nevermore Oluşturma zamanı: Temmuz 16, 2010 Paylaş Oluşturma zamanı: Temmuz 16, 2010 Gizli Bilimler konusundaki her eğilim, ilk adımda, öznenin ruhuna kaçınılmaz bir kuşkuculuk pompalar. Bu ise zeminin kayganlığından dolayı böyleymiş gibi gelir. Oysaki Umberto Eco'dan hareketle söylenebilir ki bu durum, daha çok bireyin hiç eksilmeyen "şakacı bir tanrı" sıfatına hazırlıksız özeninden kaynaklanır. Bireyin bu alanda, hiçbir disiplinde olmadığı kadar kolay, zahmetsiz, emek vermeden sürecin içine katılması mümkünmüş gibi gözükür. Herhangi bir disipline dışarıdan bir bireyin sınırlı katılımı, bu alanda yerini olabildiğine özgür ve geniş hareket imkânına bırakır. Araştırmacı ya da okuyucu, birden, Nietzsche'yi aslında Schopenhauer ve eski dostu Wagner'in delirttiği ya da İsa ile Yahya'nın kardeş olduğu iddialarıyla karşılaşabilir.(1) Konu bu noktada bilimsel bir makalenin kaçınılmaz dayanağı olan "verinin kaynağını" belirtme aşamasına geldiğinde ise, üstü örtülü bir geleneğin tipik jargonu büyük bir ustalıkla soluk alıp verir. "Bu büyük bir sır" ya da İncil'den alıntı yapılarak "Domuzların önüne inci atamam, üzgünüm" ifadeleriyle karşılaşılır. (2) Öbür taraftan biraz şanslıysanız ve konuya hâlâ bilimsel yaklaşmaya çalışan inatçı bir karakteriniz varsa, araştırır ve sürekli olarak "birbirlerini" kaynak gösteren (3) çok ama çok zengin bir döngünün içinde bulursunuz kendinizi. Ama son noktada iş daima, bir yönüyle uydurma olarak nitelenebilecek, söylencelere ya da kısmi öznelliklere varır. Türk okurunun gizli bilimlerin tarihine ilişkin çalışmalarla tanışması gerçekten çok ani oldu. Elbette belli yönleriyle hiç eksilmeyen bir ilgi her zaman mevcuttu (büyü, yıldız falları, kehanetler vb.). Post-modernizm eleştirisini biçimleyen makalelerde, geleneksel kültürün verilerine dönüş ve Bauman'ın altını çizdiği ölçüde, yalnızlaşan bireyin gerçek ile hayal arasındaki çizgiyi silikleştiren sayıltılarına bir cümle de olsa değinmek yarar getirecektir... Ancak bir bütün olarak, "gizli bilimlerin alternatif tarihinin" potansiyelini gözler önüne seren yapıtların yine de çok çabuk kabul gördüğü söylenebilir. E. Candan ve A. Vatandaş'ın çok kısa sürede birçok baskı yapan kitapları bu savı doğrular niteliktedir. Konu, bütünsel zenginliği bir tarafa, kendi içindeki "dalları" itibariyle de geniş uzmanlık kütüphaneleri oluşturacak kadar yüce olunca, toplumdan kopmuş entelektüel çabanın başat faaliyet alanlarından birisi haline gelmekte gecikmedi. Örneğin siyasetin en yukarısındakilerce telaffuz edilince, Tapınak Şövalyeleri'ne yönelmiş bir çılgınlık başladı. Şövalyeler kısır fanatiklikleri içinde radikal dini gruplarca da ele alındı ve bu tipler insanüstü çabalarıyla, kendi yargılarını geniş kitlelere benimsetmeyi yine başardılar. Ucuza getirilmiş belgesel promosyonları oluşturup, Tapınak Şövalyeleri'ni gizemli kökenlerinden çok, mafyavari suç ve talan örgütleri olarak biçimlediler. Birinci el kaynakların, Tapınak Şövalyeleri'ne düşman Hıristiyan kökeni düşünülünce bu hiç zor