Jump to content

Kader Ve İrade Yada İnsanın Özgürlük Sorunu 1


bedel

Önerilen Mesajlar

“Kader ve İrade” kavramlarından ne anladığınız, insanoğlunun yaptıklarından, ettiklerinden ne derecede sorumlu olduğu ya da olmadığı sorularının yanıtlarıyla sıkı ilişkilidir. Bu yanıtlar ortaya konulmadan, bu söylem hakkında söylenecek şeylerin çok kısır kalacağı aşikardır. Bu yanıtlar bize insanın özgürlüğünün ne olup ne olmadığı hakkında da fikir verecektir. Bu bağlamda, din felsefesi ve bilim felsefesinin önemli konularından biri olarak, üzerinde fikirler ürettiği kader ve irade kavramlarına, bu iki bakış açısının nasıl yaklaştığına bakmak, yanıtların neler olabileceklerini bilebilmek adına yerinde olacaktır.

 

Din ve bilim felsefeleri alanında çalışanların, kader ve irade kavramları hakkında fikir oluştururken yanıtlarını aradıkları sorulardan bazılarını sıralarsak:

 

· Bir Tanrının varlığı gerekli midir?

 

· Tanrı var ise kaderin takdiri ve gerçekleşmesi yalnızca ve yalnızca onun elinde midir?

 

· Kadere, bireyin iradesinin etkisi var mıdır? Eğer varsa sınırları nedir? Birey kaderini değiştirebilir mi?

 

· Eğer her şey Tanrının iradesinin altında belirleniyor ve gerçekleşiyor ise bireyin sorumluluğu söylemi anlamsız olmuyor mu?

 

 

 

Bir kısmı sıralanan bu soruları bu çerçevede uzatmak mümkün. Bu soruların yanıtları kader ve iradenin nasıl anlaşıldığı veya modellendiği ile ilgili olduğundan önce din felsefesinin bu soruna yaklaşımına bakalım. Din felsefesinde bu sorunun çözümüne ilişkin üç farklı görüş genelde egemen olmuştur.

 

Bu görüşlerden birincisi, katı kaderci görüştür. Bu görüşe göre varolan her şey ile ilgili, bütün durumlar ve olaylar Tanrının taktirindedir. Olayların bireyin iradesine bağlı olmadan, Tanrı tarafından önceden değişmez bir şekilde belirlendiğine inanan bu katı görüşe göre iyilik ve kötülük Tanrı’ dandır. Bu görüşe göre insanın hiç bir özgürlüğü olmayıp kaderi karşısında boyun eğmeye mecburdur.

 

İkinci görüş, iradeci görüş olup, birinci görüşün neredeyse tam zıddını savunmaktadır. Bu görüşe göre bireyin tam bir özgür iradesi olup bütün eylemlerinden sorumludur. Aksi halde bireyin yaptığı kötü işlerinde, Tanrının iradesi ve kulunu mecbur edişi söz konusu olur. Bu durumda Tanrı, zorla yaptırdığı kötü bir işten dolayı kulunu sorgulayıp sonrada cezalandıran, ona zulmeden durumuna düşer ki, Tanrı, tanımı gereği böyle olamaz. Bu görüşe göre, birey karar verebilecek, eylemlerini seçebilecek irade gücüne ve akla sahiptir. Bu neden dolayıdır ki, eylemlerinden insan sorumludur.

 

Din felsefesinde savunulan son görüş ise orta bir yol izlemekte olup yukarıdaki iki görüşten bir sentez oluşturmuştur. Bu görüşe göre kader, Tanrının elinde kapsayıcı, bütün olan (irade-i külliye) ve bireyin elinde sınırlı olan (irade-i cüzziye), olmak üzere ikiye ayrılır. Birey kendi elinde olan sınırlı iradesiyle neyi ne kadar ve nasıl isterse; Tanrı da onu yaratır. Bu görüş, Tanrının meydana gelecekleri, bireyin seçimlerini, ezelden beri biliyor olmasının, bireyin iradesini kullanmasına mani olmadığını savunur. Bireyin bir durum karşısında seçim yapması, o olayın Tanrı tarafından ezelden beri biliniyor olamamasından değil, bireyin sınırlı iradesi ve kendi özgür seçiminden ileri geldiği, bu görüş tarafından savunulur.

