chesterfield Oluşturma zamanı: Temmuz 11, 2010 Paylaş Oluşturma zamanı: Temmuz 11, 2010 Bazı Hıristiyan tarikatlara göre Kitabı Mukaddeste cehennem kelimesi geçmekteysede cehennem olmadığı savunulur. Olmadığı ile ilgili olarak ortaya konan alıntılardan bazıları şunlardır. Ps.34:16 RAB'bin yüzü kötülere karşıdır, Onların anısını yeryüzünden siler. Ps.37:2 Çünkü onlar ot gibi hemen solacak, Yeşil bitki gibi kuruyup gidecek. Ps.37:20 Ama kötüler yıkıma uğrayacak; RAB'bin düşmanları kır çiçekleri gibi kuruyup gidecek, Duman gibi dağılıp yok olacak. Pr.24:20 Çünkü kötülerin geleceği yok, Çırası sönecek onların. Ob.1:16 Ey Yahudalılar, kutsal dağımda nasıl içtiyseniz, Bütün uluslar da öyle içecekler. İçip içip yok olacaklar, Hiç var olmamış gibi. ortaya konan bu alıntılara göre kötüler, kötülüklerinden dolayı sonsuz yaşama kavuşamayıp '' yok olacaklar, Hiç var olmamış gibi. '' bir savunulmaya gidilmektedir. Bunun yanında Kitabı Mukaddeste cehennemi belirten şu öğretiler ortaya konduğunda ise, ilginç bir mantıkla '' biz Kitabı Mukaddeste cehennem kelimesi yok demedik '' gibi bir yaklaşım sergileyip bahsedilen cehennemin İslami inançta olduğu gibi bir yer olmadığı öne sürülmektedir. Mat 5:22 Ama ben size diyorum ki, kardeşine öfkelenen herkes yargılanacaktır. Kim kardeşine aşağılayıcı bir söz söylerse, Yüksek Kurul'da* yargılanacaktır. Kim kardeşine ahmak derse, cehennem ateşini hak edecektir. Mat 5:29 Eğer sağ gözün günah işlemene neden olursa, onu çıkar at. Çünkü vücudunun bir üyesinin yok olması, bütün vücudunun cehenneme atılmasından iyidir. Mat 5:30 Eğer sağ elin günah işlemene neden olursa, onu kes at. Çünkü vücudunun bir üyesinin yok olması, bütün vücudunun cehenneme gitmesinden iyidir. Mat 10:28 Bedeni öldüren, ama canı öldüremeyenlerden korkmayın. Canı da bedeni de cehennemde mahvedebilen Tanrı'dan korkun. Mat 18:9 Eğer gözün günah işlemene neden olursa, onu çıkar at. Tek gözle yaşama kavuşman, iki gözle cehennem ateşine atılmandan iyidir. Mat 23:15 "Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri, kıtaları dolaşırsınız. Dininize döneni de kendinizden iki kat cehennemlik yaparsınız. Mat 23:33 "Sizi yılanlar, engerekler soyu! Cehennem cezasından nasıl kaçacaksınız? Mar 9:43 Eğer elin günah işlemene neden olursa, onu kes. Tek elle yaşama kavuşman, iki elle sönmez ateşe, cehenneme gitmenden iyidir. Mar 9:45 Eğer ayağın günah işlemene neden olursa, onu kes. Tek ayakla yaşama kavuşman, iki ayakla cehenneme atılmandan iyidir. Mar 9:47 Eğer gözün günah işlemene neden olursa, onu çıkar at. Tanrı'nın Egemenliği'ne tek gözle girmen, iki gözle cehenneme atılmandan iyidir. Luk 12:5 Kimden korkmanız gerektiğini size açıklayayım: Kişiyi öldürdükten sonra cehenneme atma yetkisine sahip olan Tanrı'dan korkun. Evet, size söylüyorum, O'ndan korkun. Jam 3:6 Dil de bir ateş, bedenimizin üyeleri arasında bir kötülük dünyasıdır. Bütün varlığımızı kirletir. Cehennemden alevlenmiş olarak yaşamımızın gidişini alevlendirir. 2Pe 2:4 Tanrı günah işleyen melekleri esirgemedi; onları cehenneme atıp karanlıkta zincire vurdu. Yargılanıncaya dek orada tutulacaklar. Bu gördüğünüz alıntılar Kitabı Mukaddeste '' cehennem '' den bahseden alıntılardır. Bahsedilen bu yerde birilerinin günlük hayatta kenara attığı çöpleri yakmak için kullandıkları bir yer olmadığı açıktır. Mat:23-33 açıkca insanlara bunu hatırlatıp '' Cehennem cezasından nasıl kaçacaksınız? '' demektedir ve bu sözde Kitabı Mukaddese göre İsa'ya aittir. Kısaca İsa kötülerin cehennemle cezalandırılacağını açıklamaktadır. Kitabı Mukaddesi kendi dini kitapları görüp cehennem yoktur diyebilenlere kötü haber olarak, Kitabı Mukaddesin ortaya koyduğu bir diğer gerçek ise, Kitabı Mukaddesin bahsettiği bu cehennemin dumanının '' sonsuzlara dek tütecek. '' olmasıdır. Bir diğer kötü haber ise cehennemdeki bu insanlara, Kuzu diye tabir edilen İsa'nın '' önünde ateş ve kükürtle işkence edilecek. '' olmasıdır. Rev 14:9 Onları üçüncü bir melek izledi. Yüksek sesle şöyle diyordu: "Bir kimse canavara ve heykeline taparsa, alnına ya da eline canavarın işaretini koydurursa, Tanrı gazabının kâsesinde saf olarak hazırlanmış Tanrı öfkesinin şarabından içecektir. Böylelerine kutsal meleklerin ve Kuzu'nun önünde ateş ve kükürtle işkence edilecek. Rev 14:11 Çektikleri işkencenin dumanı sonsuzlara dek tütecek. Canavara ve heykeline tapıp onun adının işaretini alanlar gece gündüz rahat yüzü görmeyecekler. Rev 20:10 Onları saptıran İblis ise canavarla sahte peygamberin de içinde bulunduğu ateş ve kükürt gölüne atıldı. Gece gündüz, sonsuzlara dek işkence çekeceklerdir. Görüldüğü gibi hernekadar birileri bu gerçekleri gizleyip, Kitabı Mukaddesi olduğu gibi sunmayıp Hıristiyanlıkta İslamda olduğu gibi sonsuza kadar sürecek cehenem azabı yok diyenlere karşın, Kitabı Mukaddes insanların dünyadaki yaşamlarında hak ettiyeseler cehennem cezası vardır demektedir, ve bu cehennemin ateşide sonsuza kadar sürecek bir ateştir. Pek tabi İslami inanca göre cehennemde cezalandırılacak bu insanlar bu cezalarını Hz.Muhammedin veya herhangi bir peygamberin önünde çekmeyeceklerdir, Kitabı Mukaddes ise verilecek bu cezanın Kuzu'nun '' yani İsa'nın '' önünde olacağını bize aktarmaktadır. Kitabı Mukaddesi kendi dini kitabı kabul edip ortada olan bu gerçekleri gözardı edip elimizdeki kitapta İslamda olduğu gibi bir cehennem anlayışı yoktur diyenlerin kitaplarına nasıl maksatlı yaklaşıp bizlere sunduklarını görmeniz açısından iyi bir örnek olacağı inancındayım. Genelde Kitabı Mukaddesi dini kitapları görüp, cehennemi bir mezar gören ve insanların orada sonsuza kadar kalmadığını savunanlar birçoğumuzun duymuş olduğu Yehova Şahitleridir. Her ne hikmetsede anlaşılan Rev.20-10'da geçen, '' sonsuzlara dek işkence çekeceklerdir. '' alıntısını kitaplarında görmemişlerdir anlaşılan. Şayet birileri bu cehennemde sonsuza kadar kalmayacaksa bu cehennemin ateşinini sonsuza kadar tütmesindeki anlam nedir ve Rev.20-10'da geçen, '' sonsuzlara dek işkence çekeceklerdir. '' diye belirtilen bu alıntıyı nasıl yorumlamaktadırlar acaba. Araştırma: Metin YILMAZ Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Epiphanes Yanıtlama zamanı: Ağustos 17, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 17, 2010 Sorun bence sonsuz kavramı ile ilgili. Ben sonsuz işkencenin olacağına inanmıyorum. Benim inancım belirli bir süre işkence çekenlerin bazıları eiğitimlerini tamamlayıp Cennet'e girecek, bazıları da yokolacak. Yani iki görüşün de haklı yanları olmasına karşın bir senteze ulaşamamışlardır, diye düşünüyorum. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
xteksus Yanıtlama zamanı: Ağustos 18, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 18, 2010 ne mutlak varoluş var nede mutlak yokoluş söz konusudur! semavi kitaplara göre tek mutlakiyet sahibi tanrıdır. bunun eşi ve benzeri olma durumunda bir mutlakiyette ikilik demektir! bu da tekliğin bozulmasıdır yani iki tanrı demektir? ne insan ne melekler ne kainat ne cennet ne cehennem sonsuz değildir sonsuz olan tek kavram tanrı için geçerlidir.. benliğinin tutsağı olan bir insan özündeki sevgi ihtiyacını görmezden gelip aykırı davranışlarda bulunarak hayatı boyunca almış olduğu tüm kararların geçici bencil duyguların tatminliği üzerine eğilim göstermesiyle kendi kendisini mahrum ettiği bu açlığın merhametsizliğiyle, sevgisizliğiyle sevgi kavramıyla özdeşen tüm iyi kavramlardan yoksun olarak benliğin hükmünde içsel çatışma durumu içinde kendi kendini merhamet edememesidir "kendisini sevememesidir" azap yani cehennnem.. kitaplarda cehennem tasviri üzerine belirtilmiş olan ifadeler sembolizimdir. her insanın cennetide cehennemide farklıdır! insan kendi varlığını anlamlandırabilmenin mücadelesi içinde kendi zihnince kendini kurguladığı bir ilizyondur gerçekte bir kaç boyuttan ibaret olan varlığı ! esas cehennem bir insanın kendi içindeki tanrıyla konuşamamasıdır! kalpteki tanrı(sevgi) olmayıca gökteki sevgilinin (tanrının) kime faydası var! her davranış iyi yada kötü vicdansal tepkimeyi doğurur buna göre sevgi dolu bir kalbindir yaşayacağın cennet.. kalbine kulak vermek yerine düz mantıkla cevap aramaya çalışarak acı tecrübelerin korku dolu kabuslarıdır cehennemin.. tüm bu kavramlar bu iki sen arasındaki farkın bilincinde olarak( özbenliğin ile bencilleştirdiğin sen') den hangi sen olmak istediğine karar vermendir.. sevginin mayasıyla pişirilmiş bir insan aidiyeti anlayıp tatmin olabilmesi farkındalığı ile özünü tasdik edebilmesi ancak rehberine kayıtsız şartsız, şekten şüpheden arındırılmış bir bağlılıkla "O"na teslim olmasıyla içsel güveni sağlayabilmesiyle mümkündür. bu rehber dünya hayatı boyunca farklı isimler, semboller altında ifade edilsede aslında bu her dönemde her çağda her anında seninle olabilen bu rehber sevgi dolu bir kalptir semavi kitaplarda oradan inmiştir yeryüzüde onun yansımasıdır tanrı adı onun gizemidir.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
bohemystic Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 ne mutlak varoluş var nede mutlak yokoluş söz konusudur! semavi kitaplara göre tek mutlakiyet sahibi tanrıdır. bunun eşi ve benzeri olma durumunda bir mutlakiyette ikilik demektir! bu da tekliğin bozulmasıdır yani iki tanrı demektir? ne insan ne melekler ne kainat ne cennet ne cehennem sonsuz değildir sonsuz olan tek kavram tanrı için geçerlidir.. benliğinin tutsağı olan bir insan özündeki sevgi ihtiyacını görmezden gelip aykırı davranışlarda bulunarak hayatı boyunca almış olduğu tüm kararların geçici bencil duyguların tatminliği üzerine eğilim göstermesiyle kendi kendisini mahrum ettiği bu açlığın merhametsizliğiyle, sevgisizliğiyle sevgi kavramıyla özdeşen tüm iyi kavramlardan yoksun olarak benliğin hükmünde içsel çatışma durumu içinde kendi kendini merhamet edememesidir "kendisini sevememesidir" azap yani cehennnem.. kitaplarda cehennem tasviri üzerine belirtilmiş olan ifadeler sembolizimdir. her insanın cennetide cehennemide farklıdır! insan kendi varlığını anlamlandırabilmenin mücadelesi içinde kendi zihnince kendini kurguladığı bir ilizyondur gerçekte bir kaç boyuttan ibaret olan varlığı ! esas cehennem bir insanın kendi içindeki tanrıyla konuşamamasıdır! kalpteki tanrı(sevgi) olmayıca gökteki sevgilinin (tanrının) kime faydası var! her davranış iyi yada kötü vicdansal tepkimeyi doğurur buna göre sevgi dolu bir kalbindir yaşayacağın cennet.. kalbine kulak vermek yerine düz mantıkla cevap aramaya çalışarak acı tecrübelerin korku dolu kabuslarıdır cehennemin.. tüm bu kavramlar bu iki sen arasındaki farkın bilincinde olarak( özbenliğin ile bencilleştirdiğin sen') den hangi sen olmak istediğine karar vermendir.. sevginin mayasıyla pişirilmiş bir insan aidiyeti anlayıp tatmin olabilmesi farkındalığı ile özünü tasdik edebilmesi ancak rehberine kayıtsız şartsız, şekten şüpheden arındırılmış bir bağlılıkla "O"na teslim olmasıyla içsel güveni sağlayabilmesiyle mümkündür. bu rehber dünya hayatı boyunca farklı isimler, semboller altında ifade edilsede aslında bu her dönemde her çağda her anında seninle olabilen bu rehber sevgi dolu bir kalptir semavi kitaplarda oradan inmiştir yeryüzüde onun yansımasıdır tanrı adı onun gizemidir.. insanın sonsuz bir yaşama geçmesi tanrılaşması değildir bu tanrının vaadidir.biz sonsuz yaşama geçtiğimizde tanrıya denk mi olmuş oluyoruz ölümsüzlüğü veren tanrıya, ölümsüz olunca güç yetirebileceğinizimi sanıyorsunuz da ikilik olacağını iddia ediyorsunuz. zaten herşey tanrının varlığıyla vardır.o ölümsüzlük verir ve isterse anında geri alır. bu konularda nasıl bukadar kesin konuşabiliyorsunuz yoksa tanrıyla bir görüşme falan mı yaptınız? Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
xteksus Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 önemli olan "kendin" olarak kendinin ne olduğunu bilmen bu kavramdan ne anladığındır önemli olan.. yoksa aynı şeyi konuştuğumuzun bile farkında olmayabiliriz! sen ve tanrı olduğu sürece bu zaten ikiliktir. yunus derki "ete kemiğe büründüm yunus diye göründüm" evet tanrıyla hem görüşüp hemde konuşuyorum bu sebeble kesin konuşuyorum aslında tek konuştuğum tanrıdır! ben konuşmayan görünmeyen bir tanrıya ihtiyaç duymuyorum.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Epiphanes Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 Şu an son iki yazarı Tanrı'dan çok daha değerli buluyorum. Onların yazılarını sevdim. Gerçekten de insan Tanrı'dan daha değerli olabilir mi? Aklauygun gibi değil ama bence gayet mümkün. O'nun kayrası gereği belki de bizler ondan daha değerliyizdir. Varlık öylesine çılgın bir şey gibi sonunda Tanrı'nın bir tek kendisini cehenneme yollamasını bile umudedebilirim. Adil bir Tanrı'ya da bu yakışır bence. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
thalese Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 Şu an son iki yazarı Tanrı'dan çok daha değerli buluyorum. Onların yazılarını sevdim. Gerçekten de insan Tanrı'dan daha değerli olabilir mi? Aklauygun gibi değil ama bence gayet mümkün. O'nun kayrası gereği belki de bizler ondan daha değerliyizdir. Varlık öylesine çılgın bir şey gibi sonunda Tanrı'nın bir tek kendisini cehenneme yollamasını bile umudedebilirim. Adil bir Tanrı'ya da bu yakışır bence. yaratılmış bir "şey"in, onu yaratandan daha değerli olabileceği mantıken de saçma. çünkü insan'daki güzellikler de, bilgelik de Allah'ın bir tecellisidir, kimi sıfatlarının insan kalbindeki yansımasıdır. işte "hiç" olan insanı da değerli kılan budur. eğer insan, kendisi ile beraber tüm çevre evrenindekilerinin hakkını vermezse, zümrüt değerindekileri, hiç'e gönderip öyle kabul ederse, işte kendi cehennemini hazırlar, işte o zaman kendine de, tüm yaşama da zalimce davranır ki, "zalimler için yaşasın cehennem". sevgiler... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Siyah karlaR Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 thalese : Allah sonsuz güç/kudret sahibidir (kuran da böyle bir söz yazıyor mu bilmiyorum). bu sözü gerçek olarak kabul ettiğini düşünüyor? ve belki konuyla alakalı değil ama bir soru sormak istiyorum. Allah sonsuz güç sahibi ise kendini yok edebilecek bir güç/varlık/enerji yaratabilir mi? eğer yaratabilirse de yaratamazsa da sonsuz güç sahibi değildir !(biraz aklımı bulandırdı ve açıkçası araştırma da yapmadım). teşekkür ederim Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Epiphanes Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 19, 2010 yaratılmış bir "şey"in, onu yaratandan daha değerli olabileceği mantıken de saçma. çünkü insan'daki güzellikler de, bilgelik de Allah'ın bir tecellisidir, kimi sıfatlarının insan kalbindeki yansımasıdır. işte "hiç" olan insanı da değerli kılan budur. eğer insan, kendisi ile beraber tüm çevre evrenindekilerinin hakkını vermezse, zümrüt değerindekileri, hiç'e gönderip öyle kabul ederse, işte kendi cehennemini hazırlar, işte o zaman kendine de, tüm yaşama da zalimce davranır ki, "zalimler için yaşasın cehennem". sevgiler... Thalese sırf Tanrı'ya olan bağlılığınızı göstermek adına bilinçli veya bilinç-dışı beni cehenneme yollayıvermişsiniz. Belki orada sizin gibi Tanrı'ya eleştiri getirilmesine tahammül edemeyenler de olacaktır. O zaman ayrı bir sevinç duyacağım Dinleyin, bakın ne diyeceğim! En çok uğraştığım konudur teoloji, en çok düşündüğüm, daha düne kadar en çok sevdiğim. Bir sürü dini, felsefi inancı ile tanıştım. Bir dolu beden almış inançlarla da yani inananlarla da tanıştım. Ve sonunda şöyle düşündüm: Onlar da ben de ne zaman Tanrı'yı övsek, savunsak yalan söylüyoruz aslında. Bir tek özürümüz var: O da zeki ruhlar olarak duyduğumuz varoluş acısının derinliği. Sözkonusu Tanrı sevgisi hep bayağı bir sevgiydi, hep çok çirkin yalanlarla doluydu. Zira Tantı dışında hiçbir varlığı onu övdüğümüz gibi övmedik; hatta ona bence yaltaklanma olan övgümüzün bide birini kimseye göstermiyorduk. Ne sadakati de, ne sevgiyi de başka hiçkimseye göstermiyorduk... hatta ona duyduğumuz sevginin, sadakatin binde birini bile... Son zamanlarda kendimi bir tür Hrıstiyanlığa vermiştim. Şimdi Hrıstiyanların ve konu üzerinde bilgi sahibi olanların görmek istemediği, çünkü üzerine düşünmekten korktukları için görmek istemediği yalın bir gerçeği size anlatacağım. Öykü şöyledir: Tanrı bir insan bedeni alır ve yeryüzünde bir yaşam geçirir. Yaklaşık ikibin yıl boyunca peygamberler aracılığıyla seslendiği, bir çok kutsal metin ihsan ettiği bir ulusun arasında bir yaşam geçirir. Bu ulustan kimse onun Tanrıları olduğuna inanamaz. Tutuklanır. Tanrı'nın oğlu olduğunu (aslında bir şekilde Tanrı olduğunu) iddia ettiği için yargılanır. O'na inanmış görünen öğrencileri de onu yalnız bırakır. Sonunda tek bir "destekçi" edinemediği yaşamını vefat ettirilerek tamamlar. Kişilik olarak aynıdır, Tanrı değişmez. Ancak ondan istenen kim olduğunu değil sonsuz gücüyle insanların isteklerini tatmin edebileceğini göstermesidir. O böyle yapmaz, hayatının son döneminde gücünü hiç kullanmaz. Zayıf, zavallı bir insan gibi görünür. Ve Darwin'in doğal seçilim teorsine uygun olarak elenir. Hahahahaha... İşte Tanrı budur, işte biz de buyuz. Bence bu teolojik öykü varoluşa en çok yakışan öykü. Sevgili thalese neye inandığınızı bir daha gözden geçirin. Umarım siz de benim gibi bir gün Tanrı'yı bulursunuz. Ve inanın bana eğer o gün gelirse, eğer Tanrı konusunda aydınlanacağınız o gün gelirse siz de benim gibi mevlasını da belasını da bulmuş biri olacaksınız. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
