek duyular dışı yeteneklerin geliştirilmesi, gerekse medyomik çalışmalarda başarılı bir biçimde kullanılmıştır. Odik Güç ve Reichenbach Süptil enerjilerle yakından ilgilenen araştırmacılar dışında, bugün Baron von Reichenbach ismini bilen hemen hiç kimse yoktur. Ancak on dokuzuncu yüzyılın başlarında Avrupa’nın her yerindeki bilim çevrelerince yakından tanınıyordu. Meteorlar konusunda tam bir otorite olarak görülen ve aynı zamanda creosot’un kaşifi olan Reichenbach’ın bilimsel kredisi başlangıçta oldukça sarsılmazdı. Fakat dikkatini “od” diye adlandırdığı şeyin incelenmesine yönelttikten sonra bilimsel meslektaşlarının öfkeli saldırılarına maruz kaldı ve dostları tarafından bile terk edildi. Odla ilgili iyi belgelenmiş binlerce deney yapmasına ve deneklerinin çoğunun bizzat birer bilim adamı olmalarına rağmen, elde ettiği sonuçlar görmezlikten gelindi veya kınandı. Bunun başlıca nedeni, bunların o günün geleneksel bilimselliği karşısında yer almaları ve verilerin duyular ötesi algılamalara sahip “hassas” kişilere dayanmasıydı. Ayrıca, buluşlarının çoğu Mesmer’in “canlısal manyetizma”sı ile örtüştüğünden Reichenbach toplu bir suçlamanın kurbanı oldu. Mesmerizm daha önceden bilim kurumu tarafından dışlandığından, od teorisinin de aynı şekilde dışlanması “doğal”dı. Bizim burada vril olarak nitelendirdiğimiz süptil enerjiye Reichenbach tarafından verilen isim “od”dur. Mıknatıslar ve Od Reichenbach “magnetod” yani mıknatıslardan yayılan odik güç ile deneyler yapıyordu. Baron kendisini kamçılayan şeyin Mesmer’in çalışması olduğunu saklamıyordu ve araştırmalarına onun iddialarını kanıtlamak ya da çürütmek için başlamıştı. Mesmer gibi o da birçok kişinin bedenlerinin üzerinden bir mıknatıs geçirildiğinde açık bir şekilde değişik duyumlar hissettiklerini bulguladı. Duyumlar hoş olmaktan çok tedirgin ediciydi ve hastaların sanki üzerlerine doğru hafifçe üfleniyormuş gibi algıladıkları, serin veya ılık bir soluğa benzeyen belirsiz bir serinlik veya sıcaklık duygusuyla kombineydi. Bazen bir çekim, batma veya üzerlerinde bir şey dolaşıyor hissi algılamakta; bazıları aniden gelen baş ağrılarından yakınmaktaydılar. Yalnızca kadınların değil fakat özellikle genç erkeklerin de bu tesire hassas oldukları açıkça gözlemlenmiştir; çocuklarda bazen çok aktiftir. Mesmer öncelikli olarak enerjinin iyileştirici nitelikleri üzerine yoğunlaşmıştı, fakat Reichenbach daha çok onun yapısıyla ilgilenmekteydi. Bu onu şaşırtıcı verilerle sonuçlanan bazı sıra dışı deneyler yapmaya sevk etti. Belirli kişilerin mıknatısın meydana getirdiği somut duygulara hassas olduğunu bulgulayan Reichenbach, acaba tam anlamıyla karanlık bir ortamda görsel duyumlar alamazlar mı diye merak etti. Bunun karşılığını cömertçe aldı. İlk önce kataleptik nöbetler geçiren bir kızla çalışarak hiç kimsenin en ufak bir şey göremeyeceği kadar karanlık bir odada onun bir mıknatısın kutuplarından yayılan ışığı görebildiğini keşfetti. Kız ışıktan fazlasını tanımlamıştı; o hareket eden, kayan bir alevdi. Bu sonuçtan yüreklenen Reichenbach, deneylerine çoğu mükemmel derecede