Jump to content

THEJUDGE

Önerilen Mesajlar

Herkes başindan geçen ilginç ve en önemlisi hayatina yön veren olaylari burada paylaşirsa bunlari bir kitap içerisinde toplayabiliriz .biz özellikle bu proje ile ilgili facebookta "benim romanim" diye bir grup kurduk. Ayrica oraya da üye olup yazilarimizi paylaşabiliriz....gerçekten ciddi bir proje bu katkilarinizi bekliyoruz... Teşekkürler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

http://www.facebook.com/ grup/ BENİM ROMANIM

OKUYAN

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Siz hiç yüzünü canlı canlı görmediğiniz, yalnızca sanal ortamda gördüğünüz birine seni seviyorum dediniz ve ona gönülden bağlandınız mı? Ve hatta bunun adına da AŞK dediniz mi?Ben diyen birisini tanıyorum. Hem de çok yakından…ve hikaye şöyle başlıyor:

X lise ikiye giden bir öğrenci, Y ise daha çocuk denecek yaşta bir sekizinci sınıf öğrencisi. Bunlar birbirlerine çok uzak şehirlerde yaşıyor olsalarda kader bir şekilde onları buluşturuyor…nasıl mı?... birbirleriyle akraba olan bu gençler birbirlerini hiç görmemişlerdi bu yaşlarına kadar,nerdeyse hiç haberleri bile yoktu birbirlerinden. Bir gün X’ in ablası Y’ lerin evine gitmişti. Geldiğinde Y’nin fotoğrafını göstermişti X’ e ve X çok hoşlanmıştı Y’ den. Ablasından Y’nin telefon numarasını alan X hiç vakit kaybetmeden Y’ ye mesaj atmış kendisini tanıtmıştı…Cevabında Y, X’E abi diye hitap etmişti. X’ in beklemediği bir durumdu bu tabiî ki de. Hiç bozuntuya vermeden durumu düzeltti ve kendisine abi dememesini aralarında o kadar yaş farkının olmadığını söyledi ve yavaş yavaş birbirlerini tanımaya başladılar. O sene Y OKS’ ye girecekti. Bu yüzden sık görüşemiyorlardı. Birgün internetten görüşmeye karar verdiler.X gerçekten çok heyecanlıydı. Y ‘ gördüğünde heyecanlı olmasının nedenini çok ii anlamıştı ona aşık olmuştu. Resmini gördüğünde duyduğu hoşlantı aşka dönüşmüştü. Fakat bunu ona söyleyemezdi. Çünkü onunla akraba idiler ve Y’ nin bu sene önemli bir sınavı vardı. Onun için bekleyecekti O’nu… Elbet bir gün söylerdi ona sevdiğini onu. Çok nadir görüşüyorlardı.Her sesini duyduğunda içinden bir şeyler kopuyordu X’ in. Ne kadar zor bir şeymiş bu aşk denilen şey diye geçiriyordu içinden X…Ve beklenen sınav zamanı gelmiş Y sınava girmiş ve rahatlamıştı. Artık X’ in ona sevdiğini söylemesi için bir engel yoktu. Ama korkuyordu X ona aşkını söylemekten, korkuyordu reddedilmekten. Korkuyordu eğer bir daha onunla konuşmazsa, o hoş sesini duyamazsa diye…bir karar vermeliydi…çok düşündü ve sonunda söylemeye karar verdi.ya ona sevdiğimi söyleyemeden başıma bir şey gelirse diyordu.çünkü hayat bu ertelenmeye gelmez biliyordu. Birgün o cesareti kendinde topladı ve internetten görüşmek istediğini söyledi Y’ ye. Görüşmeye başladılar…X onu izliyordu gözünü hiç ayırmadan. Cesaretini toplamaya çalışıyordu. Ve sonunda söyledi ona onu sevdiğini, ona aşık olduğunu. Y’ nin suratı ilk önce sert bir ifade aldı.X bakamıyordu yüzüne utancından. Bu benim bittiğim andır diyordu.X göz ucuyla baktı Y ‘nin yüzüne ve fark etti Y’ nin gül yüzünde açan gülleri. “Bende seni seviyorum,aptal” dedi Y. X inanamıyordu gerçekten o da seviyor muydu onu. Şaka gibiydi. Dünyalar onun olmuştu adeta… Bu duygularını Y ile paylaşmıştı. Meğer Y de en aşından beri X’ e karşı bir şeyler hissediyormuş ve söyleyemiyormuş. Evet yeni bir aşk hikayesi başlamış oldu bu sayede…:)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

yukarıdaki öykünün devamı niteliğinde: ayrılık

 

2 gün önce ayrılmıştım kız arkadaşımdan. Bana söylediklerini duyduktan sonra onu çıkarmıştım tamamen hayatımdan. Birçok kez aramız bozulmuş, bir süre ayrı kalmış, sonra bir şekilde barışıp devam etmiştik yolumuza hep. İnişli çıkışlı dönemlerimiz olurdu hep ilişkimizde. Tabii ki bunun nedeni birbirimizden ayrı olmamızdı. İkimizde farklı şehirlerde yaşıyorduk ve çok uzaktık birbirimize. Bir de hiç yüz yüze görüşememiştik onunla. Farklı bir ilişkiydi bizimkisi…

Bir gün ayrılmak istedim ondan hem de başka bir kız yüzünden. Ve hemen yaptığım hatanın farkına vardım ve özür diledim. Gerçektende onu seviyordum, ama bir anlık hoşlanma, onun benden uzakta olması, uzaklığın verdiği ilgi ve şefkate muhtaçlık beni böyle bir hata yapmaya itmişti. Zaten o hoşlandığım kızda benimle aynı durumdaydı. O kızın da erkek arkadaşıyla arası bozuktu ve nerdeyse ayrılmak üzerelerdi. Bir gezi ortamında tanıştığım o kızla birkaç derdimizi paylaşmıştık ve bu sayede yakınlaşmıştık birbirimize. Gezi sona erdikten sonra kız arkadaşıma açtım bu konuyu ve ona ayrılmak istediğimi söyledim. Neden olarak ilk başta üniversite sınavını ileri sürmüştüm ama sonradan o gezideki kızdan dolayı ayrılmak istediğimi söylemiştim. Hani insanlar akıllarını kullanmazlar, dilleriyle başlarını yakarlar ya işte benimkisi de o hesap. Gerçi bu yapımdan dolayı böyle olmuştu. Yalan söylemeyi beceremiyordum ve aynı zamanda söylediğim yalanın elbet bir gün ortaya çıkacağını ve başımı daha çok ağrıtacağını düşünüyordum. Onun için açık açık konuşmuştum onunla. Yaşananları anlattım ona. Gerçi pek bir şey de yaşanmış sayılmazdı ya neyse. O gün gezideki kızla da konuştum. Bana kız arkadaşımla devam etmemi, bizim anlık bir hoşlantıya kapıldığımızı söyledi. Söylediklerini düşündüm…Söylediklerinde haklıydı. Gezideyken sesini duyamadığım kız arkadaşımın sesini tekrar duyduğum anda fark etmiştim aslında kimi sevdiğimi ama o ruh hali bana gezide yaşananları anlattırmıştı. Daha sonra hatamın farkına vardığımı,gerçekten kimi sevdiğimi ona söyledim ve defalarca özür diledim…İnsanlar düşünerek hareket etseler özür dilemek zorunda kalmazlar ama insanız sonuçta hata yapmak özümüzde var. Düşünmeden hareket etmiş, anlık duygulara kapılmış ve hata yapmıştım…Kız arkadaşım ilk başta affetmemesine rağmen daha sonradan bana bir şans vermişti. Fakat hiçbir zaman eskisi gibi olamadık onunla. Mesajları kısa, soğuk,duygusuzcaydı… Farklı olmasını da bekleyemezdim. Kırılmıştı bir kez bana olan güveni. Aslında neredeyse bütün kadınların kalesi GÜVENleridir. O kaleyi ele geçirdiğin zaman,o kadın senindir. Fakat o kalenin surlarına küçük bir zarar verdiğin anda o kaleyi kaybetmiş sayılırsın. Yani kalenin tamamen yıkılmasına gerek yoktur, küçük bir zarar yeterlidir onları kaybetmek için. Kaybetmesende onu artık eskisi gibi olmaz hiçbir şey…İlişkimiz bu yıkık surlarla fazla yürümedi ve bitirdik ilişkimizi… Fakat bir süre sonra tekrar birleşti yollarımız. Kader bizi bir şekilde birleştiriyordu, fakat aynı şekilde başka bir yolda ayırıyordu yollarımızı. İlk satırda bahsettiğim yol ayrımındaydık. Bitiren o olmuştu ilişkiyi. Bana beni hiç sevmediğini, sırf ben üzülmeyeyim diye ilişkiyi sürdürdüğünü söyledi. Gerçi bu attığı mesajlardan da anlaşılıyordu. O gün söylediği sözler onu benim gözümde bitirmişti ve kurulan hayaller, yapılan planlar hepsi çöp tenekesine gitti. Arkada onunla yaşadığımız hiçbir şey kalmamıştı, çünkü yaşadığımız hiçbir şey yoktu onunla. Sadece mesajlar ve telefon konuşmaları vardı . Fakat yine de unutamıyordum onu. Bir şekilde çıkarmam lazımdı onu hayatımdan… Yeni limanlar bulmam lazımdı sığınacak, neden mi? Sırf onu unutmak için. Bu yüzden bulduğum ilk limana sığındım kim olduğuna bakmadan.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