olmadıysa da, konu hakkındaki kitapların tüketilmesinde belli bir düzensizlik her zaman hâkim kaldı. Bülent Bengisu'nun Nesil Yayınları'ndan çıkmış Tapınak Şövalyeleri kitabı, adı geçen iki yapıt kadar önemsenmedi... Bunda Bengisu'nun çalışmasının siyasi bir gündemi yakalamak kaygısıyla biraz aceleyle oluşturulmuş olmasının etkisi de hesaba katılmalıydı. Haçlı seferleri ve karşısında gelişen Müslüman direnişini, Selahaddin Eyyübi ve çok tartışılan bir konu olarak Haşhaşinleri, özelinde de Tapınak Şövalyeleri'ni ele aldığı yapıtında, herhangi bir araştırmacının kolaylıkla ulaşabileceği bilgilerin bir derlemesini oluşturmaktan öteye geçemedi yazar. Tabii konuyla ilgili tarihi derinliğini ve ilgisinin derecesini bilemediğimiz, dönemin içişleri Bakanı Saadettin Tantan'ın da okuyucunun ilgisini uyandırdığı belirtilmelidir.(4) Buna ek olarak Tapınak Şövalyeleriyle ilgili peş peşe kitaplar yayınlanmaya devam etti. Örneğin çok daha önemli ve tarihsel olarak dağılmamış bir yapıt olarak Dost Yayınları'nca piyasaya sürülen Piers Paul Read'in Tapınak Şövalyeleri'nin, neden Ocak 2004'te Nokta Yayınları'ndan çıkan Savaşçı Keşişler Tarikatı kadar ilgi görmediği de, sanırım yayıncılık dünyasının "halkla ilişkiler" girdisiyle anlamlı. Bu arada Dan Brown'un Da Vin-ci'nin Şifresi isimli yapıtının hâlâ en çok okunanlar listesindeki üst sıralardaki konumu da incelemeye değer. Ne olursa olsun Eco'nun Foucault Sarkacı'nı da unutmamak lazım.(5) Şu gizli bilimler belasını tüm dünya okuruna olduğu gibi, bizim de başımıza saran Umberto Eco'nun dili, kapsayıcı değildi ve roman kurgusuna karşın acımasız ve dışlayıcıydı. İnsanı sarsan bilgi saldırısından, bireyin kendisine saygısını yitirmeden çıkabilmesi için uzun zamana ihtiyacı vardı. Yapıtın Türkçe çevirisine önsöz denemesinde Giovanni Scognamillo, yapıtı üç kez okuduğunu, her defasında da aynı rahatsızlığı hissettiğini bu nedenle dile getirdi.(6) Kendini savunamayan tarihin yenilgisi Okültik çalışmaların ana şablonu, statik, kuramsal ve tutarlıdır. Konular belli, alanlar açıktır. Yapılacak tek şey, bu alanın mantığını kavramak, biraz da cesaret bulmaktır. Tarihçinin, resmi tarihin bulgularındaki boşluktaki spekülasyon hakkı, bu alanda tipik bir "ipini koparmışlık" durumu yaratır. Son Hazaryah isimli tarihi romanıyla C. Ülkü, bu tanıma uymasa da, Osmanlı'nın torunları olmakla hâlâ övünen bir neslin aslında Yahudi torunu olduklarını ortaya koyarken, hiç de tarihsel delilden ve adı geçen cesaretten yoksun değildir.(7) Ataol Behramoğlu, Gül İrepoğlu'nun tarihi romanını değerlendirdiği yazısında bu konuya değinir: "Zaten düşsel olan tarihi daha da düşselleştirip belirsizleştirmek, kişilerin ve olayların gerçekliğini alabildiğine ve keyfi olarak değiştirip, yok etmek çok güç olmasa gerek ve bu alanda genellikle yapılan da budur... Çünkü kendini savunma olanağı bulunmayan tarih, yazara bu şansı tanımaktadır..." (8) Gizli bilimler alanında ise böylesi bir sitemden daha ötelerde bir cüret vardır. Okültizmin yazarları, rasyonel aklın tarihini