xteksus Yanıtlama zamanı: Ağustos 20, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 20, 2010 Thalese sırf Tanrı'ya olan bağlılığınızı göstermek adına bilinçli veya bilinç-dışı beni cehenneme yollayıvermişsiniz. Belki orada sizin gibi Tanrı'ya eleştiri getirilmesine tahammül edemeyenler de olacaktır. O zaman ayrı bir sevinç duyacağım Dinleyin, bakın ne diyeceğim! En çok uğraştığım konudur teoloji, en çok düşündüğüm, daha düne kadar en çok sevdiğim. Bir sürü dini, felsefi inancı ile tanıştım. Bir dolu beden almış inançlarla da yani inananlarla da tanıştım. Ve sonunda şöyle düşündüm: Onlar da ben de ne zaman Tanrı'yı övsek, savunsak yalan söylüyoruz aslında. Bir tek özürümüz var: O da zeki ruhlar olarak duyduğumuz varoluş acısının derinliği. Sözkonusu Tanrı sevgisi hep bayağı bir sevgiydi, hep çok çirkin yalanlarla doluydu. Zira Tantı dışında hiçbir varlığı onu övdüğümüz gibi övmedik; hatta ona bence yaltaklanma olan övgümüzün bide birini kimseye göstermiyorduk. Ne sadakati de, ne sevgiyi de başka hiçkimseye göstermiyorduk... hatta ona duyduğumuz sevginin, sadakatin binde birini bile... Son zamanlarda kendimi bir tür Hrıstiyanlığa vermiştim. Şimdi Hrıstiyanların ve konu üzerinde bilgi sahibi olanların görmek istemediği, çünkü üzerine düşünmekten korktukları için görmek istemediği yalın bir gerçeği size anlatacağım. Öykü şöyledir: Tanrı bir insan bedeni alır ve yeryüzünde bir yaşam geçirir. Yaklaşık ikibin yıl boyunca peygamberler aracılığıyla seslendiği, bir çok kutsal metin ihsan ettiği bir ulusun arasında bir yaşam geçirir. Bu ulustan kimse onun Tanrıları olduğuna inanamaz. Tutuklanır. Tanrı'nın oğlu olduğunu (aslında bir şekilde Tanrı olduğunu) iddia ettiği için yargılanır. O'na inanmış görünen öğrencileri de onu yalnız bırakır. Sonunda tek bir "destekçi" edinemediği yaşamını vefat ettirilerek tamamlar. Kişilik olarak aynıdır, Tanrı değişmez. Ancak ondan istenen kim olduğunu değil sonsuz gücüyle insanların isteklerini tatmin edebileceğini göstermesidir. O böyle yapmaz, hayatının son döneminde gücünü hiç kullanmaz. Zayıf, zavallı bir insan gibi görünür. Ve Darwin'in doğal seçilim teorsine uygun olarak elenir. Hahahahaha... İşte Tanrı budur, işte biz de buyuz. Bence bu teolojik öykü varoluşa en çok yakışan öykü. Sevgili thalese neye inandığınızı bir daha gözden geçirin. Umarım siz de benim gibi bir gün Tanrı'yı bulursunuz. Ve inanın bana eğer o gün gelirse, eğer Tanrı konusunda aydınlanacağınız o gün gelirse siz de benim gibi mevlasını da belasını da bulmuş biri olacaksınız. """"""""""Onlar da ben de ne zaman Tanrı'yı övsek, savunsak yalan söylüyoruz aslında. Bir tek özürümüz var: O da zeki ruhlar olarak duyduğumuz varoluş acısının derinliği. Sözkonusu Tanrı sevgisi hep bayağı bir sevgiydi, hep çok çirkin yalanlarla doluydu. Zira Tantı dışında hiçbir varlığı onu övdüğümüz gibi övmedik; hatta ona bence yaltaklanma olan övgümüzün bide birini kimseye göstermiyorduk. Ne sadakati de, ne sevgiyi de başka hiçkimseye göstermiyorduk... hatta ona duyduğumuz sevginin, sadakatin binde birini bile... """""""""""" - işte bütün meselenin özü bundan ibaret: insan kendini sever bu kendinden sevilir.. bilmediğin, görmediğin, tatmadığın, dokunmadığın birşeyi nasıl sevebilir yada nefret edebilirsinki!!! tanımıyorsun ve bilmiyorsun, içinde kurtçuk misali seni sömüren şüphelerinle ne kadar ileriye gidebilirsin! bilmediğin için sonuçlarını kestiremediğin ölüm sonrası için tanrıya rüşvet teklif ediyorsun! bu korkularınla yarattığın tapınmalar tatmisizliğinin baskıları altında tanrıya yeteri kadar layık olamadığın sahtekarlığı altında kimleri kuban edip suçlayıp kellesini isteyeceksin! sen iyisin aslında seni bu hale getiren kulluk vazifeni yerine getirememene sebeb olan insanlarmı? tamam tüm insanları kaldıralım senin için bu seferde tabiatın çekiciliği güzelliğimi seni sarhoş ediyor tamam tabiatıda kaldıralım senin için peki şimdi ne istersin senimi kaldıralım tanrınımı ne dersin? sende biliyorsunki dürüst değilsin hayallerinle süsleyip yakasına dokunulmazlık iliştirdiğin tanrı rolü oynaman gerçekten seni senden kurtarabilirmi! oysa dün tanrımlaydım bazen o bende bazende ben onda oluyorum şuanda olduğu gibi onunla seviştim onu yedim onu iştim onu soluyorum onunla konuşuyorum ondan ölesiye korkuyorum sevgilim bana bir an yüz çevirir diye.. """"""""Ancak ondan istenen kim olduğunu değil sonsuz gücüyle insanların isteklerini tatmin edebileceğini göstermesidir. O böyle yapmaz, hayatının son döneminde gücünü hiç kullanmaz. Zayıf, zavallı bir insan gibi görünür. Ve Darwin'in doğal seçilim teorsine uygun olarak elenir.""""""""""" -tanrı tanrıya ne kadar zavallı görünebilir? isayı çarmağa götürenler kim? isayı ele veren ispiyonlayan havari kime ispiyonladı isayı? isa başına gelecekleri bildiği halde neden müdahale etmedi? isayı çarmağa gerilmekten kurtaran kim? kaçmadı kimden kaçacaktı? konuşan "O" dinleyen "O" kendi kendine varlığındaki(sevgi) kudrete(güç) methiyeler dizen şemsi tebrizi nin gönlüdür maşuk, sevgiliye görünen aşuğun dilidir mevlana gönlün dili birdir aradığıda bulduğuda kendidir.. özbenliğinin farkında olmayan her adem AŞIKTIR gönlündeki sevginin sevgilisine! aslında isa tanrıya tanrıyımı anlatmaktaydı? evet bunun farkındalığında olanlar birdir anlatıcınında dinleyicininde bir olduğu gibi, kitaplarında(kalp) gelecekten haber verdikleride kendileridir farklı isim altında.. anlatılanları kehanet değil bir zaman(kendi) yolculuğunun izlenimleridir.. "rüyalarınızda öğrenebileclerinizi 100 milyon yıl yaşasanız öğrenemeyebilirsiniz" Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
thalese Yanıtlama zamanı: Ağustos 21, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 21, 2010 thalese : Allah sonsuz güç/kudret sahibidir (kuran da böyle bir söz yazıyor mu bilmiyorum). bu sözü gerçek olarak kabul ettiğini düşünüyor? ve belki konuyla alakalı değil ama bir soru sormak istiyorum. Allah sonsuz güç sahibi ise kendini yok edebilecek bir güç/varlık/enerji yaratabilir mi? eğer yaratabilirse de yaratamazsa da sonsuz güç sahibi değildir !(biraz aklımı bulandırdı ve açıkçası araştırma da yapmadım). teşekkür ederim merhabalar, bu paradoksal bir sorudur ve cevabı da paradokstur, a dersen b, b dersen a gibi. cevabı yoktur. ör: bir köyde bir berber kendi kendine traş olmayaları traş eder. bu berber kendini traş eder mi? gibi... ayrıca, "kaldırmak " fiili düz bir zeminden bir nesneyi, yerçekimi zıddı doğrultusuna hareket ettirmektir ki, uzay boşluğunda sen dahi bir taşı kaldırdım diyemezsin. belki de indirdin o taşı, yine yerçekimsiz bir ortam da dünya kadar bir taşı tek parmağınla da kaldırabilirsin ( bu şakaydı ) .................... Öykü şöyledir: Tanrı bir insan bedeni alır ve yeryüzünde bir yaşam geçirir. Yaklaşık ikibin yıl boyunca peygamberler aracılığıyla seslendiği, bir çok kutsal metin ihsan ettiği bir ulusun arasında bir yaşam geçirir. Bu ulustan kimse onun Tanrıları olduğuna inanamaz. Tutuklanır. Tanrı'nın oğlu olduğunu (aslında bir şekilde Tanrı olduğunu) iddia ettiği için yargılanır. O'na inanmış görünen öğrencileri de onu yalnız bırakır. Sonunda tek bir "destekçi" edinemediği yaşamını vefat ettirilerek tamamlar. Kişilik olarak aynıdır, Tanrı değişmez. Ancak ondan istenen kim olduğunu değil sonsuz gücüyle insanların isteklerini tatmin edebileceğini göstermesidir. O böyle yapmaz, hayatının son döneminde gücünü hiç kullanmaz. Zayıf, zavallı bir insan gibi görünür. Ve Darwin'in doğal seçilim teorsine uygun olarak elenir. Hahahahaha... İşte Tanrı budur, işte biz de buyuz. Bence bu teolojik öykü varoluşa en çok yakışan öykü. ............... bu hristiyanlıktaki isa mesih kavramıdır. bir tanrı kendini insan bedeninde insanlara sunmaz. o zaman bu tanrı, kuşlara da kendini kuş bedenin de mi sunacak, anlatacak, tanıtacak?? kısaca ölümlü ve aciz ve hayata muhtaç ve su'ya muhtaç birine ne tanrı derim, ne de tanrı'nın oğlu yada ondan bir parça... """"""""""Onlar da ben de ne zaman Tanrı'yı övsek, savunsak yalan söylüyoruz aslında. Bir tek özürümüz var: O da zeki ruhlar olarak duyduğumuz varoluş acısının derinliği. Sözkonusu Tanrı sevgisi hep bayağı bir sevgiydi, hep çok çirkin yalanlarla doluydu. Zira Tantı dışında hiçbir varlığı onu övdüğümüz gibi övmedik; hatta ona bence yaltaklanma olan övgümüzün bide birini kimseye göstermiyorduk. Ne sadakati de, ne sevgiyi de başka hiçkimseye göstermiyorduk... hatta ona duyduğumuz sevginin, sadakatin binde birini bile... """""""""""" bence de... ama tanrı zaten, övgüye layık olandır ve onu öven insan, aslında kendi kulluğu gereği, kendi konumunu ve tanrı yanındaki yerini bilmesi gereği o'nu över. yoksa, bu masamdaki bu ufak çiçekten tutun da bu koca doğaya kadar, bu evrene kadar, onun akılalmaz sanatını gösteriyor, o'nu gösteriyor ve onu övüyor zaten. sevgiler... 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Epiphanes Yanıtlama zamanı: Ağustos 21, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 21, 2010 bu hristiyanlıktaki isa mesih kavramıdır. bir tanrı kendini insan bedeninde insanlara sunmaz. o zaman bu tanrı, kuşlara da kendini kuş bedenin de mi sunacak, anlatacak, tanıtacak?? kısaca ölümlü ve aciz ve hayata muhtaç ve su'ya muhtaç birine ne tanrı derim, ne de tanrı'nın oğlu yada ondan bir parça... Kuşlara veya taşlara kendi kişiliğini, tasarısını vs. sunması için bir neden yoktur. Onlar böyle konularla ilgilenmedikleri için onlarla onların maddi formunu alarak ilişkiye girmesine gerek yok. Asıl önemli olan şu thalese, siz güce Tanrı, Tanrı'nın oğlu (Tanrı'nın özünün/doğasının bir açılımının) sembolü ) diyorsunuz. Ve işte burada ayartılıyorsunuz. İsrail'liler de burada ayartıldılar. O'nu gücü ile anlıyorsunuz ve gücünden ötürü övüyorsunuz. Ölümlü, suasayan birt varlık zayıftır ve övgüye layık değildir, öyle mi? Örneğin sizin gibi mi thalese? bence de... ama tanrı zaten, övgüye layık olandır ve onu öven insan, aslında kendi kulluğu gereği, kendi konumunu ve tanrı yanındaki yerini bilmesi gereği o'nu över. yoksa, bu masamdaki bu ufak çiçekten tutun da bu koca doğaya kadar, bu evrene kadar, onun akılalmaz sanatını gösteriyor, o'nu gösteriyor ve onu övüyor zaten. Pekala, kendi konumunu bilyorsa neden hiç yermez? Acaba hiç yermez mi? Belki başka konulardaki şikayetleri, öfkeleri gerçekte Tanrı'yı hedef alıyordur. Herneyse... Bu son yazınızdaki performansınızı hiç beğenmedim. Bir önceki yazınmıdaki performansınız daha iyiydi. Karşılıklı konuşma şekilinde gitmesin diye bu konuya daha girmeyeceğim. Konu üzerinew tartışmanın çekişmeye dönüşmesi olabilir, hiç hoş olmaz o zaman. Sevgilerimle thalese sevgiler... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Epiphanes Yanıtlama zamanı: Ağustos 21, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 21, 2010 thalese : Allah sonsuz güç/kudret sahibidir (kuran da böyle bir söz yazıyor mu bilmiyorum). bu sözü gerçek olarak kabul ettiğini düşünüyor? ve belki konuyla alakalı değil ama bir soru sormak istiyorum. Allah sonsuz güç sahibi ise kendini yok edebilecek bir güç/varlık/enerji yaratabilir mi? eğer yaratabilirse de yaratamazsa da sonsuz güç sahibi değildir !(biraz aklımı bulandırdı ve açıkçası araştırma da yapmadım). teşekkür ederim Mor kuşlar, güzel bir soru. Bir de ben yanıtlamak istiyorum sizi. Dindar insanlarla konuşuyordum. Kutsal Kitabı mantık bilmeden, Felsefe bilmeden çözebildiklerini düşünüp bu ilimleri küçümsüyordular. Keşke onlara sormuş olsaydınız. Gevelemek dışında hiçbir şey yapamazlardı. Ve siz onlara karşı düşünen biri olduğunuz için kolay galibiyet almış olurdunuz. Sorunuz sağduyu düzeyinde ve soyut bir soru olarak gayet iyi kurulmuş. Sonsuz güçlü bir tanrı kendini yokedebiliyorsa hiçlik bir güç belirtmediğinden kendinde güçsüzlük de vardır. Çünkü eğer kendini yokederse sonsuz ya da değil güçsüz olmuş olur - bir yok varlık olarak; eğer yoketmezse kendi gücüne dahil olan kendini yoketme gücünü kullanmadığı, bu gücünden korktuğu için gücü sonsuz olamaz. Bu her durumda kendi içinde çelişkilidir, bir paradox gibi görünür. Geriye tek çözüm kalır: Tanrı'nın gücü sonsuz değildir. Şimdi izin verin size insan aklının sağduyu düzeyinde kaldığı sürece kendi içinde çelişkili herşeyi gerçekdışı ilan ettiğini söyleyeyim. Ama bu böyle değildir. Çelişkili şeyler çelişki taşıdıkları için yokolmak ya da yalan olmak zorunda değildir. Örneğin "varlık ve yokluk kavramı iki karşıt kavramdır" önermesi doğrudur. Öte yandan "varlık ve yokluk tek bir kavramdır" önermesi de doğrudur. Çünkü varlık ve yokluk kavramları dolaysızca birbirlerine geçerler. Yani onları düşünen hangi inançtan olursa olsun, hangi kültür içinde toplumsal varlığını şekillendirmiş olursa olsun, nasıl bir kişiliği olursa olsun varlık kavramı yokluk kavramına bilinci gönderecektir. Ve bu evrik olarak da doğrudur. Yani yokluk kavramı da bilinci varlık kavramına gönderecektir. Öyleyse aralarına hangi dolaylılık (inanç farklılıkları, kişiseş farklılıklar, kültür farklılıkları...) girerse girsin iki kavram ancak birbirlerini tamamlayarak anlaşılıp, araya giren ne olursa olsun biri diğerine zorunlu olarak bilinci götürdüğü için aslında aralarında hiçbir dolaylılık yoktur. Yani ikis birdir. İki zıt kavram hem karşıt hem de bir olduklarında birbirlerini yok etmezler, sadece çelişkili bir birlik içinde dururlar, ne de yalan olarak düşünülmek zorundadırlar. Sağduyunun üzerinde olan bu bilinç aşamasına diyalektik denir. ve aklın daha zor ama daha üstün bir aşamasıdır. Sağduyuyu yoketmez, onun eksiğini tamamlar. İkinci hatanız ise şurada: Soyut düşünüyorsunuz. Tanrı'nın aklını ele alıyorsunuz - ve hatırlayın onu da sadece sağduyuya sahip bir akıl gibi ele alıyorsunuz- ve Tanrı'nın başka hiçbir niteliği olabileceğini düşünmüyorsunuz. Çünkü onun aklını onun diğer olası tüm niteliklerinden soyutladınız. Şöyle düşünün: Mesela aklım gereği bir şey yapmam gerekiyor. Bana uygun olan, aklıma uygun olan bir şey. Ama yüreğimdeki tutkular devreye giriyor ve aklımı başka türlü şekillendiriyor. Tanrı'nın sonsuz gücünde sadece akıl, o da sağduyuya dayanan akıl yok ki... Bir şey yapmadan önce kimbilir ne kadar çok faktör -olası ki sonsuz!- işin içine giriyordur. Yine de sorunuz sağduyu düzeyinde zekice idi. Bunu Hrisitiyan, Müslüman... pek çok düşünce tembeline, Tanrı'yı üzerinde pek düşünmeden, O'nu düşünmeye, üzerinde araşatırma yapmaya değer bulmadan inanan -ama bilmeyen ve bilmeye de çalışmayan- sayısız samimiyetysiz moron inanana sormanızı tavisye ederim. Döt olacaklardır 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
thalese Yanıtlama zamanı: Ağustos 21, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 21, 2010 .................... bence de... ama tanrı zaten, övgüye layık olandır ve onu öven insan, aslında kendi kulluğu gereği, kendi konumunu ve tanrı yanındaki yerini bilmesi gereği o'nu över. yoksa, bu masamdaki bu ufak çiçekten tutun da bu koca doğaya kadar, bu evrene kadar, onun akılalmaz sanatını gösteriyor, o'nu gösteriyor ve onu övüyor zaten. Pekala, kendi konumunu bilyorsa neden hiç yermez? Acaba hiç yermez mi? Belki başka konulardaki şikayetleri, öfkeleri gerçekte Tanrı'yı hedef alıyordur. Herneyse... Bu son yazınızdaki performansınızı hiç beğenmedim. Bir önceki yazınmıdaki performansınız daha iyiydi. Karşılıklı konuşma şekilinde gitmesin diye bu konuya daha girmeyeceğim. Konu üzerinew tartışmanın çekişmeye dönüşmesi olabilir, hiç hoş olmaz o zaman. Sevgilerimle thalese sevgiler... topic konusu cehennemdi ama farklı konulara girdik biraz tanrı yanındaki kendi konumunu bilen insan, onun bir kulu olduğunu bilen, hayatı o'ndan bir hediye bilen ve yine o'na döndürüleceğini bilen bir insan, tanrı'yı yermez! insanın şikayeti ve öfkesi, kendi cehaletinden, kendinedir. insan kendini ne zannediyor, ölümlü ve her nefese muhtaç insan, gün gelince bedeninin kurtlar ve solucanlar tarafından toprağa karışacağını unuttu mu? sevgiler... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
kingslayer Yanıtlama zamanı: Eylül 12, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 12, 2010 yahovanın şahitlerinde cennet ve cehennem kavramı yok benim bildiğim Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Lucemis Yanıtlama zamanı: Eylül 12, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 12, 2010 Sorun bence sonsuz kavramı ile ilgili. Ben sonsuz işkencenin olacağına inanmıyorum. Benim inancım belirli bir süre işkence çekenlerin bazıları eiğitimlerini tamamlayıp Cennet'e girecek, bazıları da yokolacak. Yani iki görüşün de haklı yanları olmasına karşın bir senteze ulaşamamışlardır, diye düşünüyorum. Ne fark eder ki? Birisinde sonsuz işkence çekiyorsun, diğerinde geçici işkence çekiyorsun. Her halukarda bir işkence söz konusu. Bugün dünyada en büyük insanlık suçu hangisidir? İşkence. (Bakınız evrensel insan hakları yasalarına) Bugün en kötü ölüm şekli hangisi? Yanarak ölmek. Gerek kuran, gerek incil, ister istemez aynı sonuca çıkartıyor. Mesela incili okursanız eğer cennete gitmek için "isa"ya iman edilmesi gerektiğini söyler ve iman etmeyenin kurtulma şansı olmadığını. Kuranda'da aynı şekilde müslüman olmayanın ebediyen cehennemde kalacağı söylenir. Elinizi vicdanınıza koyarak düşünün. Diyelimki ben bir seri katilim. Tam 30 kişiyi öldürdüm. Günün birinde hristiyan veya müslüman oldum. İster cezamı çekeyim yada hiç çekmemiş olayım farketmez, her halukarda cennete gidiyorum. X kişisi ise kimse zarar vermemiş, adam öldürmemiş vs. ama o cennete gidemiyor. Sonsuzluklar boyunca yanıyor. Neden? Tanrı şizofren mi? Üstelik aynı kutsal kitapların bu sorduğum "neden" sorusuna bahaneside hazırdır; İnsan doğuştan günahlı. Niye? çünkü adem elma yedi. Adem elma yedi günaha girdi ve insan doğuştan günahlı. Adem hiç sevap işlememiş olacak ki insan doğuştan sevaplı değil. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Epiphanes Yanıtlama zamanı: Eylül 12, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 12, 2010 Ne fark eder ki? Birisinde sonsuz işkence çekiyorsun, diğerinde geçici işkence çekiyorsun. Her halukarda bir işkence söz konusu. Bugün dünyada en büyük insanlık suçu hangisidir? İşkence. (Bakınız evrensel insan hakları yasalarına) Bugün en kötü ölüm şekli hangisi? Yanarak ölmek. Gerek kuran, gerek incil, ister istemez aynı sonuca çıkartıyor. Mesela incili okursanız eğer cennete gitmek için "isa"ya iman edilmesi gerektiğini söyler ve iman etmeyenin kurtulma şansı olmadığını. Kuranda'da aynı şekilde müslüman olmayanın ebediyen cehennemde kalacağı söylenir. Elinizi vicdanınıza koyarak düşünün. Diyelimki ben bir seri katilim. Tam 30 kişiyi öldürdüm. Günün birinde hristiyan veya müslüman oldum. İster cezamı çekeyim yada hiç çekmemiş olayım farketmez, her halukarda cennete gidiyorum. X kişisi ise kimse zarar vermemiş, adam öldürmemiş vs. ama o cennete gidemiyor. Sonsuzluklar boyunca yanıyor. Neden? Tanrı şizofren mi? Üstelik aynı kutsal kitapların bu sorduğum "neden" sorusuna bahaneside hazırdır; İnsan doğuştan günahlı. Niye? çünkü adem elma yedi. Adem elma yedi günaha girdi ve insan doğuştan günahlı. Adem hiç sevap işlememiş olacak ki insan doğuştan sevaplı değil. Bak steelx inançları onlara inanmayan, gerçekte inanmayan sürülerden öğrenmişsin. Kutsal Kitap'tan bak. Milyarlarca Hristiyan olduğuna inanma, onlar Satanistler. İslam'ı da müslümanlar savunsun diyeceğim ama Mevlana'lara, Ebu Hanife'lere, Yunus Emre'lere saygım yüzünden onu da savunacağım. Bak şimdi İsa'ya iman etmeyen gerçekten de yargılanacaktır. Fakat İsa'ya iman nedir? Vaftiz olmak mı? Hayır, bu sadece sembolik bir yaşamını değiştirme kutlamasıdır. Bir doğum günü kutlaması gibi düşünün. Pazarları Kilise'ye gitmek mi? Hayır, Kilse topluluk demektir. Tanrı'ya inananlar topluluğu! Bu topluluk Davut peygamberlerden, İsaiah, Mika gii peygamberlerden, Matta, Yuhanna gibi elçilerden oluşan tüm Tarih'e yayılmış insanlar topluluğudur. Bunlar doğru kişilerdir. Temiz yürekli olanlardır. 21 «Beni, `Rab! Rab!' diye çağıran herkes Göklerin Egemenliğine girecek değildir. Ancak göklerde olan Babamın isteğini yerine getiren girecektir. 