yeni bir başlangıç ve bir hayat hikayesi:

 

 

Son ayrılığımız yaz mevsiminde olmuştu. O dönemde benim üniversite sınav sonucum açıklanmış ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi `ni kazanmıştım… Eski kız arkadaşımın yakın bir arkadaşı vardı. Bir gün bana mesaj attı nereyi kazandığımı öğrenmek için. Numaramı eski kız arkadaşımdan almış. Onunla muhabbet etmeye başladık ve bir gün beni aradı ve öyle muhabbet ettik. Ne yalan söyleyeyim sesi beni etkilemişti. Yavaş yavaş muhabbetimiz ilerliyordu. Fakat bir akşam bir mesaj attı. Evde yalnız olduğunu ve hayattan bıktığını, intiharın sınırında olduğunu söyledi. Tabi şaşırmıştım birden böyle bir şeyi duyunca. Nedenini sordum ve anlatmaya başladı hayat hikâyesini:

“Annem ve babam Almanya’da tanışmışlar. Babam orda bir fabrikada çalışıyormuş ve annemde fabrikanın sahibinin kızıymış. Bir gün fabrikanın iş bitiş saatinde babam eve gitmek için fabrikanın çıkış kapısından çıkarken annemle çarpışmış. Annem o esnada telefonla konuştuğu için babamı fark etmemiş ve ona çarpmış. Annem çok kibar, hanımefendi bir kadınmış. Hemen özür dilemiş,bir şeyinin olup olmadığını sormuş. İlk etkilenme orda olmuş ve kader bir şekilde yollarını birleştirmiş. Fakat dedem ve anneannem evlenmelerine karşı çıkmış. Çünkü babam aradıkları damat tipine uymuyormuş. Hem bir işçi hem de bir Türk. Her şeye rağmen annem ve babam evlenmişler. Tıpkı Türk filmlerindeki gibi bir evlilik İlk önce abim doğmuş ve ardından da ben. Keşke doğmasaydım diyorum hep. Çünkü annem ben doğduktan hemen sonra ölmüş. Babam beni suçluyormuş annemin ölümünden ve bu yüzden bana bakmak istememiş, beni kabul etmemiş evladı olarak. Bu yüzden anneannemle dedem bakmak zorunda kalmış bana. Anneannem çok disiplinli ve ırkçı bir kadındı. Babamı ve Türkleri hiç sevmez. Daha önce de dediğim gibi annemle babamın evlenmesini hiç ama hiç istememiş. Tabii bu istenmeyen evliliğin ürünü bir çocuğa bakma işini hoşlanarak yapmadığı kesindi. Zaten bu işi kendisi yapmamış ve bana bakması için bir dadı tutmuştu. Hani filmlerde olur ya; disiplinle her şeyin hallolacağını sanan, kendini beğenmiş bir Alman. Her şeyin bir saati vardı: oyun oynamanın, kitap okumanın, yatmanın… Beni bir robot gibi yetiştirmeye çalışıyorlardı adeta. Anneannemin sevdiği üç kelime vardı: disiplin, disiplin, disiplin. Benimse nefret ettiğim üç kelime vardı: disiplin, disiplin, disiplin. Ben özgürlük istiyordum, biraz olsun özgür olmak. Anneannem beni tam bir Alman gibi yetiştirmek istiyordu. Günde en az iki saat Almanca dersi için hoca geliyordu. Alman ırkının üstünlüğüyle ilgili kitaplar okutmaya çalışıyordu. Bense bıkmıştım bunlardan, hiç sevmiyordum bu tür kitapları. Onlar beni zorladıkça Almanlardan daha da nefret ediyordum.

O evde sevdiğim tek insan vardı: dedem. Dünya tatlısı bir insandı dedem. Annemle babamın evlenmesine karşı çıkmasının nedeni anneannemin zorlamasıymış bunu daha sonra öğrendim. Anneannemin üzerimdeki etkisini az da olsun azaltabilen dedemdi. Başka kimse bir şey diyemezdi anneanneme. Dedemle oynamayı gerçekten seviyordum. Bana insan olduğumu hatırlatan tek insan oydu o evde. Benimle çocuk olmasını iyi biliyordu. Bu arada dedem bulunduğumuz eyaletin sayılı zenginlerinden birisiydi. Birçok fabrikası vardı dedemin. O öldükten sonra mirasın büyük bir kısmı bana kalmıştı. Fakat yaşım küçük olduğu için kullanamıyordum bu mirası. Aslında benim için miras hiç önemli değildi. Keşke dedem sağ olsaydı. Çünkü o öldükten sonra anneannem iyice arttırdı üzerimdeki baskısını. Tam bir istibdad dönemi yaşanıyordu benim için. Artık beni ona karşı koruyacak kimse kalmamıştı. Bu baskının sebebi tabi ki de dedemin mirasın büyük kısmını bana bırakmasıydı.

