Jump to content

Mavi Sakal


roxelane

Önerilen Mesajlar

Yirmi yıl önce Richard Burton’un “Mavi Sakal” adlı filmine gidip, feci şekilde korkmam ile başladı bendeki Bluebeard merakı. O mavi parıltılar saçacak kadar kara renkli sakal bir türlü çıkmıyordu aklımdan. Ne adamdı ama...

 

Film, mavi sakalın birinci dünya savaşı yıllarına uyarlanmış şekliydi. Richard Burton savaş sonrası, bir kahraman olarak yurduna dönüyor, kullandığı uçaktan iniyor ve yüzünü örten maskeyi çıkardığı an kendisine gülücükler saçarak çiçek veren kız, elindeki demeti düşürüp, gerisin geri koşarak annesine sarılıyordu. O anda kamera mavi sakalın yüzüne “close up” yapıyor ve adamın o korkunç bakışlarını donduruyordu.

Tabidir ki önceleri beynime çöreklenen tarafı sakalı ile o müthiş bakışları idi; sadece kahredici bir erkekti benim için o zamanlar. Ama yıllar geçip olgunlaştıkça, onun gerçekte büyü sanatı konusunda bir uzman olduğunu keşfettim. Öte yandan o bir, o bir... O bir neydi? Sıradan bir satanist mi? Yoksa üst düzey bir majisyen mi? Yok, yok... O çok daha çetrefil bir adamdı. Kendi kendini 666 –yani deccal- ilan eden Aleister Crowley onun yanında bizim mahallenin imamı gibi kalıyordu. İnsanüstü bir kişiydi mavi sakal. Yani insan değildi pek. İyisi mi bu yazıyı okuduktan sonra siz kendiniz karar verin kim yada ne olduğuna.

Her ne olursa olsun, bence o hala yaşıyor biryerlerde! Üstelik tekrar var olmak, yeniden güç kazanmak istiyor bu dünyada. Çünkü bu yazıyı onun yaşamının çok kritik bir gününde yazmaya başladım. Bilmeden, fark etmeden hemde... 6 Kasımda oturdum bilgisayarımın başına, notlarımı karıştırmaya koyuldum. Ve birden, 6 kasımın onun yaşamının çok önemli bir gününün yıl dönümü olduğunu gördüm. Hatta en önemli gününün yıldönümüydü: O gün, mavi sakalın başına çok korkunç bir olay gelmişti: Yakılmıştı!.. Bundan 560 yıl önce... Eşdeğişle yakıldığı gün, bir anlamda yeniden doğmaya başlıyordu.

Bundan önce de, bir kez daha yeniden doğma girişimi olmuştu belki de. Ölümünden ortalama ikiyüzyıl sonra: (...)

Luar nehri dolaylarına, Anver civarına doğru ilerleyelim; Vilmuazan köyünün güneyine inelim. İşte; şu göl üzerinde azametle duran, sadece iner kalkar bir köprü ile içeri girilebilen, seyrek dar pencereli şato Şamtose değil mi? Gelin, içeri de bir göz atın... Nasıl? Dıştan bu denli kasvetli duran bu şatonun içinin böylesine şatafatlı, böylesine nadide mücevherlerle bezeli eşyalarla dolu olduğunu tahmin etmemiştiniz değil mi? Ama bilin ki bu şaşalı şato nice genç kızın garip intiharına tanık oldu. Onlar ki güya hizmetçilik etmeleri için civar köylerden kaçırılmışlar, ama kısa süre sonra kuleden atlayıp canlarına kıymışlardı. Kiminin cesedi ise şato ahırının samanları üzerinde bulundu. Bu uğursuz şato cinayetler kadar sabahlara dek süren orjiler de yaşadı. Güneş doğarken, odaları kadar merdivenleri de içki ve seksten kendinden geçmiş insan bedenleri ile dolu olurdu. Yalnız şato mu; şatonun toprakları da bir sürü acımasızlık gördü; üzerlerine domuz kanı sürülmüş esirlerin köpeklerle kovalandığı insan avları örneğin... Hatta kimi zaman bu insanları Gilles de Rais’in sevgili leoparının kovaladığı da olurdu... Senyörün en gözde sportif aktivitelerindendi bu olay!