sağlıklı başka hassas deneklerle devam etti. Bunların gözlemleri hep doğrulayıcı nitelikteydi. Hassasiyet derecelerine göre ya kutup noktalarda hafif bir parlaklık veya dev bir irise benzer şekilde görkemli alev püskürmeleri görmüşlerdi. Her iki kutbu yukarı doğru çevrilmiş at nalı şeklinde güçlü bir mıknatıs kullanan Reichenbach’ın hassas denekleri iki uçtan çıkan alevlerin birbiriyle karışmadığını, açıkça birbirlerinden ayrı durduklarını rapor ediyorlardı. Reichenbach veriler doğrultusunda bir mıknatısın kuzey kutbunun bir serinlik duygusuyla birleşmiş olarak mavimsi bir alev çıkardığını, güney kutbundan çıkan renk selinin ise bir ılıklık duygusunun eşliğinde sarımsı kırmızı olduğunu tespit etti. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Kasım 24, 2009 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 24, 2009 Kristaller ve Od Mıknatıslarla bu çalışma Reichenbach’ın denemelerinin yalnızca bir kısmını oluşturuyordu. Ayrıca örneğin kristallerin de od yaydığını bulgulamıştı ve buna “kristalod” adını takmakta gecikmemişti. Deneylerin çoğunda gene karartılmış bir odada büyük bir kuartz kristali kullanmıştı. Hassas gözlemci şöyle rapor ediyordu: Kristalin gövdesi baştan sona hoş bir ışıkla parlıyordu ve ... üst noktasının üzerinde bir el büyüklüğünde veya avuç içi kadar, mavi, sabit hareketli, bazen kıvılcım çıkaran, lale biçiminde, en üst kısmında hoş bir sise dönüşerek eriyen bir ışık yayımı vardı. Kristalin kayaya bağlı olan ucu değişmez biçimde sarımsı-kırmızı bir sis yayıyordu. Yine burada da kutupluluk fenomeniyle karşı karşıyayız. Mavi ucun daima serin ve kırmızı-sarı ucun ılık olduğu söyleniyordu. Od ve İnsan Bedeni Mesmer gibi Reichenbach da çok geçmeden hayretler içinde kendi bedeninin de od yaydığını keşfetti. Karanlıkta parmak uçlarından beş - on cm. boyunca ışık çıktığı görülüyordu ve bedeni de sise benzer bir dumanla çevriliydi. Parmak uçlarından çıkan akım kristal ve mıknatısların alevleriyle aynı özellikleri sergilediğinden, Reichenbach doğal olarak bunun aynı gücün faaliyeti olduğu ve ellerle verilen desteğin faydalı etkilerinin bu güç tarafından üretildiği sonucuna vardı. Bedenin Işıklılığı Reichenbach’ın keşfettiği üçüncü kutupluluk okült ve doğu düşüncesindeki bir fikre karşılık gelir. Hassas denekler, kırmızımsı olan jenital bölgeden mor olan baş bölgesine doğru yükselen ve mıknatısla ilgili tanımların çok benzeri bir renk spektrumunu rapor etmişlerdi. Reichenbach, “bazı hassas gözler için bedenin tümü pırıltı saçar,” demektedir. İnsan bedeninin hemen tüm yüzeyi, fakat özellikle eller, avuç içleri, parmak uçları, gözler, başın değişik bölgeleri, göbek, topuklar, vs. ışıklıdır. Bütün parmakların uçlarından nispeten daha büyük yoğunlukta aleve benzer ışık huzmeleri çıkar ve çıkış noktalarından düz bir çizgi halinde akarlar. Güneşten ve Aydan Gelen Od Astrolojinin temel ilkesi, gök cisimlerinin insanların zihinlerine ve koşullarına etki eden bir kuvvet yaydığıdır. Reichenbach’ın heliod (güneşten gelen od) ve lunodla (aydan gelen od) ilgili buluşlarından bu öğretiyi doğrulayan ve