topyekün çizerler. "Gördükleriniz gerçek değil, anladıklarınız yanlıştır," derler ve gözümüzün önüne bambaşka tarih modeli sunarlar. Tarihçinin görevinin, tarihi aydınlatmak mı, yoksa tarihi inşa etmek mi olduğu sorusu ise zihinleri çok daha güçlü bir şekilde kurcalamaya devam eder. E. Candan'ın imal edilmiş insan ırkı (9) fikrinin temeli de vardır bu anlamda. Atlantisli bilgelere dair, açılımında göksel insanların (komik bir adla galaktik ırk'ın) Mısır, Himalaya gibi yerlerde gizlendikleri ve bizim gibi adi maddeden yapılma varlıkların onların sırlarını bulmaya çalışması gibi bir kurgu nasıl değerlendirilir?(10) Platon, Atlantis'i Solon’dan, o da Mısırlı bilgelerden öğrense de, 'Mitler, tarihsel delil midir?' sorusu büyük önem kazanır. "Elbette," der okültizmin yazarları; "Bakın, Truva'ya yahut Sodom ve Gomorra'ya..." Birden Nuh Tufanı da girince işin içine, doğa olaylarınca birdenbire mahvolan nice uygarlıktan birisi olarak Atlantis sırıtık bakışıyla karşınıza dikilir. Böylesi bir temelden hareketle insanlık tarihi yeniden biçimlenir. Ama bu kez örneğin, sınıf savaşımıyla değil de, sırları ve tanrısal büyü güçlerini ele geçirmeye çalışan odakların çatışmalarıyla ilerler tarih... Bizim bilimimizin söyleyeceği ne vardır ki? İnsan ırkı, daha üstün bir insan türü tarafından "imal edildi" dedikten sonra, homo-sapiens'i nerede arayacaksınız ? Belki ciddi bir akıl yürütmeyle şu sonuca varabiliriz: Tektanrılı dinlerin ilk insanı Adem'in, dini kitaplardan hareketle oluşturulan yaşı IÖ 10-15 bine gidince, insanlar üzerinde giderek hâkim olmaya başlayan bilimin '60 bin yıl önce de insan vardı', sözü atlanamayacak bir çelişkiydi... Öyleyse ne demeli de bu çelişkinin altından kalkmalı? Birden Adem'in ilk insan değil de bir sembol, yahut ilk imal edilmiş insan olduğu ortaya çıkar... Tek tanrılı dinlerin de, pozitif bilimlerin de dağıldığı andır bu... Kapı açılınca içeriye giren çok olur. MichaelBaigent ve arkadaşlarının, tarihi bir broşürdeki hatadan hareketle derinleştirdiği çalışmalarında, Haçlı Seferleri'nin, daha sonradan Tapınak Şövalyeleri'nin kurucusu olan Aziz Bernard'ın da içinde bulunduğu bir grubun kişisel çıkarlarıyla kışkırtıldığı sonucuyla karşılaşırız." Daha sonra Fransız Ihtilali'nde de göreceğimiz gibi, Haçlı Seferleri de, öyle sosyal boyutun altında gizlenen, bir grubun eylemleriyle ve yeraltı hareketleriyle anlamlı hale gelir. A. Vatandaş'ın H. Yahya'dan hareketle belirttiği gibi, aslında Tapınak Şövalyeleri'nin amacı da,Müslümanlara karşı Hıristiyan hacılarını korumak değil, Süleyman Tapınağı kalıntılarında kazı yapmaktır. Çok basit tarihsel kayıtlarda dahi Tapınak Şövalyeleri'nin gösterdikleri kahramanlıklara ulaşılabilecekken, salt kendi çıkarları için hareket eden bir şövalye tarikatı hayal etmek ise elbette bambaşka bir anlam taşır. Bülent Bengisu, Eco'dan alıntı yaparak, şövalyelerin yalnızca kendi halkı için değil, Müslümanlar için de saygı uyandıran bir yapıya sahip olduklarını, örneğin bir barış anlaşması için Tapınak Şövalyeleri'nin sözünün yeterli olduğunun söylendiğini aktarır.