Şimdi de yemek odasına doğru ilerleyelim; şu masa başındaki Gilles de Rais’in büyükbabası Jan dö Kraon değil mi? Bir zamanların eşkiya baronu, eski kurt. Şu iki soylu da mavi sakalın yakın arkadaşları senyör dö Brikvil ile senyör dö Martinie. Ve şunlar de senyörün yeğeni Rene de la Souz ile gölgesi Gilles de Sile. Masanın başında ise mavi sakal; üzerinde altın, gümüş ve al renkli ipeklerle burç işaretleri işlenmiş pelerini, sol elinin işaret parmağında koca yakut yüzüğü ile oturmakta. Kendisini bu kıyafette gösteren yağlı boya tablonun altında yemeğini yemekte. İdamından sonra birden ortadan yok olan ve bir daha da bulunamayan o tablonun altında...

Yemekten sonra baron korku içindeki hizmetçilerden biri ile sabaha dek sevişmek için odasına kapanacak; bu gece de şatonun duvarları bir bakire kızın çığlıkları ile sarsılacak; tecavüze uğrayan, köpek kamçısı ile kırbaçlanan ve belki de son nefesini verecek olan bir kızcağızın... Gün ağırırken senyör yataktan çıkıp vücudunu şarap ile yıkayacak ve hiç uyumadan atı Cevizkırana atlayıp ava gidecek. Aynı diğer günler gibi. (...)

Prelati... Kimisi Prelati ile tanışmasından sonra oğlan çocukları ile kanlı seks alemleri düzenlemeye başladığını öne sürer; kimisi ise onun zaten bu işi yaptığını, Prelati’nin bu cinayetleri –boşa harcanmasın diye!- Şeytan’a yönelttiğini... Hangi sav doğru olursa olsun, Gilles de Rais’nin satanizmi Prelatidan öğrendiği kesindi. (...)

Önce Machecoul en Rais’de Saint Innocents adlı bir rahip okulu kurdu. Güya baptizci Yahya’yı öldürten kral olan Herod zamanında katledilen oğlan çocukları adına kurulmuştu bu okul. (Biliyorsunuz Herod, doğacak bir yahudi çocuğunun yahudilerin kralı olacağını söyleyen müneccimlere inanıp tüm yeni doğan bebekleri öldürtüyordu. Ama yine de İsa’yı elinden kaçırdı ya neyse). Sesleri kadar görünümleri de meleksi olan çocuklardan birde koro kurup onlarla -kendinin Herod rolünü oynadığı- mini tiyatro oyunları sergilemekteydi. İşin garibi bu sahneler sonunda çocuklar için zırıl zırıl ağlardı da. Ama sonunda rahibine bambaşka şeyler itiraf etti: “ağlayan ve acı çeken bir çocuğun hırlamaları ve iç çekişleri ile dikilen küçük kanlı bir bedeni çok hoş buluyorum”.

Böyleydi söyledikleri. Ve kapılarını karanlığa açtı; hem de sonuna dek!

İplik pazara çıktıktan sonra “öğrenci” adayları artık satın alınıyor, kandırılıyor, hatta bazen de zorla kaçırılarak “okula kaydediliyordu”.

Bu hayhuy arasında büyükbaba Jaen de Craon bir gece Gilles’in gecelerinin esrarını keşfetti. Ne mi yaptı? Sadece kılıcını Gilles’in kardeşi deli Rene’ye bıraktı… yani tüm mal ve mülkü… 1432 Kasımında ölene dek onu görmeyi reddetti.

Zararın neresinden dönersen kardır diye düşünmüş olsa gerek.

Dedesinin mirasından mahrum kalan Gilles’de kendi parası da yavaştan suyunu çekmeye başladı tabiidir ki… harcamaları öyle bir miktar gereksiyordu ki, köylülerinin yağmalana yağmalana kupkuru kalmış olan ahır ve tarlalarını süpürmekle kapanacak gibi değildi. O da ne yapsın, simyaya sardı. O zamanlar rantiye yaşamanın en kolay yoluydu simya. Özel olarak ülkesinden getirttiği İtalyan simyager ve satanist Prelati ile “çalışmalara” başladılar.