O evde bahsetmediğim tek birisi kaldı,o da: dayım. Dayım nazi yanlısı bir Alman. Hayatı başarısızlıklarla dolu bir insan. Üniversiteyi ikinci sınıfta bırakmış derslerindeki başarısızlığından dolayı. Zaten özel üniversiteye gidiyormuş.Dedem, fabrikalarından birisini ona vermiş,okula vereceği parayla fabrikayı geliştirsin diye. Fakat iyi idare edemediği için fabrika batmaktan son anda kurtulmuş. Bu yüzden dedem ona basit işler yaptırmaya özen gösteriyordu. Bu yüzden dedemle araları pek iyi değildi. Benimle de arası iyi değildi. Pek konuşmazdık onunla. Zaten evde ayık gezdiği nadir olurdu. Durmadan en pahalı içkilerden içerdi. Belki de onu böyle içmeye iten neden dedemle anneannemin ona fazla değer vermemesi ya da ona olan sevgilerini göstermemeleri, sevgiden yoksun büyümesi ve bu yüzden hep başarısız olmasıydı. Hiç kimse ona bir hata yaptığı zaman “olur böyle şeyler, canını sıkma” dememiş , her yaptığı hata da, her başarısızlığında “niye hata yapıyorsun, beceriksiz adam” gibi sözlere maruz kalmış. Bunları nerden mi biliyorum? Çok içtiği zamanlarda koltukta sızar kalır ve sayıklardı dayım. Onun o haline çok üzülürdüm, hep içim acırdı. Bu yüzden ona hep yaklaşmak istemişimdir ama dayım hiçbir zaman buna izin vermedi. Bir de bu miras meselesi ortaya çıkınca benden iyice nefret etmeye başlamıştı. Hatta mahkemeye miras dağılımının değiştirilmesi için dava bile açtı. Kendisine haksızlık yapıldığını düşünüyordu. Belki de kendince haklıydı. Dedemin oğlu olarak daha fazla şey hak ettiğini düşünüyordu. Bence çok aç gözlü davranıyordu dayım. Çünkü yanlış hatırlamıyorsam 3 tane fabrika ve 2 apartman bırakmıştı dedem dayıma ve ayrıca bu fabrikaların kazancı da bayağı iyiydi. Bana ise beş fabrika ve 4 apartman bırakmıştı. Daha önce de dediğim gibi bu miras benim umrumda bile değildi.

Almanya’dan öyle sıkılmıştım ki patlamama çok az kalmıştı. Adeta her şey üstüme geliyordu. Kendi içime çekilmeye başlamıştım. İnsanlar beni boğuyordu. Yalnızlığımda boğuluyordum sanki. Kimseyle konuşmamaya başlamıştım. . Psikolojim iyice bozulmuştu. Yemeden içmeden kesildim ve giderek zayıflıyordum. Doğum günüme de birkaç gün vardı. Bu arada belirteyim ben hiçbir zaman doğum günümü kutlamadım. Neden mi? Tabi ki de annemi doğduğum gün kaybettiğim için. Annem beni doğururken öldü. Niye doğmuştum ki ben of of offfffffffffffff… Ben doğmasaydım şimdi annem yaşıyor olacaktı. Acaba sen olsan böyle bir günü kutlar mısın yoksa lanet mi edersin o güne. Demek Allah’a isyan olacak olmasa lanet ederdin. Diyorsun ki vardır bunda da bir hayır… Bunda nasıl bir hayır vardır bilemiyorum ama neyse dediğin gibi olsun. Nerde kalmıştım? Hımm evet, bu yüzden ben hiçbir zaman doğum günümü kutlamam ve benim doğum günümü kutlayanlara da çok kızarım. Kızacağımı bildikleri için yakın çevremden kimse beni tebrik etmez. O yıl on beşime girecektim. Anne ve babasız dile kolay on dört yıl. Psikolojim berbat bir halde girecektim yaşıma. Evdekiler de fark etmişlerdi o halimi. Anneannem sık sık neyim olduğunu bir psikiyatriste götürmek istediğini söylüyordu. Bense bir şeyimin olmadığını söylüyor ve durumu geçiştiriyordum… Halbuki sorunum belliydi ve çok basit bir çözümü vardı… sorun ve çözüm tek kelimeydi ikisi de: sevgisizlik ve sevgi. Doğum günüm gelmişti ve o gün diğer günlere oranla daha kötü hissediyordum kendimi… Düşünsene senin doğduğun gün senin için en önemli insan ölüyor. Hem de senin yüzünüzden. Çok acı bir şey bu benim için. İçimdeki acıyı tarif etsem anlayamazsın. Fakat o gün benim hayatımın dönüm noktasıydı biliyor musun? Öğlen telefon çaldı. Arayan abimdi. Hal hatır sorduktan sonra bana Almanya’da olduğunu, hazırlanmam gerektiğini ve bir saate kadar beni gelip alacağını söyledi. Adeta şok olmuştum bunları duyunca. Telefonu kapattım ve kendime gelmem nerdeyse on dakikamı aldı. Sonra büyük bir heyecanla eşyalarımı toplamaya başladım. Benim için eşyaların hiçbir önemi yoktu. Yeter ki bu cehennemden çıkayım istiyordum. Üç beş sevdiğim eşya ve elbiseyi aldım ve abimi beklemeye başladım. Aklımda onlarca soru işareti dolaşıyordu. Hepsine kendimce cevaplar vermeye çalışıyordum.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

1. bölüm

 

Zamanın birinde gezegenin tekinde Baran adlı bir çocuk dünyaya gelmiş, doğduğu gezegenin adı Yılman imiş. Yılman gezegeninde garip bir yaşam tarzı varmış. Bu garip yaşam tarzının ayrıntılarından daha sonra bahsedileceğim ama kısa bir örnek vermek gerekirse; orada yaşayanlar güneş ışınlarından rahatsız olurlarmış, bizim “gündüz” diye bildiğimiz zaman diliminde uyur, “gece” dediğimiz dilimde de günlük işlerine bakarlarmış. Zaten gündüzler de genel olarak epey kısa sürermiş…

 

Baran doğduktan hemen sonra babası ortadan kaybolmuş. Daha sonra anlatılacağı üzere babasının aileden kaynaklanan bir takım gizli işleri varmış. İş de bu işlerden dolayı, üstleri tarafından çağrılması üzerine, ailesinden uzakta uzun bir yolculuğa çıkmış. Bütün işler de annesinin üzerine kalmış. Kuralcı, titiz ve mükemmeliyetçi bir kişiliğe sahip olan anne, çocuklarını büyük bir disiplin içerisinde yetiştirmiş. Bu sırada akrabaları tarafından sürekli rahatsız edilen anne sonunda akrabalardan uzak bir yere taşınmış. Baran da okula gideceği yaşa geldiği için bu yeni taşındıkları yerde hemen okula başlamış. Okula başladığı ilk gün çok önemli olduğu için -sonradan daha da iyi anlaşılacağı üzere- ayrıntıya girmekte bir sakınca görmüyorum.

 

“İlk gün” diyeceğim o özel güne… ilk gün, okula getirip sınıfın önüne bırakmışlar. Daha önce bu anın hayalini yüzlerce kez kurmasına rağmen (okula gitmek Baranı çok heyecanlandırırdı o zamanlar, sürekli, acaba nasıl bir yerdir orası, orada kimler vardır, öğretmeni nasıl biri olacaktır, gibisinden sorular sorar, büyüklerinden duyduğu şeyler üzerinde de uzun uzun düşünürmüş) ilk gün beklenmedik, tahmin edilemeyecek hatta imkânsız olan bir şey gerçekleşmiş. Sınıfa girdiğinde, canlı kanlı olarak “Peri Kızı”nı karşısında bulmuş. Peri Kızı da şu şekilde ortaya çıkmış; “İlk gün”e kadar gördüğü rüyalar arasında en belirgin olanı ve en çok gördüğü rüya “Peri Kızı” adını verdiği bir rüyaymış. Bu rüyada, sonradan da bahsedileceği üzere “Neverland” dediği bir yerdeymiş. Bu yerde en sevdiği canlı olan “Anka Kuşu” ile birlikte dolaşırlarken sürekli karşılarına bir kız çıkarmış, çıkarmış ama tam olarak kendini göstermez, bir görünüp bir kaybolurmuş gözden. Sadece siması biraz akılda kalırmış. Baranın aklında, hayalinde bu şekilde bir yer edinmiş kendi kendine. Bu rüyayı da sürekli gördüğü için artık o rüyaya ve o kıza böyle bir isim vermiş, Peri Kızı… Şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacakmış, o anda dilden dökülen sadece bir çift kelime imiş Peri Kızı…

 

- Bir şey mi dedin?