ışık tutan bir şeyler elde edebiliriz. Bu tip deneylerin ilki bulutsuz bir günde yapılmıştı. Hassas bir denek bir evin içinde on metrelik bakır bir telin bir ucunu tutuyordu, telin diğer ucu ise dışarıda, açık havadaydı. Mıknatıslarla ve kristallerle çalışa çalışa odik güce iyice hassaslaşan denek şöyle böyle algılanabilen bir güç yayılımı hissetti. Sonra Reichenbach bakır telin dışarıdaki ucunu kenarları 10 cm. uzunluğunda, dörtgen bir bakır plakaya bağladı ve deneğin alışması için bir süre bekledikten sonra dörtgeni direkt güneşin altına koydu. Denekten derhal bir memnuniyet nidası geldi. Kolundan başına doğru yükselen ve ılıklık şeklinde algılanan kuvvetli bir yayılım hissetmişti. Fakat hiç beklenilmeyen bir sonuç, eş zamanlı bir serinlik duygusuydu ve deneğin kol ve bacaklarının tamamında güçlendirici bir tazelenmeyi deneyimlemesine yol açmıştı. Denek kendisini keyifli ve neşeli hissettiğini söylüyordu. “Sıcaklık ve soğukluk birlikte hissedilmişti.” Plaka gölgeye alındığı zaman serinlik duygusu kayboldu, ancak yeniden güneşin ışınlarına maruz kaldığında geri döndü. Eğer plakanın yeri güneşin ışınlarının eğik olarak düşeceği şekilde ayarlanırsa, etki azalıyor ve dikey olarak düşmeleri sağlandığında güçleniyordu. Gündüz vaktinin hangi saatinde veya yılın hangi ayında olursa olsun aynı deneyim kendini tekrarlamıştı. Meslektaşlarının alaya aldığı bir araştırma alanına atılma yürekliliğini gösterdiği ve bizlere emekle geçecek uzun yıllara mal olacak bir deneyler bütününü kayda geçirme ve aktarmadaki titizliği için Baron Charles von Reichenbach’a muazzam bir teşekkür borçluyuz. Araştırmaları yeni nesil araştırmacıların eline kendi deneylerini karşılaştırabilecekleri çok değerli bir birikim vermiştir. Enerji için hangi ismi benimsediğimiz bir yana, Reichenbach’ın vril fiziği tarihinde bilgilerimize dev bir katkıda bulunan kişiler arasında ayrı bir yeri olacaktır. Wilhelm Reich ve Orgon Enerjisi Mesmer ve von Reichenbach’dan sonra şimdi de Wilhelm Reich’ın çalışmalarını inceleyeceğiz. Reich’ın çekişmelerle dolu kariyeri, 1919’da tıp fakültesindeyken, Sigmund Freud’un başı çektiği bir radikaller grubuna katılmasıyla başladı. Süratle liderlik pozisyonuna doğru ilerledi, (gruba katıldığı sırada yalnızca yirmi iki yaşındaydı) ve psikoanaliz üzerine kabul gören çeşitli makaleler ve kitaplar yazdı. Fakat zekası bu arada onu çoktan daha ilerilere doğru taşımış ve çağdaşlarından izole etmişti. Daha sonraları Norveç’e ve oradan da Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti. Orada yaptığı farklı çalışmalardan dolayı Amerikan Gıda ve Sağlık Dairesi tarafından görevini kötüye kullanmakla suçlandı ve mahkeme duruşmalarına gitmediği için hapse atıldı ve 1957’de hapisten çıkmasına az bir zaman kala öldü. Vrilin Yeni Bir İsmi: Orgon Reich’ın daha önce tanımlananlara eş değer bir süptil enerji için listeye eklediği isim “Orgon”dur. Bu sözcük “organik” ve “orgazm” kelimelerinden elde edilmişti. Tıpkı od gibi “orgonometrik”, “orgonotik”, “orgonomik” gibi yeni kelimeler oluşturmaya elverişliydi. Reich keşiflerini diğer