theangelofdeath Oluşturma zamanı: Mart 26, 2010 Paylaş Oluşturma zamanı: Mart 26, 2010 1. Umut Ne Değildir? Umut, daha büyük bir canlılık, daha büyük bir duyarlılık ve akılcılık sağlamak yönünde gerçekleştirilmek istenen her toplumsal değişimin, belirleyici ögesidir. Ne var ki, umudun doğası çoğu kez yanlış anlaşılmış ve umutla hiçbir ilişkisi olmayan , hatta umudun tam karşıtı olan yaklaşımlarla karıştırılmıştır. Umut etmek nedir? Çoğu kişinin sandığı gibi, dileklere ve isteklere sahip olmak mıdır? Böyle olsaydı, daha çok ve daha iyi otomobil isteyen, daha iyi ev, daha çok araç-gereç isteyenler, umutlu insanlar olacaklardı. Ama değiller; bunlar umutlu insan değil, daha çok tüketimde bulunmaya düşkün kişilerdir. Umudun nesnesi bir şey değil de, daha dolu bir yaşam sürmek, daha büyük bir canlılık içinde bulunmak, o sonsuz sıkıntıdan kurtulmak olduğunda, ya da dinbilimsel açıdan bakarsak günahlardan arınma, ya da siyasal açıdan devrime kavuşmak olduğunda mı gerçek anlamda umut etmiş oluyoruz? Evet, aslında bu türden beklentiler, umut etmek anlamını taşıyabilir, ama beklentilede edilgenlik varsa ve umut, el-etek çekmenin, teslimiyetçiliğin bir bahanesi oluyor, yalnızca bir ideoloji haline gelinceye dek "beklemek" şeklinde kendini gösteriyorsa, umut etmekten söz edilemez. Kafka, Dava adlı romanında, bu türden teslimiyetçi ve edilgin umudu çok güzel betimlemiştir. Bir adam cennete (Yasaya) açılan kapının önüne gelir ve kapıcıdan içeri girme izni ister. Kapıcı, şu an için izin veremeyeceğini söyler. Yasa'ya giden yola açılan kapı aslında ardına dek açıktır, ama adam giriş izni alıncaya dek beklemenin daha iyi olacağına karar verir. Ve oturur, beklemeye başlar; günlerce ve yıllarca bekler. Tekrar tekrar içeri girme izni ister, ama bütün bu uzun yıllar boyunca durup dinlenmeksizin kapıcıyı inceler; kürk yakasındaki bitleri bile yakından tanıyacak hale gelir. Giderek yaşlanır; ölmek üzeredir. İlk kez şu soruyu sorar: "Nasıl oluyorda bütün bu yıllar boyunca benden başka kimse girmek istemedi bu kapıdan?" Kapıcı, "Senden başka hiç kimse giremezdi ki bu kapıdan" diye yanıtlar onu. "Çünkü yalnız ve yalnız senin içindi. Şimdi artık kapayacağım." Adam artık anlamayacak kadar yaşlıydı, genç olsaydı da anlamayacaktı belki. Bürokratların dediği dediktir; hayır dendiğine göre içeri giremez. Bu edilgin, bekleyen umuttan biraz daha fazlası olsaydı onda içeri girmiş olacaktı ve bürokratları umursamama yürekliliği, onu parıltılı saraya götürecek olan özgürleştirici edim olacaktı. Çoğu insan Kafka'nın ihtiyarına benzer. Umut ederler ama yüreklerinin sesini, itkisini dinleme ve ona göre davranma yetisinden yoksundurlar; bürokratlar onlara yeşil ışık yakmadığı sürece beklerler de beklerler. Bu türden edilgin umut, zamana sahip olmayı ummak şeklinde betimlenebilecek genelleştirilmiş bir umut biçimiyle yakından ilgilidir. Şimdi süreci içinde hiçbir şey beklenmemektedir. Bir sonraki anda, ertesi gün, gelecek yıl içinde ve umudun bu dünyada gerçekleştirilebileceğine inanmak çok saçma gelirse, bir başka dünyada bir şeylerin olacağı beklenir. Bu inancın ardında, geleceğe bir tanrıça gibi tapan Robespierre gibi bir adam tarafından Fransız Devriminde başlatılan bir putperestlik, "Gelecek"e, "Tarih"e ve "Sonra"ya tapma yatmaktadır: Hiçbir şey yapmam; edilgenliğimi korurum, çünkü ben hiçbir şey değilim, güçsüzüm, yetisizim; gelecekte, zamanın göstereceği şeyler, benim başaramayacağım şeylerin, gerçekleşmesini sağlayacak. Çağdaş burjuva düşüncesindeki "gelişme"ye tapmanın değişik bir yönü olan bu geleceğe tapma, umudun yabancılaşmasının ta kendisidir. Ben bir şey yapmayacağım, ben, bir şey olmayacağım, ama tapımlar, gelecek ve sonra, ben hiçbir şey yapmadan bana bir şeyler getirecek. Edilgin