 

- Ben mi? Yo yoo, kendi kendime söyleniyordum

 

- Hmmm, ben de bana dedin sandım…

 

İlk gün o şaşkınlığın, heyecanın, mutluluğun, afallamışlığın bir araya gelerek oluşturduğu karmaşık duygunun etkisiyle sona ermiş. İlk gün ve diğer günler… Sanki ömür boyu devam edecek olan bir his tüm bedenini sarmış Baranın, belirsiz aralıklarla bedenini etkisi altına alıyor ve sanki bu etkiden hiç çıkamayacakmış gibi hissediyormuş, kara büyü gibi. Bu anlam verilemeyen his, hem çok tatlı gelirmiş Barana hem de çok acı verirmiş, zihnini allak bullak edermiş. Bu his; sanki bütünü tamamlayacak olan parçanın bulunup da o parçanın bir türlü bütünle bütünleşememesi gibi bir hismiş. Veya rüya ile gerçeğin arasındaki ince çizginin ortadan kakmasıyla afallamış olan kimsenin hem her şeyi yapabilecek gücü kendinde hissedip hem de hiçbir şeyi yapamayacağını fark etmesi gibi bir hismiş.

 

Yılman dönüyor ve yaşam devam ediyordu, Baran büyüyordu, büyürken de gözlem yapıyor, etrafındaki canlıları ve doğayı izliyor ve etrafında gelişen olayları anlamaya çalışıyordu. En çok da kitap okumayı seviyor, her okuduğu kitapla birlikte hayallere dalıyor, kitabın kendisine sunduğu âlemde keyifli bir yolculuk yapıyordu. Bu kitaplardan da en çok sevdiği Anka Kuşu ile alakalı kitaptı, kitabı okuyup Anka Kuşunu tanıyınca hep hayalini kurduğu Neverland’de beraber dolaştığı kuşla özdeşleştirdi onu. Kitabı okurken Anka Kuşuna biniyor, yeni yeni yerler keşfedip, ejderhalarla savaşıyordu, galip geldiğinde Peri Kızını ejderhanın tutsaklığından kurtarıp onu özgürlüğüne kavuşturuyor, yenildiğinde de bir sonraki sefer için tekrar hazırlanıyordu. Anka Kuşunun da en çok bu özelliğini seviyordu, çünkü o küllerinden yeniden doğabiliyordu. Neredeyse her gece onunla uçmanın, Peri Kızını kurtarmanın rüyasını görüyordu. Bir gün bu hayali gerçekleşti de… okulda çok yoğunlaştığı, zihniyle odaklandığı bir anda şiddetli bir baş ağrısı belirdi, bir an kendisini boşlukta buldu veee Neverland, kutsal mekân… bu yerde Anka Kuşuyla birlikte doyasıya uçtu, tüm hayallerini gerçekleştirdi, o anda rüya ile gerçek arasında hiçbir fark yoktu çünkü ikisi de birdi…

peri_kz2.jpg

kara b

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Gözlerini açtığında hastanedeydi, bir süre ne olduğunu anlamak için etrafına göz gezdirirken verilen ilaçlar etkisini gösterdi ve tekrar uzun bir uykuya daldı. Annesinin gözetimi altında birkaç gün yattıktan sonra ayağa kalktı ama o yaşadıklarından sonra hiçbir zaman tam olarak eskisi gibi olmadı(o günlerde başına gelen şeyi hiçbir zaman öğrenemedi, onu o hale getiren şey neydi, o halden kurtarmak için neler yaptılar ve eskisi gibi olamamasının nedeni neydi, hiçbir zaman öğrenemedi…).

 

Hayat akıp giderken su gibi üzerinden, yeteneklerini keşfetti ruhunun en derinlerinden, haberdar oldu fıtratında yatan gizemden. Kimilerinin “acayip” dedikleri bu yetenekler, sahip olana da “ucube” denmesine neden oluyordu. Bu yeteneklerin ne olduğundan şimdilik bahsetmeyeceğim, zamanı gelince nasıl olsa ayrıntılı bir şekilde anlatacağım. Şu kadarını söyleyebilirim ki; Baranın ailesinden gelmekte olan bu gizli güç, zamanında dedesinden babasına geçmiş ve şimdi de babasından kendisine geçmişti. Yaşı ilerledikçe ve Baran da bu gücü kullanmayı öğrenmeye yani yeteneklerini geliştirmeye başlamıştı ama bunu bilinçli olarak yapmıyordu. Baran büyümeye, büyürken de gözlem yapmaya, öğrenmeye, anlamaya ve yeteneklerini geliştirmeye devam ederken –tabi bu arada en çok dikkat ettiği ve üzerine titrediği şey o Peri Kızıydı- bir gün babası çıkageldi. Bu arada Baranın babasıyla arası hiçbir zaman iyi olmadı, aralarında her zaman sebebi anlaşılamayan bir soğukluk vardı. Babasının böyle aniden çıkagelmesi herkesin üzerinde garip bir tesir oluşturdu, kimse tam olarak sevinemiyordu bile. Sanırım babası evden uzakta olduğu o uzun zaman diliminde yürüttüğü gizli işlerde başarısız olmuştu ve üstleri tarafından bu işlerden uzaklaştırılmıştı. Burada şunu belirtmek gerekir ki, ailede bulunan bu gizli güç, aileden olanları da doğal olarak etkisi altına alıyordu ve bu yönde bir yaşam tarzı seçiliyordu. Babasıyla hiçbir zaman bu konuyu konuşmadılar ve babası da bu konuyu bir şekilde unuttu ama Baranın içindeki ateş yanmaya devam ediyordu, arada sırada ortaya çıkıp Baranın kendisini göstermesini sağlıyordu. Böylelikle varlığının yani ateşinin sönmesine hiç izin vermedi(bu güçten yeri geldikçe bahsedilecektir lakin şunu bilmek gerekir ki güç kontrol edilmeli ve yönetilmelidir, aksi takdirde sahibine zarar verebilir). Baranın kişiliği hakkında bir şeyler söylenecekse ilk önce onun farklılığına vurgu yapılmalıdır. O farklıydı ve farklılığı bir şekilde anlaşılıyordu. Bunun dışında Baran duygularını en yoğun şekilde yaşayan ve sürekli değişebilen bir insandı, farklı durumlara uyum sağlayabilirdi zamanla. Çok hırslı ve kibirliydi de, bazen bu yüzden farkında olmadan etrafındakileri incitebiliyordu. Yine de bu özelliğini belli etmek istemez ve kibirli görünmeyi sevmezdi, elinden geldiğince bastırmaya çalışırdı bu hisleri. His demişken, Baranın hisleri çok kuvvetliydi, 6. hissi çok gelişmişti, birçok şeyi önceden tahmin edebilir, karşısındaki kişinin duygularını ve düşüncelerini anlayabilirdi. Bilinmesi gereken bir özelliği de çok meraklı olmasıydı.