 

Bilim felsefesi kader ve irade kavramlarını, determinizm yani gerekircilik ve stokastik yani rast gelecilik olmak üzere iki farklı yaklaşımla modellemeye çalışır.

 

Gerekircilik (determinizm), her olayın bir nedeninin olduğu ve aynı nedenlerin, aynı şartlar altında her zaman aynı sonuçları doğurduğunu, dolayısıyla olayların zorunlu ve evrensel kanunlara uyarak ortaya çıktığını kabul eder. Bu görüşe inananlar, evreni oluşturan tüm şeyleri içeren, fizik, kimya, biyoloji, astronomi, aritmetik ve geometri gibi doğa yasalarının, evrenin var olduğu sürece, ayrıca sosyoloji ve psikoloji gibi sosyal yasaların canlılar ortaya çıkışından itibaren, var ve değişmez bir biçimde aynı olduklarını savunurlar. Onlara göre, bu yasalar ve onların oluşturduğu ahenk içindeki düzen, evrenin ve onun bir parçası olan bireyin bilimsel bir kaderi olup, evrenin tümüne hakim deterministik bir düzenin varlığını kanıtlarlar. Bu görüşe göre, insan, doğa ve sosyal yasaları bilmek, tanımak ve onlara hakim olmakla zorunluluk alanından özgürlük alanına geçer ki bu da zorunluluk-özgürlük diye adlandırılır. Bu durumda, insan doğa ve sosyal yasaları yaratamaz, yok edemez ve değiştiremez, ama onları tanıyıp bilmekle onlardan korunur, zararlı sonuçlarını yararlıya çevirebilir. Bir yasayı bilmek insanı özgür ve güçlü kılar. Zira sebep ve sonucu insansal amaçlarına göre oluşturarak, olay ve olguları yani kaderini yönlendirebilir. Örneğin; insan yıldırımın nedenini, sebebini bilmediği sürece, yıldırım onun için bir zorunluluk, kötü bir kaderdir. İnsanoğlu, yıldırımın nedenini ve niteliğini öğrenmekle, yıldırımsavar yapabildi ve dolayısıyla yıldırımın getireceği ölüm ve tahrip edici kaderi yok etti ve ilaveten onun enerjisini depolayarak ondan yararlanmasını da bildi. Böylece insanoğlu yıldırımı yani bir doğa yasasını yok edemedi ama, onun bilgisini edinmekle ve denetim altına almakla zorunluluktan özgürlük düzeyine geçti. Yine insanoğlu, barajlar yaparak, köyleri, kentleri ve mahsulleri mahveden azgın ve vahşi suları denetim altına aldı. O suyun getireceği felaketleri önleyen insanoğlu kendi kaderini değiştirdi. Bununla da kalmayıp kontrolü altına aldığı o sulardan elektrik üretti ve yılın dört mevsimi düzenli sulama ile mahsuldeki bereketi arttırdı. Böylece insanoğlu, doğal bir afetin zorunluluğundan özgürlüğe ve esenliğe geçebildi. Bu sel örneği özgürlüğe geçmek ve gelişmişlik arasında sıkı bir bağlantı olduğunu bize hatırlatmakta. Yani Kanada’da yaşayan insanların kaderi ile Mozambik’te yaşayan insanların kaderi aynı olmamakta. Mozambik’te felaket olan kader olgusu Kanada’da esenlik kaynağı olabilmektedir. İnsanoğlunun doğa yasalarını tanıyıp, onların zararlı sonuçlarını yararlıya çevirerek zorunluluk alanından özgürlük alanına geçmesiyle ilgili bu gibi örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir. Bütün bunlardan da görüleceği üzere insanlar doğa yasalarına, fizik, kimya, tıp gibi bilimlere nüfuz ettikçe, zorunlulukları denetimleri altına alarak özgürlüğe geçmekte, başka bir deyişle “Evrensel-Doğasal Kader” i yönlendirebilmektedir. Buna benzer biçimde, sosyal insanın belirlenmiş, çizilmiş bir “Sosyal-Toplumsal Kader” inin de var olduğu bu görüşte olanlarca ileri sürülür. Burada insanoğlunun yapacağı iş; iradesiyle ve girişimleriyle, sosyal toplumsal düzenin yasalarını, olayların sebep, koşul ve sonuçlarını bilmek ve ona göre sosyal kaderini yönlendirmektir. Böylece sosyal toplumsal zorunluluktan sosyal-toplumsal özgürlüğe geçiş sağlanmış olacaktır. Sonuç olarak kader ve irade kavramlarını determinizim yani gerekircilik yaklaşımıyla modelleyen görüş; gerekirciliğin tanımı gereği her ne kadar bir zorunluluk ve bir kader çizgisi oluştursa da, insanoğlunun doğasal ve toplumsal bilimleri ve onlarla ilgili olay ve olguların sebep ve sonuçlarını bilebilecek potansiyele sahip olduğunu, ve bu potansiyel sayesinde sebeplere etki yaparak ya da onları yok ederek neticeyi değiştirebileceğini ve böylece, insanoğlunun, özgürlüğün zorunluluğa, serbest iradenin de kadere müdahalesini sağlayabilen bir varlık olduğunu ayrıca alemin deterministik yapısının da buna müsait ve açık olduğunu savunmaktadır.