22 O gün birçokları bana diyecek ki, `Rab! Rab! Biz senin adınla peygamberlik etmedik mi? Senin adınla cinler kovmadık mı? Senin adınla birçok mucize yapmadık mı?' 23 O zaman ben de onlara açıkça şöyle diyeceğim: `Ben sizi hiç tanımadım. Çekilin önümden, ey kötülük yapanlar!'(Matta 7; 21-23) Öfkeni, tepkini anlıyorum steelx ama Kutsal Kitap'ı kendin okursan öyle kendine Hristiyan diyen milyar satanistten dinlemeyip kendin okursan çok farklı sonuçlara ulaşabilirsin. Senin, senin gibilerin kızgınlığı İlyas peygamberde de vardı. Yalnız kalmıştı, bir başına! Hiçkimse inanmamıştı ona. Davut'un, daha doğrusu çoğu Davut'a ait olan Mezmurları oku. Orada göreceksin ki Davut kötülerin bozguna uğraması, onlara lanet edilmesi içni defalarca dua ediyor. Yunus peygamber Ninova halkını lanetlemeyip affettiği için Tanrı'ya öfke duyuyor. Bak, aslında bu inanç, Gerçek Hristiyanlık çok çok az kişinin inandığı ezoterik bir inanca benziyor. Kutsal Kitap'ı oku, göreceksin! Ciddiyim öyle! Kiliseler'in Şeytan'ın denetiminde olduğuna inananlar var! Zaten din genelde Şeytan'ın en sevdiği alan. Ya inananlar: "...Peygamber aptal, ruhsal insan deli sayıldı" (Hoşea, 9-7) Tanrı'nın yasalarının tamamı tüm zamanlar için geçerli değildir. Zina etmeyceksin yasası onun bunun eşine, sevilisne sarkıntılık eden iğrenç günahkarlar için düzenlenmiştir, onları yola getirmek için. Ölüdkten sonra, sonsuz hayatınızda zaten cinsel ilişki olanağınız olmadığı için zina edemezsiniz ki Tanrı size "zina etmeyceksin" demesin. Moses (Musa) Tanrı bu emirleri, içnde zina etmeyeceksin emri de dahil emirleri verirken İsrail'lere der ki "Korkmayın, Tanrı bilerek sizi korkutmaya çalışyor". Belirli emirler, belirli kişilere onların eğitimlerinin bir paraçası olarak belirli süreçlerde verilir. Örneğin "Öldürmeyeceksin" emrine neden Davut peygamber uymaz? Neden Musa, Yeşu... öldürürler! Bu emirler ruhsal gelişiminin en aşağı basamağında olan insanlar içindir. Çocuk prize elini soktuğunda "cız" dersiniz, ona orada kaç volt elektirk olacağını falan açıklayamazsınız... Yani sözün kısası ona buna bakıp kaynaklardan uzaklaşma: Tanrı ruhtur, O'na tapınanlar da gerçekte ve ruhta tapınmalıdırlar (Yuhanna; 4-24) İslam üzerine de birşeyler söyleyeyim. Kur'an da Müslüman tabiri İslam peygamberi Muhammed'den önceki peygambewrler için de kullanlılan zamanüstü bir tabirdir. İslam da dürüstlüğü, kalbin temizliğini, içten imanı över. mevlana, yunus gibiler ondaki batıni öze yönelmişlerdir. Bu dinin de onca güzel birikimine de haksızlık edilmesi benim haksızlığa karşı çıklımasını isteyen inancıma uygun düşmez. Rivayete göre Sunni olmasına karşın Ebu Hanife alevilerle sunniler arasındaki bir anlaşmazlıkta alevilerden yana hüküm vermiştir. Ebu Hanife her zaman zalimlere karşı çıkmıştır. Bilegeliği, aklı savunmuştur. "Allah Cennet'ine bilgeleri değil de aptalları mı alacak?" demiştir. Siz boşverin steelx bu inanç konusundaki berbat birikimi. Doğrudan kaynaklara yönelin. Özgürce araştırın. Ben her ruhun yaratıcı ile arasında sadece o ruha ve Tanrı'ya ait özel bir ilişki olduğuna da inanırım. Bu da inancın kişisel boyutudur. Bu dünya Şeytan'ın çok büyük yetkilerle iktidarda olduğu bir yer. Yolu da herkes özürce kendi bulur. Öfkenizi, siteminizi hakkaten anlıyorum. Ben kaç kez duydum bunu, hala arada duyuyorum Zor bu dünyada yaşamak işte, çok zor... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Lucemis Yanıtlama zamanı: Eylül 12, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 12, 2010 Öfke mi? Neyin öfkesi? Onuda nerden çıkarttınız? Yazdıklarım öfke değil eleştiriydi. Bu tarz konulara duygusal anlamlar yüklemek subjektif düşünceyi beraberinde getirir. Yani nesnel, bilimsel bir yol izlerim teori tartışmalarında ancak inanılan, düşünülen teorininde pratik karşılığı gereklidir. Sizde bilirsiniz ki teori pratik yaşamın, somut koşulların bağrından doğar. İnanç, din, doktrin, yada benzeri düşüncelere duygusal anlamlar katan daha çok semai dinlerin peşinden gidenler. Her hangi bir iddia karşısında ya sahip olduğu değerleri "slogan" vari tekrarlar yada monografik sunuşlarla yetinir; mesela sizin kutsal kitaptan alıntılar yaparak bunları "mutlak doğru" olarak sunduğunuz gibi. Benim kızgınlığım dini inancı olanlara değil, din komisyoncularına ve bilimi tersyüz ederek kendi inancına yontup, kitlelere gerçeği olduğundan farklı gösterenleredir. Mesela harun yahya buna en iyi örnektir. Çünkü amacı bilim yapmak değildir. Kutsal kitabı okuyun demişsiniz. Ne zaman dini tartışmalara girsem bana iki şey söylenir; X, y, z, kitabını okuyun steel. Eğer "okudum" cevabını vermişsen gelecek olan ikinci cevap bellidir. O zaman siz anlayamamışsınız. Sanki her birimizin olguları ele alış biçimi yada vardığı sonuç aynı olmak zorunda! Bu durum görecelidir. Çünkü düşünen insan sayısı kadar düşünce vardır. Ama bir düşünce yada inanca öznel anlamlar yükleyip ısrarla sunuşlar yapmak dogmatizm'dir. İşte burada nesnellik yerini subjektivizme, öz yerini biçime bırakır. İsa ile ilgili bir çok bilimsel makale yazıldı çizildi.Peki hristiyan kitlelerin yanıtı ne oldu: Ya şeytanın işidir (ki popüler bilime, felsefeye yada insan aklına dair ne varsa şeytanlıkla suçlamak neredeyse bir gelenek halini almıştır) Yada sizin zannettiğiniz gibi berbat birikim yada sürüler vs vs dir... Ayrıca sizin "satanist" dediklerinizin yayınlarına bakarsak, bilim ve felsefe alanına yer açtıklarını görürüz. İddialarının temeli vardır. Dayanakları insan aklına ve somut yaşamın pratiğine uygundur. Okuyun dediğiniz kutsal kitap yada kuranda bilime dair hiç bir şeye rastlamadım. O nedenle kimseden "körü körüne" inanmasını beklememek gerekir. Kimse "inanmak" zorunda değildir. Şeytanın bu dünyada çok büyük yetkileri olduğu yada sahibi olduğu iddiasını hep duyarım, özellikle isanın kilisesinden. Nedense hiç dünyada satanist ülke yoktur. Ülkelerin çoğu hristiyandır. Buna rağmen bir dakika durup düşünmek lazım, kilise ve dini kurumların dünya üzerinde küresel sermayenin % bilmem kaçını kontrol ettiğini? Ondalıklar işe yarıyor galiba? Sizin bahsettiğiniz davutuda tevratıda vs. okudum. Ve akılcı bulmadığımı ama çok organize bir tezgah olduğunu farkettim.(Nitelik olarak ) Eğer niceliğini soruyorsanız, Yehovanın katliamları olduğunu ve bir çok kavmi yokettiğini gördüm. Ama özünde "tanrı sevgidir".. Tanrının özgür iradeye saygı duyduğu sık sık söylenir. Hiçbir hristiyan çıkıpta demez "madem tanrı sevgidir ve özgür iradeye saygı duyar, o zaman babil , sodom ve gomorra neden yok edildi?" Hani özgür irade? Bahsettiğiniz yerlerde "günah" vardı dediğinizi duyar gibiyim. Hristiyan ülkelerde yok mu günah? Ayrıca günah, yehovanın yok etmesi için yeterli bir gerekçe mi? Demek ki yehovanın "özgür iradeye" saygısı, kendisine inanıldığı taktirde var. Kendisine karşı durulduğunda yok. Bunun türkçe karşılığı şudur; Nabza göre şerbet.. Buyrun sizi kutsal kitabınızdan bir alıntı: Nahum Bölümü: 2)Rab kıskanç öc alıcı bir tanrıdır. Öç alır ve gazapla doludur. Hasımlarından öç alır. Düşmanlarına karşı öfkesi süreklidir. 7) RAB iyidir. İyilik nedir? Bunlar kendi düşüncelerim. Sizin zannettiğiniz gibi sürülerin yada berbat birikimin değildir. Ayrıca bilgi kaynaklarının doğruluğunu yada yanlışlığını belirleyen şey, sizin kişisel beğeninizle de alakalı değildir. Doğru yerden öğrenin dediniz; doğru nedir? Doğru sözcüğünü nasıl tanımlarsınız? Nedir saydıklarınızı doğrulayan? Kilisenin varolduğundan beri insan aklını ve benliğini hedef aldığını biliyoruz. Benlik yerine mesihi, kutsal ruhu idealize eder ve bilinçleri travmatize etmek konusunda kilisenin üstüne yoktur. Bakınız amerikalı çocuklarınnasıl yetiştirildiğine; Mücadele ruhundan yoksundurlar. Sorumluluk belki bireysel olarak vardır ama toplumsal bir sorumluluk yada yada sosyo-ekonomik bilinçten yoksundurlar. Feci şekilde kadercilik hakimdir. Her insanın düşünceyle olduğu gibi inançlada uyumlu bir özü mutlaka vardır. Bu dışsal/toplumsal etkenlerle artıp azalabilen bir olgu olsa bile, önemli olan insanın içsel dinamiğidir. Eğer dışsallarla kalınırsa değerler; doğa, toplum yada çeşitli olgularda olduğu gibi en ufak bir yer veya zemin kaymasında birey boşluğa düşer, eklenti gibi duran değerlerle arasındaki açı büyür. Kişilik parçalanması, davranış bocalaması yaşanır. Zorluğa karşı direnmemek, mücadele etmemek, ödülsüz işlerden heyecan duymamak, ödülünü topluma reklam yapar gibi sunmak bundandır. (Ki hristiyanlıkta şu yada bu şekilde kazanılan herşeyi "tanrının ödülü" olartak nitelendirmek bir çeşit "davranış kalıbı" haline gelmiştir.) Dinlerin size vereceği manevi rahatlamadan öteye gidemez. Birileri çıkar lütufta bulunur, ulüfe dağıtır yada bir parmak dudaklarınıza demokratik bal çalabilir. Ama bu sizi "kendi kendini" tatminden öteye götürmez. Bir paradoksa kıstırır. Tabi netice dindir, kişiseldir ve saygı beklenir. Elbette saygı duyarım. Kimseye idealar aleminde yaşıyor veya arafın kıyısında volta atıyor diye kızamam. Ama olumlayamam da. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Epiphanes Yanıtlama zamanı: Eylül 12, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 12, 2010 Öfke mi? Neyin öfkesi? Onuda nerden çıkarttınız? Yazdıklarım öfke değil eleştiriydi. Bu tarz konulara duygusal anlamlar yüklemek subjektif düşünceyi beraberinde getirir. Yani nesnel, bilimsel bir yol izlerim teori tartışmalarında ancak inanılan, düşünülen teorininde pratik karşılığı gereklidir. Sizde bilirsiniz ki teori pratik yaşamın, somut koşulların bağrından doğar. Alıntıları tek tek ele alacağım. Bir daha bakın, yazınızda sitemle kaışık bir öfke var. Kutsal Kitap'ta yazılanlar o pratik yaşamı ve somut koşulları kapsarlar. O dedikleriniz reel alanla sınırlı iken, Kitap hem reele hem de ideale hitabeder. İnanç, din, doktrin, yada benzeri düşüncelere duygusal anlamlar katan daha çok semai dinlerin peşinden gidenler. Her hangi bir iddia karşısında ya sahip olduğu değerleri "slogan" vari tekrarlar yada monografik sunuşlarla yetinir; mesela sizin kutsal kitaptan alıntılar yaparak bunları "mutlak doğru" olarak sunduğunuz gibi. Bakın, bazı yerlerinin Mutlak, baız yerlerinin tarihsel olduğunu söyledim. 2 ile 2 nin toplamının benilik boyunca 4 etmesi neden kötü olsun? Kimi zaman 5 kimi zaman yoğurt etse, kimi zaman da çiçek açsa mı daha iyi olur. Bir şey salt mutlak olduğu için çürütülemez, bir şey salt mutlak doğrudur diye de çürütülemez. Çürüttüğünüz ne ise onu söyleyin. Sunumum monografik ise kötü olan bu mu, bunu mu çürütüyorsunuz bunları yazarak... [B]Benim kızgınlığım dini inancı olanlara değil, din komisyoncularına ve bilimi tersyüz ederek kendi inancına yontup, kitlelere gerçeği olduğundan farklı gösterenleredir. Mesela harun yahya buna en iyi örnektir. Çünkü amacı bilim yapmak değildir.[/b] Burada sorun yok, anlaşıyoruz. Kutsal kitabı okuyun demişsiniz. Ne zaman dini tartışmalara girsem bana iki şey söylenir; X, y, z, kitabını okuyun steel. Eğer "okudum" cevabını vermişsen gelecek olan ikinci cevap bellidir. O zaman siz anlayamamışsınız. Ben okuyun derken, Kitabı kendinizin özgürce yorumlaaması gerektiği, kurumsallaşmış yapılara karşı kuşkucu davranmanız gerektiğin anlatmaya çalıştım. Sanki her birimizin olguları ele alış biçimi yada vardığı sonuç aynı olmak zorunda! Bu durum görecelidir. Çünkü düşünen insan sayısı kadar düşünce vardır. Ama bir düşünce yada inanca öznel anlamlar yükleyip ısrarla sunuşlar yapmak dogmatizm'dir. İşte burada nesnellik yerini subjektivizme, öz yerini biçime bırakır. Bir şey göreceli olduğu için iyi, olumlu olmaz. bu çağın ideolojisinden etkileniyorsunuz. Her mutlak doğrular vardır diyene dogmatik diyorlar, her "şu konu her anlama gelebilir" diyerek hiçbir bilgi sunamayanlara da özgür düşünen, demokrat falan diyorlar. Aslında orada kişi bilmiyorum, demek istiyor veya kuşkudayım demek istiyor. Bakın şimdi, uyanın: Freud'un Psikanlaizi de mutlak doğru olmamalı, Marx'ın artı-değeri de... Çünkü bu düzen için mutlak doğru olmamalı! Çünkü bu düzen para dışında bütün fikirleri, inançları, değerleri eşdeğer yapıyor. Konu bu. Bu ideolojik bir tuzak. Doğru budur demek dogmatizim demek değildir. "Sorgulanamaz", "düşünülemez" demek dogmatizmdir. Size mutlak doğru yoktur veya tehlikelidir diyen bu yni dünya düzeninin ideolojisidir aslında. Çünkü kendi haksızlıklarının mutlak bir doğru olarak sunulması işlerine gelmez. Asıl hedef inançlar değildir. İnançlar umurlarında bile değildir (meta olarak kullanmadıkları zamanların dışında) Bu yüzden aslında bu konu bizim gibi inananlarla ilgili değil. Burada hedefinizi şaşırıyorsunuz. Şaşırtanlara bakın. Şu basit ve sihirli bir sorudur: Bu düşünce çizgisi kimin işine gelir? Bu soruyu tavsiye ederim size. İsa ile ilgili bir çok bilimsel makale yazıldı çizildi.Peki hristiyan kitlelerin yanıtı ne oldu: Ya şeytanın işidir (ki popüler bilime, felsefeye yada insan aklına dair ne varsa şeytanlıkla suçlamak neredeyse bir gelenek halini almıştır) Yada sizin zannettiğiniz gibi berbat birikim yada sürüler vs vs dir... Ayrıca sizin "satanist" dediklerinizin yayınlarına bakarsak, bilim ve felsefe alanına yer açtıklarını görürüz. İddialarının temeli vardır. Dayanakları insan aklına ve somut yaşamın pratiğine uygundur. Okuyun dediğiniz kutsal kitap yada kuranda bilime dair hiç bir şeye rastlamadım. O nedenle kimseden "körü körüne" inanmasını beklememek gerekir. Kimse "inanmak" zorunda değildir. Zaten "zorunda" olduğu için inanan da inanan kabul edilemez ki. İnanmak kişinin kendisi içindir. burada vurgu bu steelx. Yani eğer inanırsanız şu bu kültürü, şu bu topluluğu, kurumu değil kendinizi hoşnut etmek için bunu yapacaksınız... Bir sürü makaleye gelince. Kişi özgürce yazıyorsa sorun değil. Ama o makaleleri yazanlar da bir toplumda, bir kürsüde, bir sınıfın üyeleri olarak, belirli bir dönemin kültürünün bir parçası olarak yazarlar. ve bu saydıklarım onların toplumsal varlığıdır. Genellikle toplumsal varlıkları da özgür yorumu engeller. Bu yüzden Tarih boyunca Kutsal Kitap çoğu kez yanlış anlaşılmıştır. Ayrıca bir Şeytan ve ona bağlı melekler de vardır. ve emin olun Bilim'den de sizden benden daha iyi anlayan varlıklardır onlar. Çocuk masalları falan değil. Ve insan bedeni üzerinde, insan tutkuları üzerinde çok çok etkili güçlü varlık ilkeleridir. Onlar bilgedirler ama boynuzlu, uzun kuyruklu imgeleri onları soytarı gibi sunar. Bilim'i neden bulamadınız Kutsal Kitap'ta? Çünkü kitabın tasarısı insanın ruhsal gelişim evrelerini tamamlayıp kutsal olmasını erek ediniyor ve bilim de ancak bu ereğe hizmet ettiği sürece değininlen bir şey. Bir insan elektronun doğasını bilmeden de kutsallaşabilir. Ama neden dünyada olduğunu, yaşamı boyunca ne yapacağını bilmeden yapamaz. (Bu bilim karşıtlığı falan da değildir) [B]Şeytanın bu dünyada çok büyük yetkileri olduğu yada sahibi olduğu iddiasını hep duyarım, özellikle isanın kilisesinden. Nedense hiç dünyada satanist ülke yoktur. Ülkelerin çoğu hristiyandır. Buna rağmen bir dakika durup düşünmek lazım, kilise ve dini kurumların dünya üzerinde küresel sermayenin % bilmem kaçını kontrol ettiğini? Ondalıklar işe yarıyor galiba?[/b] Sizin bahsettiğiniz davutuda tevratıda vs. okudum. Ve akılcı bulmadığımı ama çok organize bir tezgah olduğunu farkettim.(Nitelik olarak ) Eğer niceliğini soruyorsanız, Yehovanın katliamları olduğunu ve bir çok kavmi yokettiğini gördüm. Ama özünde "tanrı sevgidir".. Adalet steelx cezayı gerektirir, işkenceyi de. Masumlara bedensel, ruhsal işkenceler edeceksin ve yanına kar mı kalacak? Bedeli ödenir. Etmeseymişler. Kendilerinden daha güçlü olsaydı onca iğrenç insanın kurbanı yapabilecekler miydi? Evet, Tarih boyunca nice halk, ulus yokedilir. Neyi özlyorsun steelx? Özgür toplumlar mıydı, eşitlikçi, yardımsever insanların çokluğu mu vardı onlarda, halklarda inanılmaz bir yaşam kalitesi mi, yaşama estetiği mi gözlüyordun? Yediler, içtiler ve faturayı ödediler. Yemeleri, içmeleri bile çirkinlik üzerine, haksızlık üzerine kuruluydu. Evet, yokedilmişlerdir. Amin! Daha da fazlası olacaktır! Birini sevdik, birşeyleri sevdik... Tanrı'nın öfkesi ile mi karşılaştınız? İyiliğe yöneldiniz, kardeşliğe, esenlikli, güzel yaşantılar yaşamaya... sevgi olan Tanrı sizi alııkoydu mu bundan? Köülük yapmadan bir yaşam tamamlamaya çalıştık, n'olur, yapamaz mıyız? Tanrının özgür iradeye saygı duyduğu sık sık söylenir. Hiçbir hristiyan çıkıpta demez "madem tanrı sevgidir ve özgür iradeye saygı duyar, o zaman babil , sodom ve gomorra neden yok edildi?" Hani özgür irade? Bahsettiğiniz yerlerde "günah" vardı dediğinizi duyar gibiyim. Hristiyan ülkelerde yok mu günah? Ayrıca günah, yehovanın yok etmesi için yeterli bir gerekçe mi? Demek ki yehovanın "özgür iradeye" saygısı, kendisine inanıldığı taktirde var. Kendisine karşı durulduğunda yok. Bunun türkçe karşılığı şudur; Nabza göre şerbet.. Buyrun sizi kutsal kitabınızdan bir alıntı: Nahum Bölümü: 2)Rab kıskanç öc alıcı bir tanrıdır. Öç alır ve gazapla doludur. Hasımlarından öç alır. Düşmanlarına karşı öfkesi süreklidir. 7) RAB iyidir. İyilik nedir? Bunlar kendi düşüncelerim. Sizin zannettiğiniz gibi sürülerin yada berbat birikimin değildir. Ayrıca bilgi kaynaklarının doğruluğunu yada yanlışlığını belirleyen şey, sizin kişisel beğeninizle de alakalı değildir. Doğru yerden öğrenin dediniz; doğru nedir? Doğru sözcüğünü nasıl tanımlarsınız? Nedir saydıklarınızı doğrulayan? Babil pek çok yerde geçer. Ve Babil ile anlatılan varolan Babil değildir. Bu'nun önemi yoktur. Yuhanna'nın vahiyinde de babil vardır. Yuhanna o kitabı 1.yy da yazmıştır. 1.yy da Babil den eser kalmamıştır. Yuhanna ne istiyor Babil'den. Orada Babil bir topluluğu, ruhsal ilişkleri kötü olan bir topluluğu sembolik bir dille anlatır. Aynı şeyler Sodom ve Gomorra için de geçerli. Bu kentler ile anlatılan kötü bir topluluğun içdüzenidir. Hedeflenen okuyucuda belirli duygulanımlar uyandırarak şifreleri araksından gitmesidir. Onlar sanıldığı gibi ne anlattığı belirli apaçık metinler falan değil. Bakın o konularda kabalacılar daha uyanık davranıyorlar. onları göksel sırların sembolleri olarak alıyorlar. İşte bu yüzden size diyorum ya steelx, kendiniz okuyun, kendiniz çalışın diye. büyüklük taslamaya çalışmıyorum. ben biliyorum ki kitap bütün insanlara yazılmış ve her insanı ayrı ayrı duygulandıracak, düşündürecek yapılar barındırıyor (örenğin şimdiden siz seçiciliğnizi nerelere yoğunlaştırdığınızdan giderek kendi bireyselliğinizin izini sürebilirsiniz. Doğru gerçek olan bir öznenin nesnesi ile gerçek ir ilişkide olduğunun bir ifadesidir. Gerçeğin belirtilmesidir. Kişiden kişiye de değişmez. ancak özel bireysel bir alan vardır. orada hepimiz özgürüz, o kadar. [B]Kilisenin varolduğundan beri insan aklını ve benliğini hedef aldığını biliyoruz. Benlik yerine mesihi, kutsal ruhu idealize eder ve bilinçleri travmatize etmek konusunda kilisenin üstüne yoktur. Bakınız amerikalı çocuklarınnasıl yetiştirildiğine; Mücadele ruhundan yoksundurlar. Sorumluluk belki bireysel olarak vardır ama toplumsal bir sorumluluk yada yada sosyo-ekonomik bilinçten yoksundurlar. Feci şekilde kadercilik hakimdir. [/b] Kiliseni tarihinde de akılcılar var, akıldışından yana olnlar var vs. Önemli olan bu yapının dünyevileşmesi, haksız, aptalca, kötü toplum düzenlerinin egemenlerine hizmet eden ayrıcalıklılar olması... Şeytani olması bu işte. Kaderciliğe gelince. Ben de kadreciyim. Kadercilik yatmak değil. bu çok derin bir konu. belki bir gün felsefe topiği altında konuşuruz. [B]Her insanın düşünceyle olduğu gibi inançlada uyumlu bir özü mutlaka vardır. Bu dışsal/toplumsal etkenlerle artıp azalabilen bir olgu olsa bile, önemli olan insanın içsel dinamiğidir. Eğer dışsallarla kalınırsa değerler; doğa, toplum yada çeşitli olgularda olduğu gibi en ufak bir yer veya zemin kaymasında birey boşluğa düşer, eklenti gibi duran değerlerle arasındaki açı büyür. Kişilik parçalanması, davranış bocalaması yaşanır. Zorluğa karşı direnmemek, mücadele etmemek, ödülsüz işlerden heyecan duymamak, ödülünü topluma reklam yapar gibi sunmak bundandır. (Ki hristiyanlıkta şu yada bu şekilde kazanılan herşeyi "tanrının ödülü" olartak nitelendirmek bir çeşit "davranış kalıbı" haline gelmiştir.)[/b] Dinlerin size vereceği manevi rahatlamadan öteye gidemez. Birileri çıkar lütufta bulunur, ulüfe dağıtır yada bir parmak dudaklarınıza demokratik bal çalabilir. Ama bu sizi "kendi kendini" tatminden öteye götürmez. Bir paradoksa kıstırır. Tabi netice dindir, kişiseldir ve saygı beklenir. Elbette saygı duyarım. Kimseye idealar aleminde yaşıyor veya arafın kıyısında volta atıyor diye kızamam. Ama olumlayamam da. Eğer Kutsal Kitap'a da daha yakından bakarsan orada mücadelenin büyüklüğünü görebilirsin. Kimse ilk Hristiyanlar kadar korkunç bir mücadelenin içinde olmamıştır, desem ancak küçük bir abartı olurdu. Bana hiç de rahatlama vermiyor, desem de küçük bir abartı olur. Daha çok kaygı içinde, yalnız, anlatmak istediğimi bir türlü iltemediğim, aşağılandığım ve daha nice berbat şey yaşadığım bir hayat veriyor... ama sonuç da şeytan amacına ulaşıyor... araya bunca şeyi sokarak sizi Kutsal Kitap'tan uzak tutuyor. Hiç konuşamıyoruz, İsa nedire, ölümü, dirilmesi neyi anlatır, kefaret ne anlşama gelir, sudan ve ruhtan doğmak nedir, günahsızlık nedir, kutsallık nedir... dünyevi rüzgarların sürüklemesi ile yolu kaybediyoruz! Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