(12) Baigent'in ulaştığı deliller doğrultusunda, krallık içinde krallık yaşatan bir grubun ince ve kişisel amaç güden tasarıları ve hatırı sayılır nüfuzuyla tüm Hıristiyan dünyasını kışkırttığı fikrinin bu kadar önemli bir tarihsel olayı sosyo- ekonomik analizlerle açıklamaya çalışan Batı kafası için bir hayli yıpratıcı olduğunu da belirtmek gerek. Hiçbir şey söylemeyen yapıtların büyüklük iddiaları Bu konudaki örnekler insanlık tarihinin çok sayıda olayına yansıyabilir ve biz, birden nasıl gizillikler ağı ile kuşatılmış olduğumuz histerisine kapılabiliriz. Bunun yanında bu keşmekeşe biraz anlam vermek gibi bir kaygınız var ise, kuşku, bir karakter özelliği olarak yanınızdan bir an olsun ayrılmamalıdır. Örneğin, Gizli Sırlar Öğretisi kitabının yazarı Ergun Candan, söz konusu eserin çeşitli yerlerinde ve hem de ısrarla Türkiye'de gençliğin "bilgi edinme" sürecine uzaklığından haklı olarak yakınır. Ancak, 1998'den 2002'ye kadar tam 8 baskı yapan bir kitabın yazarınca söylendiği göz önüne alındığında, bu saptamaların bireyi, 'acaba kâr kaygısından uzak, idealist bir yayıncı tutumu olmaktan öte bir anlamı olabilir mi?' diye sormaya yönelten bir ruh haline soktuğu da itiraf edilebilir. Birçok okuyucu, sorgusuz sualsiz dahil olduğu ve bu dahil oluşu, benmerkezci bir övüncün gözleri bağlayan coşkusuyla yorumlayamadığı süreci, sorgulama adına ciddi engeller ortaya çıkmış demektir. Kuşku... Her şeyden kuşkulanmazsanız, bu yapıtları anlamanız, doğru değerlendirmeniz mümkün değildir. Bir göstergebilimci olarak Eco'nun, her şeyin her şeyle bağlantısını kurmasının altında bu yatmaktadır. Her şey her şeyle bağlantılıdır da, bu bağlantılar, nesnel değildir. Sorun da burada başlar. Öyleyse bu bağlantıyı kuracak olan, araştırmacıdır. Eco'nun, yıkıma sürüklenen kahramanları, gerçek bağlantıları kurdukları için değil, bağlantıyı kurduklarını düşündükleri ve bu bağlantıları kimsenin yanlışlığını ispat edemeyeceği alanlara dek ilerlettikleri için yok olmuşlardır. Sır yoktur; sır, vardır ve biliyorum diyendedir. O andan itibaren sır avcılarının hedefi, doğadan, sırrı bildiğini söyleyen özneye kaymakta bir sakınca görmez. Eco'nun yapıtı doğru çözümlendiğinde açıktır, bırakın onu. Ama örneğin, Dan Brown'un asıl amacının Arthur hikâyelerinden esinlenen kâse anlayışına yönelmiş ilgiyi dağıtmak ve "Kâse diye bir şey yok, kâse Magdalena idi" demek olmadığını kim iddia edebilir? Kastedilen keyfilik aslında, araştırmacı için zorunludur ve konunun gereğidir ki, bu da içsel bir tutum olarak zamanla gelişir. Yine de zaman zaman acemice çıkışlar yapılabilir. Kuşkusuz H. Yahya'nın kaynağı dışarıdandır, yine de gotik sanatın ana unsurlarının, Süleyman Tapınağı'nda zaten hazır bulunduğunu ve Tapınak Şövalyeleri'nin yaptıkları kazı sırasında bu belgeleri bularak Avrupa'ya getirdiklerini söylemek bir hayli acemicedir. A. Vatandaş da keşke, bu konuyu ele alırken, H. Yahya'ya değil de, herhangi bir ansiklopedinin gotik mimari maddesine ya da