--------------------

Burada deizm ve teizm’in gerekirciliğin varlığını kabul ettiklerini belirtmek gerekir. Ancak aralarındaki fark, deizm; “Tanrı sadece yaratandır. Evreni yarattıktan sonra evrenle ve insanla hiçbir ilişkisi kalmaz. Evren kendi yasalarıyla kendini yönetir ve varlığını devam ettirir” derken, teizm’in; “ Tanrı evreni yasaları ile beraber yaratmakla birlikte, evren varolduğu sürece onu yönetendir de. Yaradılış ve oluş devam ettiğine göre, Tanrının alemle ilişkisi ve yönetme fiili de devamlıdır. Gerekircilik yasası ve düzeni, Tanrının kudretlerinin ve fiillerinin bu alemdeki tecellisinden ibarettir ve tecelli ise devamlıdır.” demesidir.

 

Kader ve iradenin bilim felsefesi bakımından ikinci modellemesinin, stokastik ya da rast gelecilik yaklaşımı çerçevesinde yapıldığını belirtmiştik. Bu görüş, tek, tek insan bazında geleceğin bilinemeyeceğini ancak çok sayıda insan içeren topluluklar söz konusu olduğunda, büyük sayılar için geçerli olasılık kuralları çerçevesinde bir şeyler söyleyebilmenin mümkün olabileceği şeklindedir. Burada dayanılan fiziksel gerekçe ise, yüzyılın başında ortaya atılıp, son yıllarda hızla gelişmekte olan ve bilim alanında olduğu kadar sosyal alanda da geniş uygulama alanı bulan kuvantum mekaniği (ve/veya kuvantum fiziği) olmaktadır.

 

Olası durumları önceden hesaplamak hala mümkün ama evren ve birey bazında geleceği kesin olarak bilmek hiçbir şekilde mümkün değil görüşü, bu görüşteki insanlarının en temel görüşüdür. Belirsizlik ve olasılıklar. Kuvantum mekaniği ile genetik bilimi ortaya çıkmazdan önce hemen, hemen yalnızca kumarbazların ilgisini çekmiş olan olasılık kuralları. Yalnızca büyük sayılar için geçerli olan, ama büyük sayılar söz konusu olduğunda da, rast gelelik ya da gelişigüzellik gibi görünen bir çok şeyin aklın kavrayabileceği bir düzeninin bulunduğunu kanıtlayan olasılık kuralları.

 

İşte tüm bunlar yüzündendir ki birbirlerinden çok farklı olan insanlar, tek, tek özellikleri açısından, yalnızca zaman içinde değil uzam yani mekan içinde de çan eğrileri oluşturacak biçimde bir bütünlük arz edebiliyorlar. Bu dağılım yani çan eğrisi kavramı ve onların yorumlanması bu görüşün omurgasını oluşturuyor. Yeni gözlemler, yeni bilgiler ve birbirleriyle ilişkilendirilebildikleri takdirde eski bilgiler; tek, tek toplumlar, hatta aslında insanlığın tamamı temelinde, çeşitli insan değerlerine ilişkin dağılımın çok ilginç bir özelliği olduğunu gösteriyorlar: Topluma baskıcı bir müdahale yapılmadığı hallerde insanlar, bütün dünyada, birbirinin tamamen zıddı değerlerden oluşan ikili uç noktalar arasında tam bir olasılık dağılımı oluşturacak biçimde kümeleşiyorlar.