THEJUDGE Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 merhaba arkadaşlar. yazdığınız her şeyi okudum bu sayfadaki ve hepinizin düşüncesine gerçekten saygı duyuyorum.fakat yazdıklarınızın hiç birisine katılamıyorum maalesef onu söyleyeyim...bu kadar sözün üstüne bende Yüce Allah'ın varlığı üzerine bi yazı paylaşmak isterim.lütfeder de okursanız belki bir işe yarar...yine de teşkkürler.rabbim cümlemizin kalbine imanı yerleştirsin inşallah.saygı ve sevgi ile kalın... YÜCE ALLAH’A ve O’NUN SIFATLARINA İMAN İman’ın temelini teşkil eden altı şart vardır. Bunlardan birincisi Yüce Allah’a İman etmektir. Şöyle ki “Allah Tealâ(Yüce Allah) diye ismini andığımız şanı büyük olan Yaratıcı vardır. Eşi ve benzeri olmayan O varlık bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır. Bütün noksanlıklardan beri(münezzeh)tir. Bütün alemleri yoktan var eden O’dur. O’nun kudret ve büyüklüğüne denk hiçbir şey yoktur. Bizleri ve bizim gördüklerimizle görmediğimiz sayısız alemleri yaratan, yetiştirip besleyen ancak O’dur. Yüce Allah’ın “Rahman, Rahim, Halık, Rezzak, Hakim, Rabb, Mübdi, Aziz, Gaffar, Tevvab, Hak” gibi daha bir çok mübarek isimleri ve büyük sıfatları vardır. Özellikle Vücud (Varlık) sıfatı vardır. Bundan başka mübarek sıfatları iki kısma ayrılır. Bir kısmı Selbi Sıfatlar’dır ki, Kıdem, Beka, Havadise Muhalefet(hiç bir yaratığı benzer olmamak), Kıyam Bizatihi(varlığı kendinden oluş), Vahdaniyet(ortağı olmamak) sıfatlarından ibaret olmak üzere beştir. Diğer kısmı da Sübut Sıfatlar’dır ki, bunlar Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semih, Basar, Kelam, Tekvin sıfatları olmak üzere sekizdir. Bu sıfatların hepsine birden “Kemal Sıfatları” denir. İşte biz böyle kemal sıfatları ile vasıflı bulunan şanı yüce bir Allah’a ve O’nun bu büyük sıfatlarına iman ederiz. Bu büyük sıfatlarla ilgili biraz bilgi vereceğiz Vücud: Allah Tealâ’nın varlığı demektir. Allah Tealâ’nın varlığı haktır ve en büyük varlık O’na mahsustur. O’nun varlığı, yarattığı şeyler bakımından yarattıklarının hepsinden daha açık ve zahirdir. Çünkü Yüce Allah olmasaydı, hiçbir şey olmazdı. Gerek bizim varlığımız ve gerekse herhangi bir şeyin varlığı Yüce Allah’ın varlığına birer şahittir. Biliyoruz ki, bu alemde hiçbir şey kendiliğinden var olacak bir durumda değildir. Bunlardan hiçbiri ne kendi kendine var olabilir, ne de kendi kendine yok olabilir. Başka bir değişle, hiçbir şey kendi kendine yokluktan varlığa gelemez. Varlıktan da yokluğa gidemez. Hiçbir yaratık da ne bir zerreyi var edebilir ne de onu yok edebilir. İçinde yaşadığımız bu dünya ile beraber sonsuz âlemler meydana gelmiş, birbiri ardınca devam etmektedir. Nice şeyler de varken yok olmuştur. İşte bütün bunları yokluktan var eden ve sonra yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi Yüce bir yaratıcının varlığından asla şüphe edilemez. Yüce Allah’ın varlığını ispat için Kelâm(Akaid) ilminde ve felsefe kitaplarında pek çok delil yazılıdır. Bunlardan bir kısmını Ömer Nasuhi Bilmen’in “Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri” adındaki eserinde bulabilirsiniz. Şimdi burada: “Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için (Allah’ın varlığını. Kudret ve azametini gösteren) büyük işaretler vardır.”(Ali İmran:190) ayetini okuyup anlamını düşünmek yeterlidir. Bu ayet-i kerime güzelce düşünülürse, Yüce Allah’ın varlığına, kuvvet ve kudretinin büyüklüğüne dair sayısız deliller önümüze çıkar. Bizim bu eserimiz onları açıklamaya yeterli değildir. Ancak astronomi, kozmoğrafya, biyoloji, kimya, ruhiyat(psikoloji) ve anatomi gibi ilimlerin verdiği bilgileri göz önüne getirenler, bu ayet-i kerimenin işaret ettiği delillere pek güzel akıl erdirebilirler. Her duygu sahibi insan düşündükçe, Yüce Allah’ın varlığını kabule mecbur olur. İşte yukarda Türkçe anlamını verdiğimiz ayet-i kerime, bu gerçekleri haber veriyor ve bizi uyarıyor. Bundan sonra gelen: “Akıl ve anlayış sahipleri o kimselerdir ki, ayakta iken. oturur iken, yanları üzeri yatarken (her hallerinde) Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (ve derler): Ey Rabbimiz; Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna bir şey yaratmaktan) münezzehsin. Bizi ateş azabından koru.”anlamındaki ayet-i kerime, gerçek anlayış ve akıl sahiblerinin kimler olduğunu bize bildiriyor. Bütün bu ayetler, İslam dininde aklın ve düşüncenin ne kadar büyük önem taşıdığını da bize göstermiş oluyor. Bir hadisi şerifde de: “Düşünce gibi bir ibadet yoktur,” buyrulmuştur. Gerçekten İslam dininde aklın ve düşüncenin büyük yeri vardır. İslam dini tamamen akla ve hikmete uygundur. Muhakeme ve eleştirme, onun hak ölçülerini değiştiremez. İslamiyet düşünen insanların dinidir. İşte akıllı insanlar o kimselerdir ki, gökleri, arzı, gece ve gündüzleri, göklerde pırıldayan ve her biri güneşten binlerce defa büyük yıldızların ihtişamını düşünürler, yer yüzündeki sayısız canlı ve cansız yaratıkları göz önüne alırlar. Hoş gündüzlerin, sakin gecelerin ne kadar sağlam bir düzen ve ölçü içinde yaratılış kanuna uyarak birbirlerini kovalayıp durduklarını düşünürler. İbret bakışları ile yapılan böyle düşünceler sonunda, bu aleme bu düzen ve ölçüyü vermiş olan Yüce Allah’ın kudret ve azametini insanlar isteyerek ve teslimiyetle kabul olurlar. Hatta böyle büyük varlıkları değil, bir zerreden küçük olduğu halde büyük bir duygu ile hayat ve görevini sürdürmeye çalışan bir mikrobu, yine bir zerreden küçük olduğu halde başlı başına bir kuvvet hazinesi olan bir atomcuğu düşünmek bile, gerçek akıl sahibi bir insan için Allah’ın yüce kudret ve hikmetini tasdik etmeye yeterlidir. Büyük bir nizam ve intizam içinde yaratılan bütün güzel ve acaib yaratıklar rasgele mi olmuştur? Bunlar bilgi ve hikmetten yoksun olan yahut hayal edilen bir tabiatın eseri midir? Asla böyle yanlış bir hükme hiçbir akıl sahibi kimse varamaz. Yine tekrar ediyoruz ki, Yüce Allah’ın varlığını ve büyüklüğünü anlamak ve kabul etmek için, yukarıda anlamını yazdığımız ayet-i kerimeyi güzelce düşünmek yeterlidir. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur: “Yazıklar olsun o kimseye ki, bu ayeti okumuş da üzerinde düşünmemiştir.” Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
THEJUDGE Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 SELBİ SIFATLAR Kadim: Ezeliyyet, evveli olmamaktır. Evveli olmayana Kadim denir. Sonradan meydana gelene de Hadis denir. Allah Tealâ Kıdem sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allah ezelidir, kadimdir, varlığının başlangıcı yoktur. O’ndan önce yokluk geçmemiştir. O’nun varlığı yanında milyonlarca sene bir saniye bile sayılmaz. Yine gördüğümüz alemler, milyarlarca seneden beri mevcut bulunsa, yine Yüce Allah’ın ezeliliği yanında bir saniyelik hayata sahip sayılmaz. Allah Kadimdir, sonradan var olan şey Allah olamaz. Yüce Allah’dan başka ne varsa, bunların hepsi hadistir(sonradan olmuşlardır.) Bunlar Allah’ın kudreti ile yaratılmışlardır. Artık şüphe yok ki, yaratılanlar yaratana mahsus Kadim sıfatını taşıyamazlar. O’nun ezeli varlığı ile beraber hiçbir şey yoktu, alemler sonradan yaratılmıştır. Beka: Ebediyet sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana “Fani” sonu olmayana da “Baki” denir. Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır; çünkü ebedidir, bakidir, varlığının sonu yoktur. O’nun yok olacağı bir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah’ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah’ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat Yüce Allah Baki’dir, değişiklikten ve yok olmaktan beridir. Çünkü O başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudreti ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O’nun kudretinin birer eseridir. Onun için Yüce Allah’ın şanında yokluk ve değişiklik nasıl düşünülebilir. Her şey yok olmaya mahkumdur; ancak azamet ve ikram sahibi Allah’ın varlığı kalıcı ve süreklidir. Havadise Muhalefet: Sonradan var olmuş şeylerden ayrı olmak sıfatıdır. Yüce Allah havadise (sonradan var olan şeylere ) aykırı ve muhalif bulunmak sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allah Teâla sonradan yaratılmış şeylerden hiç birine hiç bir yönden benzemez, hepsine muhaliftir. Hatırlara gelen her şeyden Allah Teala mutlak surette başkadır. Mükevvenat ve mümkünat (yaratılan ve yaratılabilen) dediğimiz şeyler değişirler, başkalaşırlar, birbirlerine benzeyebilirler ve sonunda yok olurlar. Bütün bu ölümlü varlıklar, her hal ve şekilleri ile Allah’a benzemezler. Hiç birinde İlah ve Mabud olma sıfatlarından en küçük biri bile bulunmaz. Hiç yaratılan, yokluğa mahkum olan aciz şeyler, yok olmaktan beri bulunan Yüce Allah’a benzeyebilir mi? Hiç sonradan meydana gelmiş bir nesne Kadim sahibi Allah’a ortak olabilir mi? Böyle sapık bir düşünceye kapılanlar, kendi ölümlü varlıklarını İlah olmaya yükselterek Allah’ın yüce varlığını da, kendi değersiz varlıkları derecesine düşürmeye varacak kadar küstahlıkta bulunuyorlar. İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyaçları vardır. Mekana, zamana, yeyip içmeye, gezip dolaşmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah ise bütün bunlardan beridir. O’nun Arş ve Kürsî’si, yedi kat sema denilen daha nice alemleri vardır. Fakat O, bunlardan hiç birine muhtaç değildir. Bunlar yok iken O, yine vardı. Başkasına muhtaç olan ve yaratıkların ölümlü vasıfları ile vasıflanan bir insan İlah olamaz. Yüce dinimiz bu gibi yanlış düşüncelerden ve inançlardan kesin surette bizleri yasaklamıştır. (Allah’ın benzeri hiç bir şey yoktur; O her söyleneni işitendir, her yapılanı görendir.) Kıyam Bizatihi:Varlığı ve durması kendi zatıyla olmak manasında bir sıfattır. Bu sıfat da Yüce Allah’a mahsustur. Öyle ki Hak, Teâla’nın ezeli ve ebedi olan kendi zatıyla kadimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allah Teâla’ya Vacibü’l-Vücud (varlığı kendinden dolayı gerekli) denilir. O’nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan beridir. Allah’ı var eden bir varlık olsaydı, o zaman var eden o varlık Allah olurdu. Onun için “Allah’ı kim yarattı?” diye sorulmaz; çünkü O, kendiliğinden vardır, kadimdir. Başkasının var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olsaydı, ne kainat bulunurdu, ne de başka bir şey... bu gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız bu alemin varlığını izah etmeye imkan kalmaz. Allah’tan başka var olan (mümkünat dediğimiz) şeyler ise, hem var olmaya, ham de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar. Sonuç olarak denilir ki, Yüce Allah’ı var eden bir varlık düşünülemez ve O’ndan başka bir yaratıcı varlık da olamaz. “Allah’dan başka bir yaratıcı olur mu?” Vahdaniyet:Birlik, yalnız başına olmak, benzeri olmamak; çoğalmaktan, parçalanmaktan ve eksilmekten beri bulunmak gibi manaları ifade eden bir sıfattır. Bu sıfatları taşıyana “Vahid” denir ki, gerçekte var olan, parçalara bölünmekten ve cüzlerin bir araya gelerek toplanmasından beri bulunan zat demektir. Bu sıfat da Yüce Allah’a mahsustur. Onun için denir ki, Yüce Allah zatında, ulûhiyetinde, mabudiyetinde ve diğer bütün sıfatlarında birdir. Ortaktan ,eşi ve benzeri bulunmaktan beridir. Kendisinde artmak, eksilmek, cüzlere ayrılmak, başka şeylerle birleşmek gibi haller asla bulunmaz. Allah Teala her yönü ile birdir. Nasıl düşünülürse düşünülsün, sağ duyulu bir insan, anlayış ve hikmet sahibi bir kimse Allah’tan başka bir İlah bulunduğuna inanamaz. Başkasının İlah ve Mabud olma imkânına yer veremez. İki ve daha çok İlahın bulunmayacağı kesin delillerle sabit bulunmaktadır. Şu gördüğümüz kainatın varlığı, onun devamı ve intizamı hep Allah Teâla’nın birliğine şahiddir. Yüce Allah ulûhiyetinde, zatında ve mabudiyetinde bir olduğu gibi. Yaratıcı olmasında da birdir. Yaratılmaya ve yok edilmeye mahkum olan ve böylece mümkün adını alan her şeyi yaratan ve yok eden ancak Allah’dır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. İşte mümkünatı yaratıp yaşatmaya ve yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz. Bunun için ikinci bir İlahın varlığına imkan yoktur. Çünkü iki İlah düşünüldüğü takdirde, bunlardan biri kendi başına mümkünatı yaratmaya kadir ise, diğeri fazladan olmuş olmaz mı? Fazladan olan yahut aciz bulunan bir zat ise nasıl Allah olabilir? Bu bakımdan akıl sahibi hiç kimse, Allah Teala’nın zat ve sıfatlarında eşit ve benzeri bulunmadığından, bir olduğundan şüphe etmez. Birden çok yaratıcıların ve mabudların olduğuna inanan milletler ise, akla ve hikmete aykırı bir inancın esiri olmuştur. Böylece gerçeği anlama bakımından büyük bir cehalet içinde kalmışlardır. SÜBUT SIFATLARI Hayat:Dirlik demektir. Allah kendi şanına yakışır bir hayat sıfatı ile vasıflanmıştır. Allah’ın ilim, irade ve kudret ile vasıflanmasının bir gereği olarak hayat sıfatı da vardır. Hayatı olmayan bir şey, bilmekten, dilemekten ve yapabilmek gücünden yoksun olur. Bu ise, yaratıcı için büyük bir noksandır. Bu sıfatlardan noksan olan bir varlık, kendi kendine hiç bir şey yaratamaz. Hele bilgi, düşünce, dileme ve güç sahibi olan varlıkları yaratmaya asla kabiliyeti bulunmaz. Çünkü hiç bir eser, yaratıcısında bulunmayan bu gibi vasıfları taşıyamaz. Onun için doğa adı verilip gerçekte ilim, irade ve kudretle nitelenmeyen ve varlığı nesnelere bağlı olarak düşünülüp, onun dışında varlığı bulunmayan şuursuz bir varlık asla bir yaratıcı sıfatını taşıyamaz. Özellikle böyle bir varlık, akıl, irade ve kudret sahibi milyarlarca yaratığın mucidi hiçbir şekilde olamaz. Sonuç şudur ki, kainatın yaratıcısı olan Allah, Hayat sıfatı ile vasıflanmıştır. Hayyü’l Kayyum’dur. ( Hem kendisi diri hem de her şeyi dirilten ve ayakta tutandır.) İlim: bilmek, idrak etmek sıfatıdır. Allah Teala ilim sıfatı ile vasıflanmıştır. O’nun ilmi, yarattıklarının ilmi gibi basit ve sınırlı değildir, bütün kainatı çevreler. Allah her şeyi bilir. Onun bilgisinden hiçbir zerre hariçte kalmaz. Hiç bir varlık da düşünce ve hareketini Yüce Allah’dan saklayamaz. Zira her şeyi bilmeyen, her hareket ve düşünceden haberi olmayan bir varlık Allah olamaz, bu kadar güzel ve acaib nesneleri meydana getiremez bu kadar yaratığı idare edemez. Allah’ın böyle her şeyi bildiğini güzelce düşünüp doğrulayan bir insan elbette daima uyanık bulunur, her söz ve hareketini bir edep üzeri düzenler. Fena sözler söylemez, fena işler düşünmez, başkasına sarkıntılık etmez, hiç bir kimsenin görüp bilmeyeceği bir yerde bile Allah’ın buyruklarına aykırı bir iş yapmaz. Çünkü her yaptığını bilen Yüce Allah’ın varlığına imanı vardır. İrade: Dileyebilmek, ihtiyar edebilmek sıfatıdır. Yüce Allah irade sıfatı ile vasıflanmıştır. O’nun iradesi ezelidir. Allah yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile hikmetine göre meydana getirmeyi diler ve dilediği şey mutlaka olur. O dilemedikçe hiç bir şey vücuda gelmez. Hiç bir şey kendiliğinden var olmaz ve kendiliğinden yok olmaz. Ancak Allah’ın dilemesiyle var olur ve yine O’nun dilemesiyle yok olur. Allah bütün bu kainatı ezeli olan iradesi üzere yaratmıştır. Yaratılmış şeylerin milyonlarca cins ve nevilere, ayrı ayrı vasıflara sahib olması, çeşitli özellikleri taşımış olması, hele bir topraktan, bir sudan, bir havadan yararlanan sayısız ağaçların, ekinlerin, meyvelerin çiçeklerin ve canlıların başka renklerde ve tadlarda meydana gelmesi ezeli bir iradenin neticesinden başka değildir. İşte bütün bunlar, Allah’ın irade sıfatı ile vasıflı bulunduğuna birer şahiddir. Yüce Allah hakkında mecburiyet düşünülemez; O, her şeyi kendi dilemesi ile yaratır. Hiç bir şeyi yaratmaya veya yok etmeye mecbur değildir. Mecburiyet bir acizlik halidir ki, Allah’ın şanına uygun olmaz. “Allah dilediğini hemen yapar.” (Hud:107) Kudret:Güç ve kuvvet manasında bir sıfattır. Ezeli ve ebedi kemal üzere bir kudret Allah Teala’ya mahsustur. Allah Teala her mümkün varlık üzerinde dilediğini yapmaya kadirdir. Onları yaratmaya ve yok etmeye güçlüdür. O’nun kudretine nihayet yoktur. Bu büyük kainat, O’nun kudretine çok açık ve kuvvetli bir şahiddir. Yüce Allah dilerse bir anda binlerce bir alemi yoktan var eder ve dilerse onları bir anda yok eder. Çünkü dilediğini bir anda yerine getiremeyen, istediğini yapamayan bir varlık kainatın İlah’ı olamaz. Yüce Allah’ın bu büyük kudretini iyice düşünen bir mümin, O’nun büyüklüğü önünde eğilir, O’nun kudretinden titrer, O’nun kutsal emirlerini yerine getirir ve yasaklarından sakınır. “Allah her şeye kadirdir.” Semi’:İşitme kuvvetidir. Allah, Semi’(işitme) sıfatı ile vasıflanmıştır. O’nun işitmesi, yaratıkların işitmesi gibi noksan ve hudutlu değildir. Yüce Allah her şeyi vasıtasız olarak işitir, ancak vasıtalardan ve vasıtalar vasıtasıyla işiten de ondan başka değildir. O, gizli ve aşikâr söylenen her şeyi işitir, hiç bir şey O’nun işitme sıfatının dışında kalamaz. Kullarının dualarını ve zikirlerini, gizli-aşikâr dilek yalvarışlarını işitip kabul eder ve onları mükafatlandırır. Yüce Allah’ın böyle her şeyi işittiğine iman eden uyanık bir insan, daima güzel konuşur, her zaman Allah’ı anar,O’nu yüceltir. Her sözünü ve işini Allah’ın rızasına uygun yapar. Basar: Görme kuvveti demektir. Yüce Allah kendi şanına uygun bir halde Basar (görme) sıfatı ile vasıflanmıştır. Allah alet ve vasıta olmaksızın her şeyi görür. Fakat alet ve vasıta ile görenlerin gördüklerini de görür. Her gözden gören O’dur. Bazı şeyleri görmesi, diğer şeyleri görmesine engel olmaz ve O’nun görmesinden hiç bir şey gizli kalmaz. En karanlık gecelerde, karıncaların ve daha küçük yaratıkların kımıldamalarını, hareketlerini görür ve bilir. Şüphe yok ki, görememek ve bilememek büyük bir noksanlıktır. Böyle noksanlıklara sahip olan kör kuvvetler, İlah ve yaratıcı olamaz. Yüce Allah ise bütün noksanlıklardan beridir ve bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır. Kalbi iman dolu bir insan, Yüce Allah’ın kendisini görüp gözetmekte olduğunu bilir ve üzerinde düşünür. Böylece durumunu düzeltir, edebe aykırı hiç bir harekett52e bulunmaz., melekler gibi temiz bir hayat içinde yaşamaya çalışır durur. “Biliniz ki, Allah bütün yaptıklarınızı görür.”