Topal Kırkayak Oluşturma zamanı: Şubat 18, 2010 Paylaş Oluşturma zamanı: Şubat 18, 2010 28 Nisan 1882’de Calvados’un küçük, sevimli köylerinden biri olan Tortisambert’te doğdum. Livarot’dan ayrılıp Troarn’a giderken sol tarafta çan kulesinin görüldüğü köyde yani. Annem ve babam bir bakkal dükkânı işletiyordu ve bu onlara şöyle böyle yılda 5 bin frank kâr bırakıyordu. Ailemiz oldukça kalabalıktı. İlk evliliğinden annemin 2 çocuğu olmuştu. Babamlaysa bir oğlan dört kız yapmıştı. Babamın annesi, anneminse babası vardı, -deyim yerindeyse, ikisinin de işleri bitikti- ve bunun dışında bir de sağır dilsiz bir amcaya sahiptik. Yani masada on kişi oluyorduk. Günün birinde bir mantar yemeği beni dünyada yapayalnız bıraktı. Yapayalnız, çünkü misket almak için kasadan sekiz kuruş çalmıştım ve kızgınlıktan deliye dönen babam: “Madem hırsızlık yaptın bu akşam sana mantar yok!” diye haykırmıştı. Ah o ölümcül bitkiler… onları sağır dilsiz toplamıştı ve o akşam evde on bir ceset vardı. On bir ceseti bir arada görmeyenin, bunun kaç ceset yaptığı konusunda hiçbir fikri olamaz. Her yan dolup taşmıştı. Acımdan söz etsem mi? Gerçeği söylemek daha doğru olur belki. On iki yaşındaydım ve bu yaş için bunun bir felaket olduğunu herkes kabul eder. Evet, bu korkunç olay benim sınırlarımı gerçekten aşmıştı ve dehşete değer biçme konusunda acemi olduğumdan, doğrusunu söylemek gerekirse kendimi daha çok gücenmiş hissediyordum. Annen baban ya da kardeşin için ağlayabilirsin ama on bir kişi için kim nasıl ağlayabilir ki? İnsan kimin için acı çekeceğini şaşırır. Seçim konusundaki sıkıntımdan söz etmek istemiyorum, ama yine de olup biten biraz bu doğrultudaydı. Ne yana yöneleceğini şaşıran kederim kendini avutacak, oyalayacak bir şey buluyordu. Hemen öğleden sonra çağırılan doktor Lavignac, saatler boyunca, engin bilgisi doğrultusunda tedaviye koyulmuş, maalesef hiçbir işe yaramamıştı. Ailem acımasızca sönüp gidiyordu. Marki de Beauvoir’ın evinde yemekte olan rahip saat dörde doğru bisikletle gelmişti. Ona gerçekten ihtiyaç olacaktı! Saat beşe doğru bütün köy bizim evdeydi. Yirmi yıldır felçi olan Rousseau baba bile kendini oraya dek taşıtmıştı ve kör ötekileri itekleyerek şöyle bağırıp duruyordu: “Bırakın bakayım! Bırakın bakayım!” Zaman geçirmeksizin koşup gelen komşular tarafından odadan odaya gönderilmiştim; ve nereye saklanacağımı bilmediğimden, tedirgin bir biçimde dükkândaki tezgâhlardan birinin altına girmiştim. Oradan, konuşulan ya da mırıldanan her şeyi duyabiliyordum. İlk ölüler, adet olduğu gibi belirli bir acı ve ciddiyetle ilan edilmişti. Ama dördüncü ölüyle birlikte haberler daha kısa verilir ve bir süre sonra da kestirme bir hal almıştı: “Bir tane daha!” Ve bütün o bitkin ve içi geçmiş köylüler her ölüyle birlikte sanki yeniden hayat buluyorlardı. Herhalde her biri hava alacağı alanın genişlediğini düşünüyordu. Şöyle duyulmamış konuşmalar da kulağıma çalınmıyor değildi: “ Ya büyükanne?” -Henüz sağ. Ama an meselesi… Yirmi dakikaya gider. -Kaç tene kaldı? -Dörtten fazla değil.” Katil amca, o sağır ve dilsiz, korkunç acılar içinde en son ölmüştü. “Böyle bağıran kim? -Dilsiz olan.” Saat yediye doğru her şey sona ermişti. Sığınağımdan çıktığım anda, alnının terini silen, yorgunluktan bitmiş durumdaki doktorla burun buruna geldim. Beni görmüş, bana bakmış, beni tanımış ve gözlerine inanamadığından, “ Peki… ya sen?” demişti. Sesinin tonunda büyük bir şaşkınlık, hatta biraz da ayıplama vardı. Zaten hemen, “ Ne işin var orada?” diye eklemişti. Ve bu “Ne işin var orada?” sözü, “Ne işin var orada, o tezgâhın altında?” anlamına gelmiyordu. Gerçekten de ne hakla herkes gibi ölüp gitmemiştim? “Bir rahatsızlığın yok mu? Diye sürdürdü. -Hayır turp gibiyim. -Aama nasıl olur bu? Şimdi de bana garip bir yaratıkmışım gibi bakıyordu. Ya da şeytan. On iki yaşındaki bu velet hiç rahatsızlanmadan zehirli mantarları yiyor ve bütün ailesi ölüp gittiği halde o yaşıyordu, bu son derece ilginç bir olaydı! İncelenme ve deney için bulunmaz bir kobay! Onu şimdiden iç organlarımın üstüne eğilmiş gibi gördüğümden gerçeği itiraf ediverdim: “Ben yemedim.” -Neden? Bu “neden?” çok çabuk gelmişti ve bir garip çıkmıştı ağzından. Mesleki deformasyon mu?... İsterseniz öyle deyin, ama yemin ederim ki sesinde sitem eder bir hava vardı. Ve durmaksızın, “Neden? Neden?” diye tekrarlayıp durduğu için, her şeyi, suçumu anlattım ve bunun benim cezam olduğunu söyledim. İşte o zaman, yüzünde beliren hafif gülümseme ve göz kırpma sanki şunu diyordu: “ Sen hiç aptal değilmişsin!” Hikâye çok kısa sürede köyü dolaştı ve yarattığı yorumları takdirinize bırakıyorum. Cenaze günü, başım öne eğik ve kuru gözlerle, on bir tabutun ardından yürürken, mucizevî bir biçimde kurtulmuş olmakla, bütün bu insanları aslında benim öldürmüş olduğum gibi bir duyguya kaptırmıştım kendimi. O sırada ise ardımda şu biçimde fısıltılar gelmekteydi: “Ufaklık neden ölmemiş biliyor musunuz?... Çünkü hırsızlık yapmış!” Evet, yaşıyordum çünkü hırsızlık yapmıştım. Buradan şu sonuca varılabilir: Ötekiler ölmüşlerdi çünkü namusluydular… Ve o kaşma, ıssız evde bir başıma uyumaya hazırlanırken, adalet ve hırsızlık konusunda edindiğim bu düşünceyi, biraz paradoksal da olsa, kırk yıllık deneyimim bir daha düzeltemedi. Bir Üçkağıtçının Anıları sf. 5/10 Sacha Guitry Gendaş yayınları Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
philadelphia_f Yanıtlama zamanı: Şubat 18, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Şubat 18, 2010 okuduğum alıntıların içinde en en en en iyisi diyebilirim.. hırsızlık ve namus? ilahi adalet.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.