nevermore Oluşturma zamanı: Mayıs 26, 2010 Paylaş Oluşturma zamanı: Mayıs 26, 2010 M.Ö. 3. yüzyıldan itibaren Akdeniz'i egemenliği altına almaya başlayan Roma İmparatorluğu, aynı zamanda farklı toplumlardan da etkilenerek, asırlar boyunca ağırlığını koruyacak bir Romen kültürünün temelini atmış oldu. Bugünkü batı medeniyetinin oluşmasında ve dolayısıyla batının değer yargılarında en etkili faktör sayılan antik Roma dünyasının cinlere bakış açısı da imparatorluğun sınırları gibi çok geniş bir alana yayılmıştı. Dini inançların yanı sıra; Divinatio (kehanet, geleceği bilme) ve Magia (sihir, büyü) gibi Arcana Mundi (kainatın sırları) kapsamında ele alınan Ars Occultum (gizli sanat), batı dünyasında ilk sistematik yapısına Romalılar döneminde kavuşmuştur. Romen düşünce aleminin en çok Eski Yunan'dan etkilendiğini belirtmeye gerek yok. Platon'un talebesi Xenokrates, Latin edebiyatında "cinler biliminin babası" olarak bilinirdi. Nitekim, Plutarkos da bu cinci hocanın yolundan giderek ilk sistematik Demonoloji'yi (cinler bilimi) kurmuştur. M.S. 1.-2. yüzyılda yaşamış Yunanlı bir yazar olmasına rağmen, Plutarkos Latin edebiyatına maledilmiş ve 16.-19. yüzyıl Avrupa'sını en çok etkileyen klasik yazarlardan sayılmıştır. Sokrates'in Cini Hakkında (D.Gen.Soc. 589b) adlı eserinde şöyle der: "Cin (daimon), çok yoğun bir biçimde düşünebilen ruhsal bir varlıktır. Bunların düşünceleri havada öylesine güçlü bir titreşim yaratır ki, diğer cinler gibi bazı duyarlı insanlar da bu titreşimden etkilenerek cinin düşüncelerini alabilirler." Böylece, duru-işiti (clairaudience) ve telepati hakkındaki ilk bilimsel(!) açıklamayı da yapmış oluyordu Plutarkos. Kahinlerin Çöküşü adlı eserinde (419b), klasik çağın sembolü olan doğa tanrısı (daimon) Pan'ınölümünü dile getirirken de Plutarkos şöyle demiştir: "Thamus adındaki Mısırlı bir gemici, Korfu adasının güneyinde seyrederken, Paksos adasından gelen bir ses duydu. Bu gizemli ses, gemi dümencisi Thamus'a, Yüce Pan'ın öldüğü haberini etrafa yaymasını söyledi. Thamus söyleneni yapınca, karadan korkunç bir inilti ile karışık feryatlar yayılmaya başladı." Bu hadisenin imparator Tiberius zamanında olduğu, yani Peygamber İsa'nın yeni bir dini vazetmesiyle birlikte meydana geldiği düşünülürse, verilmek istenen mesaj daha iyi anlaşılacaktır: Adı "bütün her şey" anlamına gelen Pan, doğayı temsil eden en yüce daimon'dur. Eski düzenin koruyucusu olan Pan ile birlikte diğer bütün daimon'lar, dünyayı saracak yeni bir din adına yapılacak zorbalıklar altında yokolup gideceklerdir. Bu yüzden, doğanın her bir köşesinde yuvalanmış olan bu küçük tanrılar, haberi aldıklarında kendi vakitlerinin de dolduğunu anlayarak, feryat figan içinde acılarını dile getirmişlerdir. Burada yokolup giden unsur, klasik çağın yobazlığa yer vermeyen ve insanın doğa ile birlikte uyum içinde yaşamasını öğütleyen ilkelerdir. Nitekim, bir kehanet sayılan bu haykırış zamanla gerçekleşmiş ve Ortaçağ'da İsa adına yapılan işkencelerde, yobazlığa kurban giden insanların yıllarca tükenmeyen feryatlarında defalarca tekrarlanmıştır. Elbette ki doğanın bu haykırışı sadece Avrupa'da yankılanmadı. Ortadoğu'da günümüzde bile aynı sesleri duymak mümkün. Kahinlerin Çöküşü'nden (414-415), Plutarkos'un cinler hakkındaki açıklamalarına devam edelim: Suyun topraktan, havanın sudan ve ateşin de havadan çıkması gibi;insanlar arasındaki üstün ruhlar bir değişime uğrayarak kahramanlara, kahramanlar da aynı biçimde değişerek daimon'lara dönüşürler. Ama, bu daimon'lar arasında saflaşarak üst seviyeye erişebilenlerin sayısı azdır ve bu ancak uzun bir süre içinde meydana gelebilir. Diğer yandan, kendisini kontrol edemeyip zamanla aşağılaşmaya başlayan daimon'lar da vardır. Bunlar ise tekrardan ölümlüler gibi