 

Zamanla unutulmaması icab eden şeyler unutuldu ve “Kötülük” “İyiliğe” galebe çaldı. Hırs tüm bedeni kapladı, kibir haddini aştı, var olma nedeni unutuldu, Neverland –kutsal mekân- yok oldu, hissiyat harâb oldu ve bitâb düştü, yürek ise paramparça bir halde… evet, sonunda beklenen zaman gelmişti, Baran büluğ çağına gelmişti ve savaş başlamıştı. Yılman’daki farklı yaşam tarzlarından biri de şimdi karşımıza çıkıyor. Yılmanda yaşayanlar büluğ çağına gelince zihinlerinde, kalplerinde ve bedeninde bir savaş başlar ve bu savaş o kişinin ömrü boyunca sürer. Bu savaş “İyiliğin” ve “Kötülüğün” savaşıdır. Bu savaşta kişi taraf değildir, kişi; üzerinde savaşın yapıldığı nesnedir ama kişi bu savaşa yön verebilir belli bir olgunluğa ulaştığı zaman. Savaşın kuralları ve kanunları vardır. Kimse bir diğerinin savaşına katılıp ona yardımcı olamaz ve “İyiliğin ve Kötülüğün” sınırları bilinemez ve bu sınırlar çizilemez keskin ayrımlarla. Kişi yalnızdır bu savaşında, “İyiliğin ve Kötülüğün” ne olduğuna kendisi karar verecek ve bu savaşa da ancak kendisi yön verebilecektir. İşte Baranın savaşı da bu şekilde başlamıştı ve Baran bu durumun farkında değildi. Kısa bir süre içerisinde İyilik zayıf düşmüş Kötülük karşısında ve Kötülük hükümranlığını ilan etmişti. Kötülük, Baranda önceden var olan veya zamanla geliştirdiği bütün özelliklerini ve yeteneklerini hatta etrafındakileri bile unutturmuş ve yerine kendi değerlerini ve niteliklerini yerleştirmeye başlamıştı. Bu arada unutulanlar arasında Peri Kızı da vardı. Belki her zaman yanı başındaydı ve görebiliyordu onu fakat varlığını hissetmeyince yanında olduğunda, kalp gözüyle bakmayınca gözlerinin taa içine, ruhunun sıcaklığını fark etmeyince dokunduğunda ellerine, yanı başında da olsa unutuluveriyordu. Unutuldukça da ışığı sönüyordu Peri Kızının. Bir anlık da olsa içten ve samimi şekilde hissedilmesi, hatırlanması, varlığının fark edilmesi; parlamasına, ışıl ışıl olmasına yetiyordu Peri Kızının (sonradan Baran büyücüler okuluna gittiğinde de buna benzer bir durum olmuştu, Baran, Peri Kızını her düşündüğünde, düşünde gördüğünde, hayal edip kalbinin taa derinlerinde hissettiğinde; ondan çoook uzakta olmasına rağmen Peri Kızı ışıl ışıl parlıyor, etrafına pozitif bir enerji saçıyordu. Görenler bu duruma çok şaşırır, Peri Kızına ne olduğunu anlamaya çalışırlardı ama kimse de bu duruma bir anlam veremezdi. Sanki aralarında sımsıkı bir bağ vardı Baranla ve bu bağ birbirinden ne kadar uzakta olsalar da onları birbirine bağlıyor ve hayata tutunmalarını sağlıyordu)… Kötülüğün Baran üzerindeki tüm bu olumsuz etkilerine rağmen Baran yeteneklerini uygun bir an gelince kullanabiliyor ve yine kendini olumsuz da olsa gösterebiliyordu…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Okulun son günleri gelip çatmıştı. Baranın ahvalinde bir farklılık yoktu. Bir türlü Kötülüğün etkisinden kurtulamıyordu. Fark etmesi gereken şeyleri hala fark edemiyor, sanki halinden pek şikâyeti yokmuş hatta mutluymuş gibi görünüyordu. İçinde ise fırtınalar kopuyor, hırs ve kibir onu yiyip bitiriyor ama bir türlü kendisinin bu halde olmasının nedenini bulamıyor, bu bilmeceler ve karmaşadan dolayı da depresif halden bir türlü kurtulamıyordu. Tabi tüm bunlar derinin altında gizlenen, için için yanan kor gibiydi sadece. Çevresindekilere ise çok farklı gözüküyordu. Zaten derdini anlatacak kimse yoktu, gerçi anlayabilecek de kimse yoktu. Belki Peri Kızı… onun varlığını ilk zamanlardaki gibi hissetmiş olsaydı, belki o zaman kurtulabilirdi bu hâlden, belki o zaman İyilik güç alabileceği bir kaynak bulduğu için, savaşta Kötülüğün karşısında durabilirdi, belki… Madalyonun iki yüzü var, Peri Kızı da çok kötü durumdaydı. Belki Peri Kızının varlığını hissetmiş olsaydı yüreğinin derinliklerinde; onu öylece bırakıp gitmeye, parıltısının sönmesine, ışığının zayıflamasına, yaşam enerjisinin tükenmesine gönlü razı gelmezdi, belki… keşke… Tabî tüm bu olanları sonradan hatırladığında çok pişman olacaktı. İşte okulun son günlerini de bu karmaşık duygular içerisinde geçiştirmişti Baran.

 

Okul bittikten sonra herkes dağıldı ve kendine yeni okul aramaya başladı. Nasıl olduğunu tam olarak hatırlamamakla birlikte sanırım ailenin bir takım gizli ilişkileri sayesinde Baran, “Büyücüler Okulu”na kabul edildi, yetenekleri, gücü ve diğer özellikleri testten geçirildi ve dönemin gri büyücü adayları bölümünün en iyi sınıfına yerleştirildi. Evinden, ailesinden ve tanıdıklarından uzakta bir hayata başladı. Yine bu süreçte de Kötülüğün etkisi altındaydı ve o okuldaki bazı tecrübeli büyücüler(Master denilir bunlara) bu durumun farkındaydı. Kötülüğün etkisi altına girmek bilinçsiz de olsa bir tercihti ve bu durumdan da ancak bir tercihle çıkabilirdi. Aksi halde doğrudan müdahaleler tahmin edilemeyecek ve düzeltilemeyecek sonuçları doğurabilirdi. Bu yüzden tecrübeli büyücüler; öğrencilere, yeteneklerini iradeli bir şekilde kullanmayı ve yeteneklerini geliştirmeyi öğretirken, satır aralarında da İyiliğin Kötülüğü nasıl yenebileceğinden bahsediyorlardı. Bunun nedeni hem durumun farkında olan öğrencilerin iradelerini kullanarak bu savaşa yön verebilmelerini sağlamak… hem de bilinçsizce yaptığı tercihleri sonradan fark edip afallayacak olan öğrencilere, satır aralarında anlatılan bu bilgilerin hatırlanmasını sağlayıp, o anki durumundan nasıl kurtulabileceğinin pusulasını vermekti. Kötülük ve İyilik arasındaki bu savaşın hem zihinlerde, hem kalplerde, hem de bedenin tamamında olduğundan bahsetmiştim. Yani savaşın; hem zihinsel, hem duygusal hem de fiziksel olarak bir varlığı var. İşte bu fiziksel olarak var olan savaş, gözle görünmese de bazı şartlar gerçekleştiğinde nadiren de olsa görülebiliyordu. Masterlardan bazıları bu metafizik savaşı görebiliyorlardı, belki buna tam olarak görmek denmeyebilir ama onlar “hissedebiliyorlardı” diyebiliriz. Konuyu açmışken şunu da belirteyim, savaş her zaman aynı şiddette olmuyordu, sürekli değişen ve farklılaşan bir yapısı vardı bu savaşın. Savaşın etkisini yitirdiği bazı zamanlarda Baranın bedenini Peri Kızının sıcaklığı sarıyordu ama bu durum çok da uzun sürmüyordu maalesef…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Büyücü okulunda hayat bu şekilde devam ederken bir gün yetenekli ve güçlü bir öğrenciyle düelloya girdi Baran. Düellonun sonunda çok büyük hasar gören Baran, zamanla her şeyi sorgulamaya başladı. Daha önce gururundan ve kibrinden asla taviz vermeyen ve hatta seçilmiş kişi olduğuna inanan Baran, bu düellonun sonunda zayıf ve güçsüz yönlerini fark etti, aslında o kadar da güçlü değildi, “seçilmiş kişi” olduğu da sadece bir palavradan ibaretti hepsi bu… bu idrak hâli öyle bir darbe indirdi ki Kötülüğün en çok sevdiği Kibir hissine; bir daha beli doğrulamadı Kötülüğün, hükümranlığı da yavaş yavaş çatırdamaya başladı. İyilik de bu arada güç kazanmaya başladı. Bu olayın sonunda “inzivaya çekilen büyücüler” arasından çıkıp, “topluma karışan büyücüler” arasına geçmeye karar verdi.