(Bakara:233) Kelâm: Bir manayı belirten, bir maksadı anlatan söz demektir. Yüce Allah Kelâm sıfatı ile de vasıflanmıştır. O’nun kelâmı (sözü) harf ve sesten beri ve kadîmdir(başlangıcı yoktur.) Yüce Allah, kendi kadîm kelâmını, dilediği zaman şanına uygun bir şekilde işittirir, bildirir ve anlatır. Allah Tealâ’nın peygamberlerine dilediği şeyleri vahy ve ilham etmiş olması da bu kelâm sıfatının bir tecellisidir. Semavî kitaplar hep bu Kelâm sıfatı ile meydana gelmiştir. “Kelâm-ı Kadîm” dediğimiz Kur’anı Kerim’de bu sıfatla Peygamberimize inmiş ve asırlardan beri hidayet rehberliği yapmıştır. Tekvîn:Var etmek, yaratmak manasındadır. Bu da Allah’ın bir sıfatıdır. Yüce Allah bu Tekvîn sıfatı ile dilediği herhangi bir şeyi yoktan var eder var iken yok eder. Yüce Allah’ın bu âlemleri yaratıp yok etmesi, kullarını yaratıp yaşatması, onları beslemesi sonrada öldürüp başka bir âleme onları götürmesi, hep bu tekvîn sıfatının tecellisi ile olur. “Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona “ol” der, oda oluverir.” (Yâsin:82) Yüce Allah’ımızın kutsal sıfatlarına ait verdiğimiz bilgiye bir özet yaparak deriz ki: Yüce Allah’ın varlığı ve birliği büyüklüğü ve kudreti, ezelî ve ebedî oluşu ve diğer sıfatları apaçıktır. Bunları inkâr etmeye, düşünüp de doğrulamamaya imkân yoktur. Bir düşünelim:Bu kâinatta hiç bir şeyin kendiliğinden var ve yok olamayacağını kendiliğinden kımıldanamayacağını ilim ve fen haber vermiyor mu? Biz ise, milyonlarca âlemin, milyonlarca yıldızların varlığını, bunların hareket ve sükûn hallerini görüp biliyoruz. Artık bunları var eden ezelî ve ebedî eşsiz bir Allah’ın varlığından nasıl şüphe edilebilir? Yine biliyoruz ki, bilgisi olmayan, kudret ve iradesi bulunmayan bir şeyin, bir gaye ve hikmete yönelik birtakım güzel ve üstün eserleri var etmesi mümkün değildir. Oysa ki, biz bu âlemde nereye bakacak olsak, onun bir gayeye, bir hikmet ve düzene bağlı bulunduğunu görürüz. En büyük varlıktan en küçük varlığa varıncaya kadar bakılırsa, bunların öyle gelişi güzel bir rastlantı eseri olmadığı görülüyor, bunların boşuna yaratılmadığı anlaşılıyor. Bu varlıkların her birinde üstün bir sanat ve letafet eseri, bir irade ve ihtiyat alâmeti görülmüş oluyor. Artık bu kadar yararlı olan bu güzel eserlerin, ilim, kudret ve hikmet sahibi olan èzelî bir yaratıcıya muhtaç olmadığını kim söyleyebilir? Şimdi biz, bütün bu dış âlemdeki varlıklardan bakışlarımızı çevirip kendi nefsimize ve duygularımıza bakalım. Vücudumuzun her parçası ve hücresi, vicdanlarımızın bütün duygu ve kavramları, şanı çok yüce olan büyük bir Allah’ın, yaşatıp rızk veren bir yatıcının varlığına daima şahitlik edip durmuyor mu?.. O halde şüphe yok ki, kendi varlığını ve sorumluluğunu yitirmedikçe, hiç kimse, Allah’a iman inancından, bir yaratıcının var olduğu düşüncesinden asla yoksun olamaz. “Gökten ve yerden size rızk veren Allah’tan başka bir yaratıcı var mı?” Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
THEJUDGE Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 PEFGAMBERLERE İMAN Bütün peygamberlere iman etmek müslümanlıkta esastır. Lûgat manası bakımından peygamber, haber veren kimse demektir. Din teriminde ise, Allah Tealâ’nın kullarına dinlerini bildirmek için görevlendirdiği seçkin insanların her birine “Peygamber” denir. Bu zaatlar Yüce Allah’ın birer elcisi demektir. Bunların Allah’ın peygamberi oldukları, kişiliklerindeki yüksek vasıflardan ve Allah tarafından kendilerine verilen mucizelerden sabit olmuştur. Mucize:Başkalarının meydana getiremeyeceği olağanüstü şeylerdir. Bir peygamberin gerçek peygamber olduğunu doğrulamak için Yüce Allah o işi peygamberin eliyle ortaya çıkarır. Keramet:Bir kısım olağanüstü işlerdir. Yüce Allah’ın kudretiyle veli kulları tarafından meydana getirilir. Bu kerametler de, o velilerin bağlı bulunduğu peygamber için bir mucize sayılır. Çünkü o peygamber gerçek peygamber olmasaydı, kendisine bağlı olanlardan böyle kerametler ortaya çıkamazdı. Meunet-İstidraç:Peygamberlik davasına kalkışmayan ve peygamberin sünneti üzere yürümeyen bazı bayağı kimselerden meydana çıkan ve olağanüstü bir halde görülen bir takım olaylardır ki, o şahsın büyüklüğünü göstermez ve hiç bir zaman keramet ve mucize derecesine varamaz. Fakat yalan yere peygamberlik davasına kalkışan kimselerin elinden ne mucize, ne keramet ne de başka olağanüstü işler çıkar. Böyle yalancı kimselerin mucize veya harika diye ortaya koyacakları şeyler, bir göz bağcılıktır veya bazı ilmi kurallara dayanan bir san’at eseridir. Bunların asıl maksatları hemen meydana çıkar. Onların yaptıklarından daha güzelini başkaları da yapabilir. Yalan yere peygamberlik davasında bulunanların nasıl bir sonuçla karşılaştıkları, yalanlarının nasıl meydana çıktığı tarihlerde bellidir. Peygambere Nebî de denir. Resûl de denir. Bununla beraber yeni bir kitap ve şeriatla bir ümmete gönderilmiş olan zata Resûl, başka bir peygamberin şeriatına bağlı olarak gelen peygambere de Nebî denmiştir. Buna Resûl veya Mürsel denmez. Nebî isminin çoğulu Enbiya’dır. Resûl’ün çoğulu Rusül’dür. Mürsel’in çoğulu da mürselin’dir. Yüce Allah’ın ilk peygamberi Hazret-i Âdem aleyhisselâm’dır. Son ve en büyük peygamberi de, bizim sevgili peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselam’dır. Son peygamber olduğu için peygamber efendimize Hatemu’l Enbiya (peygamberlerin sonuncusu) denmiştir. Bu iki peygamberin arasında, sayılarını ancak Allah’ın bildiği çok peygamber bulunmuştur. Kur’an’da bu peygamberlerden sadece şu yirmi beş peygamberin ismi geçer: Âdem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, İshak, Yakup, Yusuf, Eyüp, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, İlyas, Elyesa, Zülkifl, Yunus, Zekâriya, Yahya, İsa, Muhammed (s.a.v.). Bunlardan başka Kur’an-ı Kerimde adı geçen Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn isimli üç zaat daha var ki, bunların peygamber veya velî oldukları ihtilâflıdır. Bunların da pek büyük kimseler olduklarında şüphe yoktur. Peygamberler her türlü güzel sıfatlara sahibdirler. Onlardan her birinin varlığı bir olgunluk ve üstünlük örneğidir. Özellikle onlarda doğruluk, emanet, seziş ve anlayış, günahlardan korunmuş olma ve şeriatı tebliğ etme vasıfları vardır. Şöyle ki: 1) Peygamberler sadıktırlar; her hususta doğru sözlüdürler. Kendilerinden asla yalan çıkmaz. 2) Peygamberler emindirler. Gerek peygamberlik konusunda gerek diğer konularda her türlü güvene sahibdirler. Kendilerinde asla hainlik bulunmaz. 3) Peygamberler son derece yüksek bir anlayışa, tam akla ve kuvvetli bir görüşe, üstün bir zekâya sahip bulunmuşlardır. Onlarda gaflet, yüksek duygu ve kavramlardan yoksunluk düşünülemez. 4) Peygamberler masumdurlar. Onlar gizli ve aşikâr her türlü günahlardan, küçük düşürücü bayağı işlerden tamamen beridirler, iffet ve ismet sahibidirler. 5) Peygamberler tebliğ sıfatına sahibdirler. Emrolundukları şeriat hükümlerini, olduğu gibi ümmetlerine bildirirler. Şeriat hükümlerinden herhangi birini saklamış veya unutmuş olmaları asla düşünülemez. Böyle bir şey peygamberlik şanına yakışmaz. Böyle bir tutum, peygamber olarak gönderildikleri hikmete ve Allah’ın iradesine uygun düşmez. Sonuç: Bütün peygamberler şu yazdığımız beş sıfatı tamamen kendilerinde bulundurmuşlardır. Çünkü bu büyük huylara sahip olmayan kimseler, insanları aydınlatıp onlara önce olamazlar. İşte bütün peygamberleri böyle tanıyıp doğrulamak imanımızın sıhhati için şarttır. Peygamberlerin insanları yola getirmek ve onların kötü hallerini düzeltmek için Yüce Allah tarafından görevlendirilmiş oldukları güzelce düşünülünce, onlara iman etmenin gereği ve önemi kendiliğinden anlaşılmış olur. Gerçek şu ki, peygamberlere iman etmek, onların yüksek huy ve vasıflarını bilip doğrulamak, onlara son derece saygılı olmak bizim için kesin bir görevdir. Peygamberlere iman etmeyen bir kimse, Yüce Allah’ada iman etmemiş sayılır. Çünkü Yüce Allah’a, O’nun razı olacağı şekilde iman etmenin yolunu insanlara bildiren ancak peygamberlerdir. Kendi değersiz akıllarını öncü edinmek isteyenler, gerçeğe ve Allah’ın rızasına ulaşamazlar, sapıklık içinde kalırlar. Yüce Allah’ın peygamberlere iman edilmesi yolundaki emirlerine de aykırı hareket etmiş olurlar. Bu bakımdan hidayetten yoksun kalırlar. Öyle ki, peygamberlerden yalnız birine iman etmemek, tümünü inkâr etmek gibidir. Böyle bir inanç, insanı imansız yapar. Hele Alla Tealâ’nın en büyük peygamberi ve peygamberlerin sonuncusu olan Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) yaşadığı tarih gün gibi meydandadır, insanlar âlemi tarafından bilinmektedir. Artık bugün hiç bir millet, din konusundaki bilgisizliğinden ötürü özürlü sayılamaz. Bugün her millete düşen en önemli görev, bu büyük peygamberin dinini kabul etmektir. Onun gösterdiği doğru yola koyulmak ve kurtuluşa ermektir. Bu görev tam manasıyla yerine getirilirse, insanlık âlemi o zaman dünya felaketlerinden ve ahiret azabından kurtulur. Gerçek medeniyete ve ahiretin sonu olmayan mutluluğuna ermiş olur. Peygamberlere Olan İhtiyaç Bilindiği gibi, Yüce Allah, kendisinin kutsal varlığını ve birliğini bilmeleri, kendisine ibadet ve itaat ta bulunmaları için insanları yaratmıştır. İnsanları diğer bir çok yaratık arasında akıl ve düşünce ile seçkin kılmıştır. Onun için bir insan aklını güzel kullandığı taktirde, kendisini yaratıp da ona düşünüp anlama gücünü veren bir yaratıcının varlığını sezer. Kendisinin ve çevresindeki varlıkların öyle rast gele kendiliklerinden var olmadıklarını anlar. Böylece kendisinde İlahi bir düşünce doğar ve büyük bir kudret sahibi yaratıcının var olduğu inancına ulaşır. Fakat O Yüce yaratıcıyı hiç kimse şanına uygun bir şekilde bilemez. O’nun peygamberine uymayan bir kimse, Allah’ın razı olmadığı ibadetlerin hangileri olduğunu kestiremez, yaratılış hikmetinin ne olduğunu anlayamaz. İnsanlar arsındaki ilişki ve karşılıklı hakların nelerden ibaret bulunduğunu ve görevlerin neler olduğunu gereği üzere belirleyemez. Nihayet yaratılış gayesinin dışında yürür de bundan haberi olmaz. Cehalet içinde bulunduğunun farkına varamaz. Böylece ebedi mutluluktan yoksun kaldığını anlayamaz. Peygamberlerin varlığından haberi bulunmayan veya peygamberlerin yoluna inanmayıp gerçekleri bozarak değiştiren nice milletler sapıtmışlar,insanlığa yakışmayan hallere düşmüşlerdir. Aralarında her türlü vahşet hareketleri türemiş ,insanlara,ağaçlara ve taşlara tapınıp durmuşlardır. İşte insanları bu gibi çirkin hallerden kurtarmak,onlara din ile dünya görevlerini öğretmek ve böylece hem dünya,hem de ahiret mutluluğuna ermelerini sağlamak için Allah’ın elçileri olan peygamberlere ihtiyaç vardır. Onun için Yüce Allah kendi ihsan ve ikramı ile insanlara peygamberler göndermiştir. Böylece insanlara karşı “İlahi hüccet” tamam olmuştur. Artık hiç kimse ,”Ben görevimi bilmiyordum;onun için sana ibadet etmedim.”diye özür beyan edemeyecektir. Çünkü Yüce Allah insanlara görev bildiren peygamberleri göndermiştir. Bunlar Allah’ın hüccet ve delilleridir. Daha önce söylediğimiz gibi, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusu, bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed’dir(s.a.v.). Hazret-i Muhammed, yer yüzündeki bütün milletlere gönderilmiş bir peygamberdir. Peygamberliği kıyamete kadar devam edecektir; en son peygamberdir. Onun yaymış olduğu din, bütün insanlara aittir. Onun getirdiği İslam Dini, bütün insanlığın dindir, yaratılış gayesine en uygun olan bir dindir. Her zaman için ihtiyaçlara cevap verecek olan hikmet dolu ebedi bir dindir. O mübarek peygamberin getirdiği kitap (Kur’an) tümü ile hiç bir değişikliğe uğramaksızın kıyamete kadar Allah tarafından korunmuş olacaktır. Sonuç: beşeriyet öteden beri peygamberlere muhtaç bulunmuştur. Peygamberlere uymaksızın hak yolu bulacağını ve Hakka ereceğini savunan bir gafile soralım: Eğer peygamberlerin varlığından habersiz bir bölgede yetişmiş bulunsaydı, kendisinde Allah’ın varlığı ve Ona karşı görevleri ile ilgili fikirler gerçek şekli ile bulunabilecek miydi? Din ile dünya işlerine ait görevleri belirleyebilecek miydi? Kendi vicdanında yüksek duygulara karşı bir çekicilik bulabilecek miydi? Zavallı insan! Kendi ruhunda sönük bir şekilde parıldamaya başlayan bazı yüksek fikirlerin kendisine nereden geldiğini hiç düşünmemektedir. En kolay ilerde ve fenlerde bile bir hocaya, ustaya ve yol göstericiye insan muhtaç olur da en önemli olan din konusunda gerçekleri öğrenmek için bir öğreticiye, bir yol göstericiye nasıl muhtaç olmaz? Doğrusu, sağ duyulu hiç bir düşünür, peygamberlere olan ihtiyacı inkâr edemez. “Hiç bir ümmet yoktur ki, onlar içinden bir uyarıcı (peygamber) gelip geçmiş olmasın.” (Fâtır:24) SEMAVİ KİTAPLARA İMAN Yüce Allah, insanlara yine insanlardan peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerden bir kısmına da kendi emirlerini ve yasaklarını, kendisine ibadet şekillerini öğreten kitaplar indirmiştir. Bu kitaplardan bir kısmına “Suhuf” denir. Bunlar bir kaç sayfalık kitaplardır. Kitaplardan dördüde büyük kitaplardır. İnişleri şöyledir: On sahife Hazret-i Âdem’e, elli sahife Hazret-i Şit’e, otuz sahife Hazret-i İdris’e, on sahife Hazret-i İbrahim’e verilmiştir. Büyük kitaplara gelince: tarih sırasına göre bunlardan birincisi Hazret-i Musa’ya verilen Tevrat’tır. İkincisi Hazret-i Davud’a verilen Zebur’dur. Üçüncüsü Hazret-i İsa’ya verilen İncil’dir. Dördüncüsü de, bizim peygamberimize verilen Kur’an’dır. Yüce Allah bu kitapları vahiy yoluyla göndermiştir. Ya Cibril-i Emin adındaki bir melek aracılığı ile bildirmiş yahut başka bir şekilde ilham etmiştir. Bu kitaplara “İlahi Kitaplar” denildiği gibi, taşıdıkları yüksek vasıftan dolayı “Semavi Kitaplar” ve Cibril-i Emin aracılğı ile indirilmiş olmalarından da “Münzel Kitaplar” denir. Yüce Allah’ın bütün kitaplarına iman etmek her mümin için farzdır. Biz bugün diğer milletlerin ellerinde bulunup da semavi oldukları söylenilen kitaplara değil de, Allah’ın aslen peygamberlerine göndermiş olduğu kitapların tümüne iman ederiz. Çünkü Kur’an’dan başka olan kitaplar değişikliğe uğramışlardır. Kur’an-ı Kerimin hiç bir sözü zamanımıza kadar değişmediği gibi, kıyamete kadar da değişmeyecektir; çünkü Allah onu değişiklikten koruyacağını yine Kur’an’da bildirmiştir. Bütün semavi kitaplar insanlar için birer rahmet olmuşlar ve hak yolu göstermişlerdir. Onun için hepsine iman etmek zorundayız. Bu kitaplardan herhangi birini inkâr etmek hepsini inkâr etmek demektir. Gerçek mümin o kimsedir ki, Yüce Allah’ın bütün kitaplarına inanır. Yüce Allah’ın en son kitabı Kur’an-ı Kerime sarılır ve onun hükümlerini gözetmeye çalışır. Bugün Kur’an-ı Kerimden başka diğer semavi kitaplar tüm olarak yer yüzünde mevcut değildir. Aradan asırlar geçmiş ve bir çok milletler tarihe karışmış olduğundan kitapların bir çoğu tamamen kaybolmuş, bir kısmı da büyük değişikliklere uğrayarak İlahi vasıflarını kaybetmişlerdir. Bugün elde bulunan Tevrat, Zebur ve İncil nüshalarından hiç biri, Yüce Allah’ın Musa’ya, Davud’a ve İsa’ya indirmiş olduğu kitapların aynı değildir. Ancak Kur’an-ı Kerim asliyyetini olduğu gibi korumaktadır, bir kelimesi bile değişikliğe uğramamıştır. Kur’an-ı Kerim’in bütün ayetleri, daha başlangıcında bizzat Hazret-i Peygamberimiz tarafından ezberlenmiş olduğu gibi, ashabın bir çok tarafında da ezberlenmiş ve yazılmıştı. Hazret-i Peygamberin ahirete göçmesinden sonra Hazret-i Ebu Bekir, bütün ashab-ı kram huzurunda Kur’an’ın birer nüshasını yazdırarak onu değişiklikten korumuştu. Hazret-i Osman’ın halifeliği zamanında da bu sayılı kitaptan yeterince yazdırılarak büyük İslam merkezlerine birer nüsha gönderilmişti. Bunların her birine “Mushaf-ı Şerif” adı verilmiştir. Daha sonra bütün Mushaflar bu asıllara göre yazıla gelmiştir. Her asırda yüz binlerce Mushaf-ı Şerif yazılmış. Ayrıca Kur’an-ı Kerimi baştan sona ezberleyen hafız yetişmiştir. Bu özellik semavi gereğidir. Çünkü diğer semavî kitaplar arasında yalnız Kur’an-ı Kerime nasip olmuştur. Bu da bir hikmet, kitaplar belli bir kavme ve belirli bir zamana ait olarak peygamberlere indirilmişlerdi. Kur’an-ı Kerim ise , bütün insanlık âlemine ve bütün asırlara mahsus olarak peygamberimize indirilmiştir. Onun için bu kitabın Allah tarafından korunması bir hikmet gereği olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in bir ayeti bile değişikliğe uğramayarak aslı üzere kalması, öyle bir gerçektir ki, bunu bir kısım müsteşrikler (şarkıyyat ilmiyle uğraşanlar) bile insaf göstererek doğrulamaktadır. Bunun aksini iddia edenler, Müslümanlık aleyhine propaganda yapan siyasi maksatlı ve körü körüne bâtıla saplanmış kimselerdir. Bugün Kur’an-ı Kerim her yabancı dile tercüme edilmiş durumdadır. Bu diller arasında; Türkçe, Farsça, Hindçe, Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, Felemenkçe ve Çince’ye tercüme edildiği gibi, Cava, Bengal ve Malaya dillerine de tercümeleride vardır. Sonuç olarak, bugün