 

Daha açık bir anlatımla, sözgelimi yoksulluk-zenginlik bazında ele alındıklarında, insanların çok küçük bir kısmı aşırı zengin, çok küçük bir kısmı da aşırı yoksul oluyor. Bu aşırı uçlardan sonra sıralamada bir yanda zenginler, öte yanda yoksullar bulunuyor. Bunların sayısı aşırı zengin ya da aşırı yoksul olanlara oranla biraz daha fazla oluyor. Ama asıl çoğunluk ortada toplanıyor. Bunlar da, ne zengin ne yoksul olan insanlar oluyorlar. Bir başka deyişle, birbirine zıt ikili değerlerin en güçlü olduğu uç noktalarda az sayıda insan bulunurken birbirine zıt ikili değerlerin en zayıf olduğu ortada ise çok sayıda insan bulunuyor. Ama ortadaki çoğunluk bile bu değerler açısından hafif de olsa bir farklılaşma gösteriyorlar. Bu, tam anlamıyla simetrik olmayan yumuşak eğimli çan eğrisi, yani hiperbol benzeri olup, evrende büyük sayılarla ifade edilebilen bütün oluşumlar için geçerli olduğu bütün fizikçi ve bütün matematikçiler tarafından bilinen ama bazı sosyal bilimcilerin ısrarla uzak durduğu olasılık dağılımı; evrene özgü değerlerde olduğu gibi insana özgü, farklılık gösteren yaş, kilo, boy, zeka katsayısı, cinsellik, siyasi tercih, inanç gibi hemen, hemen bütün değerler için de geçerlidir. Farklı insan değerlerine ilişkin bütün bu asimetrik yumuşak çan eğrileri, düz kenarları birbirine bitişecek biçimde bir araya getirilirse, insanın ve insanlığın bütün özelliklerini birden kapsayan ve zaman içinde de hareket eden yani değişen üç boyutlu bir mekik oluştururlar.

 

Daha doğru ifade ile, birbirine zıt kutuplar oluşturan iki uçlu insan değerleri, olasılık olma durumundan çıkıp gerçeklik haline geldikleri zaman, ortaya mekik benzeri bir yapı çıkmaktadır. Zira, aslında her insanın, bu değerleri, iki uç noktasını da içerecek biçimde içinde barındırdığı varsayılıyor. Bu olgu da her insanı bir olasılıklar yumağı haline getiriyor. Örneğin çok yoksul biri, bir dizi olay sonucu zenginleşebiliyor ya da tam tersi olabiliyor. Yani hiçbir şey sabit ve mutlak değil ve hemen her şey olası olabiliyor. Dolayısıyla tek, tek her insanın tek, tek her olay karşısında nasıl davranacağı, ya da iki uçlu tek ,tek her seçeneğin hangi noktasında konumlanacağı konusunda bir belirsizlik var oluyor. Ancak şu da var ki, insanların gerçekleşmiş kararlarına ve yapılarına bakılarak, bu olasılıklara ilişkin bir dağılımdan ve dolayısıyla mekikten söz edilebiliyor. Öte yandan, yalnızca olasılıklar göz önüne alındığında, bu oluşumun, mekikten daha karmaşık bir yapı olması beklenen bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Ama her durumda, insanların, Batılı düşünürlerin Eflatun’dan bu yana öngördüğü gibi, iyiler ve kötüler, akıllılar ve aptallar, sermaye sahipleri ve mülksüzler, gelişmişler ve azgelişmişler türünden, çizgisel iki ayrı grup haline değerlendirilmeleri ve belli değerlerle etiketlenip hiyerarşik bir düzen içinde sabit bir konumda tutulmaları asla mümkün gözükmüyor.