araştırmacılarınkinden oldukça farklı bir yolda yürüyerek yaptı. Freud’un eğitiminden geçmiş bir kişi olarak, libidonun bedendeki fiili bir enerji olduğuna ve Freud ve takipçilerinin daha sonraları değerlendirdikleri gibi yalnızca bir kavram olmadığına kanaat getirmişti. Reich, orgon enerjisinin kronik biçimde bloke olmasının hastalanmaya yol açabileceğini ileri sürüyordu ki, bu da eski öğretilerde yer alan bir kavramdır. Bu onu nevrotik hastalarda, yedi enlemesine kas grubunun kronik gerilim durumunda bulunduğunu keşfetmeye götürdü. Bu kasların bir tanesi alın ve gözler hizasında başı çevreliyordu; bir sonraki ağız ve çenenin etrafındaki alandı; sonrakiler sırasıyla boğazın çevresi, göğüs, güneş sinir ağı (solar plexus) veya diyafram, karın ve son olarak pelvisti (leğen kemiği kuşağı). Buradaki dikkat çekici husus, bu sıralamanın yoga öğretilerindeki şakralar sistemine karşılık gelmesidir. Reich’ın yogayı araştırıp araştırmadığı bilinmez, fakat çok sayıdaki ilgi alanlarına bakacak olursak, öyle olması sürpriz sayılmaz. Reich egzersiz ve masaj yoluyla bu tip kronik kas spazmları giderildiği zaman, önce duygusal bir boşalma olduğunu, arkadan da hastanın bedeninin içinde enerji “akımları” hissettiğini bulgulamıştı. Çok sık olarak fiziksel rahatsızlıklar kısa bir süre sonra ortadan kayboluyordu. Günümüzde buna benzer bir teknik body psychotherapy (beden psikoterapisi) adı altında uygulanmakta ve psikolojik sorunları olan kişiler uzman kontrolünde çeşitli beden hareketleri ve nefes egzersizleriyle bu sorunları dışa vurmakta ve böylece sorunlar giderilmektedir. İletkenler ve Yalıtkanlar Reich ayrıca iletken olmayan izolatör maddelerin güneşte belli bir süre bırakıldıkları takdirde orgonla şarj olduklarını ve aşırı nemin, gölgede havalandırmanın ve suya sokmanın onları deşarj edebildiğini (yükünü boşalttığını) bulmuştu. Bu noktaya kadar, canlı süjeleri şarj edici objeler de dahil, büyük ölçüde Reichenbach’ın keşfettiklerini tekrarladı. Atmosferik orgonla ilgili formüle ettiği ilk “yasa”, “organik maddeler orgon enerjisini emerler ve onu kendilerinde alıkoyarlar” idi. Reich daha sonra orgon enerjisini hapsetmenin ve depolamanın yollarını aradı ve “orak” adını verdiği bir kutu geliştirdi. Bu kutu bir metal ve bir de organik maddeden yapılma iki tabakadan oluşan bir yapıydı. Bu, orgon enerjisini çekip yayma özelliğine sahip bir aletti. Bunun ardından Reich, metal ve organik maddeden oluşma tabakaların sayısını artırarak etkinin güçlendiğini bulguladı. Bu aynen elektrik ve elektronik alanında kullanılan kapasitör veya kondansatörün yapısını andırmaktadır. Kutular ve Tüpler Reich çalışmasında iki tip orak kullanmıştı. Bunlardan biri içine bir şeyler konacak tarzda tasarlanmıştı. Boyutları, küçük bir kutudan, bir insanın içinde oturabileceği bir büyüklükte olana kadar değişiyordu. Diğerine “tabanca” denilmekteydi. Amacı yoğunlaştırılmış orgon enerjisini belirli bir yere, örneğin vücudun belli bir bölgesine aktarmaktı. En basit tipi çelik talaşıyla gevşekçe doldurulmuş cam bir test tüpüydü. Bu en çok küçük kesikler gibi