bedene bürünüp dünyada sefil bir hayat yaşamaya mahkum olurlar." Aynı eserden bir başka bölümle devam ediyoruz (418): "Tanrılar insanlarla doğrudan bağlantı kurmazlar. Bu işi üslenenler daimon'lardır ve tanrılar onların aracılığıyla mesajları iletirler. Mesela, adakları kontrol edenler, ayinleri gözetenler, kötülerin cezasını verenler, kahinleri yönlendirenler hep daimon'lardır. Kehanetle görevli daimon ortadan kaybolursa, kahinin yeteneği yokolur. Daimon'lar sürgüne uğrarlarsa veya başka bir yere göçerlerse, kahinin gücü de biter. Ama, daimon'lar tekrardan geri gelirlerse kahin yine eskisi gibi konuşmaya başlar. Daimon'lar çok uzun bir aradan sonra dönseler bile bu mümkündür. Çünkü, kahin bir müzik aleti gibidir, onu çalmasını bilenin elinde her zaman ses verecektir." İkibin sene öncesinden yansıyan bu açıklamalar, günümüzdeki medyumların bedensiz varlıklarla nasıl irtibat kurduklarına yönelik değişik bir yorum sayılabilir. Elbette ki "medyum" derken, cinleri olduğunu iddia eden şarlatan dolandırıcıları kastetmiyorum. Plutarkos, İsis ve Osiris adlı bir başka eserinde, geç Hellenistik ve erken İmparatorluk dönemlerinde dikkati çeken bir biçimde yayılan İsis Kültü ile gelen Eski Mısır tanrılarını da üst düzeyde daimon'lar olarak tanımlamıştır. Aynı yöntemi daha sonra Kilise de kullanacak ve Roma'dan miras kalan doğaüstü bütün güçleri etkili birer cin olarak niteleyecektir. Ancak, Kilise'nin tutumu Plutarkos'unki kadar liberal olmamış, geçmişin bütün mirasını bir çırpıda “şeytani güçler” diye lanetleyip, doğa ile halkın arasına bir umacı gibi girerek insanlara kan kusturmuştur. Cin çıkarma (exorcism) konusunda da Philostratus'un Tyana'lı Apollonius'un Hayatı adlı eserinde (4:20) ilginç bir bölüm vardır:Ünlü bir filozof ve mucizeler adamı olan Apollonius, günün birinde ayinle ilgili vaaz verirken, dinleyiciler arasından genç bir adam filozofun her dediğine yüksek sesle ve kaba bir biçimde gülerek karşılık veriyormuş. Sonunda Apollonius'un tepesi atmış ve genç adama "Böyle saldırgan biçimde karşılık veren aslında sen değilsin. İçindeki cin seni böyle davranmaya zorluyor. Ama sen bunun farkına varamıyorsun!", demiş. Genç adam ise bir süre daha kahkahalar attıktan sonra birden bire ağlama krizine girmiş. Ağlamanın ardından da kendi kendine konuşup şarkı söylemeye başlamış. Halk bu taşkınlığını adamın gençliğine vermiş. Ama, aslında bir cinin etkisi altındaymış ve içki içmediği halde bile çoğu kez sarhoş gibi davranırmış. Apollonius bu sırada genç adama sert bir biçimde bakınca, adamın içindeki cin sanki yanıyormuş gibi öfke ve korkuyla dolu çığlıklar atmaya başlamış. Cin, genci rahat bırakacağına ve başka kimseye de musallat olmayacağına dair filozofa yalvarırcasına söz vermiş. Apollonius ise sanki bir köleye hitap edercesine, cine derhal genç adamı bırakmasını ve bunu bir işaretle belli etmesini emretmiş. Cin, "Evet, şimdi onu bırakacağım ve işaret olarak da şu ilerdeki heykeli devireceğim", demiş. Ardından, bütün kalabalığın gözleri önünde koca heykel önce hafifçe yerinde sallanmış ve sonra büyük bir gürültü ile devrilip parçalanmış. Roma kültürüne has olarak bir de "Genius" denilen cinler vardır ki bunların her insana doğumundan ölümüne kadar eşlik ettiğine inanılırdı. Evrende çeşitli cinler olmasına karşın, Roma inancına göre, bunlardan sadece biri tanrılar tarafından yeni doğan bebek için seçilir ve ölümüne kadar ona ait kılınırdı. Arapçadaki "cinni, cin" kelimesinin buradan geldiği söylenir. M.S. 3. yüzyılda yaşamış filozof Plotinus'unkendisine yoldaşlık eden cinin kim olduğunu nasıl öğrendiğini, talebesi Porphyry, Plotinus'un Hayatı adlı eserinde (56-60) şöyle anlatır: "Roma'ya Mısırlı bir rahip geldi ve Plotinus ile tanıştı. Rahip gizli güçlerini kanıtlamak