Söylendiğine göre Gilles de Rais’ye anlaşma imzaladığı Baron adlı bir demon yardım ediyor ve gereken altını kağıttan materyalize ediyordu. Bunun karşılığında ise erkek çocuk ruhlarına gerek duymaktaydı Baron. Körün istediği bir göz, tanrı verdi iki göz; oh, ne ala; Baronun bu arzusu zaten de Rais’nin bayıldığı bir işti. Bu nedenle çocuk boğazlamakta o denli ileri gitti ki, şatonun bacasından ara sıra tüten kokulu kara duman, artık gece gündüz ararlıksız çıkar oldu. (Birden Auswitchz, Dachau ve karaormanı anımsadım nedense!)

Baron ve Prelati’nin yardımları bununla da sınırlı kalmadı. Çünkü bu kez de yarı kaçırmış -veya yarı “karışmış”- de Rais’in kafasına siyah elmas diye paha biçilemez bir mücevheri bulmayı soktular. Adı geçen ve siyah pırıltılar saçan elmas uğursuz olarak niteleniyor olsa da, onu yönetebilecek güçteki kişilere benzersiz bir kudret kazandıracağı da söyleniyordu. Hemen arayış başladı, bu yolda onlarca kişi ve yüzlerce çingene daha öldürüldü. Senyör sonunda taşı kralın başmabeyincisi ve Fransanın gizli yöneticisi La Tremoilles’da bulup, çaldırdı… ve son sahibi oldu. Peki uğursuz muydu kara elmas?

Senyörün sonununu okuyup öyle karar verin derim. (...)

Mahkemede neler anlatmadılar ki iki en yakın yardımcısı. Dediklerine göre senyör öncelikle oğlan çocuklarına anal seks uygulamaya bayılıyordu. Bu eylem karınlarının kesilmesine ve barsaklarının (...)

Eğer ceset güzelse gözler, eller ve kalp bir masanın üzerinde bir süre anı olarak bekletilirdi. Senyörün güzelliğe düşkünlüğü müthişti zaten; öyle ki kimi zaman ölüler arası güzellik yarışmaları da düzenlemişti; ama minik kurbanlarının kesik kafalarını şömine üzerine dizerek! Birincilik ödülü ise kafayı ellerinin arasına alıp dudaklarından öpmesiydi. Gilles De Rais güzellik aşığı olduğu kadar çok sistematik bir katildi de; öyle ki şatonun bir odasında kurban kalıntılarının -ölüm tarihleri etiketlenerek, büyük bir düzen içinde- saklandığı bakır kaplar bulunmuştu. (...)

Sonuçta 30’lu yaşlarda doğaya hükmeden garip senyör Gilles de Rais de; 16 yaşında Fransaya hükmeden onun garip yoldaşı Jeanne D’Arc da yakılarak idam edildiler. İkisi de dünyasal normale karşı çıkmış ürkütücü insanlardı. Biri kara, diğer -güya- ak yolu seçmiş olsa da, bu tip insanların ortak kaderini paylaşmışlardı. Önce başdöndürücü hızla doruklara tırmanmış, ardından büyük hızla ve çok kısa süre içinde -ve altını önemle çizerim ki- şaşkınlıkla aşağıya yuvarlanmışlardı. Onları etkisi altına almış olan o garip psikoz veya doğaüstü güç tüm taraftarlarına yaptığını onlara da yapmıştı yani.

Yahu şimdi hatırladım; İsa da böyle birden parlayıp, birden berbad olmadı mıydı? Ölürken de “Baba beni neden bıraktın?” diye şaşkınlık içinde inleyerek ölmedi miydi? Jeanne D’Arc’ın ise “İsa, İsa” diye bağıra bağıra yanması meşhur! Bizim -bunların yanında amatör kalan- Gilles ise “Jeanne, Jeanne” diye bağırarak kızartılmış. Çok garip bir durum bu derim ben! Sanki usta-çırak ilişkisi.

 

Elvin AZAR

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...