nevermore Oluşturma zamanı: Ağustos 7, 2010 Paylaş Oluşturma zamanı: Ağustos 7, 2010 Kadimler gezegenlere tanrılar olarak tapınmışlardır. Onlar bu şekilde kozmosa, var oluşunu kutsal düzenine saygılarını göstermişlerdir. Yıldızları ve gezegenleri kozmik aklın ilkel kuvvetleri olarak kabul etmişler, kendi içlerindeki bu kozmik güçlere de ruhun kuvvetleri olarak tapmışlardır. Modern aklın önyargılarıyla bakarken gördüğümü gibi kadimlerin tanrıları naif bir doğa tapıncının kutsal nesnelerinden ibaret değildirler. Bunlar korkunun, batıl inancın veya dış dünya hakkındaki bilgi yetersizliğinin ürünleri değildirler. Bunlar kozmik sezginin ifadeleridirler ve bize kozmik bir metafor sunarlar. Bilinçaltı semboller dilini kullanır. Oysa Jungcu psikolojiden bildiğimiz üzere bu bilinçaltı sadece bastırılmış arzularımız ve içgüdüsel davranışlarımızdan ibaret olmayıp ruhun ve kozmik aklın daha derin seviyelerini kapsar. Psikenin ilksel sembolleri veya arketipleri zamanla ilgili olanlardır. Hayattaki temel meselemiz doğum ve ölüm, geçici var oluşumuzun anlamıdır. Mitolojilerimiz ve sembollerimiz doğal olarak zamanı ihtiva ettikleri için gezegenleri de içerirler. Gezegenler ruhlarımız ile kozmik enerjiler veya gezegenler aracılığıyla bize taşınan hayat arketipleri arasındaki diyalogu yansıtırlar. Sembollerin dili – kendi içinde gizlenmiş olan yüksek bilinci de taşıyan daha derin bilinçaltının dili – esasen astrolojinin dilidir. Tanrılar kendi derin bilincimizin kalbinde bulunan kozmik aklın kuvvetleridir. Onlar kozmik aklın biçimlendirici etkisini ve onun yasalarının işleyişini temsil eder. Tanrıların hikayeleri – ister müşterek mitlerde ister kendi özel mitolojimizi oluşturan düşlerimizde ortaya çıksın – yıldızların dilidir. Yıldızlar yalnızca vücudumuzun yapıldığı madde olmakla kalmaz, psikemizi de oluştururlar. Böylece, ister farkında olalım ister olmayalım, zihinlerimiz içinde işlemeye ve onun işleyişini belirlemeye devam ederler. Dışsal olarak gezegenler yaratımın oyununu belirleyen yedi ışını temsil ederler. Bu yedi kuvvet doğa aleminde bütün seviyelerde işleyen enerjiler ve elementler olarak var olur. Bunlar hem zamanın ritmi hem de maddenin kıvamını oluştururlar. Gezegenler kozmosun yedi düzeyini, kaba madde ile saf varlık arasındaki yedi planı oluştururlar. Hayat yedi çarpı yedi bir halıdır. Bu yedi ışın içsel olarak beş duyuyla birlikte gönlün akli ve duygusal yönlerini oluştururlar. Kadim dinlerde Güneş Tek Tanrı’nın, birleştirici komik aklın, hayat ve doğanın işleyişlerinin ardındaki ruhani tekamül gücünün sembolüydü. Güneş kozmik efendi ve yaratıcı, içkin İlahi varlık, alemlerin babası olan İlahi Oğul’du. Ay doğanın özsel kuvveti, tezahürün ilahi alanı, hayatın anasıydı. O büyük Tanrıça’ydı. Kozmik yaratıcı kuvvetler ruhani planlardan gelir. Bunlar nüzul ederken (aşağı inerken) daha kesif bir hale bürünüp ayrışır ve çarpışmaya başlarlar. Bu aynı temel kuvvetler bütün seviyelerde farklı bileşimlerde ve kılıklarda etkileşime devam ederler. Daha aşağı bir seviyede gezegenler küçük tanrıları, bazen kaprisli bir şekilde insanın kaderini yöneten astral kuvvetleri temsil eder. İşte insan işlerine burnunu sokan Yunanlı tanrılar düzeyi. Örneğin Mars kendi başına hareket ettiğinde şiddet ve çatışmaya neden olan hayati enerji ilkesidir. Eski mitolojiler ve efsaneler sadece bu kozmik enerjileri ve bunların alt seviyelerde tabiatlarında taşıdıkları sınırlılığı ve karmaşayı anlatır. Tanrıların yozlaşması bu kuvvetlerin dışsal işleyişlerindeki yozlaşmadır. Tanrıların kavgası gerçekten ne olduğumuzu bilmediğimiz aman mecburen meydana gelen hayat enerjilerinin parçalanmasıdır. Bilinçaltının kaosu sadece bizim gerçek uyanık olmamın, egoya bağlanmış olmamızın bir yansımasından başka bir şey değildir. Bir sonraki yüksek seviyede gezegenler gönlün ve aklın tanrılarını temsil ederler: sanat, hakikat, adalet ve dış din ideallerimizi. Sadece zihinsel kuvvetler olarak gerçek dönüşüm yetenekleri yoktur. Bunlar daha derin bir cehaleti gizlerler, çünkü aynı egoizm mekanizmaları ve arzu, ne kadar soylu niyetlerle hareket edilirse edilsin, gönlün işlerinin ardında durur. Yunan tanrılarının ahlaksızlığı, akli bir kültürün ruhani başarısızlığını gösterir. Bu mitolojiler aklın tanrılarının gerisinde hayat aleminin tanrılarının ve güçlerinin, kızgınlık, arzu ve tamah gibi büyük tutkuların olduğunu gösterirler. En aşağı seviyede gezgenler demonlara, ruhani gelişimimizi engelleyen olumsuz varlıklara dönüşürler. Lucifer gelenekte düşmüş yıldızdır (aşağı enerjileriyle Venüs). Bu günah kuvvetleri yanılsama, hipnoz, aldatma ve kibirle çalışır. Bunlar kendilerini daha yüksek herhangi bir akli ve ruhani bağlantıdan koparmış olan aşağı canlılık aleminin tanrılarıdırlar. Fakat son tahlilde bunlar tezahürün bir alt alanında tersine dönmüş yüksek ışınlardır. Bu demonlar bizim içsel ihtiyaçlarımıza hitap eder, ama bunu sapık bir biçimde yaparak bizi sadece içsel farkındalıktan ve İlahi olanla rabıtadan gelebilecek tatmini dış dünyada aramaya iterler. Demek ki gezegenler sadece bizi elimizden tutup kaldıran tanrılar değil, aynı zamanda bizi aşağı çeken demonlar veya Titan’lardır. Her şey onları nasıl anladığımıza ve enerjilerini nasıl kullandığımıza bağlıdır. Kozmik Ben’den bir haber olduğumuz için hem tanrıları hem de demonları yaratırız. Kendi ilahi ve kozmik kuvvetimizi dışa yansıtır ve onun kölesi oluruz. Tanrılar ve şeytanlar düalistik akıllarımızla içine tutsak düştüğümüz enerjinin düalitesini gösterir. İç Ben’likten haber alınmamışken, bizler dış dünyanın kurbanları haline dönüşür ve onun kölesi oluruz. Bu cehalet dünyasını yöneten güçler olan gezegenlerin etkileri bakımından ilk önce kötücül olduğunu söyleyebiliriz. Sanskritçe gezegen anlamına gelen graha kelimesinin bir anlamı da bir kişiye musallat olmuş iblis anlamına gelir. Alt seviyelerde gezegenler etrafımıza bir hipnoz perdesi çevirirler ve bu hipnozun altında onların enerjilerini kendi enerjilerimiz zannederiz. Halklar ve uluslar arasındaki savaşlar gezegenler arasındaki uyumsuzluğu gösterir. Cehaletimiz içinde gezegenler tarafından hükmedilir ve onların iradelerini kendi irademiz gibi gerçekleştiririz. Bu yüzden kadimler gezegenlere korkuyla bakıyorlardı. Onlar içinde yaşadıkları korkutucu, tedirgin edici ve tahmin edilemez evrenin farkındaydılar. Bugün bu tür duygularımızın olmadığını düşünsek de, ne zaman bir doğal afet, bir sel veya depremle karşılaşsak bu duygular tekrar yüzeye çıkarlar. Kimi gezegensel bileşimler bizi hem bireysel hem de kolektif olarak olumsuz kozmik enerjilerin kontrolü altına sokar. Kendi derin Benliğimizde bu kuvvetleri kontrol edebilsek de, egolarımızlayken onların kurbanı oluruz. Gezegensel ışınlar aklımızın, duygularımızın ve duyularımızın yapısını belirlerler. Fiziksel vücudumuzun istemini örgütlerler. Kan dolaşımı, örneğin gökyüzündeki Ay ve Güneş’in dönüşünü taklit eder. Gezegenlerin zekaları vücutlarımızın ve zihinlerimizin içinde yaşar ve onların şaşırtıcı işlerini gezegenlere borçluyuz. En derin seviyede gezegenler bizim ruhani potansiyelimizi yansıtırlar. Güneş bizim iç Ben’imiz, İlahi varlığımızdır. Venüs bizim İlahi aşk, güzellik ve nezaket duyumuzdur. Gezegenlerin üzerimizdeki etkilerini aşağı seviyeden yukarı seviye çıkarmalıyız. Kendimizi kurtarmak için önce gezegenlerimizi kurtarmalı, kozmik ışınları bütünleştirmeliyiz. Kadim bir benzetmeyi kullanırsak aydınlanma Güneş’i karanlığın içinden çıkarmadır. Kozmozun biz olan kısmını kurtarmalıyı, bunu kendi özel kurtuluşumuz için değil, kozmosun tekamülünü ilerletmek için yapmalıyız. Bunu yapmak hakikat güneşinin kalbimizde doğdurmaktır. David Frawley, Astrology of the Seers Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.