 

Tüm bu yaşananlar Baranı rutinden çıkartmış, yeni ve farklı deneyimler yaşamaya itmiştir. Farklı büyülerle uğraşmaya ve farklı gruplarla takılmaya başlar. O zamanlar yapılmakta olan büyücü okulları arasındaki turnuvaya katılır ve adını duyurur. Yeni grubuyla gizli bir şekilde yaptıkları büyüler ve edindiği bu deneyimler sayesinde level atlar. Bu yasak büyüleri yaparken de birkaç defa ölümden dönmüştür. Edindiği bu deneyimler sonucunda geldiği level, onu, okuldaki son senesinde, “ak büyücü adaylarıyla”, “gri büyücü adaylarının” en iyilerinin toplandığı, “toplum büyücüleri” bölümünün en iyi sınıfına alınmasını sağlar. Bu sınıf aynı zamanda büyücü okulunun da uzun zamandır mezun edeceği en iyi sınıftır. Masterlar dahi bu sınıfla gurur duymaktadırlar.

 

Son senede İyilik ile Kötülük arasındaki savaş devam etmektedir. Son sene farklı bir şey olur, uzun zaman önce unutulanlar tekrar hatırlanmaya, varlıkları fark edilmeye, hissedilmeye başlar, Neverland-Kutsal Mekân- gibi. Neverland’den biraz bahsedelim. Bu yer Barana özel bir mekândır, Has Bahçe gibi. Baranın kendini kötü hissettiğinde huzur bulmak ve ruhunu dinlendirmek için gittiği tek yerdir. Neverland öyle bir yerdir ki; bütün önyargıların, şüphelerin, korkuların, kinin, nefretin, kibrin, çıkarların, yalanın bir kenara bırakıldığı, yeni doğmuş anadan üryan bebeğin saflığı kadar temiz ve yine o bebeğin ailesine getirdiği sevinç kadar, mutluluk ve umudun da eksik olmadığı yerdir orası. Nirvana gibi mutlak huzurun yaşandığı yerdir. Baranın bu yere verdiği değer ölçülemezdi ve verdiği değer kadar da kıskanırdı orasını yabancılardan, kimseye bahsetmez, Neverland’in N’sini bile dile getirmezdi. Yine de bazen, -acaba şu kişiye bu konuyu açsam mı? gibisinden aklından geçirse de hemen bu kararından vazgeçer ve kendisine kızardı böyle ahmakça düşünebildiği için. O kadar üzerine titremektedir bu yerin. Şöyle düşünmektedir; “Elmastan, inciden anlamayan, nasıl ki onları taştan farklı görmez ise, aynı şekilde bu yerin de değerini anlayamazlar, çünkü bunu anlayacak kıymet-ölçer aleti yok ellerinde…” demektedir kendi kendine.

 

Büyücü okulundan çok yüksek bir levelle mezun olmuş ve gezegenin en iyi büyücüleri arasına girme başarısını göstermiştir. O zamanlar bu durumun çok da büyük bir ehemmiyeti yoktur Baran için. Baran başarıyı bu ölçülere göre değerlendirmiyordu, başarılı olmanın ölçütü çok daha farklıydı Baran için. Bu durumu açıklayacak hoş bir olay yaşamıştı Baran, bir daha asla unutamayacağı… Büyücüler okulunda bir köşede yaşayan, çok kimse tarafından bilinmeyen, gücü kuvveti kalmamış, garip birisi vardı, rivayetlere göre okulun kuruluşundan beri yaşıyormuş, zamanın da kara büyüyle uğraşmış, kimsenin eline su dökemeyeceği biriymiş. Artık o kadar yaşlanmış ki hiçbir şeyle uğraşamaz hale gelmiş, zaten yaşını bilen de yokmuş. Çok yaşlı ve güçsüz olmasına rağmen pek yanına yaklaşan olmazmış, yanına gidenlere de onların anlamadığı dilden bir şeyler söylediği için korkup bir daha gitmezlermiş, yine de saygıda da kusur etmezlermiş. Masterlar bile ona büyük saygı duyarmış. Bu anlatılanlara rağmen Baran, “İhtiyara” özel bir yakınlık duymuş, kendisinin de anlam veremediği bir yakınlık… zamanla “ihtiyarla” aralarında özel bir muhabbet gelişmiş, her gün yanına uğrar, isteklerini yerine getirir, onu anlamaya çalışırmış. Hiç kimseye göstermediği kadar saygı gösterir ve severmiş ihtiyarı. Mezun olduktan sonra ihtiyar Baranı kucaklayıp, anlamadığı bir şeyler söylemiş ve ona bir “şey” vermiş. İşte Baranı en çok heyecanlandıran da bu “şey” olmuş, çünkü bu “şeyin” ileride kendisine çok yarayacağını ve önüne çıkan engelleri bu “şey” sayesinde aşacağını hissediyormuş(Baranın hislerinin kuvvetli olduğundan daha önce bahsetmiştim). Baran için gerçek başarı buymuş işte…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Mezun olduktan sonra kendisine uygun bir alan seçmiş ve alanın inceliklerini kavramak üzere eğitim görmeye başlamış. Kısa bir süre sonra Kötülük ile İyilik arasındaki savaş şiddetini artırmaya başlamış. İyiliğin güçlenmeye başladığından bahsetmiştim, iktidar savaşına girecek kadar güçlenince, savaşların en büyüğü olan “İktidar Savaşı” patlak vermiş. Baran geçmişindeki bilinçsizce yaptığı tercihi hatırlamış ve bununla yüzleşmeye karar vermiş. Büyücülük okulunda öğrendiği büyüleri de kullanarak İyiliğin yanında, Kötülükle büyük bir mücadeleye girmiş. Çok uzun süre devam etmiş bu savaş, ne zamanki Baranın vücudunun direnci tükenmiş, savaş da ancak o zaman sona ermiş. Baran tamamen güçsüz kalmış, fiziksel güçsüzlüğün yanına sinir krizleri de eklenince Baran kendini bu durumdan kurtarmak için Neverland’e dönüp, orada yaşamaya karar vermiş. Tabi bu sırada da eğitimini yarıda bırakmış ve tüm ilişkilerini de sonlandırmış. Çevreden ve çevrenin etkilerinden izole etmek istemiş kendini. İyiliğin mutlak hâkim olduğu, taze, dinç, kendinden emin ve yaptığı her davranışı bilinçli olarak yapan, yepyeni bir kişilik oluşturmakmış amacı Baranın, bu amacını gerçekleştirmek için de Neverland’de inzivaya çekilmiş. Baran… ruhunun derinliklerine inecektir bu inzivada…