problemler ve diş etlerini tedavide kullanılıyordu. Metal-yansıtma teorisine uygun olarak, açık uç tedavi edilmek istenen yere doğru yönlendiriliyordu. Bir diğer tabanca tipi, her tarafı kaplanmış kapalı bir kutudan çıkan esnek demir bir tüp (BX kablosu) ve tüpün ucundaki bir huniden oluşuyordu. Kutudaki orgonun tüpün içinden geçip huni biçiminde dışarı yayıldığı kabul ediliyordu. Reichenbach tel gibi madeni objelerin konsantre bir enerji kaynağıyla ilişkilendirildiği zaman enerjiyi ilettiklerini bulmuştu. Suyu Şarj Etme Reich’ın ilk buluşlarından birisi, suyun en iyi orgon emicilerden biri olduğuydu. Bu tabii yeni bir şey değildi. Mesmer ve Reichenbach bunu ondan önce keşfetmişlerdi. Dünyanın her tarafındaki ruhsal şifacılar ve dini liderler de. Fakat Reich bunu kendisinden öncekilerden daha bilimsel bir yolla kanıtladı. Reich’ın balıklama daldığı alanlar öylesine fazladır ki çalışmasını izlemede zorlanırsınız. İzinden yürümede tereddüt göstermeyen ve çalışmanın içinde kalan takipçileri, yeni bilimine verdiği isimle “Orgonomi”nin medikal yönlerine ağırlık vermişlerdir. Yeni enerji kaynaklarına ilginin artmasıyla birlikte, insanlar ancak bugün Reich’ın ileriye dönük çalışmasındaki imalara ön yargısız bir görüşle bakmaya başlamaktadırlar. Belki teorik dayanaklarının bütünüyle doğru olmadığı anlaşılabilir, fakat orgonun var olduğuna ve iş gördüğüne dair bol miktarda ipucu vardır. Reich’ın çalışması öyle bir potansiyele sahiptir ki, konuyla ilgili araştırma yapan tüm araştırmacıların bu muhalif dahinin araştırmalarını mutlaka incelemelerini gerektirir. Piramitler Gezegenimizin uzak geçmişinde, kimilerine göre dört bin beş yüz yıl önce, kimilerine göre elli bin yıl, kimilerine göre ise çok daha önce, birisi ya da birileri bütünüyle özgün bir yapı inşa etti. Bu tasarımın nedeni halen tartışma konusudur. Böyle bir şeyin tasarlanmasına olanak sağlayan bilginin nereden alındığı kesin değildir. Kesin olan şey ise onun tasarlanmış, inşa edilmiş ve geçmişin dev bir anısı olarak günümüze kadar ayakta kalmış olmasıdır. Bu yapı tahmin edeceğiniz gibi Mısır’daki Büyük Piramittir. Büyük Piramit’in kökeniyle ilgili hikayeler çok çeşitlidir. Mısır arkeolojisi uzmanları arasında genel görüş, onun firavun Kufu ya da daha çok tanınan ismiyle Keops için bir mezar olarak inşa edildiğidir. Bu görüş esas olarak piramidin içindeki taşların üzerinde onun mührünün benzeri hiyerogliflerin bulunmasına dayanmaktadır. Her tarafı iyice kapatılmış odalarının içinde bir insan bedenine ait hiçbir kalıntı bulunmadığı gerçeği de dahil, Büyük Piramit’in bir mezardan başka her şey olabileceğine dair insanı bunaltacak kadar çok ipucu olmasına rağmen Ejiptologlar teorilerinde ısrar etmekte ve tek bir adamın cesedini içine koymak için on binlerce esirin onlarca yıl boyunca taştan bir dağ yapmak uğruna gece gündüz çalıştırıldığı gibi hikayeler üretmektedirler. Piramidin ilginç özellikleriyle ilgili ilk ipucu 1930’larda, Büyük Piramit’i ziyaret ettiği sırada piramidin içinde bulunan bazı küçük hayvanların cesetlerinin aşikar biçimde mumyalandığını fark eden