sokaktan geçen bir sanat tarihi bölümü öğrencisine danışsaydı. En azından "Gotik Mimari"nin gökten düşmediği bilgisine sahip olurdu. Bireyin evren karşısındaki güçsüzlüğünün ve özgürlüğünü sağlayacak bilgi eksikliğinin farkındalığına dayanan kuşkuculuk, bu aşamada müthiş bir yapı kurmuş gibidir. Kimse kısmen Sofistlerle başlayan bir düşünsel eğilimin bu noktalara varacağını hesap edemezdi. Bugün materyalist tarihin, arkeoloji ve antropolojinin, ortodoks dinin verilerinin üzerinde ve onları kısmen değersiz sayan, ciddi bir alternatif tarih anlayışı durmaktadır ve tüm bu disiplinlerin verilerini harmanlayıp bambaşka ama en az diğerleri kadar iddialı bir yapı oluşturmuştur. Bu, gizli bilimlerin tarih anlayışıdır. Ancak gizli bilimler alanındaki bir faaliyetin sakıncaları, içine şöyle ya da böyle dahil oluşunuzun kolaylığını ve oynadığınız "Tanrıcılık" oyununun keyfini burnunuzdan getirecek niteliktedir. Neden mi? Bu sorunun yanıtı, konuyla ilgili uzmanların "ortaya koydukları verilerin" sürekli tekrarlanmasından çok öte, son tahlilde hiçbir şey söylememiş olmasıdır. Ana şablonun belli başlı noktalarındaki bilgi aktarımları yerine getirilir de, derinlere dalınamaz. Bu imkânsızdır. Çizgi asla aşılamaz. Bu bir ironidir aslında, şayet siz, gizli bilimler jargonunda sıkça kullanılan bir sıfatla " sır avcısı değilseniz" kozmik bir topluluğun üyesi olarak "sır"lan korumayı zaten çok iyi bilirsiniz. Kitap yazmanızın nedeni de kendi içinde anlamlıdır. Ama bu yapıtlar, ya sırları açığa çıkartmayan sembolik bir dille kendini anlayabileceklere bir mesaj niteliği taşıyordur, ya da şu an aklınızdan bile geçmeyen bir kaygı taşıyordur. Öte taraftan bir sır avcısı iseniz, zaten söyleyebileceklerinizin sınırı zamanla sizin de midenizi bulandırır. Örneğin, herkes Hermes tapınağında bir mürid adayının geçtiği sınavlardan haberlidir de, tüm bu işlerin sonunda yeterli olgunluğa erişen bireye aktarılan sırrı açıklayamaz. Önemli olan şudur ki, asla bir gizli bilim çalışması bir diğerinden farklı değildir. Derecelendirilmiş, tasarlanmış bir bilgi yoğunluğunun arkasına saklanılır. Öte taraftan asla sırlara bu yolla ulaşılamaz. Konu kendi içinde korumacıdır. Bu açıklamalardan sonra, Isaac Glaad'ın E Yayınları'ndan çıkan İsa'nın El Yazmaları isimli romanının son bölümünde İsa'nın ağzından yazılmış metinler de ne oluyor o halde diye sorulabilir.(13) Akla ilk gelen ve en mantıklı açıklama spekülasyondur kuşkusuz. Ölü-deniz'de bulunan yazıtlar üzerine Vatikan'ın yazıtlarda ne yazdığı açıklamalarının dönemsel çelişkisi ve el altından oradan oraya sürülen belli bölümlerin şantaja da varan keşmekeşinde, ortalık yine tahmin edilebileceği gibi toza dumana boğulmuştur. O kadar çok şey söylenmiştir ki, doğrunun ne olduğu asla bilinemez ve böyle bir ortamda edebi kurgu, gerçeğe de uzanan gizemsel kanadıyla, önemli ticari başarı sağlayabilir. Ne olursa olsun, İsa'nın düşüncelerini birinci elden açıklayan yazıtlar heyecan vericidir. Toparlarsak, görünenin aksine bu zorluklar sıradan okuyucu