Kur’an-ı Kerim’in İlahi ifadeleri bütün beşeriyetin kulaklarına çarpıp durmaktadır. İnsanlığı bir kardeşlik, bir selâmet ve mutluluk üzere toplamaya çağırmaktadır. “Kur’an bütün âlemler için bir uyarıcı, bir zikirdir.” (Kalem:52) Semavî Kitaplara Olan İhtiyaç Varlıkları ile insanlık âlemine şeref vermiş olan Peygamberler, çok önemli olan elçilik ve peygamberlik görevini yerine getirebilmek için, kendilerine Yüce Allah tarafından talimat verilmiş olması gerekir. İşte bu talimat, peygamberlere Semavî kitaplarla verilmiştir. Semavî kitaplar, Yüce Allah’ın insanlar üzerinde uygulanacak birer kutsal kanunudur. Allah, insanlara haklarını ve görevlerini bu kanunlar yolu ile bildirmiştir. Peygamberlerin dünyadaki hayatları geçicidir. Peygamberlerin ümmetlerine bildirdikleri İlahi hükümlerin devamı, ancak bu kitaplar sayesinde mümkün olmuştur. Eğer bu kitaplar olmasaydı, insanlar yaratılışlarındaki hikmetten, üzerlerine düşen görevlerden, kavuşacak ahiret nimetlerinden ve felaketlerinden habersiz kalırlardı. Özellikle kutsal ayetleri okumak, onlarla ibadet etmek, onlardan öğüt almak ve onlarla gerçeği anlayıp tehlikeli görüşlerden kurtulmak şerefinden ve mutluluğundan uzak kalmış olurlardı. İşte Semavî kitaplara, taşıdıkları bu yüksek gaye ve hikmetlerden dolayı insanlık âleminin pek ziyade ihtiyacı olmuştur. Bu ihtiyacı karşılamak için de, bu kutsal kitaplar insanlara ,ihsan buyrulmuştur. Kur’an’ın Nasıl Bir İlahi Kitap Olduğu Kur’an-ı Kerim, yukarıda da söylediğimiz gibi, Yüce Allah’ın yeryüzüne şeref veren en kutsal kitabıdır. Bu öyle bir kitaptır ki, insanlar ancak onun gösterdiği yolda yürüdükleri takdirde mutluluğa kavuşurlar ve Allah’ın rızasına ererler. İnsanlar arasında iyi duygular ilerleyip yükselmeye başlar, kardeşlik ve beraberlik meydana gelir. Kur’an-ı Kerim’in hem manası ve hem de lâfızları Allah’dandır. Yüce Allah’ın vahyi iledir. Vahy, Cibril-i Emin aracılığı ile peygamberimize olmuştur. Onun Yüce Kuran’ın manası ile amel edilir. Kur’an müslümanların değişmez kanunudur. Lafızları da bir ibadet olmak üzere okunur, onunla sevap kazanılır. Bu lafızlar sayesinde Kur’an’ın manası anlaşılır, ruhlara tesir eder ve onunla Allah’ın rızası kazanılır. Kur’an-ı Kerim hiç bir kitaba benzemez. Onun manasını hiç kimse değiştiremez, lâfzının yerine başka bir söz konamaz ve hiç bir tercüme de Kur’an hükmünü alamaz. Kur’an-ı Kerim ebedi kalacak bir mucizedir. Bunun ebedi inceliklerine, güzel ifadesine ve taşıdığı manalara bir nihayet yoktur. Bütün insanlar ve cinler bir araya toplansa, en kısa bir sûresinin bile benzerini yapamazlar. Bu bakımdan da Kur’an-ı Kerim asırlardan beri bütün âleme meydan okumaktadır. Edebî sanat ve kabiliyetlerine güvenen nice kimseler, onun kısa bir sûresinin benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Buna güçleri yetmediğini de kabullenmişlerdir. Bu durum da Kur’an’ın Allah’ın bir mucizesi olduğuna en sağlam ve değişmez bir delildir. Kur’an-ı Kerim’in ruhlar üzerindeki tesirine gelince, buna da bir nihayet yoktur. Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini güzelce anlayarak okuyan ve dinleyen temiz kalbli insan, kendinden geçer, dimağında pek çok yüksek duygular uyanır ve ruhu maneviyat âlemine yükselir. O manevi duygunun tesirinden de gözlerinden yaş dökülmeye başlar. Bir bahar mevsiminde yağan yağmurların ve parlayan güneş ışınlarının kurumuş olan bitkileri canlandırması gibi, Kur’an-ı Kerim’in ifadeleri de anlayışlı kalbler üzerinde çok daha büyük tesirler yapar . gönüllere yeni bir hayat ve ferahlık verir. Böylece insanı hem dünyasından, hem de ahiretinden haberdar eder, sonsuz bir varlığa ve mutluluğa kavuşturur. “Biz Kur’an’dan müminlere şifa ve rahmet indiriyoruz.”(İsra:82) Kur’an-ı Kerim’in Taşıdığı Gerçekler Kur’an’ın insanlara bildirdiği emirler ve yasaklar, açıkladığı hikmet ve gerçekler pek çoktur. Bunlar temel olarak inançlara, ibadetlere, muamelâta, ahlâka, Allah’ın yüce kudretini gösteren üstün san’at eserlerine, ibret alınacak olaylara ve diğer şeylere aittir. Bunları şu şekilde özetliyebiliriz: 1) Kur’an-ı Kerim, insanlara Yüce Allah’ın varlığını, birliğini, büyüklüğünü hikmetlerini ve kutsiyetini bildirir. Öyle ki, felsefi görüşlere sahip onların parlak sözleri onun yanında pek sönük kalır. 2) Kur’an-ı Kerim, insanları ilim ve irfana, ibretle bakıp düşünmeye çağırır. Gaflet içinde yaşamaktan insanları engeller. İnsanlara, Yüce Allah’ın hikmet ve kudretini gösteren büyük eserlerine bakmalarını öğütler. 3) Kur’an-ı Kerim, önceki devirlerde insanlara gönderilmiş olan peygamberlerin bir kısmı ile ilgili bilgi verir. Yüksek görevlerini nasıl başardıklarını ve bu görevler uğruna ne kadar zorluklara katlandıklarını bildirir. Bütün insanların son peygambere uymalarını emreder. 4) Kur’an-ı Kerim, geçmiş ümmetlere ait ders alınacak en büyük sahneleri ve tarihi olayları bildirir. İnsanları bunlardan ibret almaya çağırır. Peygamberlere karşı çıkıp isyan eden günahkâr kavimlerin çok korkunç akibetlerini haber verir. 5) Kur’an-ı Kerim, insanlara daima uyanık bir ruha sahip olmalarını ve Hak’dan gafil bulunmamalarını emreder. Nefislerinin arzularına uyarak din ve faziletten yoksun kalmamalarını öğütler. Dünyanın maddi yarar ve zevklerine dalıp da, manevi hazlardan ve ahiret nimetlerinden mahrm kalmanın büyük bir felâket olacağını bildirir. 6) ) Kur’an-ı Kerim, müslümanlara, dinlerine sımsıkı sarılmalarını ve daima hakkı savunmalarını öğütler. Düşmanlarına karşı da, daima kuvvetli bulunmalarını, her türlü korunma vasıtalarını hazırlamak için çalışmalarını hatırlatır. Gerektiği zaman savaş meydanlarına atılmalarını, din ve namuslarını, yurtlarını, maddî ve manevî varlıklarını hem canları hem de malları ile korumalarını emreder. 7) Kur’an-ı Kerim,medeni ve sosyal hayatın bir düzen ve huzur içinde yürümesi için gereken esasları ve kuralları bildirir. İnsanların bir takım hak ve görevlerini korumalarını ve gözetmelerini ister 8) Kur’an-ı Kerim, hem şahıslara, hem de cemiyetlere, selâmet içinde kalmaları için adeleti, doğruluğu, alçak gönüllü olmayı, sevgiyi, merhameti, iyilik etmeyi, bağışlamayı, edeb gözetmeyi, eşitliği ve bu gibi yüksek huyları tavsiye eder. İnsanları zulümden, hainlik etmekten,büyüklenmekten, cimrilikten,intikam duygularından, katı yürekli olmaktan, çirkin söz ve işlerden, zararlı olan içki ve yiyeceklerden alı kor. Yapılması, yenip içilmesi helâl veya haram olan şeyleri bildirir. 9) Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın bu âlem için koymuş olduğu tabiî kanunları hiç kimsenin değiştiremeyeceğini anlatır. Herkesin bu kanunlar göre davranışlarını ayarlamaları gereğine işaret eder. İnsanlara, çalışmalarının meyvesinden başka bir şey elde edemeyeceklerini hatırlatır. İnsanları çalışıp çabalamaya teşvik eder. 10) Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın: “Yapınız- Yapmayınız” diye emirlerini ve yasaklarını benimseyip gereğince hareket eden müminler için verilecek dünya ve ahiret nimetleri ve elde edecekleri başarıları müjdeler. İman etmeyenlere de hazırlanmış bulunan kötü akibetleri, Cehennemin azab şekillerini hatırlatır. Kur’an-ı Kerim, bütün bu açıklamaları ile insanları, yaratılışlarındaki yüksek gayeden haberdar ederek ona iletmek ister. Sonuç:Kur’an’ın ifadesi bir mucizedir. Bu gibi daha nice hikmet ve gerçekleri içinde toplamıştır. İnsanlık âlemi ne kadar yükselirse yükselsin, hiç bir zaman Kur’an’ın yüksek talimatı dışında kalamaz. Kur’an’ın talimatına (gösterdiği prensiplere) aykırı davranışlar ise, aslında yükselme değil, bir alçalmadır. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
THEJUDGE Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 MELEKLERE İMAN Melekler ruh gibi lâtif ve ruhanî varlık olup asıl vasıfları Allah tarafından bilinen ve büyük sahib olan Allah’ın kullarıdır. Meleklerin bir kısmı daima ibadet ve zikirle uğraşır. Bir kısmı da yer ve göklerde bir çok işlerle meşgul olurlar. Melekler yemekten, içmekten, evlenmekten, doğup doğurmaktan, beridirler. Değişik şekillere girmeye kabiliyetleri vardır. Yüce Allah’ın emirlerine asla isyan etmezler. Görevlerini emrettikleri şekilde aynen yaparlar. Kıyamete kadar kudsiyet içinde yaşayıp manevî bir zevk ile geçerlidir. Müminler meleklerin varlığına iman etmekle yükümlüdürler. Onların varlığı aslında mümkün olan şeydir. Gerçekte varlıkları ise, bütün peygamberler ve onlara verilen kitaplar tarafından bildirilmiştir. Artık melekleri inkâr, bütün peygamberleri ve kitapları inkâr sayılacağından onları inkâr asla caiz olmaz. Bundan dolayıdır ki, öteden beri meleklerin varlığına bütün melekler iman ede gelmiştir. Onun için meleklere iman etmek, bizim dinimizde de şarttır. Meleklerin varlığını bütün peygamberler ve bütün semavî kitaplar haber vermişlerdir. Bu âlemde bizim bildiğimiz ve nice bilmediğimiz gizli aşikâr varlıklar vardır. Bugün varlıkları keşfedilmiş veya henüz keşfedilmemiş nice kuvvetler mevcuttur. Hatta akıl ve şuura sahip olup gözle görülmeyen “Cin” adlı yaratıklar vardır. Onların varlığını peygamberler ve kitaplar bildirmiştir. Onların da insanlar gibi bir kısmı mümin, bir kısmı kâfirdir. Akla ve şuura, kuvvet ve kudrete sahip varlıkların yalnız insanlar olduğunu söylemek, koca kâinatın yaratıcısı olan Yüce Allah’ın kudret ve büyüklüğünü düşünmemekten ileri gelir. Bir şey gözle görülmediğinden ve duygularımızla anlaşılmadığından dolayı o inkâr edilemez. Nitekim kendi ruhumuzu ve vicdanımızı görmediğimiz halde bunları inkâr edemiyoruz. Bu kâinatın büyüklüğü karşısında küçük bir parça yerinden sayılan yeryüzünde cins ve şekilleri anlatılamayacak kadar canlı varlıklar yaşamakta iken, başka bildiğimiz ve bilmediğimiz âlemlerde bizim yaratılışımıza aykırı biçimde akıllı ve şuurlu yaratıkların bulunmadığı nasıl söylenebilir? Meleklerin Varlığındaki Hikmet Meleklerin yaratılışındaki hikmeti tamamiyle ancak Yüce Allah bilebilir. Biz şunu söyleyebiliriz: Yüce Allah, kudret ve hikmetine son olmayan bir yaratıcıdır. Nice sayısız âlemler yaratmıştır. Yüce Allah kendi varlığını bilsinler ve kendine ibadet etsinler diye, insanları ve cinleri yarattığı gibi, melekleri de yaratmıştır. Bunları da âlemde bir takım grevlerle görevlendirmiştir. Böylece kaînatın düzenini sağlamıştır. Bu sayede Yüce Allah’ın her varlık üzerinde kudreti görülüyor, her şey O’nun varlığına şahit bulunuyor, insan kendi varlığının daima üstün ve gizli kuvvetler tarafından göz altında bulunduğunu düşünerek uyanık bir halde yaşıyor. Cebrail, Mikâil, Azrail ve İsrafil adında dört melek vardır. Bunlar meleklerin en büyükleridir. Bunların yanında birçok melekler daha bulunur. Cebrail (Cibril) aleyhisselâm, Yüce Allah’^ın kitaplarını peygamberlere getirip tebliğ etmekle görevlidir. Mikâil aleyhisselâm, yeryüzündeki, rüzgâr, yağmur, ekin ve benzeri olayların meydana gelmesi için görevlendirilmiştir. Azrail aleyhisselâm, insanların ölme (ecel) vakitleri gelince ruhlarını almak için görevlidir. İsrafil aleyhisselâm da, kıyamet gününün kopmasına ve öldükten sonra bütün insanların tekrar dirilmesine memur edilmiştir. Kim bilir bunların daha nice görevleri vardır!.. Ayrıca Hafeze ve Kiramen Kâtibin denilen melekler vardır. Bunlardan her insanın yanında iki melek bulunur. Biri insanın güzel işlerini, diğeri de yaptığı kötü işleri yazar. Bu şekilde insanın amel defterini meydana getirirler. İşte her şeyi bir hikmete bağlı olarak yaratmış olan Yüce Allah, melekleri de bu gibi görevleri yapmak ve kendi adaletini tanıtmak, kudret ve hakimiyetini göstermek için hikmeti gereği yaratmıştır. “Senin Rabbin her şeyi bilen yaratıcıdır.” (Hicr: 86) AHİRETE İMAN Ahiret bu dünyadan sonraki nihayetsiz (sonsuz) âlemdir. Yüce Allah, içinde yaşadığımız bu dünya ve üzerinde olan tüm varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. Bir gün gelecek, bu dünyadan ve üzerinde bulunanlardan hiç bir eser kalmayacaktır. Allah’ın taktir ettiği gün gelince, insanlarla beraber bütün canlı ve cansız varlıklar yok olacaktır. Bütün dağlar-taşlar, yerler-gökler parçalanacaklardır. Böylece bu âlem bambaşka bir âlem olacaktır. Bu, kıyamettir. Bundan sonra yine Yüce Allah’ın taktir ettiği zaman gelince, bütün insanlar yeniden dirilecektir. İnsanların hepsi “Mahşer” denilen çok geniş ve düz bir sahada toplanmış olacaklar ve yeni bir hayat başlayacaktır. Buna “Umumi Haşr” denilir. Bu yeni hayatın başlayacağı günden itibaren, bitmez ve tükenmez, sonu gelmez bir halde devam edecek olan âleme, ahiret âlemi denir. Buna inanmak da, müslümanlıkta bir esastır. Kıyametin kopması ve ahiretin meydana gelmesi, Kur’an’ın ayetleriyle, peygamberin hadisleriyle ve ümmetin birliği ile sabittir. Diğer bütün peygamberler de kendi ümmetlerine bu gerçeği bildirmişlerdir. Onun için ahirete iman etmek büyük bir görevdir ve her din için önemli bir inançtır. Kudretine nihayet bulunmayan Yüce Allah için, gelecekte ahiret hayatını meydana getirmek pek kolay şeydir. Âlimleri yoktan var eden, hele insanları bir çok güç ve meziyetlerle yaratıp kendilerine hayat veren büyük yaratıcımız için, bütün bu âlemleri yok ettikten sonra tekrar yaratmak zor bir şey midir? Bir şeyi önce var eden, sonra onu tekrar var edemez mi? Bunları tekrar var edemeyen yaratıcı olur mu? Hayır, Yüce Allah öyle bir yaratıcıdır ki, nice âlemleri yoktan var etmiştir ve nice âlemleri yaratmaya kadirdir. Bir kere astronomi ilmine bakalım: Ucu bucağı olmayan bir boşlukta dolaşıp duran ve zaman zaman parlayıp sönen yüz binlerce nur ve ışık âlemini bu ihtişamları ile yaratmış olan Allah, ahiret âlemini de yaratmaya kadirdir. Allah’a hamd olsun ki, biz Müslümanlar, ahiret gününe, ahiretin sonsuz hayatına, cennet ve cehennemin daha önceden yaratılmış olduğuna inanıyoruz. İşte bu iman bizi kurtuluşa götürür, ruhumuzu yükseltir ve bizi mutluluğa kavuşturur. Bu imandan yoksun olmak, insanı şaşırtıp sapıklığa düşürür, her türlü fenalığa sürükler ve hem dünyada hem de ahirette yüzü kara eder. Kıyametin Oluşu ve Başlangıç Alâmetleri Ahiret hayatı başlamadan önce, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bütün insanların ve bütün âlemlerin başına kıyamet kopacaktır. Bu kıyametin kopmasını “Sûr’a birinci üfürüş”olayı meydana getirecektir. Şöyle ki: Melek İsrafil (aleyhisselâm) “Sûr” denilen ve niteliği Yüce Allah tarafından bilinen bir ses verme cihazına üfürecektir. Bundan çıkan korkunç bir ses ile bütün canlılar ölecek, her şey alt üst olacaktır. Bildiğimiz yer sarsıntıları, suy basmaları, yanardağların patlamaları, yıldırımların düşmesi ve yerlerin çökmesi gibi birtakım olaylar yüzünden yeryüzünde ne korkunç ve ne büyük felâketler meydana gelmektedir. Bunlardan her biri, Yüce Allah’ın büyük kudretini gösteren nişanlardır. İşte yeryüzünde ve göklerde büyük kıyametin kopması da, bizce bilinmeyen çok korkunç ses ve gürültü ile (Sûr’a üfürülmesinin dehşetiyle) olacaktır. Kim bilir, hatır ve hayalimize gelmeyen daha nice büyük olaylar ve görüntüler buna eşlik edecektir. Bütün âlemdeki düzen ve ölçü, ancak Yüce Allah’ın eseridir, O’nun kudretinin delilidir. Yüce Allah bu düzen ve ölçüyü herhangi bir sebeple bir an içinde kaldırınca, bütün varlıklar hemen altüst olur, maddeler arsındaki bağlantıdan hiç bir eser kalmaz, hiç bir canlının yaşamasına imkân kalmaz. İşte bu umumi (genel) kıyamettir. Bunun kopacağını ancak Yüce Allah bilir. Kıyametin alâmetlerine gelince: Bunlar, Eşrat-ı Saat (Kıyamet Alâmetleri ) denen bazı tuhaf ve çirkin olağanüstü olaylardır. Bunların meydana geleceğini Peygamber Efendimiz bildirmiştir. Başlıcalrı şunlardır; 1) Din konusunda bilgisizliğin her tarafa yayılması, sarhoşluk veren şeylerin içilmesi, zina ve benzeri kötülüklerin çoğalması, öldürme olaylarının artması... Bunlara küçük alâmetler denir. 2) Müminleri nezleye tutulmuş ve kafirleri sarhoş olmuş gibi yapacak bir dumanın çıkması. 3) Deccal adında bir şahsın türeyip tanrılık davasında bulunması ve sonra kaybolup gitmesi. 4) Ye’cüc ve Me’cüc adında iki milletin yeryüzüne yayılarak bir müddet bozgunculuğa çalışması 5) Hazret-i İsa’nın gökten inerek bir müddet Peygamber Efendimizin şeriatı ile amel etmesi... 6) “Dabbetü-l- Arz” adında canlı bir yaratığın yerden çıkarak insanlara karşı sözler söylemesi ... 7) Yemen tarafında korkunç bir ateş çıkarak etrafa dağılması... 8) Doğu ile batıda ve Arap yarımadasında birer büyük yer çöküntüsü olması 9) Güneşin az bir zaman için battığı yerden doğması... Bu alâmetlere de Büyük Alâmetler denir. Bütün bu olaylar Yüce Allah’ın kudretine göre hiç bir zaman imkansız sayılmaz. İçinde yaşadığımız bu âlemdeki olayların her biri, acaib bir yaratışın ve büyük bir kudretin nişanıdır, bir üstünlük örneğidir. Artık Kıyamet Alâmetleri denilen bu olayları düşünen hangi insan imkansız görebilir? Bundan önce varlıklarına imkan verilmeyen nice büyük icatlar ortaya çıkmıyor mu? İnsanların zekâ ve çalışmaları sayesinde böyle birtakım büyük ve güzel şeyle meydana geldiği halde, yaratıcımızın büyük kudreti ile artık nelerin meydana gelebileceğini düşünelim. “Bütün bunları yaratmak Allah’a güç değildir.” (İbrahim:20) Ahirete Ait Olaylar Kıyamet koptuktan bir süre sonra Yüce Allah’ın emriyle sura ikinci üfürüş olacaktır. Bunun üzerine bütün insanlar dirilecek yerlerinden kalkacaklar ve mahşer (toplantı) meydanında bir araya gelmiş olacaklardır. Bir insanın bedeni yüz binlerce parçaya ayrılsa, her tarafa savrulup saçılsa ve çürüyüp kaybolsa, yine bunlar Yüce Allah’ın ilminden kudretinden dışta kalmazlar. Yüce Allah dilediği zaman bunları kudreti ile bir araya toplayıp diriltir, dilediği sonuca kavuşturur. İnsanların yeniden böyle hayat bulmalarına Haşr-i Escad (Bedenlerin toplanması) denilir. Bu olay, ruhların bedenlerine yeniden girmesiyle meydana gelecektir. Bilindiği gibi, ruhlar Allah’ın birer emridir. Onların gerçek halleri insanlar tarafından bilinmez. İnsanlar ölünce, onların ruhları geçici bir zaman için başka bir âleme gider. Orada dünyada yapmış olduğu işlere göre ya rahat yaşar yahut azab görür. O âleme Berzah Âlemi denir. Bu, dünya ile ahiretten başka olan bir âlemdir. Hayatla ölüm arasında uyku hali ne ise, ölüm ile ahiret hayatı arasında olan Berzah âlemi de onun benzeridir. Bunun gerçek halini ancak Yüce Allah bilir. İşte ruhlar, ebedi bir şekilde ölümden ve yok olmaktan kurtulmuş oldukları için, ahiret hayatı başlayınca her ruh, Allah’ın kudreti ile meydana gelecek olan kendi bedenine geri döner. Onunla birleşerek beraberce Mahşer’e gider. Bu esas bakımdan cisimle ruhun bir araya gelmesinden başka bir şey değildir. Mahşer’de her mükellef (yükümlü) insan sorguya çekilecektir. Dünyada yaptığı işleri gösteren amel defteri kendisine verilecek, dünyadaki amelleri tartıya konacaktır. Müminlerin bir kısmı peygamberlerin ve diğer büyük kimselerin şefaatına kavuşacaktır. Her insan “Sırat” denilen köprüden geçmek zorunda kalacaktır. insanların bir kısmı Sırat’ı geçerek Cennet’e girecek, bir kısmı da bundan geçemeyip Cehennem’e düşecektir. Şöyle ki 1)Ahiret gününde sorguya çekilme, yükümlü olan bütün yaratıkların Allah tarafından hesaba çekilmesidir. Mahşer de büyük bir adalet mahkemesi kurulacak ve herkesin dünyada yaptıkları sorulacak, ona göre karar verilecektir. Daha önce de insan öldüğü zaman kabrinde “Münker ve Nekir” denilen iki melek tarafından sorguya çekilecektir. Ölüye soracaklardır: Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir? Kıblen neresidir? Buna kabr sorgusu denir. 