bir Fransızdan, André Bovis’ten geldi. Yani hayvanlar çürümemişti ve kokmuyorlardı. Fransa’ya geri döndüğünde, Büyük Piramit’in boyutlarına göre yapılmış bazı model piramitlerle deneyler yaptı ve şekille ilgili bir şeyin ölü organik maddenin mumyalanmasına yol açtığı hakkında bazı kanıtlar elde etti. 1940’larda Birleşik Devletler’de Verne Cameron adında bir radyestezist gene piramit biçimiyle ilgili deneyler yaptı ve piramidin etrafında bir enerji alanı, köşelerden de enerji akışı bulunduğunu ortaya çıkardı. Ayrıca birkaç piramidin köşelerini pillerde olduğu gibi seri ya da paralel olarak birbirlerine telle bağlarsa, enerji etkisinin güçlendiğini buldu. 1950’lerde Karl Drbal adında bir Çekoslovak piramidin traş bıçakları üzerinde bileyici bir etkisi olduğunu ve ayrıca baş ağrısını hafiflettiğini veya giderdiğini keşfetti. Zamanla fark edildi ki bu fenomene neden olan enerji tabandan tepe noktasına kadarki mesafenin üçte birine karşılık gelen bir noktada, piramidin iç merkezinde, yaklaşık olarak orijinal piramitteki Kral Odası ile aynı pozisyonda merkezlenmiş veya odaklanmış görünüyordu. Büyük Piramit ve ona göre çıkartılmış modellerle ilgili en önemli gerçeklerden birisi, en yoğun enerji etkilerinin piramidin bir kenarının manyetik kuzeye baktığı ve böylelikle dünyanın elektromanyetik alanıyla aynı hizada olduğu zaman elde edildiğidir. Hizalamada kuzeyden yirmi ile otuz derece uzaklaşıldığı takdirde, içteki enerji odağı fiilen kaybolmaktadır. “Piramit enerjisi” ile ilgili incelemeler, Bovis’in ölen ilk kedisini mumyalamasından beri devam etmektedir. Daha birçok yönleri vardır. Organik Etkiler Piramit şeklinden kaynaklanan fiili bir enerji etkisi ilk olarak ölü hayvanlar üzerinde fark edilmişti. Yıllarca süren deneyler sonrasında, bir piramidin içinde konsantre olan enerjinin yalnızca çürümeyi durdurduğuna değil, ölü organik maddeyi mumyalaştırdığına veya bozulmadan kuruttuğuna hiçbir şüphe yoktur. Yumurta, et ve balıkla yapılan denemeler, nispeten küçük piramitlerde ortalama su çekilmesi (dehydration) oranının %66 olduğunu göstermektedir. Meyve ve sebzelerde, muhtemelen daha çok su içerdikleri için, dehidrasyon oranının daha fazla olduğu görülür. Çiçekler taç yapraklarını veya şekillerini kaybetmeden başarılı bir şekilde mumyalanmaktadır. Bitkilerle kayda değer araştırmalar yapılmıştır. Bitki tohumlarının toprağa ekilmeden önce bir piramitte bırakıldıkları, bitkilerin bir piramit içinde yetiştirildikleri veya önceden piramite bırakılmış suyla sulandıkları takdirde normalin üstünde gelişim gösterdiklerine dair çok sayıda rapor vardır. Genel bulgulara göre, enerjilendirilmiş suyla sulanan ev bitkileri kontrol grubundakilerden daha hızlı büyümekte, daha bereketli olmakta, yaprakları daha yeşil olmakta ve kökleri saksıyı daha çabuk sarmaktadır. Ayrıca piramitte işlem görmüş suyla beslenmelerinin ortalamanın iki buçuk kat üzerinde verimle sonuçlandığı rapor edilmiştir. Bir araştırmacının raporuna göre, bir haftanın üzerinde bir süre piramitte kalıp o sırada filizlenen yeni sürgünler koparıldıktan sonra topraksız