için hissedilir değildir. Kimbilir hangi sır, hangi sayfada karşımıza çıkacak umuduyla arşınlanan yapıtlar bittiğinde, hayal kırıklığı bile yaşanmaz ama, bir bilgi edinimi olarak bile anlaşılamayacak bir yoğunluk geçip gitmiştir nihayetinde. Herhangi bir türde olmadığı kadar, büyük bir hayal kırıklığı bekler kapınızda. Ortak kökenden alınan güç Candan'a göre tüm insanlık ortak bir kökten gelmektedir. Bu, dinsel ve okültik metinlerde de sıklıkla tekrarlanan bir oluşumdur. Yazar, görünürdeki farklılığın tarihte birtakım gizli olaylardan kaynaklanan bir yanılgı olduğu düşüncesindedir. Tüm insanlık ortak bir kaderi paylaşmakta ve kaçınılmazcasına kaybettiği itibarını kazanacağı mekânlara doğru ilerlemektedir. Bu konuyla ilgili bir şekil kitabın çeşitli yerlerinde verilir. Burada okültizmce tarihe yüklenen erek ile tanışmış oluruz:(14) Henüz neden olduğu okuyucu için açık olmamakla ve saltık olarak ortak köken vurgulanmakla birlikte, bu kutsal kökenin tüm coğrafyalardaki farklı uygulamalarca paylaşıldığı, insanın temel vurgusunun içindeki gerçeğe ulaşmak olduğu sezilir. 62. sayfada bu durum bir örnekle açıklanır. "Tanrı'nın yanından kovulan insan" teması, kuşkusuz birçok dini metinle birlikte, okültizmin tarihine de büyük katkı yapar. Hepimizin bildiği bu hikâye çekicidir. Şeytana inanan insanoğlu, sonunda Tanrı katından kovulacağı bir ceza işler. Hikâyenin özneleri bellidir belli olmasına ama, öylesine farklı yorumlanır ki, üzerinde büyük tartışmalar dönmeye başlar. Bu tartışma ise bilgimiz temelinde yükseldiğinden ilgimiz kaybolmaz. Esas itibariyle, kaynağın sözel geleneği ve gizli bilimlerin sembolizm girdisi, araştırmacıları hep yan anlamlara yöneltir. Örneğin Moon cemaatinin lideri, insanın böylesine kötü olmasının nedenini Havva ile cinsel ilişkiye giren şeytanın çocukları olmamıza bağlar.(15) Gerald Messadie'nin kadim dinlerde şeytanı arayan bilimsel çalışmasında kurduğu bağlantı, böylece Vatandaş'ın yapıtında somutlanır. "Mezopotamya, bireyi ezmek için ve daha kötüsü birey kendi ezilişini doğrulasın diye günahı keşfetti ve İran bireyi korkutmak için Şeytan'ı icat etti."(16) Tarih ona nereden bakarsanız bakın, sizi doğrulayacak bir yığın veri içerdiğinden, doğru olarak kabul edilenin, büyük bir bütünün önemsiz bir parçası olduğuyla ilgilenmek gerçekten zordur. Dışlamak ise gerçekten çok kolaydır. Kendi içinde mantıklıdır. Öncülleri vardır. Ama bilimselliğin tartışmalı doğası diyalogunu gereksiz yere kışkırtmamak için, dikkate değer bir teori için, bu kadarı yeterli değildir. Aynı durum, örneğin Dan Brown'un yapıtında da söz konusudur. Kutsal Kâse'nin ne'liği ve nerede'liği ile ilgili alabildiğine geniş yorumlar içerisinden bir tanesini, kâse'nin Magdalena'nın döl yatağı olduğu yorumunu seçen (seçmek sözcüğü bilinçli olarak kullanılmıştır) Dan Brown, buna bir de, Da Vinci'nin zaten bilindik gizemli kimliğini de ekleyerek kurgusunu oluşturur. Okültizm alanındaki keyfiliğe burada bir kez daha rastlasak da, bundan daha önce Da Vinci'nin Şifresi yapıtının, sıradan