2) Amellerin yazılı olduğu defter, her insanın dünyada iyi ve kötü her işlediği şeyin yazılı olduğu defterdir. Melekler tarafından yazılmış olan bu defter, ahirette sahibine verilecek ve ona: “Al, kitabını oku!”denilecek ve böylece hiçbir şey gizli kalmayacaktır. 3) Mizan, Mahşer’de herkesin dünyada yapmış olduğu işleri tartmaya mahsus bir adalet ölçüsüdür ki bununla amellerin iyi ve kötü miktarı anlaşılmış olur. 4) Sırat Cehennem’in üzerine kurulmuş, üzerinden geçilmesi pek zor olan bir köprüdür. Bunun üzerinden Allah’ın iyi kulları çok kolaylıkla geçer. Öyle ki, bir kısmı şimşek çakar gibi aniden geçer ve Cennet’e girer. Kafirler ile Müminlerden bağışlanmamış kimseler geçemeyip Cehennem’e düşeceklerdir. Kâfirler ebedi olarak orda kalacaklar, müminler ise cezalarını doldurduktan sonra Cennet’e gireceklerdir. 5) Cennet, hatır ve hayale gelmeyen maddi ve manevi nimetleri içinde toplayan, hiçbir zaman yok olmayan ve bugün mevcut olan sekiz bölümlü bir mükafat âlemidir. Bulunduğu yeri ancak Allah bilir. 6) Cehennem bütün kâfirlerle bazı günahkâr müminler için yaratılmış olan yedi aşağı tabakaya bölünmüş bir azab kaynağıdır. Burada kâfirler burada ebedi olarak kalacaklar ve azab çekeceklerdir. Günahkâr müminler ise, bir müddet azab çektikten sonra bağışlanarak Cennet’e konulacaklar. Cehennem’in bulunduğu yeri ancak Allah bilir. 7) Kevser Havuzu, Mahşer günü Yüce Allah tarafından peygamberimize ikram buyurulacak olan gayet büyük bir havuzdur. Bunun çok tatlı ve berrak suyundan müminler içecekler. Mahşer’in dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir. 8) Şefaat, ahiret günü bir kısım müminlerin bağışlanmaları ve bazı itaatli müminlerin de yüksek derecelere ermeleri için peygamberlerimizin ve bazı büyük zatların Yüce Allah’dan dilek ve yalvarışta bulunmalarıdır. Ahirette bütün insanlara ait hesaba çekilme işinin bir an önce yapılması için en büyük şefaatte bulunacak kimse, Hazret-i Peygamber Efendimizdir. Onun bu şefaatine Şefaat-ı Uzma (En Büyük Şefaat) denir. Peygamberimizin sahib olduğu Cennetteki yüksek makama da Makam-ı Mahmud (Övülen Makam) denir. Bütün bu saydığımız şeylerin aslını ve özünü ayrıntıları ile bilmek ancak Yüce Allah’a mahsustur. Ahiretle ilgili bütün bu olayların var olduğunu kabullenmek, Yüce Allah’ın kudret ve azametini düşünüp sezebilenler için asla uzak ve imkansız görülmez. Yüce Allah’a hamd olsun ki, biz bunların hepsine inanmış ve iman etmiş bulunuyoruz. “Allah her şeye gücü yetendir.” (Kehf:45) Ahiretin Varlığındaki Hikmet Bilindiği gibi, Yüce Allah’ın varlığı ezelidir, ebedidir. O’nun kudreti de sonsuzdur. Her işinde de nice hikmetler vardır. O’nun yaratıcılık sıfatı her zaman varlığını gösterecektir. O’nun yarattığı ve yaratacağı varlıkların bir kısmı devam edecektir. Kim bilir içinde yaşadığımız bu âlemi ne kadar asırlar önce yaratmıştır! Sonrada bu âlemde bir takım ibadet ve görevlerle yükümlü olmak üzere insanları seçkin bir sınıf olarak meydana getirmiştir. Bütün insanlar ve diğer nice yaratılmış varlıklar boşuna mı yaratılmıştır? Geçici bir zaman yaşayıp da sonra tamamen yok olsunlar diye mi, bu kadar mükemmel surette meydana getirilmişlerdir? Hayır, böyle bir iddiaya insanın vicdanı isyan eder. Her zerrede görülen hikmet buna karşı çıkar. Şüphe yok ki, insanlar bu dünyaya bir imtihan için getirilmiştir. Bu âlemde yapmış oldukları iyi veya kötü amellerini sonuçlarına ve karşılıklarına başka bir âlemde ebedi olarak kavuşmak için yaratılmışlardır. Bu dünyada herkes yaptığının karşılığını yeter derecede göstermektedir. Nice saygıdeğer iyi insanlar sefil bir halde yaşarlar. Nice sapık ve azgın kimseler de, rahatlık içinde yaşayarak kötü yürüyüşlerinin cezasını dünyada görmezler. Bu bakımdan Yüce Allah’ın adaletinin tam manasıyla gerçekleşeceği bir âlem lazımdır ki, herkes yaptığı işlerin karşılığını orada bulsun. Böylece Yüce Allah’ın yaratıcılık sıfatı kendisini daima göstersin. Şunu da düşünmelidir: Bu dünyada insanlar ve diğer sorumlu yaratıklar iki kısma ayrılmıştır: Bir kısmı üzerine düşen görevleri yerine getirmekte ve Allah’ın varlığına değişmez bir inançla sarılmış bulunmaktadır. Bu değişmez ve devamlı inanç sahiblerinin mükâfatları da ahiret hayatında ebedi olacaktır. Diğer bir kısmı ise, görevlerini kötüye kullandıklarından Yaratıcısını unutmuşlar ve nefislerine uyarak gittikleri sapık yolun doğruluğuna devamlı bir inançla bağlanmışlardır. Milyarlarca sene yaşayacak olsalar dahi, kendi inanç ve inkârlarını terketmeme kararında bulunurlar. Onu için bunların cezası da, kendi inançları gibi ebedî olacaktır. Ahirette sonu gelmeyen bir azaba düşeceklerdir. Şunu da ilave edeyim ki, Yüce Allah katında güzel iman o kadar makbul ve büyük bir şeydir ki, onun karşılığı, Allah’ın bir ihsanı olarak sonsuz bir mükâfattır. Allah’ı inkâr edip batıla tapınmak da, o kadar büyük bir cinayettir ki, bunun karşılığı da, sonsuz bir azabdan başka bir şey değildir. “İyi insanlar Naîm’de (Nimet Veren’de), günahkâr kimseler de cehennemdedirler.” (İnfitar:13-14) KAZA VE KADERE İMAN Bilindiği gibi, Yüce Allah’dan başka yaratıcı yoktur. Bu kâinatta meydana gelen her şey, muhakkak Yüce Allah’ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla olur. Onun için herhangi bir şeyin belirli bir şekilde meydana gelmesini, Cenabı Hakk’ın ezelde dilemiş olmasına “Kader” denir. Yüce Allah’ın böyle dilemiş olduğu herhangi bir şeyi, zamanı gelince meydana getirmesine de “Kaza” denir. Örnek: herhangi bir insanın falan günde meydana gelmesini Yüce Allah’ın ezelde dilemiş olması bir kaderdir. O insanın taktir edilmiş günde yaratılması da bir kazadır. Bununla beraber kaza sözü, taktir ve hüküm manasına da gelir. Kaza ve kadere iman da, müslümanlarca bir esastır. Bunlara inanmak, Yüce Allah’a iman esaslarından sayılır. Allah’ın varlığını ve birliğini bilen, O’nun kâinatın tek hakimi olduğuna inanan bir insan için kazaya ve kadere iman etmemek mümkün olmaz. Hangi mümkün şey vardır ki, Yüce Allah’ın taktir ettiği taktirde meydana gelmesin? Hangi şey vardır ki, Yüce Allah’ın dilemediği halde o meydana gelebilsin? Onun için biz Allah’ın kaza ve kaderine inanırız, kaza ve kadere razı oluruz. Bu bizim iman borcumuzdur. Fakat kendi irademizin ve kendi kazancımızın neticesi olmak üzere, Yüce Allah’ın yaratmış olduğu bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah’ın rızasına aykırı olması bakımından, bizim bunlara razı olmamamız gereklidir. Bunlara rıza göstermek caiz olmaz ve bunlara Makzî (Kulun dilemesi üzerine Allah tarafından gerçekleşmesine hüküm verilmiş işler) denir. Örnek: Bir insan günah işlemek ister, irade ve gücünü o günah tarafına yöneltir. Yüce Allah’ta dilerse, bu günahı o insanın arzusuna göre yaratır. İşte bu günah, Yüce Allah’ın rızasına aykırı olduğu için, ona razı olamayız. Bunun içindir ki, kazaya rıza göstermek, Makzîye rızayı gerektirmez Kaza ve kadere imanın faydasına gelince: Şüphe yok ki, insan bu iman sayesinde Allah’ın yaratıcılığını kudret ve hakimiyetini tanımış olur. Böylece ruhu güç kazanmış olur, ahlâk duyguları yükselir, hayata büyük bir güçle atılır ve başarıdan başarıya ulaşır. Çünkü Yüce Allah’ın kaza ve kaderine razı olan bir kimse, hiçbir şeyden yılmaz, sebeplere sarılmayı da, kaza ve kaderin gereği bilir. Bir işte başarısızlığa uğrayacak olsa, “bunda kim bilir Allah’ın ne gibi gizli hikmetleri vardır” diye düşünür. Allah’ın kazasına razı olur ve ümitsizliğe düşmez, azminde gevşeklik olmaz, heyecana kapılmaz, huzur içinde üzüntü çekmeyen kalb ile hayat alanındaki çalışmasını sürdürür. “Kim Allah’a güvenirse Allah ona yeter.” (Talak:3) Kaza ve Kadere İman Sorumluluğa Engel Değildir Kaza ve kader, insanların iradelerine, kudretlerine ve çalışıp kazandıkları şeylerden sorumlu olmalarına engel ve aykırı değildir. Şöyle ki: Yüce Allah insanlara bir güç ve irade (ihtiyar) vermiştir. Bir insan kendi gücünü ve iradesini bir işe harcasa, buna Kesp (kazanç) denir. Yüce Allah’da dilerse, o işi insanın isteğine göre yaratır. Bu da bir kaza bir yaratıştır. Onun için insanın bu kazancı, kendi cüz’i irade ve isteği ile olduğundan, oişin değerine göre sorumlu olması gerekir. Yoksa: “Ne yapayım, kader böyle imiş!”diyerek kendisini sorumluluktan kurtaramaz. Bununla beraber bir insan bir işi yapacağı zaman, kaderin ne olduğunu bilemez, kendi düşünce ve arzusuna göre hareket eder. İşin nasıl sonuçlanacağını önceden bilmediği bir kadere işini dayayarak kendisini işin sorumluluğundan beri görmeye hakkı yoktur. Bir insanın kendisini her türlü bir iradeden yoksun görmesi bir Cebr (Zorakilik) inancıdır ki, bu doğru değildir. Bizim işlerimizden bir kısmı, arzu ve irademize bağlıdır. Meselâ: Ellerimiz bazen hastalık sebebiyle bazen titrer, bazen de ellerimizi kendimiz titretiriz. Şimdi bu iki titreme arsında fark yok mudur? Elbette vardır; birinci titreyiş cebrîdir (ihtiyarımızla değildir). İkinci titreyiş ise ihtiyarımızla , kendi istek ve irademizledir. Cebri savunanlar, çok kere bu iddialarını kendileri bozarlar. Meselâ: Onlardan birine bir kimse bir tokat vursa, hemen kızarlar ve karşılık vermeye kalkışırlar. Oysa kendi iddialarına göre, o kimseyi suçlu görmemek gerekirdi. Çünkü onun bir tokat vurması, onların inançlarına göre bir kader gereğidir. Tokat vuran bu işi yapmaya mecburdur. Onun için sorumlu olmaktan beridir. Birde cebir iddiasına kalkışanların, kendi inanışlarına göre, yaptıkları iyi işlerden dolayı Yüce Allah’dan bir mükâfat beklememeleri gerekir. Çünkü o işlerde bir kader neticesidir, onlara göre kulun bu işlerde bir tesiri yoktur, yaratan Allah’dır. Kötü işlerin sorumluluklarını kabul etmedikleri halde, iyi işlerinden nasıl mükâfat bekleyebilirler? Aksine olarak insanın her işi yapmakta tamamen kudret ve iradeye sahip olduğuna, her şeyi başardığına inanmak da “Kaderiye” mezhebine sapmaktır. Bu da doğru değildir. Bu durumda insan bir nevi kendisini yaratıcı sanmış ve Allah’a has olan bir sıfatı takınma cesaretini göstermiş olur. Sonuç: İnsan kâsibdir (iradesi ile iş kazanır), Yüce Allah’ta işi yaratır. Bu dünya bir imtihan âlemidir. Yüce Allah hikmeti gereği insanlara güç ve kuvvet vermiştir. Bu sebeple de kulu sorumlu ve yükümlü tutmuştur. İnsan yaratıcısının bu ihsanını hayırlı işlere harcarsa hayır (mükâfat) görür. Kötülüğe harcarsa azaba düşer. Bunun için insanların görevleri kendi hayatlarını kurtarıp parlak bir hayata kavuşmak için hem dünyaya, hem de ahiretine ait işlerini güzelce yapmaya çalışmaktır. Yoksa: “Kaza ve kader ne ise o meydana gelir” deyip bu çalışmayı terk etmek asla caiz olamaz. İslâm Dini tembelliğe ve gevşekliğe cevaz vermez. “İnsana ancak çalıştığı vardır.”(Necm ) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
THEJUDGE Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 MELEKLERE İMAN Melekler ruh gibi lâtif ve ruhanî varlık olup asıl vasıfları Allah tarafından bilinen ve büyük sahib olan Allah’ın kullarıdır. Meleklerin bir kısmı daima ibadet ve zikirle uğraşır. Bir kısmı da yer ve göklerde bir çok işlerle meşgul olurlar. Melekler yemekten, içmekten, evlenmekten, doğup doğurmaktan, beridirler. Değişik şekillere girmeye kabiliyetleri vardır. Yüce Allah’ın emirlerine asla isyan etmezler. Görevlerini emrettikleri şekilde aynen yaparlar. Kıyamete kadar kudsiyet içinde yaşayıp manevî bir zevk ile geçerlidir. Müminler meleklerin varlığına iman etmekle yükümlüdürler. Onların varlığı aslında mümkün olan şeydir. Gerçekte varlıkları ise, bütün peygamberler ve onlara verilen kitaplar tarafından bildirilmiştir. Artık melekleri inkâr, bütün peygamberleri ve kitapları inkâr sayılacağından onları inkâr asla caiz olmaz. Bundan dolayıdır ki, öteden beri meleklerin varlığına bütün melekler iman ede gelmiştir. Onun için meleklere iman etmek, bizim dinimizde de şarttır. Meleklerin varlığını bütün peygamberler ve bütün semavî kitaplar haber vermişlerdir. Bu âlemde bizim bildiğimiz ve nice bilmediğimiz gizli aşikâr varlıklar vardır. Bugün varlıkları keşfedilmiş veya henüz keşfedilmemiş nice kuvvetler mevcuttur. Hatta akıl ve şuura sahip olup gözle görülmeyen “Cin” adlı yaratıklar vardır. Onların varlığını peygamberler ve kitaplar bildirmiştir. Onların da insanlar gibi bir kısmı mümin, bir kısmı kâfirdir. Akla ve şuura, kuvvet ve kudrete sahip varlıkların yalnız insanlar olduğunu söylemek, koca kâinatın yaratıcısı olan Yüce Allah’ın kudret ve büyüklüğünü düşünmemekten ileri gelir. Bir şey gözle görülmediğinden ve duygularımızla anlaşılmadığından dolayı o inkâr edilemez. Nitekim kendi ruhumuzu ve vicdanımızı görmediğimiz halde bunları inkâr edemiyoruz. Bu kâinatın büyüklüğü karşısında küçük bir parça yerinden sayılan yeryüzünde cins ve şekilleri anlatılamayacak kadar canlı varlıklar yaşamakta iken, başka bildiğimiz ve bilmediğimiz âlemlerde bizim yaratılışımıza aykırı biçimde akıllı ve şuurlu yaratıkların bulunmadığı nasıl söylenebilir? Meleklerin Varlığındaki Hikmet Meleklerin yaratılışındaki hikmeti tamamiyle ancak Yüce Allah bilebilir. Biz şunu söyleyebiliriz: Yüce Allah, kudret ve hikmetine son olmayan bir yaratıcıdır. Nice sayısız âlemler yaratmıştır. Yüce Allah kendi varlığını bilsinler ve kendine ibadet etsinler diye, insanları ve cinleri yarattığı gibi, melekleri de yaratmıştır. Bunları da âlemde bir takım grevlerle görevlendirmiştir. Böylece kaînatın düzenini sağlamıştır. Bu sayede Yüce Allah’ın her varlık üzerinde kudreti görülüyor, her şey O’nun varlığına şahit bulunuyor, insan kendi varlığının daima üstün ve gizli kuvvetler tarafından göz altında bulunduğunu düşünerek uyanık bir halde yaşıyor. Cebrail, Mikâil, Azrail ve İsrafil adında dört melek vardır. Bunlar meleklerin en büyükleridir. Bunların yanında birçok melekler daha bulunur. Cebrail (Cibril) aleyhisselâm, Yüce Allah’^ın kitaplarını peygamberlere getirip tebliğ etmekle görevlidir. Mikâil aleyhisselâm, yeryüzündeki, rüzgâr, yağmur, ekin ve benzeri olayların meydana gelmesi için görevlendirilmiştir. Azrail aleyhisselâm, insanların ölme (ecel) vakitleri gelince ruhlarını almak için görevlidir. İsrafil aleyhisselâm da, kıyamet gününün kopmasına ve öldükten sonra bütün insanların tekrar dirilmesine memur edilmiştir. Kim bilir bunların daha nice görevleri vardır!.. Ayrıca Hafeze ve Kiramen Kâtibin denilen melekler vardır. Bunlardan her insanın yanında iki melek bulunur. Biri insanın güzel işlerini, diğeri de yaptığı kötü işleri yazar. Bu şekilde insanın amel defterini meydana getirirler. İşte her şeyi bir hikmete bağlı olarak yaratmış olan Yüce Allah, melekleri de bu gibi görevleri yapmak ve kendi adaletini tanıtmak, kudret ve hakimiyetini göstermek için hikmeti gereği yaratmıştır. “Senin Rabbin her şeyi bilen yaratıcıdır.” (Hicr: 86) AHİRETE İMAN Ahiret bu dünyadan sonraki nihayetsiz (sonsuz) âlemdir. Yüce Allah, içinde yaşadığımız bu dünya ve üzerinde olan tüm varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. Bir gün gelecek, bu dünyadan ve üzerinde bulunanlardan hiç bir eser kalmayacaktır. Allah’ın taktir ettiği gün gelince, insanlarla beraber bütün canlı ve cansız varlıklar yok olacaktır. Bütün dağlar-taşlar, yerler-gökler parçalanacaklardır. Böylece bu âlem bambaşka bir âlem olacaktır. Bu, kıyamettir. Bundan sonra yine Yüce Allah’ın taktir ettiği zaman gelince, bütün insanlar yeniden dirilecektir. İnsanların hepsi “Mahşer” denilen çok geniş ve düz bir sahada toplanmış olacaklar ve yeni bir hayat başlayacaktır. Buna “Umumi Haşr” denilir. Bu yeni hayatın başlayacağı günden itibaren, bitmez ve tükenmez, sonu gelmez bir halde devam edecek olan âleme, ahiret âlemi denir. Buna inanmak da, müslümanlıkta bir esastır. Kıyametin kopması ve ahiretin meydana gelmesi, Kur’an’ın ayetleriyle, peygamberin hadisleriyle ve ümmetin birliği ile sabittir. Diğer bütün peygamberler de kendi ümmetlerine bu gerçeği bildirmişlerdir. Onun için ahirete iman etmek büyük bir görevdir ve her din için önemli bir inançtır. Kudretine nihayet bulunmayan Yüce Allah için, gelecekte ahiret hayatını meydana getirmek pek kolay şeydir. Âlimleri yoktan var eden, hele insanları bir çok güç ve meziyetlerle yaratıp kendilerine hayat veren büyük yaratıcımız için, bütün bu âlemleri yok ettikten sonra tekrar yaratmak zor bir şey midir? Bir şeyi önce var eden, sonra onu tekrar var edemez mi? Bunları tekrar var edemeyen yaratıcı olur mu? Hayır, Yüce Allah öyle bir yaratıcıdır ki, nice âlemleri yoktan var etmiştir ve nice âlemleri yaratmaya kadirdir. Bir kere astronomi ilmine bakalım: Ucu bucağı olmayan bir boşlukta dolaşıp duran ve zaman zaman parlayıp sönen yüz binlerce nur ve ışık âlemini bu ihtişamları ile yaratmış olan Allah, ahiret âlemini de yaratmaya kadirdir. Allah’a hamd olsun ki, biz Müslümanlar, ahiret gününe, ahiretin sonsuz hayatına, cennet ve cehennemin daha önceden yaratılmış olduğuna inanıyoruz. İşte bu iman bizi kurtuluşa götürür, ruhumuzu yükseltir ve bizi mutluluğa kavuşturur. Bu imandan yoksun olmak, insanı şaşırtıp sapıklığa düşürür, her türlü fenalığa sürükler ve hem dünyada hem de ahirette yüzü kara eder. Kıyametin Oluşu ve Başlangıç Alâmetleri Ahiret hayatı başlamadan önce, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bütün insanların ve bütün âlemlerin başına kıyamet kopacaktır. Bu kıyametin kopmasını “Sûr’a birinci üfürüş”olayı meydana getirecektir. Şöyle ki: Melek İsrafil (aleyhisselâm) “Sûr” denilen ve niteliği Yüce Allah tarafından bilinen bir ses verme cihazına üfürecektir. Bundan çıkan korkunç bir ses ile bütün canlılar ölecek, her şey alt üst olacaktır. Bildiğimiz yer sarsıntıları, suy basmaları, yanardağların patlamaları, yıldırımların düşmesi ve yerlerin çökmesi gibi birtakım olaylar yüzünden yeryüzünde ne korkunç ve ne büyük felâketler meydana gelmektedir. Bunlardan her biri, Yüce Allah’ın büyük kudretini gösteren nişanlardır. İşte yeryüzünde ve göklerde büyük kıyametin kopması da, bizce bilinmeyen çok korkunç ses ve gürültü ile (Sûr’a üfürülmesinin dehşetiyle) olacaktır. Kim bilir, hatır ve hayalimize gelmeyen daha nice büyük olaylar ve görüntüler buna eşlik edecektir. Bütün âlemdeki düzen ve ölçü, ancak Yüce Allah’ın eseridir, O’nun kudretinin delilidir. Yüce Allah bu düzen ve ölçüyü herhangi bir sebeple bir an içinde kaldırınca, bütün varlıklar hemen altüst olur, maddeler arsındaki bağlantıdan hiç bir eser kalmaz, hiç bir canlının yaşamasına imkân kalmaz. İşte bu umumi (genel) kıyamettir. Bunun kopacağını ancak Yüce Allah bilir. Kıyametin alâmetlerine gelince: Bunlar, Eşrat-ı Saat (Kıyamet Alâmetleri ) denen bazı tuhaf ve çirkin olağanüstü olaylardır. Bunların meydana geleceğini Peygamber Efendimiz bildirmiştir. Başlıcalrı şunlardır; 1) Din konusunda bilgisizliğin her tarafa yayılması, sarhoşluk veren şeylerin içilmesi, zina ve benzeri kötülüklerin çoğalması, öldürme olaylarının artması... Bunlara küçük alâmetler denir. 