halde bir hafta aynı şekilde yaşamaya devam ederken, kontrol gurubundakiler yalnızca yirmi dört ile otuz altı saat arasında dayanabilmişlerdir. Piramit enerjisi, tadı da olumlu bir şekilde etkilemektedir. Piramidin içerisine yerleştirilen suyun lezzeti artmaktadır. Ayrıca katı gıdalar da piramitten etkilenmektedir. En sık görülen, tatlılığın artması, acılık ve ekşiliğin azalması ve lezzetin daha iyiye gitmesidir. Organik Olmayan Etkiler Traş bıçaklarının bilenmesi, piramit şeklinin en ünlü etkisidir. Burada görünen, enerjinin doğal bir süreci büyük ölçüde hızlandırmakta olduğudur. Bir traş bıçağının (jiletin) kenarındaki metal, kristalli bir yapıya sahiptir. Herhangi bir traş bıçağını uzun bir zaman kendi başına bıraktığınız takdirde yavaş yavaş orijinal keskinliğinin bir kısmını yeniden kazanacaktır, bu anlamda o “canlı” bir yapıdır. Piramidin altında bu süreç saatlerle ölçülmekte ve birçok kullanım sonrası etkinliğini günlerce sürdürmektedir. Bu etkinin kaşifi Drbal’ın mavi jiletle iki yüz traşa ulaştığı bildirilmiştir. Fizyolojik Etkiler Piramidin içindeki enerji etkileri haberinin kamuoyuna yansımasının üzerinden çok geçmeden bir kişi onun insan bedeni üzerinde nasıl bir etki meydana getireceğini araştırmaya karar verdi. Tabii, aslında bu serüven yeni bir şey değildi. Napolyon bir keresinde bütün geceyi Büyük Piramit’te geçirmiş ve sonra da bu konuda herhangi bir şey söylemeyi reddetmişti. Yazar Paul Brunton da piramitte geçirdiği sürelerde astral seyahati deneyimlediğini beyan etmişti. Buna karşılık 1970’lerden itibaren insanların piramidin daha içrek sırlarını keşfetmek için Mısır’a gitmelerine gerek kalmadı. Artık meditasyon yapmak, uyumak ve hatta üzerlerinde taşımak için piramit satın alabiliyorlar veya onları kendileri yapabiliyorlardı. Piramit enerji alanının içinde geçirilen zamanın fizyolojik etkileri bireylere göre farklılık göstermektedir. Rapor edilen en ortak etki, kişinin “şarj olduğu” ve enerjiyle dolduğu duygusudur. İçeride kalınan süre ne kadar uzarsa kişi o kadar “doymuş” hale gelmekte ve sonunda kendini rahatsız hissetmektedir. Sonrasında bazı kişilere ağırlık basar ve mutlaka uyurlar ve bunun ertesinde son derece tazelenmiş olarak uyanırlar. Etkiler aynı Reich’ın orak için ileri sürdüklerini çağrıştırır. Bazıları için “üçüncü göz”ün açıldığı hissi hakimdir ve çok sayıda durugörü, telepati, beden dışı deneyim ve lüsid (şuurlu) rüya görme vakası rapor edilmiştir. Psişik etkiler dışında, birçok kişi baş ağrılarının ve artrit ağrılarının geçtiğini, kan basınçlarının (tansiyonun) düştüğünü ve genelde Reich’ın orak için bildirdiği iyileştirici etkilerin aynısını bildirmişlerdir. Diğer taraftan, bazı kişiler de, piramidin içinde az bir zaman bile kalmış olsalar, baş ağrısı ve diğer ağrılarda artış, mide bulantısı ve genel bir rahatsızlık duyduklarını belirtmektedirler. Ve elbette özel hiçbir şey hissetmediklerini bildirenler de vardır. Serge V. King’in Ege Meta Yayınları tarafından yayınlanmış olan Olağanüstü Enerjiler isimli kitabından.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.