insanı nasıl böylesi ağır konulara kolaylıkla dahil ettiği sonuç açısından düşünülmelidir. Gizli bilgilere ulaşmak, düşüncesi itibarıyla bile güzeldir. Cezbedicidir. Buna herkes kolaylıkla kanar. Yeter ki Eco'nunki gibi densizce, zor bir dille yazılmasın. Gizli bilimlerin göksel değil materyalist kökeni olarak, Mu ve Atlantis uygarlıklarıyla her yerde karşılaşırız. Mu ve Atlantis uygarlıkları ve zamanla insanların "Tanrı ve şeytan" taraflarının keskinleşmesiyle ortaya çıkan bir savaş sonrası dağılması söylencesi de, tipik olarak E. Candan'ın temel verisini oluşturur. Candan'a göre, iyi ve kötü olarak ikiye bölünen dünyada artık tanrısal bilgilerin aktarımında kesin bir kontrolün gerektiği ortaya konulur. Bu, sembolizmi doğurur. Yazara göre artık bilgiler herkese açık değildir. Bu kapalılık, gizli bilimler tarihinin kutsal soluğudur ve bilgiye ulaşmak için gizli okullar geleneği başlar. Çünkü insanlar Tanrı'nın bahşettiği cennet gibi bir yerde tanrısal bilgilerden yararlanacakları büyük bir savaş çıkarmışlardır.(17) Bilgiye ulaşmak isteyen birey artık, bozulmuş kimyasının tamiri için, alışacak ve inisiye edilecektir. Bundan böyle artık yeni bilgiler insana saflaşma sonrasında açılacaktır.(18) Bu arada yavaş yavaş bizim tarihimize geçiş başlar. Batan şehirden tufan uyarısını umursayarak kaçan bilgelerden ikisi de Osiris ve The-ot'tur.(19) Gerçekten de tarihte görünen olayların arkasında birçok neden yatar. Pozitivizmin çoktan çürüyen neden-sonuç ilkesinin sığ duruşunun yerine, çoksal neden ve değişebilir sonuç ilkesine tarihçinin ideolojik yaklaşımı da eklendiğinde ortaya çıkan yoğunluk kontrol edilebilir olmaktan uzaklaşır okültizmde. Örneğin Hallac-ı Mansur'un siyasi nedenlerle öldürüldüğünü de, dinsel nedenlerle öldürüldüğünü de düşünebilirsiniz. İkisi için de veri vardır. Çünkü ortada bir olay ve tarihsel kayıtlar vardır. Ama Mansur'un öldürülüş nedeninin "insanlara sırları gerektiği zamandan önce açıklaması olduğunu söylemek" yalnızca kişisel kanaattir.(20) Sonuç Foucault'nun aydınlanma ile birlikte insanın bilginin çok küçük bir kısmına hapsolduğu saptamasına katılmak başka, görünenin arkasındaki gizil akışı mistik bir bakışla yorumlamak ve bu fikrin sorgu bilmez militanı olmak başka bir şeydir. Bugün artık tüm ağırlığına rağmen popüler olmaya başlayan okültizm, olur olmaz yerlerde karşımıza masonların hangi önemli koltuğu etkileyerek dünyayı kontrol ettiklerinden, uzaylıların neden belli kişilere göründüklerine kadar bir yığın konuda etkin ve güçlü sesler çıkartabilmektedir. Buna göre eski tartışma yeniden canlanır. Bilgi, hiç de pozitif bilimlere hapsolmuş değildir ve hatta çok daha avantajlı alanlar vardır. Bilim adamının kemikleşmiş bakış açısı gözünün önünden akandan fazlasını göremezken, gizli bilimcilerin maddeyi özüne dek süzen görüsünün kutsanmasıdır bu. Okuyucu açısından gizli bilimler tutkusunun geçici olduğunu tahmin etmek ise güç değil. Yine de zamanla profesyonel yardımı gerektirecek ruhsal sorunlar ortaya çıkartabilecek