 

Bu arada sık kullanılan bir kavram olan düalizm hemen akla geliyor. Aslında düalizm determinizm yani gerekircilik içinde hayata gözlerini açmış bir yaklaşım. Öte yandan stokastik ya da rast gelecilik yaklaşımı çerçevesinde düalizm’e bakıldığında düalizm’in iflas etmiş olduğu gözüküyor. “Siyah ve Beyaz’ ı” yan yana iki kare olarak düşünürsek “Gri” geçiş rengine gereğinden fazla önem vermemiz gerekiyor. Aslında siyah kare bir uç, beyaz kare diğer bir uç olarak alınıp asimetrik çan eğrisinin orta bölgesini gri olarak düşünebilirsek felsefede kullanılan şekliyle “Düalizm” kendini bu yeni bilimsel bilgiyle yani stokastik ya da rast gelecilik yaklaşımıyla buluşturabilir.

 

Kuşkusuz, çeşitli ikili değerlere ilişkin olasılık dağılımlarını yansıtan çan eğrilerinin ille de birbirleriyle örtüşmesi de söz konusu değil. Yani en zengin olanların aynı zamanda en zeki, en güzel, en uzun, en genç olması gerekmediği gibi, en yoksul olanların da aynı zamanda en aptal, en çirkin, en kısa, en yaşlı olması gerekmiyor. Zaten, eğer böyle olabilseydi, insanı ve insanlığı tanımlamak için mekik gibi temsili bir yapı aramaya gerek kalmaz ve işte ancak o zaman, her şey düz bir çizgi üzerine sıralanabilirdi. Ama evrende düz bir çizgi yok. Düz çizgi, insan beyninin, evreni araştırırken işleri kolaylaştırmak amacıyla yarattığı bir kavram. Burada düz çizgi ile kastedilen gerçekte, uzam/zaman yapısının Batı felsefesi bağlamında diyakronik olduğudur. Yani her şeyin birbirini izleyen, ardışık, ayrı, ayrı alanlarda ve ayrı, ayrı mekanlarda gerçekleştiği modellemesidir.

 

Oysa bilindiği üzere Doğu felsefesinin ta baştan itibaren ileri sürdüğü model, her şeyin aynı anda, çok merkezli tek bir mekanda gerçekleştiği yani uzam/zaman yapısının sentronik olduğudur. Dolayısıyla Batı da ve Doğu da zaman ve uzam farklı, farklı algılanır. Batı bugünlerde ileri sürüdüğü stokastik ya da rast gelecilik yaklaşımı ile çok uzun ve değişik süreçler sonucunda Doğunun binlerce yıl önce öne sürdüğü modele ulaşabilmiş ya da bu fikir yani sentronik algılama ve düşünme hiç değilse Batı nın tartışma gündemine girmiştir. Sentronik görüşe göre, insanın düşüncesinde, insan topluluklarında ve devlet mekanizmalarında düzenli gelişme ya da evrim, bu yapı yani bu mekiksi şey sayesinde mümkün oluyor.

--------------------

Değişiklik her zaman tek, tek bireylerin düşüncesinde başlıyor. Bu bireyler, büyük olasılıkla, girişimcilik x statükoculuk olarak adlandırılabilecek, insana özgü bir değer ikiliğinin aşırı uçlarından birinde, girişimcilik ucunda durup da daha önce akıl edilmemiş bir takım yenilikleri akıl eden ve hayata geçirebilen insanlar oluyorlar. Söz konusu yenilikler diğer insanların da işine yarayacak gibiyse, mekiğin girişimci kesimleri, bir ya da birkaç birey tarafından önerilen bu değişikliği, en ortalama insana ulaşıncaya kadar ağır, ağır soğuruyorlar. Bu arada statükocu kesimin aşırı uçları da, yeniliğe kesin olarak karşı koymaya başlıyorlar. Bu tepki de, en ortalama insana ulaşıncaya kadar o uç boyunca ağır, ağır yayılıyor.

 

Böylece ortada, yani çoğunluğu oluşturan ve bir bölümünün az da olsa girişimci, diğer bölümünün ise az da olsa statükocu yanı ağır basan ortalama insan bazında bir buluşma ve bir çatışma oluyor.

 

Eğer değişiklik kalıcı ve yararlı sayılan ve mekiği oluşturan diğer özelliklerle uyumlu bir değişiklikse, mekiğin statükocu yarısının direnişini aşmayı başarıyor; değilse, toplumum tamamı tarafından benimsenmiyor.