bekleyişin, umutsuzluğun gizlenmiş bir biçimi olduğu doğrudur, ama bir de bunun tam karşıtı gizlenme biçimiyle kendini gösteren -sözlerle, serüvencilikle, gerçeği görmezden gelerek ve zorlanamayacak şeyi zorlayarak gizlemek şeklinde görülen- bir başka "umuttan yoksun olma" ve çaresizlik biçimi vardır. Bütün koşullar altında ölümü yenilgiye yeğ tutmayanları horgören isyan öncülerinin ve sahte kurtarıcıların yaklaşımı buydu işte. Bu günlerde bu sözüm ona köktenci umutsuzluk kılıfı ve hiçcilik, genç kuşağın en ateşli üyelerinden bazıları arasında seyrek rastlanan bir durum değil. Gözüpeklikte ve kendilerini ortaya koymada üstlerine yok, ama gerçekçilikten, geniş kapsamlı tasarlama ve yönlendirme yetisinden yoksun olmaları, bazıları ayrıca yaşam sevgisi beslememeleri nedeniyle inandırıcı olmaktan uzaklaşıyorlar. Şimdiki Teknoloji Toplumu Egemen olan ekonomi ilkesi, daha çok, daha çok üretmekse, tüketici, daha çok, daha çok istemeye -yani tüketmeye- hazır hale getirilmelidir. Sanayi, tüketicinin daha, daha çok meta almak için kendiliğinden istek duymasına umut bağlamaz. Modası geçme denen şeyi ortaya atıp kaçınılmaz kılarak, çoğu kez eskileri çok daha uzun süre dayanacakken, tüketiciyi yeni meta almaya zorlar. Ürünlerin, giysilerin, dayanıklı eşyanın hatta yiyiceğin bile şekillerinde değişiklik yaparak, kişiyi ruhsal olarak gereksinimi olabileceğinden ya da istediğinden fazlasını almaya zorlar. Ancak sanayi üretimi artırmak ihtiyacındadır ve bu ihtiyacı tüketicinin istek ve gereksimlerine güvenerek değil, büyük ölçüde tüketicinin ne istediğine karar verme hakkına büyük bir saldırı olan reklama güvenerek belirlemiştir. [...] Bu örgütlenme biçiminin insan üzerindeki etkisi nedir? İnsanı, makinanın bizzat kendi düzenek ve talepleri tarafından yönetilen bir uzantısı durumuna indirger. Onu, tek amacı daha fazla şeye sahip olmak ve daha fazla şey kullanmak olan bir Homo consumens'e, salt tüketiciye dönüştürür. Bu toplum pek çok yararsız şey üretmektedir, aynı ölçüde de pek çok yararsız insan üretmektedir. İnsan, bir üretim makinasının çarkının bir dişlisi olarak artık insan olmaktan çıkar, "şey" haline gelir. Vaktini, ilgisini çekmeyen insanlarla, ilgisini çekmeyen işler yapmak, ilgisini çekmeyen, onu ilgilendirmeyen şeyler üretmekle geçirir; üretim yapmadığı süre içindeyse tüketmektedir. Sonsuza dek emmek üzere ağzı sürekli açık duran, hiçbir çaba harcamaksızın, hiçbir içsel etkinlikte bulunmaksızın sıkıntı giderici (ve sıkıntı üretici) sanayinin ona zorla kabul ettirdiği şeyleri -sigara, içki, sinema, spor, konsferans- yalnızca bütçesinin el verdiği ölçüyle sınırlı olmak üzere yutmaktadır. Ama sıkıntı giderme sanayisi yani, yarasız şey satma sanayisi, otomobil sanayisi, sinema, televizyon sanayileri vd., yalnız ve yalnız, sıkıntının bilinçli hale gelmesini önlemede başarılı olabilirler. Hatta, tuzlu içecek nasıl susuzluğu artırırsa, bunlar da aynı şekilde sıkkınlığı artırırlar. Ama bilinçsiz de olsa, sıkıntı, sıkıntı olarak kalır. Günümüz sanayi toplumundaki insanın edilginliği, onun en belirleyici özelliklerinden ve hastalığını dile getiren ögelerden biridir. Bu insan almaktadır, yemektedir, doyurulmak istemektedir, ama hareket etmez, kendiliğinden bir iş başlatmaz, yani yediklerini hazmetmez. Kendisine kalıt kalan şeyleri, üretici bir şekilde yeniden kazanmaz, onu yığar ya da tüketir. Ruhçöküntüsüne uğramış kişilerde daha ağır şekilde rastladığımız durumdan pek farklı olmayan bir ağır dizgesel sakatlık vardır bu insanlarda. İnsan edilginliği, "yabancılaşma hastalığı belirtisi" diyebileceğimiz bir hastalık belirtileri toplamı arasında yalnızca bir belirtidir. Kişi edilgin olduğundan, kendisi ile dünya arasında etkin bir ilişki kurmaz, etkin dünyanın bir parçası