potansiyeliyle, kişisel düzeyde de olsa, bu tezin karşıtı oluşabilir. Ama bu da ana kriterini sosyal alandan alan bir durumdur. Alt sınıflarda delilik, en azından üst sınıflara özgü bir saygı uyandırmaz. Toplantıları, ödül törenleri basında yer almaz, kutlama mesajları değer görmez. Sapıtmışlık durumu bile, farklı sosyal konumda insanlar için farklı yorumlanır. Öyle ya da böyle, zaman zaman önemli şeyler de söyleyen bu çalışmalar abartılmamalıdır. Entelektü-elizmin oyunu olarak görülmeli, karşıt fikrin gerekli olduğu durumlarda gözden geçirilmelidir. Unutulmamalıdır ki, bu bilginin hayata aktarımı ancak sapkın grupların analizi ve hasta bireylerin tedavisinin doğru saptanmasıyla mümkündür. Dipnotlar: 1) Ezoterika Gizli Cemiyetler, A.Vatandaş, Timaş Yayınları, 3. Baskı Ocak 2003, s. 340. 2) E. Candan, Gizli Sırlar Öğretisi, Sınır Ötesi Yayıncılık, 8. Baskı 2002, s. 241. 3) bkz A. Vatandaş, a.g.e, s. 68-69 ve 242. 4) Bülent Bengisu, Tapınak Şövalyeleri, Nesil Yayınlan, Haziran 2002, s. 14. 5) Ayrıntılı bilgi için: 11 Ocak 2004 tarihli Akşam-lık’ta, Da Vinci'nin Şifresi yapıtıyla ilgili görüşlerimi açıkladım. Tapınak Şövalyeleri ve etrafında gelişen olaylar dizisi, gizeme meraklı Ortaçağ mantığının da etkisiyle efsaneye dönüşünce, Hıristiyan dünyası için hâlâ canlı bir heyecanlı kurgunun öznesi haline geldi. Buna karşın bizim ülke okuru için Tapınakçılar, belli radikallerin kendi içinde anlamlı çabaları dışında, Da Vinci'nin Şifresi isimli Brown romanı ile dikkat çekmeye başladı. Brown, roman türünün avantajlarından da yararlanarak, gerçekten yer yer, en usta araştırmacıyı bile çıldırtabilecek bir "veri keşmekeşinden", herkesin anlayabileceği bir bütün çıkarmıştı. Umberto Eco bile Foucault Sarkacı'yla, bir önceki yapıtla kıyaslanamayacak biçim ve öz üstünlüğüne karşın, böylesi bir başarıya ulaşamamıştı. Eco, dev yapıtındaki entelektüel dil ile geniş kitleleri dışlayınca,gizemleri popülerleştirme işlevini Brown, çok daha eksiksiz bir başarıyla yerine getirdi. 6) Foucault Sarkacı, Umberto Eco, Can Yayınlan, 4. Baskı 1998, s. 5. 7) Cahit Ülkü: Son Hazaryah, İnkılâp Kitabevi 2003. 8) Cumhuriyet Kitap, 19 Şubat 2004, s. 6. 9) Simya bilimi için anahtar bir noktadır bu. İnsan kimyasal bir çalışma sonucunda çıkmışsa, onun özüne ulaşmak, felsefe taşını keşfetmek mümkündür. Ortaçağı sarsan tüm hummalı çalışmalar ilk maddeyi arar. Bu adi madenleri altına çevirir, insana ab-ı hayat iksirini verir. Böylece insan ruhunun altın ile özdeşleşimi sağlanır 10) a.g.e., s. 89. 11) Savaşçı Keşişler Tarikatı; Michael Baigent, Richard Leigh, Henry Lincoln; Nokta Yayınları, Ocak 2004. 12) Tapınak Şövalyeleri, B. Bengisu. Nesil Yayınları 13) Isaac Gilad,. İsa'nın El Yazmaları. E Yayınları, ikinci basım 2000, s. 179 14) a.g.e. s. 73-246. 15) bkz. A. Vatandaş, a.g.e s. 354. 16) Gerald Messadie, Şeytanın Genel Tarihi, Kabalcı Yayınevi, 1998, s. 181. 17) a.g.e, s. 244. 18) a.g.e,s. 255. 19) a.g.e, s. 30. 20) a.g.e, s. 224. Alıntıdır.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.