 

Bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk’ün Devrimlerini bir de bu çerçevede algılayıp yorumlamaya çalışmanız, bu düşünce sistematiğini anlamanız için iyi bir egzersiz olabilir. Aslında insan topluluklarında sağduyu diye tanımlanan özellik de işte, girişimci/statükocu karşı uçları arasındaki bu denge durumu oluyor. Bu denge durumudur ki, insanların her yeniliğin peşinden koşturup telef olmasını engellediği gibi, hiç değişmeden kalmalarına da olanak bırakmıyor. İşte toplum için yukarıda anlatılmaya çalışılan bu akış bir kişi içinde rahatlıkla modellenebilir ki, bu akış veya modelin sonucunda gelinen denge durumu o toplumun veya insanın kaderini bu dengeye gelme sırasındaki eylemler ise iradeyi remz ediyor.

 

Bütün bunları sonucunda eğer kader ve irade sorunsalını stokastik ya da rast gelecilik yaklaşımı çerçevesinde savunan bir bilim insanıyla konuşursanız, kader ve iradeye ilişkin görüşleri olarak büyük bir olasılıkla “Tek bir insan, evrenin uzam/zamansal büyüklüğü içinde bir hiç. Ama insanlık giderek hem uzam hem zaman içinde büyüyor. Evrenin büyük sayılarda anlamlı olan yasaları bağlamında, bu büyüklüğün günün birinde kaderine hakim olması ve onu değiştirmesi olası”. Yeter ki tek, tek insanlar bu gerçeği; yani yalnız ve yalnız insanlığın tamamı bağlamında sonuç alınabileceğini bilerek görece kısa yaşantıları boyunca ellerinden geleni yapmayı sürdürsünler. Yeter ki insanlık, “tek bir insan gibi ilkel benlik ve benlik aşamalarını, kendi kendisini ve üstünde yaşadığı dünyayı yok etmeden geçmeyi başararak insanlıkla uyumlu bir üst benlik ya da bilinçli toplumsallık aşamasına ulaşsın” sözlerini sarf edecektir.

 

Burada belki de ilave edilmesi gereken son bir nokta ise deizim ve teizim’in kader ve iradenin bilim felsefesi bakımından ikinci modellemesinin yani stokastik ya da rast gelecilik yaklaşımının varlığını külliyen ret ettikleri noktasıdır.

 

 

Yukarıdaki değişik görüşlerin her biri içindeki bazı görüşler gelişen insana yakın, bazıları ise dogmatik ve bağnaz olmaları dolayısıyla uzaktırlar. Yukarıdaki görüşlerden akla yakın ve dogmatik olmayanlar insanlığın potasında eriyerek bir senteze varmıştır veya varacaktır. Düşünce özgürlüğüne inanan ve aynı zamanda ruhun ölmezliğine inanan insanlar olarak, tabii ki insanın özgür iradeye sahip olduğuna, yaptığı iyi ya da kötü eylemlerden sorumlu olduğuna inanmak durumundayız. Aksi durumda yeryüzündeki milyonlarca insanın insanlık sevgisini yüceltme çabaları anlamsız bir çaba haline dönüşecektir. Bir insan önce kendisiyle savaşmak ve kendi ihtiraslarını ve kötülük yapma eğilimlerini yenmek zorundadır. Bunun için gerekli özgür irade, her birey gibi insanda da mevcuttur. Yeter ki insan özgür iradesini, kendini iyiye, güzele yöneltmekte kullansın. Özeleştiri yapabilsin. Yapıcı eleştirilere açık olabilme erdemini göstersin. Bütün bunları yapabilen insan bu dirayetini, yukarıda anlatmaya çalıştığım modeller içinden dogmatik olanlar hariç, hangi model içinde gösterirse göstersin iradesini hakkıyla kullanmış yani özgürleşmiş ve kaderini belirlemiş yani özgürlüğünün sınırlarına ulaşmış olacaktır.

 

 

 

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

 

 

· B.Ö. Düzgören, Cogito, Sayı: 11, 1997.

 

· Y. Kökdamar, “Denemeler”, 1995.

 

· A.Denkel, “Düşünceler ve Gerçekler, Felsefe Yazıları I”, 1997.

 

· A. Denkel, “Düşünceler ve Gerçekler, Felsefe Yazıları II”, 1997.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...