amacıyla, Plotinus'a kendi Genius'unu göstermek istiyordu. Plotinus da bu teklifi içtenlikle kabul etti. Mısırlı rahibin söylediğine göre, bu cin çağırma işlemi ancak İsis Mabedi'nde yapılabilirdi. Zira, rahibe göre Roma'da tek 'temiz yer' orasıydı." Porphyry cinin nasıl davet edildiğini anlatmaya devam ediyor: "Görünecek cinin ne yapacayı bilinmediğinden, bu gizli ayine yardımcı olarak katılan kişi elinde iki canlı tavuk tutmak zorundaydı. Eğer cin kendisini çağıranları tehdit etmeye başlarsa, yardımcı elindeki kutsanmış tavukları hemen keserek cinin saldırmadan kaybolmasını sağlayacaktı. Rahip dualar okuyarak Plotinus'un cinini görünmeye davet ettiğinde, karşısına çıkan varlığın rastgele bir cin değil de üstün bir varlık olduğunu farkedince: Ey kutsanmış Plotinus, senin Genius'un aşağı seviyeden bir cin değil, bir tanrı bu gördüğüm!, diyerek haykırdı. Ama, zuhur eden varlığa soru sormaya fırsat kalmadan, yardımcı korkudan elindeki tavukları boğazlayınca, varlık derhal kayboldu. Ancak, bu sırada Plotinus kendi cinine yeterince bakıp inceleme imkanını bulabilmişti. Daha sonra kişisel cinlerle ilgili monografını da bu olaya dayanarak yazdı." Porphyry'nin talebesi olan Iamblikus da Mısır Sırları Hakkında adlı eserinde, daimon'ların tanrılardan, kahramanlardan ve ölmüşlerin ruhlarından nasıl ayırt edileceğini anlatmıştır. Neoplatonist bir zihniyetle yazılmış olan bu eser, içeriğinin son derece anlaşılmaz olmasına rağmen, daha sonra Avrupa'da cinler hakkında uydurulan saçma sapan sınıflandırmalarda önemli bir kaynak sayıldı. Avrupa'da ileride Kilise'nin baskısına kaynak olacak eserlerden biri de İncil'in Hazırlanışı adı altında Eusebius'unM.S. 4. yüzyılda yazdığı propaganda kitabıdır. Eusebius'a göre, Tanrı'nın dünyayı kurtarma girişiminde bu eski çoktanrılı inançların önemli bir rolü vardır. Zavallı eski insanlar şeref uğruna, sevgi adına bu tanrılara ve cinlere tapınmaya zorlanmışlar. Ama aslında bu tapınmanın ardında yatan temel faktör korku imiş. Güçlü tanrılar ve başedilemeyen cinlerden korkan eski insanları kurtarmak için, gerçek sevgi mesajı ile gelen tek ve yenilmez Tanrı sonunda kendini göstermiş. Eusebius'un dört sınıfa ayırdığı pagan (hıristiyan olmayan) güçler arasında cinler önemli bir yer tutar. Tanrılar gökleri paylaşmışlardır. İyi huylu cinler de Ay'da ve Ay ile yer atmosferi arasındaki alanda hakimiyet kurmuşlardır. Yerde kahramanların sözü geçmektedir. Ölümlülerin ruhları ise yeraltındadır. Kötü cinler de yerin dibinde yuvalanmışlardır. Bu sınıflandırmadan sonra, Eusebius bütün bu varlıklara tapmanın aslında büyük bir günah olduğunu söyler ve aslında hepsinin ne kadar kötü güçler olduklarını anlatmaya koyulur. Roma İmparatorluğu M.S. 3. yüzyıldan itibaren kuzeyden gelen barbar kavimlerinin saldırılarına uğradı. M.S. 4. yüzyılın sonunda, Germenler bütün Avrupa'ya yayılmış durumdaydılar. Romalıların "barbar" dediği Germenler, savaşmayı seven, çalışkan, vahşi ama hayat dolu ve doğaya son derece bağlı insanlardı. Roma ise artık eski yaratıcılığını kaybetmiş, çözülmeye ve kokuşmaya yüztutmuştu. Böylece, 5. yüzyılın sonuna doğru Avrupa'da Roma'nın güneşi batarken yeni krallıklar kuruluyordu. Haluk Akçam'ın yazılarından derleme olan bu 2 . bölüm ( ilkini (eski yunan kültürünün cinlere bakışı) dün eklemiştim.. Mutlaka okunulması gereken bir yazı , yanliş bildiğiniz doğrular , doğru bildiğiniz yanlışları anlatan son derece sade bir dille yazılmış gerekli kitap isimlerinin ve kaynaklarının da bulunduğu bir derleme.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Xero Yanıtlama zamanı: Mayıs 26, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 26, 2010 tamamını okudum never. eline sağlık güzel bir yazı Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.