2) Müminleri nezleye tutulmuş ve kafirleri sarhoş olmuş gibi yapacak bir dumanın çıkması. 3) Deccal adında bir şahsın türeyip tanrılık davasında bulunması ve sonra kaybolup gitmesi. 4) Ye’cüc ve Me’cüc adında iki milletin yeryüzüne yayılarak bir müddet bozgunculuğa çalışması 5) Hazret-i İsa’nın gökten inerek bir müddet Peygamber Efendimizin şeriatı ile amel etmesi... 6) “Dabbetü-l- Arz” adında canlı bir yaratığın yerden çıkarak insanlara karşı sözler söylemesi ... 7) Yemen tarafında korkunç bir ateş çıkarak etrafa dağılması... 8) Doğu ile batıda ve Arap yarımadasında birer büyük yer çöküntüsü olması 9) Güneşin az bir zaman için battığı yerden doğması... Bu alâmetlere de Büyük Alâmetler denir. Bütün bu olaylar Yüce Allah’ın kudretine göre hiç bir zaman imkansız sayılmaz. İçinde yaşadığımız bu âlemdeki olayların her biri, acaib bir yaratışın ve büyük bir kudretin nişanıdır, bir üstünlük örneğidir. Artık Kıyamet Alâmetleri denilen bu olayları düşünen hangi insan imkansız görebilir? Bundan önce varlıklarına imkan verilmeyen nice büyük icatlar ortaya çıkmıyor mu? İnsanların zekâ ve çalışmaları sayesinde böyle birtakım büyük ve güzel şeyle meydana geldiği halde, yaratıcımızın büyük kudreti ile artık nelerin meydana gelebileceğini düşünelim. “Bütün bunları yaratmak Allah’a güç değildir.” (İbrahim:20) Ahirete Ait Olaylar Kıyamet koptuktan bir süre sonra Yüce Allah’ın emriyle sura ikinci üfürüş olacaktır. Bunun üzerine bütün insanlar dirilecek yerlerinden kalkacaklar ve mahşer (toplantı) meydanında bir araya gelmiş olacaklardır. Bir insanın bedeni yüz binlerce parçaya ayrılsa, her tarafa savrulup saçılsa ve çürüyüp kaybolsa, yine bunlar Yüce Allah’ın ilminden kudretinden dışta kalmazlar. Yüce Allah dilediği zaman bunları kudreti ile bir araya toplayıp diriltir, dilediği sonuca kavuşturur. İnsanların yeniden böyle hayat bulmalarına Haşr-i Escad (Bedenlerin toplanması) denilir. Bu olay, ruhların bedenlerine yeniden girmesiyle meydana gelecektir. Bilindiği gibi, ruhlar Allah’ın birer emridir. Onların gerçek halleri insanlar tarafından bilinmez. İnsanlar ölünce, onların ruhları geçici bir zaman için başka bir âleme gider. Orada dünyada yapmış olduğu işlere göre ya rahat yaşar yahut azab görür. O âleme Berzah Âlemi denir. Bu, dünya ile ahiretten başka olan bir âlemdir. Hayatla ölüm arasında uyku hali ne ise, ölüm ile ahiret hayatı arasında olan Berzah âlemi de onun benzeridir. Bunun gerçek halini ancak Yüce Allah bilir. İşte ruhlar, ebedi bir şekilde ölümden ve yok olmaktan kurtulmuş oldukları için, ahiret hayatı başlayınca her ruh, Allah’ın kudreti ile meydana gelecek olan kendi bedenine geri döner. Onunla birleşerek beraberce Mahşer’e gider. Bu esas bakımdan cisimle ruhun bir araya gelmesinden başka bir şey değildir. Mahşer’de her mükellef (yükümlü) insan sorguya çekilecektir. Dünyada yaptığı işleri gösteren amel defteri kendisine verilecek, dünyadaki amelleri tartıya konacaktır. Müminlerin bir kısmı peygamberlerin ve diğer büyük kimselerin şefaatına kavuşacaktır. Her insan “Sırat” denilen köprüden geçmek zorunda kalacaktır. insanların bir kısmı Sırat’ı geçerek Cennet’e girecek, bir kısmı da bundan geçemeyip Cehennem’e düşecektir. Şöyle ki 1)Ahiret gününde sorguya çekilme, yükümlü olan bütün yaratıkların Allah tarafından hesaba çekilmesidir. Mahşer de büyük bir adalet mahkemesi kurulacak ve herkesin dünyada yaptıkları sorulacak, ona göre karar verilecektir. Daha önce de insan öldüğü zaman kabrinde “Münker ve Nekir” denilen iki melek tarafından sorguya çekilecektir. Ölüye soracaklardır: Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir? Kıblen neresidir? Buna kabr sorgusu denir. 2) Amellerin yazılı olduğu defter, her insanın dünyada iyi ve kötü her işlediği şeyin yazılı olduğu defterdir. Melekler tarafından yazılmış olan bu defter, ahirette sahibine verilecek ve ona: “Al, kitabını oku!”denilecek ve böylece hiçbir şey gizli kalmayacaktır. 3) Mizan, Mahşer’de herkesin dünyada yapmış olduğu işleri tartmaya mahsus bir adalet ölçüsüdür ki bununla amellerin iyi ve kötü miktarı anlaşılmış olur. 4) Sırat Cehennem’in üzerine kurulmuş, üzerinden geçilmesi pek zor olan bir köprüdür. Bunun üzerinden Allah’ın iyi kulları çok kolaylıkla geçer. Öyle ki, bir kısmı şimşek çakar gibi aniden geçer ve Cennet’e girer. Kafirler ile Müminlerden bağışlanmamış kimseler geçemeyip Cehennem’e düşeceklerdir. Kâfirler ebedi olarak orda kalacaklar, müminler ise cezalarını doldurduktan sonra Cennet’e gireceklerdir. 5) Cennet, hatır ve hayale gelmeyen maddi ve manevi nimetleri içinde toplayan, hiçbir zaman yok olmayan ve bugün mevcut olan sekiz bölümlü bir mükafat âlemidir. Bulunduğu yeri ancak Allah bilir. 6) Cehennem bütün kâfirlerle bazı günahkâr müminler için yaratılmış olan yedi aşağı tabakaya bölünmüş bir azab kaynağıdır. Burada kâfirler burada ebedi olarak kalacaklar ve azab çekeceklerdir. Günahkâr müminler ise, bir müddet azab çektikten sonra bağışlanarak Cennet’e konulacaklar. Cehennem’in bulunduğu yeri ancak Allah bilir. 7) Kevser Havuzu, Mahşer günü Yüce Allah tarafından peygamberimize ikram buyurulacak olan gayet büyük bir havuzdur. Bunun çok tatlı ve berrak suyundan müminler içecekler. Mahşer’in dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir. 8) Şefaat, ahiret günü bir kısım müminlerin bağışlanmaları ve bazı itaatli müminlerin de yüksek derecelere ermeleri için peygamberlerimizin ve bazı büyük zatların Yüce Allah’dan dilek ve yalvarışta bulunmalarıdır. Ahirette bütün insanlara ait hesaba çekilme işinin bir an önce yapılması için en büyük şefaatte bulunacak kimse, Hazret-i Peygamber Efendimizdir. Onun bu şefaatine Şefaat-ı Uzma (En Büyük Şefaat) denir. Peygamberimizin sahib olduğu Cennetteki yüksek makama da Makam-ı Mahmud (Övülen Makam) denir. Bütün bu saydığımız şeylerin aslını ve özünü ayrıntıları ile bilmek ancak Yüce Allah’a mahsustur. Ahiretle ilgili bütün bu olayların var olduğunu kabullenmek, Yüce Allah’ın kudret ve azametini düşünüp sezebilenler için asla uzak ve imkansız görülmez. Yüce Allah’a hamd olsun ki, biz bunların hepsine inanmış ve iman etmiş bulunuyoruz. “Allah her şeye gücü yetendir.” (Kehf:45) Ahiretin Varlığındaki Hikmet Bilindiği gibi, Yüce Allah’ın varlığı ezelidir, ebedidir. O’nun kudreti de sonsuzdur. Her işinde de nice hikmetler vardır. O’nun yaratıcılık sıfatı her zaman varlığını gösterecektir. O’nun yarattığı ve yaratacağı varlıkların bir kısmı devam edecektir. Kim bilir içinde yaşadığımız bu âlemi ne kadar asırlar önce yaratmıştır! Sonrada bu âlemde bir takım ibadet ve görevlerle yükümlü olmak üzere insanları seçkin bir sınıf olarak meydana getirmiştir. Bütün insanlar ve diğer nice yaratılmış varlıklar boşuna mı yaratılmıştır? Geçici bir zaman yaşayıp da sonra tamamen yok olsunlar diye mi, bu kadar mükemmel surette meydana getirilmişlerdir? Hayır, böyle bir iddiaya insanın vicdanı isyan eder. Her zerrede görülen hikmet buna karşı çıkar. Şüphe yok ki, insanlar bu dünyaya bir imtihan için getirilmiştir. Bu âlemde yapmış oldukları iyi veya kötü amellerini sonuçlarına ve karşılıklarına başka bir âlemde ebedi olarak kavuşmak için yaratılmışlardır. Bu dünyada herkes yaptığının karşılığını yeter derecede göstermektedir. Nice saygıdeğer iyi insanlar sefil bir halde yaşarlar. Nice sapık ve azgın kimseler de, rahatlık içinde yaşayarak kötü yürüyüşlerinin cezasını dünyada görmezler. Bu bakımdan Yüce Allah’ın adaletinin tam manasıyla gerçekleşeceği bir âlem lazımdır ki, herkes yaptığı işlerin karşılığını orada bulsun. Böylece Yüce Allah’ın yaratıcılık sıfatı kendisini daima göstersin. Şunu da düşünmelidir: Bu dünyada insanlar ve diğer sorumlu yaratıklar iki kısma ayrılmıştır: Bir kısmı üzerine düşen görevleri yerine getirmekte ve Allah’ın varlığına değişmez bir inançla sarılmış bulunmaktadır. Bu değişmez ve devamlı inanç sahiblerinin mükâfatları da ahiret hayatında ebedi olacaktır. Diğer bir kısmı ise, görevlerini kötüye kullandıklarından Yaratıcısını unutmuşlar ve nefislerine uyarak gittikleri sapık yolun doğruluğuna devamlı bir inançla bağlanmışlardır. Milyarlarca sene yaşayacak olsalar dahi, kendi inanç ve inkârlarını terketmeme kararında bulunurlar. Onu için bunların cezası da, kendi inançları gibi ebedî olacaktır. Ahirette sonu gelmeyen bir azaba düşeceklerdir. Şunu da ilave edeyim ki, Yüce Allah katında güzel iman o kadar makbul ve büyük bir şeydir ki, onun karşılığı, Allah’ın bir ihsanı olarak sonsuz bir mükâfattır. Allah’ı inkâr edip batıla tapınmak da, o kadar büyük bir cinayettir ki, bunun karşılığı da, sonsuz bir azabdan başka bir şey değildir. “İyi insanlar Naîm’de (Nimet Veren’de), günahkâr kimseler de cehennemdedirler.” (İnfitar:13-14) KAZA VE KADERE İMAN Bilindiği gibi, Yüce Allah’dan başka yaratıcı yoktur. Bu kâinatta meydana gelen her şey, muhakkak Yüce Allah’ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla olur. Onun için herhangi bir şeyin belirli bir şekilde meydana gelmesini, Cenabı Hakk’ın ezelde dilemiş olmasına “Kader” denir. Yüce Allah’ın böyle dilemiş olduğu herhangi bir şeyi, zamanı gelince meydana getirmesine de “Kaza” denir. Örnek: herhangi bir insanın falan günde meydana gelmesini Yüce Allah’ın ezelde dilemiş olması bir kaderdir. O insanın taktir edilmiş günde yaratılması da bir kazadır. Bununla beraber kaza sözü, taktir ve hüküm manasına da gelir. Kaza ve kadere iman da, müslümanlarca bir esastır. Bunlara inanmak, Yüce Allah’a iman esaslarından sayılır. Allah’ın varlığını ve birliğini bilen, O’nun kâinatın tek hakimi olduğuna inanan bir insan için kazaya ve kadere iman etmemek mümkün olmaz. Hangi mümkün şey vardır ki, Yüce Allah’ın taktir ettiği taktirde meydana gelmesin? Hangi şey vardır ki, Yüce Allah’ın dilemediği halde o meydana gelebilsin? Onun için biz Allah’ın kaza ve kaderine inanırız, kaza ve kadere razı oluruz. Bu bizim iman borcumuzdur. Fakat kendi irademizin ve kendi kazancımızın neticesi olmak üzere, Yüce Allah’ın yaratmış olduğu bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah’ın rızasına aykırı olması bakımından, bizim bunlara razı olmamamız gereklidir. Bunlara rıza göstermek caiz olmaz ve bunlara Makzî (Kulun dilemesi üzerine Allah tarafından gerçekleşmesine hüküm verilmiş işler) denir. Örnek: Bir insan günah işlemek ister, irade ve gücünü o günah tarafına yöneltir. Yüce Allah’ta dilerse, bu günahı o insanın arzusuna göre yaratır. İşte bu günah, Yüce Allah’ın rızasına aykırı olduğu için, ona razı olamayız. Bunun içindir ki, kazaya rıza göstermek, Makzîye rızayı gerektirmez Kaza ve kadere imanın faydasına gelince: Şüphe yok ki, insan bu iman sayesinde Allah’ın yaratıcılığını kudret ve hakimiyetini tanımış olur. Böylece ruhu güç kazanmış olur, ahlâk duyguları yükselir, hayata büyük bir güçle atılır ve başarıdan başarıya ulaşır. Çünkü Yüce Allah’ın kaza ve kaderine razı olan bir kimse, hiçbir şeyden yılmaz, sebeplere sarılmayı da, kaza ve kaderin gereği bilir. Bir işte başarısızlığa uğrayacak olsa, “bunda kim bilir Allah’ın ne gibi gizli hikmetleri vardır” diye düşünür. Allah’ın kazasına razı olur ve ümitsizliğe düşmez, azminde gevşeklik olmaz, heyecana kapılmaz, huzur içinde üzüntü çekmeyen kalb ile hayat alanındaki çalışmasını sürdürür. “Kim Allah’a güvenirse Allah ona yeter.” (Talak:3) Kaza ve Kadere İman Sorumluluğa Engel Değildir Kaza ve kader, insanların iradelerine, kudretlerine ve çalışıp kazandıkları şeylerden sorumlu olmalarına engel ve aykırı değildir. Şöyle ki: Yüce Allah insanlara bir güç ve irade (ihtiyar) vermiştir. Bir insan kendi gücünü ve iradesini bir işe harcasa, buna Kesp (kazanç) denir. Yüce Allah’da dilerse, o işi insanın isteğine göre yaratır. Bu da bir kaza bir yaratıştır. Onun için insanın bu kazancı, kendi cüz’i irade ve isteği ile olduğundan, oişin değerine göre sorumlu olması gerekir. Yoksa: “Ne yapayım, kader böyle imiş!”diyerek kendisini sorumluluktan kurtaramaz. Bununla beraber bir insan bir işi yapacağı zaman, kaderin ne olduğunu bilemez, kendi düşünce ve arzusuna göre hareket eder. İşin nasıl sonuçlanacağını önceden bilmediği bir kadere işini dayayarak kendisini işin sorumluluğundan beri görmeye hakkı yoktur. Bir insanın kendisini her türlü bir iradeden yoksun görmesi bir Cebr (Zorakilik) inancıdır ki, bu doğru değildir. Bizim işlerimizden bir kısmı, arzu ve irademize bağlıdır. Meselâ: Ellerimiz bazen hastalık sebebiyle bazen titrer, bazen de ellerimizi kendimiz titretiriz. Şimdi bu iki titreme arsında fark yok mudur? Elbette vardır; birinci titreyiş cebrîdir (ihtiyarımızla değildir). İkinci titreyiş ise ihtiyarımızla , kendi istek ve irademizledir. Cebri savunanlar, çok kere bu iddialarını kendileri bozarlar. Meselâ: Onlardan birine bir kimse bir tokat vursa, hemen kızarlar ve karşılık vermeye kalkışırlar. Oysa kendi iddialarına göre, o kimseyi suçlu görmemek gerekirdi. Çünkü onun bir tokat vurması, onların inançlarına göre bir kader gereğidir. Tokat vuran bu işi yapmaya mecburdur. Onun için sorumlu olmaktan beridir. Birde cebir iddiasına kalkışanların, kendi inanışlarına göre, yaptıkları iyi işlerden dolayı Yüce Allah’dan bir mükâfat beklememeleri gerekir. Çünkü o işlerde bir kader neticesidir, onlara göre kulun bu işlerde bir tesiri yoktur, yaratan Allah’dır. Kötü işlerin sorumluluklarını kabul etmedikleri halde, iyi işlerinden nasıl mükâfat bekleyebilirler? Aksine olarak insanın her işi yapmakta tamamen kudret ve iradeye sahip olduğuna, her şeyi başardığına inanmak da “Kaderiye” mezhebine sapmaktır. Bu da doğru değildir. Bu durumda insan bir nevi kendisini yaratıcı sanmış ve Allah’a has olan bir sıfatı takınma cesaretini göstermiş olur. Sonuç: İnsan kâsibdir (iradesi ile iş kazanır), Yüce Allah’ta işi yaratır. Bu dünya bir imtihan âlemidir. Yüce Allah hikmeti gereği insanlara güç ve kuvvet vermiştir. Bu sebeple de kulu sorumlu ve yükümlü tutmuştur. İnsan yaratıcısının bu ihsanını hayırlı işlere harcarsa hayır (mükâfat) görür. Kötülüğe harcarsa azaba düşer. Bunun için insanların görevleri kendi hayatlarını kurtarıp parlak bir hayata kavuşmak için hem dünyaya, hem de ahiretine ait işlerini güzelce yapmaya çalışmaktır. Yoksa: “Kaza ve kader ne ise o meydana gelir” deyip bu çalışmayı terk etmek asla caiz olamaz. İslâm Dini tembelliğe ve gevşekliğe cevaz vermez. “İnsana ancak çalıştığı vardır.”(Necm ) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
THEJUDGE Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 16, 2010 İMAN VE İSLAMIN NİTELİĞİ İman lügat manası bakımından,bir şeye inanmak ve bir şeyi doğrulamak demektir. “bu iş böyledir, şöyledir” diye hüküm vermektir. Din teriminde ise, Yüce Allah’ın dinini kalb ile kabul edip Resulüllah (sav) bildirdiği şeyleri kesin olarak kalb ile doğrulamaktır. İmanın aslı bu olmakla beraber bir engel hal bulunmadığı taktirde kalb ile kabul edilip dil ile söylemek ve şehadette bulunmak lazımdır. Çünkü inanılması gereken şeyleri kalb ile benimseyip kabul eden kimse, bunları dili ile söylemezse, onun iman durumu insanlar tarafından bilinmez, onun müslüman olduğuna hükmedilmez. Kalb ile doğrulamak, dil ile söyleyipikrar etmekle meydana gelen imanla beraber namaz kılmak ve oruç tutmak gibi amellerde gereklidir. Çünkü biz, bu görevleri yapmakla sorumluyuz. Bu görevleri yapmak imana kuvvet verir, imanın kalbdeki nurunu çoğaltır. İnsanı azaptan kurtarır, yüce Allah’ın ihsan ikramlarına kavuşturur. İslam sözüne gelince: Lügat manası bakımından İslam, teslim olmak, boyun eğmek ve itaat etmektir. Din teriminde ise, Yüce Allah’a ve O’nun peygamberine itaat etmek, Peygamber Efendimizin din adına bildirmiş olduğu şeyleri kalb ile kabul edip dil ile söylemek ve onları güzel görmektir. İslam aynı zamanda din manası gelir. Gerçek din ile islam arasında esasta bir fark yoktur. Her gerçek din İslamdır. Her islamda gerçek bir dindir; buna müslümanlık da denir. Allah Teala’nın dinine sadece “din” denildiği gibi, millet şeriat, İslam ve İslam dini de denir. Bununla beraber “İslam” sözü, bazen güzel ameller manasında, bazan da İman manasında kullanılır. Şeriat sözü de, ibadetler ve insanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olan hükümlerin tümünde kullanılır. İMAN İLE İSLAMIN ŞARTLARI İslam Dininde Yüce Allah’a, meleklere, Allah’ın kitaplarına, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmek esastır. Bunları bilip kabullenmek imanın temel şartıdır. Onun için imanın şartları altıdır, denilir. Bu şartlar müslümanlıkta kesinlikle mevcut esaslardır. Bunlara, inanılması zorunlu din ilkeleri denir. Bunlara inanma mecburiyeti vardır. Bunları doğrulamadıkça iman gerçekleşmez. Bunlardan herhangibi birini inaretmek –Allah korusun- insanı hemen dinden çıkarır. Biz bu imanımızı: “Amentü billahi...” sözlerini okumakla daima açıklıyor ve ispat ediyoruz. Bu sözleri okuyan şöyle demiş oluyor: “Ben yüce Allah’a, O’nun meleklerine, O’nun kitaplarına, O’nun peygamberlerine, ahiret gününe, kaderin (iyi ve kötü her şeyin yaratılışı)Allah’dan olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilip mahşerde (hesap yerinde ) toplanmak haktır ve gerçektir. Şahitlik ederim ki, Allah’dan başka İlah yoktur ve yine şahitlik ederim ki, Hz. Muhammed (sav) O’nun kulu ve elçisidir. İslamın şartları ise, beştir. Peygamber Efendimiz’in bir hadisi şeriflerinin manası şudur: “İslam dini beş şey üzerine kurukmuştur:Şahadet sözünü getirmek (Eşhedü enla İlahe İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah, demek), namaz kılmak, zekât vermek, ramazan ayı oruç tutmak ve hac etmek. İşte bı beş şey İslam’ın şartıdır. Bu şartları gözetip onları yerine getiren insan, İslam şerefine ermiş, Müslüman rütbesini kazanmış olur. “Eşhedü en la İlahe İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abdühu ve Resulühu =Allah’tan başka ilah olmadığına şahhitlik ederim. Yine Muhammed’in(A.S.) Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim.” sözlerine “Kelime-i Şehadet” denir. “La İlahe İllallah, Muhammed’ün Resulüllah” sözüne de “Kelime-i Tevhid” denir. Biz bu mubarek kelimeleri daima okuruz. bu kadardı...bu paylaşımı okumasanız bile saygı göstermenizi istiyorum...teşekkürler..saygı ve sevgilerimle... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.