 

Her başlangıcın bir de bitişi vardır. Baranın başlattığı bu süreç de sona ermiş maalesef. Baranın babası gizli faaliyetleri nedeniyle uzun bir süre ortada görünmediğini sonradan ortaya çıktığında da başarısız olduğunun anlaşılmış olduğundan bahsetmiştim. Aynı şekilde bu konunun üzerinin kapandığından ve en ufak bir ima da dahi bulunulmadığından da bahsetmiştim. Olaya dönersek, Baranın eğitimini yarıda kesmesi babanın gururuna dokunmuştur. Kendisi yeterince iyi olmadığı için(gizli işlerde) başarısız olunca umudunu istemeyerek de olsa çok yetenekli olduğuna inandığı oğluna bağlamıştır. “Baran kendisini geliştirip bütün engelleri aşacak ve kendisinin yarım bıraktığı işi tamamlayacaktır…” bu düşünce, babanın bilinçaltına yer etmiştir. Baranın eğitimini yarıda bırakması üzerine baba devreye girmiş ve yıllar önce üzeri kapatılmış, en ufak bir ima da dahi bulunulmamış konuları açmış, kitapları karıştırmış ve bilgisini tazelemiş ve sonunda da ne yapacağına karar vermiş. Bu yolla Baranın canını yakacağını hatta aklını dahi kaçırabileceği biliyormuş ama “Yapılması gereken şeyi yapabilecek bir tek ben varım ve oğlumun İyiliği için bunu yapacağım ve bir gün gelecek, oğlum bu yapacağım şey için bana teşekkür edecek diyerek kendini bu iş için ikna etmiştir (Burada bunu şunu belirtmek gerekir ki daha öncesinde baba tüm yolları denemiş ve başka bir çözüm bulamadığı için böyle bir yolu tercih etmiştir). Yapılması gereken şey yapılırken en kötü ihtimal gerçekleşmiş ve olay çığırından çıkmıştır. O anda baba yaptığı İyiliğin, Baran için ne kadar büyük bir kötülük olduğunu anlayıp bin pişman olsa da iş işten geçmiştir ve geri dönüşü yoktur. Durum en az hasarla kurtarılmaya çalışılmışsa da, hasarın boyutu çok büyüktür. Ayrıntılardan yeri gelince bahsedileceği için olay sadece genel hatlarıyla anlatılmıştır.

 

Baran bu olaydan iki şey elde etmiştir. Birincisi bu olaydan aldığı büyük hasardır, ikincisi bu olay sonucunda edindiği hayat tecrübesidir. Bu arada Baranın o zamanki güçleri babasını durdurmaya veya engellemeye yetmemiştir, ama bu olaydan sonra babasını kendisinden neredeyse tamamen uzaklaştırmayı başarmıştır. Bu olaydan önce olduğu gibi, sonra da uzun bir süre kimseyle irtibat kurmamış, herhangi bir iletişimde bulunmamıştır tâ ki Peri Kızını bulana kadar…

 

(Not: Peri kızı olmasaydı diye bir ihtimal düşünülemez, “o” Baranın yaşama sımsıkı sarıldığı hayat bağıdır(ab-ı hayat)… Peri Kızını bulduğunda ışığı sönmüş, parlaklığı gitmiş ve neredeyse yaşam enerjisi tükenmek üzereymiş(doğrusu Baran da çok farklı durumda değildi) … Hikâyemizin devamında Peri Kızının-ilk defa ismini de öğreneceksiniz- başından geçenler anlatılacaktır…)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

-Seninle gelirsem beni okula gönderirler mi?

-Sonra da bir ofise?

-Muhtemelen.

-Ve sonra bir adam olmam gerekir… Ben adam olmak istemiyorum. Büyümek istemiyorum.

 

İşte tam burada susması gerekti Peter Pan’ın. Gidiyordum. Kumandayı sehpanın üzerine bırakıp, annemin şikayetlenmeleri arasından geçtim. Eşiğe oturup ayakkabılarımı bağlamaya koyuldum. Akşam yalın, rüzgar her zamanki gibi hafif hafif esiyordu. Bense gecenin bu saatinde Peter Pan’a inat edercesine okula gitmek için çıkıyordum yola. On bir saatlik bir yolculuk…Gün doğumunda feribottaydık. Feribotları severim,tıpkı denizi sevdiğim gibi. Çünkü feribot zorla da olsa yaşatır insanı. Mükemmel okullar bitiren insanlar vardır mesela, farklı olanları sürgün eden, hayallere delilik gözüyle bakan, iş garantisi veren okullardan mezun insanlar. Sonra da dört duvar arasında yapılması gerekenleri yapar, daha fazlası için çalışırlar,rahat ve mutlu bir hayat için. Düşünmezler sadece yaparlar. Zamanlarının kıymetli olduğunu söylerler. İşte en çok buna seviniyorum,bu insanların feribota binmesine. Seviniyorum;çünkü kazandıkları paralar ya da çantalarına doldurdukları evraklar burada hiçbir işe yaramıyor. Feribot karşıya geçene kadar herkes beklemek zorunda. Ve işin güzel yanı bu insanlar da şahit oluyor rüzgarın güzelliğine, denizin huzuruna. İnsanlar feribotta olmak zorunda oldukları kişi değil, kendileri oluyorlar….