olarak görmez kendini, bu nedenle kendi tapımlarına ve taleplerine boyun eğmek zorunda kalır.Dolayısıyla, kendini güçsüz, yalnız ve kaygılı hisseder. Bütünsellik ya da kimlik duygusu pek azdır. Dayanılmaz kaygıdan sakınmanın tek yolu, sürüye uymaktır ona göre -ancak çevreye uyma bile her zaman bu kaygıyı gidermez. Erich Fromm Bu dinamizmi hiçbir Amerikalı yazar, Thorstein Veblen'den daha açık bir şekilde algılamamıştır: "Gerek İngiliz, gerek kıta iktisatçıları tarafından iktisat kuramında ortaya konan çözümlemelerde, araştırmanın ele aldığı insan malzemesi hazcı açıdan değerlendiriliyor; yani edilgin ve köklü bir şekilde atıl, belirlenmiş olan ve hiçbir şekilde değişmeyen insan doğası temel alınıyor... Hazcı insan kavramı, kişiyi sağa sola sürükleyen ama onu olduğu gibi bırakan bir güdünün itkisiyle hareket eden bağdaşık küçük bir mutluluk arzusu küresi gibi sarkaç yönünde gidip gelen zevk ve acıyı ölçen bir hesap makinasının ışıkları gibidir. Bu insanın ne atası olmuştur ne de kendisinden sonra gelecek devamı. Soyutlamış, nitelikleri belirlenmiş bir veridir o; kendisini bir o yöne, bir bu yöne yerleştiren güçlerin darbe ve yumruklarını saymazsak durağan, sakin bir durumdadır. Asıl yerindeyken kendi kendini cezalandıran bu insan, kendi ruhsal ekseni etrafında simetrik olarak döner durur, sonunda bir güçler paralelkenarı onun üzerine kapanır ve kişi, çakışan karşıt kenarların oluşturduğu çizgiyi izlemeye başlar. Etkinin gücü harcandığında, durur, artık eskisi gibi içine karalı, kendi halinde bir istekler küreciğidir gene. Tinsel olarak hazcı insan temelde hareket eden ya da ettiren değildir. Bir yaşama sürecinin merkezi değildir kendisi; ancak, kendisinin dışında ve ona yabancı olan koşulların gerektirdiği bir dizi zorunlu değişimlerin nesnesidir, o kadar." Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
MistikRuh Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 güzel yazı benim teorim ise her insanın içinde bir umut ışığı olmalı .bazen kaybettiklerimizi geri getiremiyoruz ve umutla bekliyoruz, acaba düzelirmi diye ,Umutun birçok kavramı var yazsan sayfalarca dolar, birde umut kıranlar kasıtlı yapanlar var , Umut ,Bir bekleyiş ,Bir inanış ,Bir özlem olarakta tabir ediyorum. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
theangelofdeath Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 Nietzsche'nin bir sözü vardır Umut kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır... çok beğenirim ... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
MistikRuh Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 Nietzsche'nin bir sözü vardır Umut kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır... çok beğenirim ... bugün bir umut'umu İnanışla Gerçekleştirdim desem belki inanmazsın. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
theangelofdeath Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 bana göre umut zaten bir inanç biçimidir... çoğu zaman koşullar olumsuzluklar alehine çalışsa da ufak bir umut parçası hepsini yenmeye yeter... kısacası zorlu bir süreç Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
MistikRuh Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 bende onu diyorum zaten uzun paylaşımın ve yazın için teşekkürler tekrar. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
chesterfield Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 "kendine karşı sevgi, baskalarini sevebilme yetisine sahip olanlarda görülür." demiş. Ne de doğru söylemiş... Paylaşım için teşekkürler Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
theangelofdeath Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 9, 2010 zaman ayırıp okuduğunuz için ben teşekkür ederim Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.