Koridor boşluğu yankı yapar sanıyordum,yapmadı. Daha iyisini yaptı. Diğer uçtan gelen sesler net ve berraktı. Hoşuma gitti;çünkü bu boş koridor insanlara dinlemeyi öğretmek için inşa edilmişti adeta. Bu sırada dengesiz bir ritimde diğer uçtan ayak sesleri duyuldu. Sanırım bu teyzemin ilk görüşle psikopat dediği müdür yardımcısıydı. Öyle görünüyordu daha doğrusu. Umursamaz bir tavır içinde,fakat gayet yumuşak birselse başladı konuşmaya. Ne kadar kötü olabilir ki diye düşündüm. Sonra dan aklıma geldi; ne zaman böyle düşünsem olabilecek en kötü şey olur. Her şeye rağmen buradaydım ve burada olmalıydım. Ben bu düşüncelere daldığım esnada kendisinden beklenmeyecek kadar kibar konuşan bu adam susmuştu. Evet, buradaki işimiz bugünlük bitmişti. Ama başka yerde başka işler bizi bekliyordu. Formalar,yastık,kılıf,nevresim ve diğer yatılı araç ve gereçleri… Formaları görünce ne yapacağımı şaşırdım. Şok geçirmek tam da bu olsa gerek. Çikolata reklamlarındaki mor ineklerin renginde bir gömlek. Oysa mor rengini sadece yatak odalarında kullanılır sanıyordum, hani şu uyutan mor. Belki pantolon siyahtır diye düşünürken gri olduğunu öğrendim. Neyse yakaları dikip üzerine de bir deri ceket geçirdim mi Kumkapı’da klarnetçi olabilirim diye geçirdim içimden ve tebessüm ettim kendi kendime. Forma işi uzun sürmedi. Vakit çok çabuk geçmişti,güneş acele eder gibiydi. Biz de ona uyup eve gittik, teyzemlere. Dere tepe aştık diyemem;çünkü teyzemlerin ev okulun karşısındaki sokaklardan birisindeydi. Zaten o ev orada olmasa,bende burada olmazdım. İşte o evde geçirecektim bu akşamı. Sadece bu akşamı;çünkü biri beş,diğeri on yaşında iki kuzenle aynı evde Ç.A.Ö.L sınavlarına çalışmak iyi bir fikir değildi. Zaten bu akşam… Bu akşamdı işte. İçimde bir şeyler vardı. Ne olduğunu bildiğim ve bilmediğim şeyler… Bu şeyler birleşip bir sürü şey halini alınca kalbimde beynimde istifa etti. Sonrasını hatırlamıyorum zaten;uyumuşum. Sabah gözlerimi açtığımda sesleri dinledim; nerden geldiği belirsiz martıların,seyyar satıcıların seslerini… Bir horozumuz yoktu belki;ama ben bunları seviyordum. Yine de bunları düşünecek zaman değildi;bugün, o gündü. Yarın okullar açılacaktı ve ben bugün yurda yerleşmeliydim. Kahvaltı hazırdı. Bu sabah kahvaltısını özleyecektim, fakat bundan haberim yoktu. Kahvaltıdan sonra masadakileri toparlayıp duşa girdiğimde tam anlamıyla kendime gelmiştim. Yüzüme çarpan su o eski su değildi ve artık yabancı da değildi…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Her şeyin vardır bir hikayesi… Bir sandalyenin,tozlu bir resmin,yapayalnız bir piyanonun,rüzgarın,seslerin,İstanbul’un…Anlatılsa da, anlatılmasa da …Ruhumun bir hikayesi var…

Sesi çok uzaktan geliyordu sanki. Duymak istemediğimden olsa gerek. Oysa hemen yanımdaydı. Yürüyorduk; fakat beynim yürümek için fazlasıyla doluydu. Gözümün önünde üflemesinden,vurmalısına bir sürü dost… Kulağımda uyum içinde birleşen en az dört çeşit parça…ve uzaklar… Tüm bunları yok etmek istercesine sarf ediyor sözcükleri. Yarım yarım birkaç kelime duyuyorum. İstemesem de, duymak zorundayım. Duymak benim kaderim. Beynimdeki melodiler, o istemediğim kelimeler,yandan geçen arabanın patlak egzozundan çıkan ses, kışlar,rüzgar,yere düşen anahtarlık,konuşmalar,farklı ton ve renklerde konuşmalar,halı silkeleyen yaşlı teyze,atılan adımlar…Gürültü değil bunlar…Müziği duymuyor musunuz? O duymuyor galiba. Duysaydı öyle demezdi.”Yasak” demezdi…”Yeter” demezdi…”Geçici heves” demezdi…

Aslında gülüp geçmek gerekirken neden beynimden vurulmuşa dönmüştüm bilmiyorum. Ruhumun en derinlerinden gelen haykırışları da duydum. Tırnaklarım milim milim sökülüyormuşcasına acıyla bağırırken, moral vermeye çalışan çaresiz ruhum kuzuların sessizliğinden bıkmış olmalıydı. “Nasıl yasakmış o!” diyordu.”Hiç yasaklanır mı insana! Nasıl bir şey bu! Hiç uçma denir mi kuşa ya da esme denir mi rüzgara? Yapamaz ki! Susturamaz dünyayı,hepsi sussa kalbim var.” Ama “yeter” dedi. Saçmalıyor, insana yeter mi? “Yeter bu kadar” denir mi? ” Ya geçici heves?” Yıllarca bekleyip hayalini kurduğun şey “heves” olabilir mi? Koskoca bir ömür “heves” olabilir mi? Hayır ,o heves değil! İhtiyaç…Hava gibi,su gibi…”Delisin sen” diyecek,bunu anlamayacak. “öyle değil misin? En iyiler delilerdir. Deli gibi isteyenlerdir, deli gibi çalışanlar. Deli olmazsan bu kadarını duymazsın.” Olay karmaşık değil ki herkes duyuyor; fakat yalnızca bazıları dinliyor. Herkes görüyor; ancak sadece bazıları çiziyor. Açıkçası bu devirde “bazıları” olmak gerçekten zor iş. Değerler öyle alçalmış ki… “Ben para istemiyorum; sokakları,şehirleri,ülkeleri dolaşmak,yardıma ihtiyacı olana canım pahasına yardım etmek,müziği hissetmek,hissettirmek istiyorum” dediğimde ya korkup yasaklar koyuyorlar önüme ya da oturup doğru bir yol göstermeye çalışıyorlar,yolun sonu bilinmezken…Doğru yol benim hiç ilgimi çekmedi; çünkü o yolu yürümek için evinde oturan, maaşı olan,kendine bakıp gerisini boşveren otun teki olmam gerekiyor…Tek bir şey söyleyeyim: olmayacağım…Üzerimde yığılı sorumluluk tepeciğinin farkındayım ve biliyorum ki onlardan kaçmak her şeyi mahvedecek. Kaçmayacağım;çünkü artık korkmuyorum…Parasını ödemediğimiz ekmeği yiyemez, bedelini ödemediğimiz hayatı yaşayamayız. Ve şu yıllarda yalnızca tertemiz bir kalple doymuyor insanlar,en azından kızartıp yemedikleri sürece…Kızarmış kalple yaşayamayacağımıza göre,önce buna bir çözüm bulmalıyım. Tıpkı uçaklarda olduğu gibi “oksijen maskesini önce kendine takmak”. Nefes almalıyım ki verebileyim. İşte tam da bu sebeplerden ötürü durup düşünmeye karar verdim. Düşündüm,düşündüm,düşündüm…Bir de baktım,koskoca bir sene geçip gitmiş. Bazıları bu yılı boşa geçmiş kayıp bir sene olarak görüyor; çünkü sadece kaybolan şeylere dikmişler gözlerini ya da asla kaybolmayacak şeylere…

“Ah! Koca bir kayıp,bütün yıl derslerine çalışmadın.”

Ne basit bir cümle. Birkaç sözcük ve noktalamalar… Kimse farkında değil mi? Gizli özne olmak zor iş. On beş yıl boyunca hiçbir şey öğrenmediğini anlayan gizli özne,bir yılını gerçek bir şeyler öğrenmeye harcadığında duyacağı cümle bu işte…

Kafam karıştı doğrusu. Otuz yıl yaşamış birisi böyle şeyler söylüyor ya da kırk yıl.. Ne fark eder! Ben böyle bir yaşama on beş yıl dayanabildim; çünkü yaşadığım hayatı durup düşünme fırsatını ilk kez elde ettim. Bu insanlar hiç mi durup düşünmüyorlar? Görünen o ki herkes bir şeyler düşünüyor; fakat gerkesin bir şeyleri birbirinden farklı… Kimisi düşünerek yaşıyor, kimisi yaşayarak düşünüyor. Sadece yaşayanlar, sadece düşünenler, hiçbirini yapmayanlar…

Zaten her şey böyle başladı…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...